G
İ
R
İŞ
kolay olduğu gibi ruhanî olan yetkili de belli olduğundan onun cismanî yetkili
karşısındaki durumu güçlü ya da zayıf olsa bile bir
uzlaşmaya, hattâ ikisi arasın-
da çeşitli biçimlerde uzlaşmalara (concordat'lara) varılabilir. Hıristiyanlık dışındaki
dinlerde ise, bu ayrımları yapmak hem güçtür, hem de böyle birbirinden ayrı iki
yetke arasında bölüm ve uzlaşma yapmak görülmemiş bir şeydir.
1
Bunlarda din-
sel işler vardır ki onları devlet yapar; siyasal işler vardır ki onları din destekler,
kapsar ya da saptar.
Şu halde, çağdaşlaşma konusunda asıl sorun, kutsal sayılan alanın ekono
mik, teknolojik, siyasal, eğitsel, cinsel, bilgisel yaşam alanlarında daralması, et
kisizleşmesi sorunudur. Bu alanın (hiç değilse bazı kişilerin yaşamında) hemen
hemen hiçe inmesi eğilimi olduğu için, buna karşı olanlar "gerici" adını hake-
derler. Bu nitelikle başını kaldırdığı ya da "dur, olamaz" diye kolunu kaldırdığı
zaman başka çeşitten bir savaş başlar. Bu savaş artık din-devlet savaşı değil,
ileri-geri savaşı olur. ilerleme ve gelişme ile tutma ve dengeleme gibi iki amacı
gerçekleştirme çabası biçimini alır. Hattâ kimi zaman halk-devlet arası çatışma,
aydın-yobaz arası çekişme ya da dengeleşme, millet-devleti, millet-toplumu
olma biçimine girer.
O halde, bu kitaptaki başlangıç noktamız gelenekselleşmiş bir siyasal ve top-
lumsal sistemde dinin ne ölçüde kutsal gelenekle ya da kutsal geleneğin ne ölçü-
de dinle bir tutulma haline gelmiş olduğunu belirleme olacaktır. Modern Türk top-
lumunun gerisinde bulunan Osmanlı imparatorluk devletinin kuruluşuna dönüp
baktığımız zaman ilk belirlenecek sorun bu olacaktır. Onu, Batı dünyası devlet ve
din kurum ve yetkilileri açısından çok farklı yapan budur.
a
a Niyazi Berkes'in, Batı Avrupa'ya özgü kategoriler ve terimlerle Osmanlı tarihini açıklamaya çalışmanın
bir dizi yanlışa, yanlış anlamaya yol açtığı konusunda gayet haklı olduğunu teslim etmek gerek.
Ancak, bundan sakınırken, Batı Avrupa'nın özellikle 19. yüzyılda geliştirmiş olduğu ve son yıllarda
Oryantalizm eleştirisiyle birlikte iyice farkına varılan "Avrupa'nın tümüyle farklılığı" yaklaşımının
tuzağına düşme tehlikesi de var. Nitekim Berkes de, Avrupa tarihçisi olmaması nedeniyle, Aziz Pav-
los hafinde bulunan meşhur sözler konusunda bu tuzağa düşmüş görünüyor. Bu sözlerin, Hıristi-
yan dünya görüşünde ayrı birer din ve devlet alanı yaratmış olması, 18. yüzyıl sonları ve 19. yüzyıl
Batı dünyasına özgü bir düşüncedir. Daha önceleri o sözlere, örneğin Ortaçağda, böyle bir anlam
yüklenmemiştir. Din-devlet ayırımı yanlılarının Yeniçağ başlarındaki üstün gelme sürecinde, zevahi-
ri kurtararak barış sağlanabilmesi için öne sürülmüş, daha sonra da Hıristiyan Avrupa'nın dünyaya
hükmetme aşaması başladığında, bu sürece olanak veren gücün gizil olarak Batı Avrupa uygarlığında
hep bulunmuş olduğunu savunan özcü bir tarih anlayışının temel taşlarından olmuştur. Bu son
aşamada, ileriki sayfalarda Berkes'in de gayet güzel betimlediği gibi, 19. yüzyıl Osmanlı düzeninin
yanlış anlaşılmasının rolü de olmuştur. Aydınlanma dönemiyle başlayan, Batı Avrupa'nın kendini
İslâmî Doğu'nun zıddı olarak betimleyiş sürecinin çeşitli yönleri, günümüze dek pek çok eserde irde-
lendi; genel bir panorama ve iyi bir özet için bkz. Thierry Hentsch, Hayali Doğu, çev. Aysel Bora (İs-
tanbul, 1996).
23
TÜRK
İ
YE'DE ÇA
Ğ
DA
Ş
LA
Ş
MA
2. Osmanlı devlet ve toplum kuruluşunun özellikleri
Türk-İslâm-Osmanlı toplumunun, bilinçli bir düşünle çağdaşlaşması akımı-
nın doğuşundan önceki kuruluşunun ne tür bir kuruluş olduğu bugün bile açık
seçik kavranmış değildir. Düşün hayatının en yüksek düzeyinde bulunan aydın-
lar bile onu tanımlarken kimi kez feodal, kimi kez teokratik bir düzen olarak, kimi
kez de ikisi birlikte olarak tanımlarlar. Gerçekte bu tanımlamaların ikisi de Os-
manlı geleneğine, onun geleneksel niteliğine hem yabancı hem aykırıdır. Osmanlı
rejimi ne feodaldir, ne de teokratik; hele hem feodal hem teokratik hiç değildir.
Fakat bu yanlış tanımlamaların yapılışının nedenleri vardır. Bu tanımlamaları
yapanlar bunları Batı devlet ve din kurumları tarihi ile tanışmaları sonucu öğ-
renmişlerdir. Aradaki farklara dikkat etmeden, Avrupa'daki durumun Osmanlı ta-
rihi için de doğru olduğu sonucuna varmışlardır. Avrupa tarihinde feodal rejim,
kapitalist ekonomi öncesi bir ekonomiye dayalı bir rejim olarak görülür. Liberal ve
kapitalist olmayan, yani anayasalı devlet rejimi örneğinde olmayan Asya ve Afri-
ka uygarlıkları modern çağda hep geri kalmış ülkeler olarak görüldüğü için bunlar
gelişigüzel, kestirmeden feodal olarak tanımlanırlar. Örneğin ekonomik düşün ta-
rihinde Adam Smith'ten John Stuart Mill'e kadar bunların feodal toplumlar olarak
nitelendirildiğini görürüz.
Halbuki feodal düzen kapitalist sistemden önce ancak Batı Avrupa'da, bir de
Asya'nın uzak ve küçük bir parçası olan Japonya'da önemli bir tarihsel döneme
karşılıktır. Asya'da, örneğin Çin ve Hindistan tarihinde feodal düzene doğru eği-
limli dönemler görülmüşse de bunlar büyük kara ordularına dayanan despotik
imparatorluklarca yutulmuşlardır. Feodal düzende bulunan ülkelerde feodalizm-
den kapitalist, liberal, anayasalı hukuk düzenine geçiş (feodal düzenin egemen
olduğu yerlerde ekonomik, siyasal ve dinsel yaşamın her yanına egemen olan
güççe merkezleşmiş imparatorluklar hiç yürümediğinden), ilk çıkış aşaması ola-
rak ancak merkezleşmiş mutlak monarşilerin doğuşu ile başlayabilmiştir. Mutlak
monarkların, feodal düzenin geleneksel sınıflan ile olan çatışmaları boyunca, bir
yandan "ulus" dediğimiz birimler gelişirken bir yandan da yasalı devlet rejimleri
doğdu. Osmanlı düzeninden çıkma ve çağdaşlaşma süreci ise bundan farklı ol-
muştur. Gerçi, örneğin 19. yüzyılın ilk çeyreğinde İstanbul'da Padişah II. Mah-
mut, Mısır'da Mehmet Ali mutlak monark olma doğrultusunda görünürlerse de
gerçekte ikisi de birer Doğu tipi despot imparator olma eğiliminden kurtulamadık-
ları gibi ne biri ne de öteki ulus yapısında olan bir topluma ve o toplumda yeni
doğmuş bir şehirli (burjuva) sınıfına dayanamamışlardır. Bu sürecin ayrıntılarının,
aşamalarıyla, bu kitapta inceleyeceğiz.
24