Osmanli şAİr okulu



Yüklə 230 Kb.
səhifə3/4
tarix28.06.2018
ölçüsü230 Kb.
#52094
növüYazı
1   2   3   4

Ta’lim Ve Taklit


Taklit, en basit öğrenme yollarından biridir. Aristo’ya göre sanatın özü taklitten ibarettir.1 Şairlerin kültür ve sanat birikimlerinin oluşumunda ta’lim ve taklit de önemli yer tutar. Âşık Çelebi'nin, Sehî Bey'in "eski zaman şuarâsını taklîd ettiği" şeklindeki değerlendirmesi konumuza ışık tutacak niteliktedir.2 Riyâzî de, Âzerî'nin Nakş u Hayâl mesnevisinde Hâce’ye taklîd idüp vasf-ı terkîbleri çok kullandığını söyler.3

Şair adayları, "ta'lîm-i üstâd ve taklîd" ile şiir yazmayı öğrenebilirler. Hatta çok yetenekli olmayan kişiler bile, bu yolla vezinli, kafiyeli manzumeler yazmayı başarabilirler. Böyle yazılan şiirlere kesbî şiir (çalışıp çabalayarak yazılan şiir) denir. Latifî'ye göre, "Şiir-i kesbî, tetebbu' ve taklîd iledür... Kesbî olanlarda...tetebbu' ve taklîdsüz nesne bulınmaz..."4.

Tezkireciler, şairlik için doğuştan yetenekliliğin öncelikli olduğunu belirtmişler, ancak bunun yanı sıra daima bilgi, kültür ve eğitimin gerekliliğine de işaret etmişlerdir.5 Onlara göre asıl olan "şi'r-i vehbî" (yani, Allah vergisi olarak doğuştan sahip olunan şiir ve şairlik gücü)'dir. Bunun zıttı olarak ifade edilen "şi'r-i kisbî" (yani, çalışmayla kazanılan, çalışmaya dayanan şiir ve şairlik) ise ikinci sırada gelmektedir. "Şi'r-i kisbî" terimi, doğal yeteneği sınırlı şairlerin bilgi, kültür, eğitim ve çalışma sonucunda belli bir düzeyde şiir yazabildiklerini göstermektedir.6 Âşık Çelebi'nin, Selîkî'nin çok çalışarak iyi bir şair olmayı başardığı yolundaki değerlendirmesi bu bakımdan ilgi çekicidir: "...Şi'ri kedd-i şedîd ve sa'y-i sedîd ile ele getürmişdür. Ammâ meydân-ı nazmda tîr-i himmetin zırh-gîr-i murâdına geçürmişdür..."7

Ta’lim ve taklidin şiir eğitiminde vazgeçilmez bir yöntem olduğu kesindir. Bu yöntemle eski şairleri taklit eden kişi, doğru ve düzgün manzume söylemeyi öğrenir. Bu aşamayı geçen kişiler, yetenekleri ölçüsünde kendilerini geliştirirler.



Tercüme

Bir üstâdın eserini tercüme etmek de, şairin kültür ve sanat birikimini geliştiren bir faaliyettir. Âşık Çelebi, Ali Çelebi'nin şairlik ve münşîlik serüveninde tercümenin oynadığı role dikkat çeker:

"Şi’r ü inşâsı, evâyilde ne yazılur ve ne okınurdı. Amma Sahn'a müderris olduktan sonra Molla Hüseyin Vâiz Kâşifî'nîn Envâr-ı Süheylî ki... Ali Çelebi merhum anı tercüme idüp... Hümâyûnnâme ad virmişdür. Hakkâ budur ki mâlik-i inşâ'da padişâlık idüp temam adl ü dâd virmişdür... "8

Nazire/Cevap veya Meşk


Nazire/cevap, en etkin şiir öğrenim yöntemidir. Okuma, araştırma, inceleme, ezberleme gibi teorik çalışmaları tamamlayan şair, bundan sonra taklit ve nazire yoluyla şiir yazma becerisini geliştirir. Bu faaliyet, bir çeşit şiir meşkidir. Nazirenin ilk önemli işlevi budur.

Ahmet Hamdi Tanpınar nazirenin bu önemli işlevine isabetle işaret eder:

“Bu temrinler, eski şiiri hakiki bir atölye çalışması haline getiriyordu. Fuzûlî Necâtî Bey’e seslenir, Bâkî Fuzûlî’yi, Nedim Bâkî’yi hatırlar. Öbür yandan, bugün sadece ilhamın birkaç modada hapsolmasına bakarak kötülediğimiz nazirecilik, şaire, dile ve geleneğin bütün üslûplarına tasarrufu temin ediyordu. Sanatta bu cinsten tasarruf, sanatın dünyasına tasarruftan başka bir şey değildir. İyi düşünülürse bütün bu temrinleri garplı ressamların müze çalışmalarına benzetmek daima mümkündür. Ve neticeleri de öyle olmuştur. Eski şiirin kendisine mahsus bir academique’i vardır.”9

Tanpınar, Kul Hasan’ın, “Eşrefoğlu al haberi / Bahçe biziz gül bizdedir” mısralarıyla başlayan şiirini değerlendirirken de şu ifadelere yer verir:

“..Beni asıl saran şey, Kul Hasan’ın, ölümünden iki yüz elli sene sonra Eşrefoğlu ile kavga etmesidir. Demek ki ölümün saltanatı o kadar muhakkak değil.”10

Bu ifadeleri farklı bir düzlemde şöyle yorumlayabiliriz: Eski şiirimizde, bazen kronolojik zaman önemini yitirir. Yunus’un ‘Cümle şair dost bahçesi bülbülü’ dediği gibi, gelmiş geçmiş bütün şairler aynı mecliste toplanır. Bir şair, yüz yıllar önce yaşamış bir başka şaire nazire yazarak onunla konuşur, sohbet eder, arkadaşlık kurar veya rahle-i tedrisine oturur. Böylelikle, nazire geleneği, zamanlar üstü bir mektep olma özelliğini sürdürmüş olur.

Meşk, her türlü sanat ve hüneri, bir üstat gözetiminde, taklit ve tekrar ile öğrenme yöntemidir. "Ders" ve "öğrenim" anlamlarında da kullanılan bu kelime, yaygın olarak hat ve musiki alanlarına özgü bir terim olarak bilinmektedir.11

Hat sanatında, üstadın öğrencisine ders olarak verdiği yazı örneği ya da karalamasına meşk denir. Öğrenci, verilen örneklere bakarak, aslına benzetinceye kadar tekrar tekrar yazar, onları taklit eder. Asıl meşk, yapılan bu tekrar ve taklit işlemidir. Örnek alınan yazı veya karalamaya da meşk denmesi, mürsel mecaz yönündendir. Kâmil Akdik'in ifadesiyle, meşkin esası "eslâfın âsârını tedkik ve taklit"tir.12

Behar, musikideki meşkte "usûl"ün vazgeçilmez bir yeri olduğuna dikkat çeker.13 Burada, ümmî şairlerin, üstat şairlerin şiirlerini vezin ve takti' ile kulaktan meşk edip aruz öğrenmeleri ve kusursuz şiirler yazabilmelerinin sırrı ortaya çıkmaktadır.14 Musikideki usûle karşılık, şiirde vezin ve takti' önem kazanmaktadır.

Musiki meşkinde bir bestenin nota değerlerini aşan edâ, şîve ve tavr-ı mahsûsunun "fem-i muhsinden, fem-i üstattan" talimi söz konusudur. Buna benzer durumlar şiir için de düşünülebilir. Üstat şairlerin, çevresindeki genç şairlere bu anlamda yol gösterdikleri, öğretmenlik yaptıkları bilinmektedir. Şeyhî’nin Ahmedî ile; Necâtî’nin Sehî ve Sun’î ile; Bâkî’nin Zâtî ile olan ilişkisi bu konuya örnek verilebilir. (bkz. Ta’lîm-i Üstat).

Bu gelenek yakın zamanlara kadar süregelmiştir. Söz gelişi, “1861-61 yılları arasında sadece bir yıllık bir süre içinde devam eden bir tür “şiir oturmaları” da diyebileceğimiz Encümen-i Şuarâ hareketi, özellikle eğiticilik tarafıyla devrin yeni ve güçlü şairlerinin yetiştiği bir menba ve mektep rolü oynaması bakımından önemlidir.”15

Nazire geleneği, tanzîr edenin yetişme yolunu ve modelini ortaya koyduğu için önem taşır.16 Genellikle, tanzîr edilen şair veya şiiri, hemen herkesçe bilinen tanınan, sanat değeri anlaşılmış ve tartışmasız kabul edilmiş demektir. Tanzîr eden ise, burada, yazmış olduğu nazîre ile kendini geliştirme, değerini tanıtabilme düşüncesi ve amacı içindedir.

II. Bayezid, Nevâî'den gelen şiirleri Ahmed Paşa’ya göndererek tanzîr ettirmiştir.17 Yaygın bir söylentiye göre, Ahmed Paşa ancak bundan sonra yetkin şiirler söylemeyi başarabilmiştir.18

Sehî'nin, Çâkerî Sinan Bey hakkında, "Zâhir-i Faryâbî kasâidine bazı cevap dimişdür; gâyet hûb düşürmişdi...";19 Yavuz Sultan Selim hakkında, "Hallâku'l-me'ânî Kemâl-i Isfahânî didügi ber-ser redif kasidesine cevap dimişdür ve insâf ki gayet güzel dimişdür..."20; Kurbî hakkında, "Necâtî'nin koynuna redîfli bir gazeli var, ol gazel Necâtî'nin hayli müftehiri idi, ana cevap dimişdür; yaman düşmemişdür..."21; şeklindeki tesbitleri ile Latîfî'nin Tâbi'î hakkında, "Mesîhî'nin Şehrengîz’ine andan yeg kimse nazîre dimemişdi..."22; Zamânî hakkında, "Ahmed Paşa'nın ateş gazeline andan yeg nazîre kimesne dimemişdür..."23 şeklindeki açıklamalarında, tanzîr eden şairin ve yazmış olduğu nazîresinin başarısına dikkat çekilmektedir.24

Latifî, Ahmet Paşa'nın kasidelerinin büyük çoğunluğunu Necatî Bey'e nazîre olarak söylediğine dikkat çeker.25

Latîfî'nin Vâlihî hakkında, "Türkî'de şi'r-i Necâtî'ye nazîre olmaz ve nazîri bir dahi vilâyet-i Rûm'a gelmez diyü da’vâ iderdi ve nazîre dise anun şiirine nâzîre dirdi."26 şeklindeki açıklamasında ise, bir şairin tanzîr konusunda yapmış olduğu tercihi görmekteyiz.27

Nazirelerin hepsinin başarılı ve özgün olmasını beklemek haksızlıktır. Bu, başlı başına bir hazırlık çalışması olduğu için önemlidir. Tezkirecilerin onları başarısız bulmuş olması, onların asıl bu işlevini göz ardı etmemizi gerektirmez.

Gubârî, Bâkî’nin gazellerine yazdığı nazirelerde başarılı olamamış, padişah kendisine sunulan bu nazireler karşılığında Gubârî yerine Bâkî'yi ödüllendirmiştir.28 Bu olay, Bâkî’nin büyüklüğünü göstermekle birlikte, Gubârî’nin bu büyük şairin şiirlerini meşkini önemsiz kılmaz.

Âşık Çelebi'nin anlattığına göre, aynı Gubârî, hacca gitmeden önce bir gazel yazıp şairlerden nazire yazmalarını istemiş, başarılı olanları ödüllendireceğini bildirmiştir. Ancak, yine onun görüşüne göre, “çok kimesne nazîre dimişdür, ammâ münasebeti yokdur; insaf budur ki hem-vârdur..."29

Latîfî de Cemîlî hakkında bu konuda şunları söyler: "Nevâyî'nin üç cild divanında olan eş'ârına külliyen kafiye-ber-kafiye nazîre dimişdür. Ammâ mücerred vezin ve kâfiyede nazîredür; sanat ve hayâlde ve letâfet-i makâlde degül..."30



Nazirenin ikinci işlevi, şiir meşk ederek belli bir söyleyiş yetkinliğine erişen şairlerin, bu becerisini korumak ve geliştirmektir. Nazire bu yönüyle, hat sanatındaki karalama ve talimleri hatırlatır. Bu terimler el melekesi kazanmak veya kazanılan melekeyi yitirmemek için yapılan temrinler, alıştırmalardır.31 Hattat, el melekesini yitirmemek için sürekli karalar. Şairler de, becerilerini koruyup geliştirmek amacıyla bir çeşit idman niteliğinde başka şairlere nazireler söylemeyi sürdürürler.

Nihad Sami Banarlı, nazirenin bu görevine şu şekilde işaret eder: “Bu şairler, üstadlarını geçmeseler bile, onların yolunda yetişerek, bilhassa onların söyleyişlerindeki sırlara ulaşarak büyük bir şiir seviyesini muhafaza ediyorlar, bir söyleyiş ve anlayış seviyesine yükseliyorlar, hatta bu seviyeyi bütün yurt aydınları ölçüsünde üstün tutmaya muvaffak oluyorlardı.”32

Nazîre yazmak, nazîreleşmek, bazı şairlerin, şairliklerinin en büyük özelliği durumundadır. Bunların şiir faaliyetleri daha çok nazîreye dayanır. Sehî'nin Kurbî ve Latîfî'nin Tâbi'î, Zemânî ve Vâlihî'ye dair sözlerinde bunun ifadesini görmek mümkündür.33 Âşık Çelebi'nin Fazlî, Muhyî, Remzî'deki tanıtmalarında da bu duruma rastlanır. Bunlardan son ikisi hakkında söylenenler şöyledir: Remzî Çelebi el-Kâdî için, "Zamanı, mütâlaa-i kütübe masrûfdur. Husûsâ kasâyid-i Arabîye tetebbu' idüp nazîre dimege meşgûl idi..."34; Muhyî için, "Ammâ çelebilikleri zamanında şiir dirler ve muattal oldukları zamanda mümâreset dahi iderlerdi. Ekseri nazîre söylerlerdi..."35; Âşık Çelebi'nin Ruhî'de, "Nazîrede hod nazîri nâdirdür..."36 şeklindeki takdirini de bunlara dahil etmeliyiz.

Âşık Çelebi'nin yakın arkadaşı olan Hayalî, İstanbul’da Caferâbâd’da mehtaplı bir bahar gecesinde ona, "İshak Çelebi eş'ârından sana kangısı eyü gelür deyü..." sorar. Âşık Çelebi de buna bir beyit seçerek cevap verir. Hayalî bu beyti beğenir ama kendisi onun asıl bir başka beytini beğenmiştir. Bunu Âşık Çelebi'ye okur ve beyit hakkında; "yıllardur ki, bu beytin mey-i reşkiyle sekrânım ve nazîre dimekde hammâr-ı bâde-i izhâr-ı aczle ser-girânım..." der. Âşık Çelebi, bu konuşmadan sonra Serfiçe’ye kadı olarak gönderilir. Hayâlî daha sonra yazmayı başardığı nazireyi mektupla Âşık Çelebi’ye gönderir; o da buna bir nazire yazarak karşılık verir.37

Âşık Çelebi, bir sünnet düğününde Hayâlî’nin gördüğü bir güzele irticalen bir gazel söylediğini, kendisinin de hemen nazire söyleyerek cevap verdiğini belirtir.38 Hayâlî, 1545-46 yılında bir veba hastalığı atlatan Âşık Çelebi’yi gezintiye çıkarıp, iki taze gazel didüm göreyüm akl u fikrün yerine gelmiş mi diyerek nazire teklif edip imtihan kasd eylemiştir.39

Bu örnekler, güzel şiirlerin, şairleri tanzir için kışkırttığını gösterdiği gibi, şairlerin de bir araya geldiklerinde karşılıklı nazireleşmek gibi bir alışkanlıklarının bulunduğunu göstermektedir. Şu beyitler bu konuyu örnekler gibidir:

Yârâna nazîre dimeyüp gâhî Neşâtî

Bilsem acabâ hâme-i sihr-âveri neyler

Neşâtî

Şi’rini Rif’at Beğ’in zîb-i hayâl itsem sezâ



Feyz-i tanzîriyle handân olduğum demdir bu dem

Leskofçalı Galib

Âşık Çelebi'nin, Zînetî hakkında söylediği, "Tab'ın muttasıl âzmâyiş ve cevap dimek için muttasıl ekâbir kasâidin kûşiş üzre idi..."40 ve Safî hakkında "Şiire kûşiş ve Ahmed Paşa gazellerine nazîre dimekle tab'ın âzmâyiş iderimiş..."41 sözleri, âzmâyiş, cevap demek, nazire demek ve kûşiş üzre olmak gibi, şiir eğitiminin önemli faaliyetlerine işaret eder. Latîfî de, Zeynep Hatun'un bir şiirine "azmâyiş-i tab' için" nazire yazdığını belirtir.42

Örneklerini çoğaltabileceğimiz bütün bu durumlar, bir taraftan sözü edilen şairlerin çağlarındaki konumlarını ortaya korken, diğer yandan bizzat nazîre işleminin, aslında öyle gelişi güzel bir taklitten ibaret olmayıp, hem ciddî bir şiir kültürü ve eğitimi faaliyeti, hem çağınca benimsenen bir edebi kişilik ispatı yolu ve hem de devrin şiir sanatında daha güzeli elde etme çabası ve yarışı olduğunu açıkça yansıtmış olurlar.43



Nazirenin üçüncü işlevi ise, örnek olarak alınan anıt şiiri aşmaya yönelik, iddialı çalışmalar gerçekleştirmektir. Bu yolla, edebiyat yeni ve özgün eserler kazanır, yeni açılımlarla zenginleşir. Belli bir yetkinliğe ulaştığına inanan şairler, özgün ve yetkin şiirler yazdıklarını, bunlara kimsenin nazire diyemeyeceğini söyleyerek meydan okurlar. Aslında bu bir çeşit kışkırtmadır.

Mecmû’a-i âlemde Atâ işbu redîfe

Çok şi’r ola bunun gibi garrâ gazel olmaz

Atâ


Şeyhi’ye kimse Visâlî var iken dimek cevâb

Hak bilür bâtıldur va’llâhü a’lem bi’s-savâb

Visâlî

Ahmed’ün nazm-ı dürer-elfâzına dimek cevâb



Eylemekdür Nazmiyâ ma’nâda Selmân ile bahs

Nazmî


Bir akd eyleyüp beş beyt bir şi’r eyledüm

Ey Kıyâsî buna kim dirse nazîre âferîn

Kıyâsî

Kim var İshak cihanda şu’arâ silkinde



Ki nazîre diye bu nazm-ı dür-efşânumuza

İshak Çelebi

Eş’âruma Necâtî disün eğer

Yahyâ gibi gazelde fasîhü’l-makâl ise

Yahya Bey

Nazm-ı rengînüme kim vasf-ı dilberdür

Diyemez kimse nazîre katı rengîn-terdür

Bâkî


Tanpınar, Nedim’in “en güzel ve bugüne en fazla hitap edebilecek eserlerinden biri” olarak gördüğü “var içinde” redifli gazelinin başlangıcını, Nâbî’nin “aynı redifte düzgün dille yazılmış olmaktan başka meziyeti olmayan” iki gazelinde bulabileceğimizi söylerken, Nedim’in naziresiyle üstat Nâbî’yi aştığını anlatır.44 Bu iki şaire birlikte bakalım:

Ma'cûn-ı firâkun ki merâret var içinde

Eczâ-yı gelû-gîr-i nedâmet var içinde

Bakdukça o şeh nâmene çîn oldı cebîni

Ey gam-zede bilmem ne ibâret var içinde

Her mes'elesin kim okudum nüsha-i hüsnün

Resm-i edebe şart-ı riâyet var içinde

Virdüm sana dürc-i dil-i ser-bestemi ammâ

Pek sakla büyük yirden emânet var içinde

Âlûdeliğe eyleye hâşâ ki tasaddur

Ol zühd ki da'vâ-yı kerâmet var içinde

Nefy eyler idüm âlemün âsâyişin ammâ

Erbâbı içün künc-i ferâgat var içinde

Düşvârcadur gerçi reh-i teng-i kanâat

Yokdur hatar u bîmi selâmet var içinde

Âsân idi hâhişgerî-i mansıb-ı vuslat

Ammâ n'ideyüm kayd-ı liyâkat var içinde

Nâbî bu gazel gerçi biraz sâdedür ammâ

İm'ân olınursa nice hâlet var içinde

*

Bu bezm ki peymâne-i devlet var içinde



Ne kimseye pâyende ne râhat var içinde

Helvâ-yı fenâ zehr ile âlûdedür ammâ

Çekmek eli güç gizlüce lezzet var içinde

Câmı kef-i sâkîde şikest olması yeğdür

Ol bâde ki keyfiyyet-i minnet var içinde

Ol gül ki gire nahvet-i gül-çîn ile deste

Şemm eyleyemem bûy-i mezellet var içinde

Bir âyinedür kim görinür ayb-ı şikâfı

Ol maslahat-ı şer' ki rüşvet ver içinde

Hicrân ana nisbetle safâ-bahş-ı derûndur

Ol meclis-i vuslat ki meşakkat var içinde

Nâbî bilmem farkı nedür bey' ü şirâdan

Ol zühd k'anun hâhiş-i cennet var içinde

*

Bir söz dedi cânân ki kerâmet var içinde



Dün geceye dâir bir işâret var içinde

Mey-hâne mukassî görünür taşradan ammâ

Bir başka ferah başka letâfet var içinde

Eyvâh o üç çifte kayık aldı karârım

Şarkı okuyup geçdi bir âfet var içinde

Olmakda derûnunda hevâ âteş-i sûzan

Nâyın diyebilmem ki ne hâlet var içinde

Ey şûh Nedîmâ ile bir seyrin işitdik

Tenhâca varup Göksuya işret var içinde

Nedim’in “var idi” redifli gazelini ise, “ayrı vezinde olsa bile, redifiyle ta Zâtî’ye kadar çıkan bir gelenekten henüz kurtulmuş, tamamiyle şahsi bir mahsûl” olarak niteler.45

Dün gice bir arşdan a'lâ makâmum var idi

Anda dil-dâr ile toksan bin kelâmum var idi

Döşemişdüm yidi çarh üzre bisât-ı işreti

Adı Keyvân idi bir Hindî gulâmum var idi

N'ola ey dil kadrüme dirlerse zıll-ı lâ-yezâl

Nâzır-ı dîdâr-ı ayn-ı lâ-yenâmum var idi

Âlem-i zevk u safâ İskender-i rûha revân

Cümle andan görinür mahbûb câmum var idi

Seyle virdi Selsebîl-i bâde ey cennet-cenâb

Gussa vü akla ziyâde intikâmum var idi

Sabr u akl u hûşun urmışdum ser-â-ser boynını

Işk dirlerdi elümde bir hüsâmum var idi

Dâimâ isterdi kaşından hilâl eksükliğin

Zâtiyâ bir sâki-i bedr-i tamâmum var idi

*

Kanı ol günler ki bir serv-i bülendüm var idi



Sünbülinden her gice boynumda bendüm var idi

Medh iderdüm hüsni mir'âtına karşu leblerin

Tûti-i gûyâ gibi ağzumda kandüm var idi

Cüst ü cû eylerdi kûyın görmesem bir gün yüzin

Eşk dirler adına çâbük levendüm var idi

Hâce-i hicrâna satdı âh kim ben bendeyi

Bir kıyâmet serv-kad mabbûb efendüm var idi

Ey tabîb-i cân u dil bir gün ola kim diyesin

Zâtî dirlerdi benüm bir derd-mendüm var idi

*

Sînede evvel ne muhrik ârzûlar var idi



Lebde ser-keş âhlar âteşli hûlar var idi

Böyle bî-hâlet değildi gördüğüm sahrâ-yı aşk

Anda mecnûn bîdler dîvâne cûlar var idi

Ben bu gün bir nev-bahâr-ı hüsn ü ân seyr eyledim

Tarf-ı destârında sünbül gibi mûlar var idi

Sen yine bir nev-niyâz âşık mı peydâ eyledin

Kûyuna yer yer dökülmüş âb-ı rûlar var idi

Ey Nedîm ey bülbül-i şeydâ niçün hâmûşsun

Sende evvel çok nevâlar güft ü gûlar var idi

Üstâdâne yazılmış nazirelerde, örnek alınan şiirden bağımsız, tamamen kişisel üslûbun egemen olduğu özgün bir söyleyiş görülür. Söz gelişi, Fuzûlî’nin şiiri inim inim inlerken, Nedim’in aynı redifte yazdığı nazire şıkır şıkır oynar.

Âşiyân-ı murg-ı dil zülf-i perîşânundadur

Handa olsam ey perî gönlüm senin yanundadur

Aşk derdiyle hoşum el çek ilâcımdan tabîb

Kılma dermân kim helâküm zehri dermânundadur

Çekme dâmen nâz idüp üftâdelerden vehm kıl

Göklere açılmasun eller ki dâmânundadur

Gözlerüm yaşın şûr itme nefret kim bu hem

Ol nemektendür ki lâ’l-i şekker-efşânundandur

Mest-i hâb-ı nâz ol cem’ it dil-i sad-pâremi

Kim anun her pâresi bir nevk-i müjgânundadur

Bes ki hicrânundadur hâsiyet-i kat’-ı hayât

Ol hayât ehline hayrânam ki hicrânundadur

Ey Fuzûlî şem’veş mutlak açılmaz yanmadan

Tâblar kim sünbülünden rişte-i cânundadur

*

Zerreveş dil pençe-i mihr-i dırahşânındadır



Cân u ten çün mevc dest-i kahr-ı ummânındadır

Çâk çâk olmazsa destinde girîbân-ı seher

Rûz-ı haşr ey âh iki destim girîbânındadır

Yârin ey âşüfte dil hüsnün nihan tutmaz velîk

Var ise bi'llah tekâsül çeşm-i irfânındadır

Va'd-i ferdâ tâ-be-key ey hestî-i nâkıs dügen

Çünki feyz-i vuslat-ı câvîd pâyânındadır

Dûr olur mu hîç ey pîr-i mugân dâim senin

Bûy-ı sahbâveş dil-i hûn-keşte dâmânındadır

Sen bat-ı sahbâ değil tâvûs-ı kudsîsin Nedîm

Kim zuhûr-ı hâletin meclisde cevlânındadır

*

Ey kemân-ebrû şehid-i nâvek-i müjgânunam



Bulmuşam feyz-i nazar senden senün kurbânunam

Kâkülün târına peyvend itmişem cân riştesin

Başın için bir terahhum kıl ki ser-gerdânunam

N’ola kılsam terk-i mey minnet kılup zâhidlere

N’eylerem mey neş’esin ben kim senün hayrânunam

Şâneveş yüz nâvek-i gam sancılupdur cânuma

Tâ esîr-i halka-i gîsû-yi müşg-efşânunam

El çeküp kat’-ı nazar kılmış ilâcumdan tabîb

Bildi gûyâ kim harâb-ı nergis-i fettânunam

Câna meylin var ise hükm eyle teslîm eyleyem

Pâdşâhım ben senün bir bende-i fermânunam

Gonce kılmaz şâd gül açmaz tutulmış gönlümi

Ârzû-mend-i ruh-i âl ü leb-i handânunam

Kan edip bağrum işüm âh itme her dem ey felek

Hürmetüm tut bir iki gün kim senün mihmânunam

Ey Fuzûlî âteş-i âh ile yandurdun beni

Gâlibâ sandun ki şem’-i külbe-i ahzânunam

*

Sen gülersin gül gibi ben bülbül-i nâlânınam



Mest-i medhûş-ı temâşâ-yı gül-i handânınam

Bana kul olsun deyü hâcet ne fermân etmeğe

Ben senin çokdan efendim bende-i fermânınam

Hâr isem de gülşen-i hüsnünde hârım ben hele

Hâk isem de bâri hâk-i râh-ı müşk-efşânınam

Olsam üftâde gubârâsâ yine pest olmazam

Çünki ey serv-i bülend üftâde-i dâmânınam

Lâleler sâgarların pür kılmak ister sâkiyâ

Ben dahi muhtâc-ı lutf u tâlib-i ihsânınam

Sen demişsin kim kimin hayrânıdır bilmem Nedîm

Nâzenînim pek bilirsin kim senin hayrânınam

*

Hayret ey büt sûretin gördükde lâl eyler meni



Sûret-i hâlüm gören sûret hayâl eyler meni

Mihr salmazsan mana rahm eylemezsen bunca kim

Sâye tek sevdâ-yı zülfün pây-mâl eyler meni

Zâ’f-ı tâli’ mâni’-i tevfîk olur her nice kim

İltifâtın ârzû-mend-i visâl eyler meni

Ben gedâ sen şâha yâr olmak yok ammâ n’eyleyem

Ârzû ser-geşte-i fikr-i muhâl eyler meni

Tîr-i gamzen atma kim bağrum deler kanum döker

Ikd-i zülfün açma kim âşüfte-hâl eyler meni

Dehr vakf itmiş meni nev-res cevânlar aşkına

Her yeten meh-veş esîr-i hatt u hâl eyler meni

Ey Fuzûlî kılmazam terk-i tarîk-i aşk kim

Bu fazîlet dâhil-i ehl-i kemâl eyler meni

*

Bûs-ı la'lin şöyle sîr-âb-ı zülâl eyler beni



Kim gören âb-ı hayât içmiş hayâl eyler beni

Şâire söz bulmağa minnet ne ammâ neyleyim

Âh kim hayret seni gördükçe lâl eyler beni

Sevdiğim câm-ı meye hâcet nedir la'l-i lebin

Bir şeker-handeyle mest-i bî-mecâl eyler beni

Bâğda zülf ü ruhun andıkça bu kimdir deyü

Sünbül ü gül biri birinden suâl eyler beni

Nükhet-i zülfünle geldikce nesîm-i nev-bahâr

Turra-i sünbül-sıfat âşüfte-hâl eyler beni

Nâ-tüvânım şöyle çeşmin hasretinden kim gehî

Sâye-i müjgân-ı âhû pây-mâl eyler beni

Gerdişin gördükçe sâkî-i mülâyim-meşrebin

Ârzû ser-geşte-i fikr-i muhâl eyler beni

Hasret-i çeşminle ben hâk-i siyâh olsam dahı

Baht âhir sürme-i çeşm-i gazâl eyler beni

Arz-ı hâlim çok efendim hâk-i pây-ı devlete

Lutfun ammâ bî-niyâz-ı arz-ı hâl eyler beni

Ben kulun lâyık değildir vaslına ammâ yine

İltifâtın ârzû-mend-i visâl eyler beni

Güldürür yâ ağladır yâ lutf eder yâhud itâb

Hâsılı neylerse ol ruhsâr-ı âl eyler beni

Yâridir ol kadd ü haddin kim Nedîmâ bâğda

Vâlih-i gül-gonce hayrân-ı nihâl eyler beni

Gûyiyâ bilmez efendim bende-i dîrînesin

Kim Nedîmâ bu mudur deyü suâl eyler beni

*

Tanınmış bir şairin pek meşhur olmayan bir şairin şiirine nazire yazması, onun değerini onaylayan bir durumdur. Latîfî'nin, Niyâzî-i Bursavî hakkında, "Ahmed Paşa la’l ve âb ve şikâr ve âfitâb kasîdelerin dîvân-ı mumâileyhe tetebbu’ ile cevâb dimişdür. Merkûm kasîdelerin mübdi’i ve muhteri’i evvel Rûm’da bu olmış..."46 ve Âşık Çelebi'nin Celâl Çelebi hakkında, "Bu gazeli didiklerinde bu beyti hayli şöhret dutdı idi ki... Mümeyyiz-i şuarâ olan Zâtî ve sâyir şuarâ nazîreler diyüp..."47 şeklindeki ifadeleri bu hususa örnektir.



*

Tezkirelerde, tanzirin, bir şairin şair olarak yetişme, gelişme ve belli bir seviyeye gelmesinde rol oynayan, bu safhada yapılması usul haline gelen edebî bir faaliyet veya çalışma olarak değerlendirildiği görülür. Bu değerlendirmelerden, nazire konusunda örnek veya model durumuna gelen şairleri de tanımış oluruz.48 Bu konuda birçok Osmanlı şairine hocalık etmiş olan Ali Şir Nevâî’nin gazelleri çeşitli şairler tarafından tanzir edilmiş, hatta Çağatay Türkçesiyle gazeller yazmak bir moda haline gelmiştir49

Latîfî'nin Sabâyî'de, "Ve şuarâ-yı Acem kelimâtın tetebbu' idüp Deryâ-yı Ebrâr'a ve Kâtibî'nin Şütür ü Hocre kasîdesine cevap virmişdür..."50; A. Çelebi'nin Safî'de, "Şiire kûşiş ve Ahmed Paşa gazellerine nazîre dimekle tab'ın âzmâyiş ider imiş..."51; Sebzî'de, "Selef ve halef eş'ârından çok kimesneye cevap diyüp hayli tetebbu'-ı dîvân itmişdür..."52; Zînetî'de, "Tab'ın muttasıl âzmâyiş ve cevap dimek içün muttasıl ekâbir kasâyidin kûşiş üzre idi..."53 şeklindeki ifadelerini anabiliriz.

Riyâzî, Cinânî’nin Âzerî Çelebi’nün Nakş u Hayâl'ine nazîre dediğini, "Behiştî-i diger ve Mu‘îdî’nin Cevâb-ı Penc-Genci’nin bulunduğunu, Niyâzî-i diger’in Ahmed Paşa’nun ekser-i kasâ'idine cevâb verdiğini, Derûnî-i diger’in Âgehî’nin ıstılâhat-ı keştiyân üzre didügi kasîde-i nazîdeye nazîre deyip ol ıstılâhatı sıfat-ı bahâre düşürdüğünü belirtir.54



Nazirenin uzantısı: Tahmis, Tesdis, Tazmin...

Tahmis, tesdis ve benzeri bir gazelin her beytine üç, dört ve daha fazla mısralar ekleyerek yeni bir musammat yazma işlemi de, model alınan bir şiir üzerinde gerçekleştirilen bir faaliyet olduğundan, hem bir şiir öğrenme yöntemi, hem de bir çeşit şiir meşki olarak tanımlanabilir.

Riyâzî, Osmanlı ülkesinde tahmis ve tesdiste başarılı olan ilk şairin Fevrî olduğunu, Âzerî, Cinânî ve Tîgî Bey’in yaratılışlarının tahmîs ve tesdîse yatkın olduğunu belirtir.55

Başka bir şairin bir mısraını ya da bir beytini kendi şiiri içine yerleştirmek demek olan tazmin de, bir şiiri beğenme, model alma gibi bir noktadan hareket ettiği için nazire ile akraba bir faaliyet sayılabilir.

Sehî, Resmî'yi "Merhum Ahmed Paşa'nın nice gazeliyâtını tahmîs itmiş kâbil kişi..."56 diye tanıtır ve takdirde bulunurken, Latîfî de onun, "Tahmîs-i gazelde bî-bedel..."57 olduğunu söyler. Âşık Çelebi, Hayâlî ve Zâtî’nin başlangıçta iyi ilişkiler içinde iken, herhalde Zâtî’nin gözden düşüp, Hayâlî’nin şöhret kazanmasından sonra her birbirlerinden hoşlanmaz olduklarını anlatır: "Hayâlî gerçi Zâtî'ye evvel mu’tekid, belki mukallid imiş. Hatta bu gazelin tahmîs eylemişdür ki Dîvân-ı Hayâlî'de mestûrdur. Andan gayri şâirin gazelin tahmîs itmemişdür. "58

Tezkirelerde verilen örneklerden önemli bir kısmının nazîre ve tahmîs cinsinden şiirler olması, değerlendirmelerde şairlerin başkalarını aşması veya hiç aşılamamasının önemli bir ölçüt olarak kullanılması üstünde durulması gereken bir durumdur.59



İzleme, faydalanma, taklit

Şairlerin yetişmelerinde izleme, etkilenme, faydalanma gibi doğal ve hatta gerekli olan faaliyetlere, yukarıda belirtilen bazı çalışmalar kapsamında değinilmişti.

Şairlerin sanatı ve edebi kişiliğinin oluşmasında önemli yeri olan bu alışverişin derecesi ve niteliği hakkında tezkirelerde bazı bilgiler bulunmaktadır.

Latîfî'nin Şemsî-i Edvârî, Usûlî, Sâkî; Âşık Çelebi'nin de Lâyihî, Şânî, Edâyî, Sehî Beg, Arşî, Yakînî, Zihnî, Hamdî, Vâlihî, Ahmed Çelebi Pâre Pârezâde'de, Emîrek ve Rahîmî'de yer alan açıklamalarında, daha çok, genel bir etkilenme, izleme ve benzeme halinin tespit edildiği görülür.

Latîfî'nin Şemsî-i Edvârî hakkında, "Ve tarz-ı gazelde Necâtî peyrevidür."60; Usûlî hakkında, "Ekseriya eş'ârı tasavvufa müte’allik kelimât ve Seyyid Nesîmî tarzında mevâiz ve ilâhiyât idi. Ma'nâda Câvidânnâme ebyâtına müşâbeheti ve Fazlullah kelimâtına mütâbakatı vardur. Bu sebebden zemane derviş-meşrebleri ve mevâlî-mezhepleri sâbıku'z-zikre Fazlullâh-ı Sânî ve sırr-ı Seyyid Nesîmî dirler..."61; Âşık Çelebi'nin de Ahmed Çelebi Pâre Pârezâde hakkında, "Çerâğı Lâmi'î'den yakar; anın muktebes-i pertevi ve anın peyrevidür..."62; Vâlihî hakkında, "Hakkâ ki ol resme vâizdür; hüsn-i edâ ve takrîrde ya Asma'î ya Câhiz’dür; ve yine üslûb-ı şi’rde peyrev-i Câmî ve Hâfız'dur..."63; Hamdî Çelebi hakkında, "Molla Câmî ile mu’âsır olmagın, ekser ana taklîd idermiş ve gâhî Rûm'dan Horasan'a mektup gönderüp mebânî-i muhabbeti te'kîd idermiş..."64; Emîrek hakkında, "Kelimâtında bir mertebe mustalih idi kim müteferrid idi. Yetîm merhum dahi ana mukallid idi..."65; Yakînî hakkında, "Bu tarzda murabba’ı evvel Yakînî diyüp Za’îfî dahi peyrevlik itmişlerdür.."66 şeklindeki beyanlarını genel bir etkilenme, izleme, örnek alma ve benzeme halinin tesbit ve değerlendirmeleri olarak görebiliriz.67

Rızâ Tezkiresi’nde, Âlî hakkında şunlar söylenmektedir: “Tâze-gûlukda pey-rev-i Nef‘î olup her zaman zebân-ı tâze icâdına ma'il ve ihtirâ‘-ı nazm u nesrde kâmil bir şâ‘ir-i sihr-âferîn idi. Müellefâtı dahi kasâ'id ü gazeliyyâtı gibi bî-şumâr ve beyne'n-nâs ‘Örfî-i Sânî diyü şöhret-şi‘âr idi."68 Ona göre Neşâtî de “şu‘arâ-yı zeviyyü'l-i‘tibârdan olup pey-rev-i Nef‘î olmagın eş‘ârı şûh u selîs ve güftârı kulûbü'l-‘urâfaya enîs ü celîsdür."69

Riyâzî, Ümîdî’nin “şâh-râh-ı belâgatde pey-rev-i Bâkî olmag ile eş‘arı vâsıl-ı derece-i kabûl-ı müşkil-pesendân” olduğunu, ancak Bâkî’nin bundan pek hoşnut olmadığını bildirir: “Ol üstâd-ı fennün ekser-i mazmûnlarını ednâ tagyîr ile ahz itdügine dil-gîr olup Ümîdî bizi yeniler diyü ta‘bîr buyururlar idi."70

Âşık Çelebi'nin Sehî hakkında, "Kendü ileri zaman adamıydı, Dakyanosî zarâfetleri vardı; eski zaman şu’arâsını taklîd iderdi..."71 ve Rahîmî hakkında, "Şi’ri dahi puhte ve yek-destdür. Celîlî'ye mukalliddür..."72 şeklindeki ifadelerinde her ne kadar "taklîd" kelimesi geçerse de anlam olarak bunlara da yukarıdakiler çerçevesine dahil edebiliriz.73

Öte yandan Âşık Çelebi, Şânî ve Zihnî hakkında, açıkça bir “yetişme ve çok yakından izleme” durumundan söz etmektedir: "Beyit: Bu Şânî Şem'î'den yakup çerâgı / Geçerdi Şem'î'nün çeşm ü çerâğı... Şem'î'nin sûhtesi ve şiir ü gazel âmûhtesi olup andan yazar okur; bunun tîz-tab'lıgın ve hiddet-i zekâda ve rûşen-dillikde çerp-zebânlıkda kendiyle münasebetin bulup mahlasın Şânî kor..."74; Zihnî hakkında, "Hâverî Çelebi merhuma damaddur; güyegü kaynata topragından didükleri bunun şiirinin eylügüne sebeb-i istidlâl ve istişhaddur..."75 şeklindedir.

Yukarıda belirttiğimiz gibi, Latîfî, "taklîd ü ta'lîm-i üstâd"'ı bir şiir öğrenme yolu olarak göstermekte, mesela Zihnî, Vâlihî-i Belgradî ve Cihânî gibi şairlerde bunu bir değer takdiri olarak belirtmektedir. Ancak, “hazırlık sınıfı”ndan ileriye geçemeyen şairlerde bu durumu, onların sanat cevheri ve yeteneğinden yoksunluğunun bir göstergesi olarak görür. Onun, "Fî-zamâninâ şi’r da’vâsı kılanlarun ekser ü ağlebi mütercim ve mukallid ve îcâd u ma’ânîde gayr-ı mûciddür ve da’vâ-yı durûg-ı bî-fürûg ile lâf u güzâf itdükleri tedvînât-ı selefden muhric ü müstahric ya birkaç kelimât-ı hhâyîde ve tasarrûfât-ı muzahrafa-i hâyîdedür"76 şeklindeki genellemesi bu gibi şairler için geçerlidir. Mesela, Cihânî hakkında söylediği, "Tabiat-ı şi’riyesi çendan ve pesendide-i ehl-i irfan degüldür; bu fende mukallid makûlesidür..."77; Zihnî hakkında, "Sühan-çîn ve hâyîde-gû makûlesidür..."78 sözleri, bunların, şair okulunun hazırlık sınıfında takılıp kalan şairlerden olduğunu göstermektedir.

Latîfî'nin Ahmed Paşa hakkındaki şu değerlendirmeleri, şairin özellikle İran edebiyatı üzerinde yaptığı teorik ve uygulamalı hazırlık çalışmalarını, bunlarla ilgili görüş, tespit ve eleştirileri içermektedir: "Zebân-ı Fürs'de vâki' olan kütüp ve devâvîn'e tetebbu-ı müstevfâsı ve tefehhus-ı müsteskâsı olup cemi'-i manzûmât-ı Fürs'i mütetebbi' ve fevâyid ü avâyid-i sanâyi'-i bedâyi’inden mütemmetti' ve müteneffi' olmagın ... ol libâs-ı ibârât-ı Fârisî birle mülebbes olan şâhid-i ma'nâya siyâb-ı elfâz-ı Rumî'den libâs-ı elmâs idüp şiâr-ı cedîd ve disâr-ı mezîd geyürüp her ma'nî-i hûbı bir Türk-i tannâz ve mahbûb-ı işve-sâz göstermişdür. ... Eğerçi tarîk-i tercümede fuzalâ-yı kudâtdan ba’zıları katında ma'kûl ve makbûldür; ammâ bülagâ-yı halefden ba’zıları yanında bu cihetten mat'ûn ve medhûldür..."79.

Latîfî, Atayî’den söz ederken, "Ol devrin şuârasından merhum Şeyhî'den geçicek bundan eşbehi yokdur. Zira ol asrın mütercim, sâde-gû şairleri çokdur..."80 diyerek, o çağda tercüme yoluyla şiir yazan, sıradan şairlerin çokluğuna dikkat çeker. Harîrî ise, yeteneksiz bir şair olduğu için özgün şiirler söyleyememekte, daha çok eski şairlerin şiirlerinden uyarlamalar yapmaktadır: "Bu fende ol kadar bidââtı ve anlarla hem-inân olmağla istitââtı yoğ idi. Eş’âr-ı selefden tazmîn ve tıraşı çokdur."81. Sehayî’nin durumu da onunkinden farklı değildir: "Ammâ eş'ârınun aglebi tercüme ve tazmîn ve tedvînât-ı selefden sühan-çîn idi..."82.



Yüklə 230 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©www.genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə