G
İ
R
İŞ
Çağdaşlaşma sürecinin, Osmanlı rejimini ilk önce bu yanından vurması bu
yüzden nedensiz değildir. Çünkü Osmanlı düzeninin
ebed-müddet olması düşün-
cesinden doğan bu yönetimi, toplumsal değişmelerden (Osmanlı deyimi ile "inkı-
lâbat-ı zaman"dan) hiç etkilenmeden yaşayamamıştır. Bu kitapta ele alacağımız
dönemden (yani 18. yüzyıldan) önce, 16. ve 17. yüzyıllarda toplumda dış ve iç
etkenlerle ortaya çıkan değişiklikler, toplumdan bu denli bıçak kesimi ayrı tutulan
hizmet sınıflarını padişah yetkesinin kayıtsız şartsız kulu olmak niteliğinden
uzaklaştırmış, hattâ bazı bölümlerinde (örneğin yeniçeri örgütünde) topluma bu-
laşmış bir duruma getirmiştir.
Buraya kadar saydığımız özelliklerin hepsi bu eserde inceleyeceğimiz çağ-
daşlaşma sürecinin baskısı altına girecek olan yanlardır. Yarım yüzyıllık tarihi
olan cumhuriyet rejimi, Türk toplumunu Osmanlı rejiminin tam tersi bir yöne çe-
virmenin kesin başlangıcıdır.
Bu başlangıç, incelenmesini 18. yüzyıl başında başlatacağımız çağdaşlaşma
sürecinin ön döneminin sonudur. Öyle olduğu halde, ekonomide, siyasada, kül-
türde toplum ile devlet arasındaki bağlantıların Batı modeline uygun biçimde dü-
zenlenmesi bile kesin biçimini alamamıştır. Burada incelenecek olan ön dönemde
(18. yüzyıl başlarından 20. yüzyıl başlarına dek) iki yüzyıl boyunca, Osmanlı
sisteminin ilkelerinin birer birer aşındığını göreceğiz. Tanrı düzeni kavramı yerine
tabiat düzeni kavramı gelecek; toplum dışında ve üstünde devlet anlayışı yerine
sınıflara ve onların arasındaki çatışmalara ve uzlaşmalara dayanan yasal devlet
(hukuk devleti) kavramı gelecek; "gelenek" kavramı yerine "ilerleme" (terakki)
kavramı gelecek; "denge" kavramı yerine "devrim" kavramı gelecek; toplumsal
sınıfların oldukları yerde kalmaları ülküsü yerine kişilerin toplumsal yapıdaki yer-
lerini sınıfsal bölünüşlere göre elde etmesi olgusu çıkacaktır.
Görüş ve kavramlardaki bu evrimlerle devlet ve toplumun gerçekte olan de-
ğişmelerinin baş başa gitmediğini de göreceğiz. Görüşlerin ve kavramların kuşak-
tan kuşağa gelenek olarak geçmesi yerine düşünür kişilerin yaratılan olması ölçü-
sünde gerçekteki evrim ile düşün planındaki evrim arasındaki farklılık da artacak-
tır. Bu, yalnız bir farklılık olmakla kalmayacak, başlıca iki biçimde gözüken çeliş-
kilerle de atbaşı gidecektir.
Bu çelişkilerin birincisi devleti ve toplumu eskiden olduğu gibi tutmak ya da
eskiye döndürmek amacı ile yapılan girişimlerin çok kez buna değil, onun tersine
yol açması olayıdır. Özünde tutucu ya da gerici olan bazı girişimler (bilmeden) de-
ğiştirici, bozucu ya da ilerici sonuçlara yol açabilecektir. III. Selim'den II. Abdülha-
mit'e kadar, birçok Osmanlı padişahı, sırf toplumu Osmanlı geleneğinin gerektir-
diği halde tutma kaygısıyla giriştikleri işlerle bilmeden değişmeye dönük eylem-
lerde bulunmuşlardır.
33
TÜRK
İ
YE'DE ÇA
Ğ
DA
Ş
LA
Ş
MA
Çelişkilerin göreceğimiz ikinci örneği, yukarıda saydığımız eski yanların kar-
şıtı olan yanları düşün alanında ileri süren kişilerin hemen hiçbirinin tutarlı bir bi-
çimde eskiye karşı yeni ya da yeniye karşı eski yanlısı olmamalarıdır. İster kişi
olarak ister düşün akımı olarak, düşün alanında tümüyle tutarlı, çelişkisiz olanına
rastlayamayacağız. Osmanlı-Türk düşün alanında toplumsal varlığın ulaşacağı
ileri durumları görebilen, onları kavramlarla anlatabilen yüksek ölçüde düşünürle-
rin gelmemesi bundandır. Bu, ancak geleneksel düşün biçimlerinden ve kavram-
larından kurtulunduğu ölçüde olabilir. Bu da, düşün özgürlüğünün varlığı derece-
sine bağlıdır. Osmanlı gelenekselliği, düşünce alanındaki kişilere bu yönde çok
dar bir olanak bırakmıştır. Bu olanak sınırlarının genişlediği dönemlerde de düşü-
nürler kendi kafalarında daha ileriyi göremeyecek kadar geleneklerin etkisinden
kurtulamadıklarını göstereceklerdir. Yüksek düzeydeki Batı düşünürleri, bu alan-
da tâ Hıristiyanlık öncesine dek giden zamanlardan kalma bir düşün evriminin
yarattığı şaşırmalardan aynı ölçüde zararlanmamışlardır. Bir Namık Kemal'in ye-
rinde bir J.-J. Rousseau olsaydı acaba bir J.-J. Rousseau olabilecek miydi ?
Bu Doğu geleneğinin son mirasçısı ve temsilcisi olan Osmanlı rejiminin bü-
yük Asya geleneğinin Îslâmlaşmış türü olarak Batı geleneğine en yaklaşmış, hat-
tâ onun alanına kadar girmiş bir çeşidi oluşu da, bundan sonraki bölümlerde ince-
leyebileceğimiz çağdaşlaşma sürecinin zikzaklarını izleyişimizde göz önünde tut-
mamız gerekecek olan paradokslardan biridir. Osmanlı devleti Batı geleneğinin
kapı komşusu olduğu halde, hattâ tarihinin başında ondan etkilenmiş de olduğu
halde, batılılaşma anlamında çağdaşlaşması tarihinin sonuna dek olamamıştır.
Halbuki Avrupa'dan çok uzakta olan, örneğin Japonya gibi bir Uzak Doğu ülkesi
için bu, çabuk ve kolay olmuştur. Bir siyasal güç ve örgüt olarak sömürgecilik
aşamasına varan Avrupa devletlerinin hükmü ya da işgali altına girmemiş oldu-
ğundan, Osmanlı rejiminin ekonomik yanları bozulduğu halde siyasal yanları bo-
zulmamıştır. Avrupa ekonomik güçlerinin baskısı altında bu sistem ancak santim
santim ödünler vererek gerilemiş, Avrupa siyasal baskılan başladığı zaman ise,
tuhaf bir biçimde, her batılılaşma girişimine karşın Osmanlılık yanları daha da
güçlenmiştir. Avrupa devletleri Osmanlı ekonomisini kendi çıkarlarına göre değiş-
tirme isteğinden hiç şaşmadıkları halde onun siyasal ve kültürel anlamda çağdaş-
laşmasıyla hiç ilgilenmedikleri gibi iç işlerine karıştıkları zamanlarda da bunu
yapmayı istememişlerdir. Çağdaşlaşmış bir devletin siyasası altındaki bir toplu-
mun ekonomisine hükmedemeyeceklerini biliyorlardı.
Türk çağdaşlaşma sürecinin evrimini incelerken bu noktalara göre gözlemle-
rimizi yaptığımız zaman alışılmış anlayışlardan farklı bazı anlayışlara vardığımızı
hayretle göreceğiz.
34