Kitap Adı: Tarihin Büyük Sırları



Yüklə 0,66 Mb.
səhifə3/10
tarix26.08.2018
ölçüsü0,66 Mb.
#64836
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10

ve amatör arkeolog. Frank Calvert de vardı. 1860'ların ortasında, Calvert

Hisarlık'ta birkaç ön kazı yapmış, klasik çağlara ait bir kale kalıntısı ve İskender

döneminden kalına bir sur bulmuştu. Buldukları cesaret vericiydi ama Calvert'i

Hisarlık'ın altında birçok tarihsel katmanın bulunduğuna ve burası için

kendisininkinden daha çok para yutacak türde bir kazının zorunluluğuna da

inandırmıştı.

Calvert, daha sonra, 1868'de, bölgeyi ziyaret eden Homeros tutkunu bir Alman

milyoneri, Heinrich Schliemann'ı yemeğe davet etti. Calvert'in tersine,

Schliemann'ın bu konuda bir şeyler yapabilecek kadar çok parası vardı.

1870'de ekibiyle birlikte kazıya başladı.

Schliemann, Homeros'un Troya'sının ancak Hisarlık'ın alt katmanlarına bir

tünelle inilerek bulunabilecek kadar eski olduğuna inanıyordu. Böylece,

doğrudan katı kaya yatağına ulaşıncaya kadar, tepenin çok büyük bir kesimini

açtı. Kazarken, çeşitli Taş Devri eşyaları bulması kafasını karıştırdı, çünkü

bunların mantıksal olarak Homeros'un betimlediği Tunç ya da Taş Devri

şehrinin altında bulunması gerekirdi. 1872 Mayısında, Schliemann günlüğüne

yazdığı notta "kafasının karıştığı"nı itiraf etti. Gene de kazıyı sürdürdü.

Derken, 1873 Mayısında sözcüğün gerçek anlamıyla altın buldu. Schliemann,

daha sonra öyküyü anlatırken söylediği gibi, işçilerinin altın parıltısına

gösterebileceği tepkiden çekinmişti. O günün doğum günü olduğunu o anda

hatırladığını söyleyerek, kazıyı paydos etmişti. Sonra altını salıyla kaçıracak

olan karısı, Sophia'yı çağırmıştı. Schliemann çifti rüyalarını süsleyen

hazinelerini ancak daha sonra inceleyebilmişti. Binlerce altın yaprak

parçasından oluşan 2 altın taç, 60 altın küpe ve 8750 altın yüzük dahil, nadide

altın ve bakır işleri vardı.

Schliemann, bunun Helena'nın mücevherlerinin de bulunduğu Kral Priamos'un

hazinesi olduğu sonucuna varmıştı. Daha sonra, kraliyet ailesinin bir üyesinin

Yunanlılar şehri yağmalarken, hazine sandığını kaçırdığı spekülasyonunu

yapmıştı. Hazine sandığı ve şehir alevler içinde kaldığında, talihsiz Troya enkaz

yığınına dönüşmüştü. Schliemann, mücevherlerin yakınlarında bulunan bakır

anahtarın, bir zamanlar sandığı açmak için kullanıldığım sanmıştı.

Hazinenin güvenliğinden hala kaygılı olan Schliemann, hazineyi Yunan

sınırından kaçırdı. Bu, Türk yetkililerinin hoşuna gitmedi ve Schliemann'ı

mahkemeye verdiler. 1875'de Schliemann'ın Türk hükümetine elli bin frank

ödemeyi kabul etmesi karşılığında, Türkler bu eşsiz ve paha biçilmez hazinenin

mülkiyetinin ona ait olduğunu onayladı.

www.maximumbilgi.com tarafından hazırlanmıştır. 18 Ama Schliemann'ın o anda uyduruverdiği gibi, bu 'Priamos'un Hazinesi' miydi?

Schliemann özel konuşmalarında bazı kuşkuları olduğunu itiraf etmişti. Hazine

ne denli muhteşem olursa olsun, Hisarlık'ın Homeros'un Troyası olduğunu

gösteren başka işaretlerin olmayışı hala yeterli açıklama bekliyordu.

Schliemann, destanların yazdıklarına bakarak, beklediği geniş caddeler ya da

kuleler ve giriş kapıları değil, tarih öncesine ait küçük bir yerleşimin

kalıntılarını bulmuştu.

Kazıyı yeniden başlatma niyetindeydi ama hazineyi ülkeden kaçırdığı için

kendisine hala kızgın olan Türkler ona kazı izni vermeyi reddetti. Böylece

hareketsiz kalabilecek birisi olmayan Schliemann, Troya Savaşı arayışını başka

yerde sürdürmeye karar verdi.

Eğer Priamos'un krallığına ulaşamazsa, bunun yerine Agamemnon'unkine

ulaşma niyetindeydi. Burada da, klasik yazarlar ipuçları veriyor ve

Yunanistan'ın Argolic Yarımadası'ndaki Korent'in güneyinde yer alan Miken'e

işaret ediyorlardı. Miken'in eski Yunan krallarının gömüldüğü yer olduğu

düşüncesi çok eskilere uzanıyordu ve Hisarlık'ın aksine Miken ortalıkta

görülebilen, etkileyici harabeleriyle övünüyordu.

Schliemann'ın aklına, hiç kimsenin daha önce araştırmadığı Miken surlarının

dışını kazmak gibi parlak bir fikir gelmişti. Sonuçlar Hisarlık'takinden çok daha

gösterişliydi. Hepsi altınla kaplı, yanlarında iki çocuk da olan on dokuz erkek ve

kadın mezarının kalıntılarını bulmuştu. Mezarlarda altın ve gümüş işli tunç kılıç

ve hançerler, altın ve gümüş kap ve kutular ve yüzlerce süslü altın parça

bulunmuştu. Erkeklerin yüzleri, olağanüstü işçiliğe sahip, portre oldukları

sanılan altın masklarla örtülüydü. Her zamanki gibi, olayları dramatize etme

yeteneğiyle Schliemann, Agamemnon'un yüzünü görmüş olduğunu ilan etti.

Schliemann, Homeros'un gerçek insanları ve gerçek savaşları anlatmış olduğuna

artık daha çok inanıyordu. Bununla birlikte Miken'deki muhteşem mezarlığın

Hisarlık'taki küçük kasabayı iyice arka plana itmiş olmasının yol açtığı çelişki

Schliemann'ı rahatsız etti. En sonunda, 1890'da, Türkler Schliemann'a Hisarlık

kazılarına devam etme iznini ancak yüksek miktarda nakit para karşılığında

verdi.


Bu kez Schliemann, Priamos hazinesini bulduğu şehrin yirmi beş metre dışında,

tepenin batı sınırı yakınlarını kazdı. Orada büyük bir binanın kalıntılarını

buldu. Nihayet bu, Homeros kahramanlarına layık bir yapıydı; Schliemann

burasının Priamos'un sarayı olabileceğini düşündü. Üstelik işçiler binanın

duvarlarının içinde tartışmasız Miken tarzı ve süslemeleriyle bir çömlek kalıntısı

bulmuştu. Böylece Schliemann aradığı Miken ve Troya ilişkisini bulmuştu! Eğer

birbirleriyle savaşmadıysalar, en azından ticaret yapmış olmalıydılar.

Ne gariptir ki, 1890 aynı zamanda, Schliemann'ın korkulu rüyasının

gerçekleştiği yıldı; çünkü yeni bulgular Schliemann'ın 1870'de kazdığı kasabaya

göre, yüzeye çok daha yakın katmanlarda bulunmuştu. Bu, Homeros'un

Troyası'nın Schliemann'ın hazineyi bulmuş olduğu küçük yerleşimden yüzyıllar

www.maximumbilgi.com tarafından hazırlanmıştır. 19 sonra yapıldığını gösteriyordu. Dolayısıyla, hazine ne Priamos'a ne de herhangi

bir İlyada kahramanına ait olabilirdi. Daha kötüsü, bu bir an önce tepenin dibine

varmak için sabırsızlanan Schliemann'ın, Homeros'un Troyası'nın kalıntılarını

kazıp geçmiş olduğu anlamına da geliyordu. Böylece umutsuzca peşinden

koştuğu şehrin bazı kalıntılarını neredeyse kesin olarak ortadan kaldırmıştı.

Schliemann'ın 1890'da ölmesi üzerine kazıları sürdürmek eski yardımcısı

Wilhelm Dorpfeld'e düştü. Dorpfeld yılın başlarında ortaya çıkarılan büyük evin,

Schliemann'ın aradığı Tunç Devri şehrine ait olduğunu öne sürdü ve kazıya ilk

kasabanın batısı ve güneyi yönünde devam etti. 1893 ve 1894 yıllarında, daha

çok sayıda büyük ev, bir gözetleme kulesi ve üç yüz metrelik şehir surunu ortaya

çıkardı. Ayrıca çok sayıda Miken çömleği de buldu.

Dorpfeld, burasının Homeros'un Troya'sı olduğu sonucuna vardı. Gerçekten de,

Schliemann'ın bulduğu binalar göz önüne alınırsa, kule, büyük evler ve geniş

caddeler ozanın anlattıklarına daha uygun düşüyordu. Dorpfeld'in Hisarlık

katmanlarını analizi, onu Schliemann'ın küçük yerleşiminin Hisarlık'taki ikinci

yerleşim olduğu ve yaklaşık İÖ 2500 yılına tarihlendirilebileceği sonucuna

götürdü. Dorpfeld'in Troya'sı, aynı alanda inş:ı edilen altıncı şehirdi ve İÖ 1500

ile 1000 yılları arasında kurulmuştu. Kesin olmasa da, Dorpfeld'in bulduklarını

Troya Savaşı'nın geleneksel tarihine yaklaşık İÖ 1200 iyice yaklaştıran

tarihleme, Homeros'un Troya'sını bulmuş olduğu inancını pekiştirdi.

Dorpfeld'in görüşleri yaklaşık kırk yıl, Cari Blegen'in liderliğinde bir Amerikan

ekibinin Hisarlık'a ulaştığı ana kadar geçerliliğini sürdürdü. Blegen'in 1932 ve

1938 yılları arasındaki kazıları, Dorpfeld'in hipotezinde bazı ciddi sorunlara

işaret etti. Blegen, altıncı Troya'nın yok oluşunun bir Yunan istilasına

bağlanamayacağı sonucuna ulaşmıştı. Surun bir parçasında temel değişikliğe

uğramışken, diğer parçalar tamamen yıkılmış görünüyordu. Blegen, bu tip bir

hasarın tanrısal özelliklere sahip bile olsa insan ürünü olamayacağına

inanıyordu. Dolayısıyla bu hasarı ancak bir depremin yaratabileceğini düşündü.

Blegen'a göre, Homeros'un Troya'sı Hisarlık'taki bir sonraki yedinci yerleşimdi.

Troyalılar, depremden sonra şehri tamamen farklı biçimde yeniden inşa etmişti.

Altıncı Troya'nın büyük evleri şimdi küçük odalara bölünmüş ve geniş caddelerin

kenarına, içlerinde her biri tabana saplanan büyük malzeme çömlekleri bulunan

minik evler inşa edilmişti. Blegen, bütün bunlara bakarak, bu yerleşimin

kuşatma altında bir şehir olabileceği izlenimi edinmişti. Yunanlılar Troya

surlarının dışında bulunduğundan kullanılabilen her yere göçmenler ve eşyalar

doldurulmuştu. Blegen, yedinci şehrin altıncıdan kısa süre sonra düştüğü

sonucuna ulaştı; dolayısıyla kalıntılar Troya Savaşı için verilen geleneksel

tarihlemeye hala uygundu.

Önce Schliemann, sonra Dorpfeld, sonra da Blegen; bu üç arkeolog da

Homeros'un Troya'sının Hisarlık'ta gerçi farklı katmanlarda bulunduğuna

inanıyordu.

www.maximumbilgi.com tarafından hazırlanmıştır. 20 Onlardan sonra gelen bilimciler ve arkeologların çalışmaları üçünü de

cesaretlenebilirdi. En umut verici kanıtlardan biri, İÖ 1200'den sonra yayılan

Hitit uygarlığının kalıntılarından geldi. 1970'ler ve 1980'lerde, bilimciler orada

bulunan kil tabletleri çözdüler. Bunların bir kısmında Hititlerin ilişkide olduğu

yabancı kral ve diplomatların adları bulunuyordu. Bazı bilimciler, bu adların

arasında Priamos ve Paris'in Hititçe'ye çevrilmiş adlarına rastladıklarını öne

sürdüler.

Tekrar Hisarlık'ta, 1990'ların ortasında, Alman arkeolog Manfred Korfmann,

DorpfeldBlegen'in ortaya çıkardığı şehir surlarının bilinen sınırlarının dışında

nerelere uzandığını saptamak amacıyla, yeni uzaktan belirleme teknolojisini

kullandı. Korfmann'ın Troya'sı, Homeros kahramanlarına önceki

meslektaşlarınınkinden daha çok yakışan bir kaleydi. Korfmann'ın analizleri,

Troya surlarının İÖ 8. yüzyılda, Homeros'un bölgeye yaptığı olası ziyareti

sırasında hala görülebildiğini de göstermişti.

Bununla birlikte, bilimcilerin çoğunluğu bugün herhangi bir sonuca ya da en

azından Schliemann, Dorpfeld ya da Blegen'inki kadar dramatik sonuçlara

balıklama atlamayacak kadar temkinli. Onlar Hitit tabletlerinin çok fazla

yoruma açık olduğunu ve bırakın bir Hector ya da bir Helena'yı ya da bir

Achilleus ya da Agamemnon'u, Paris ya da Priamos'un yaşadığı konusunda kesin

bir kanıt oluşturmadığını vurguluyorlar.

Bilimcilerin çoğunluğu Troya Savaşı'nın gerçekliğinin kesin olarak

söylenemeyeceğim itiraf ediyor. İlyada ve Odysseia, hem ozanın canlı hayal

gücünün hem de uzun süren bir altın çağa duyulan özlemin ürünü olduğundan,

bu özellikleriyle destanlar kesinlikle güvenilir bir tarihsel anlatı olamazlar. Ama

Hisarlık tepesinde, bir zamanlar Miken kalesi kadar büyük bir şehrin bulunmuş

olduğu konusunda hiçbir kuşkunun kalmamış olması, Schliemann'ı haklı

çıkarmıştır. Tarihçiler her iki şehirde de yaşamış olan insanların adları ve

yaptıkları konusunda kesin bir şey söyleyememekle birlikte, bu iki halkın büyük

olasılıkla birbiri hakkında epey bilgi sahibi olduğunu düşünüyorlar.

Troyn halkı ve Miken halkı birbiriyle konuşmuş, ticaret yapmış ve çok akla

uygun olarak, savaşmıştı. Schliemann ve Homeros en azından bu kadarıyla haklı

çıkmışlardı.

www.maximumbilgi.com tarafından hazırlanmıştır. 21 5. Bölüm İsa Çarmıhta Mı Öldü?

Bu, klasik bir "kilitli kapı" sırrıdır.

Bir adam ölüme mahkum edilmiştir: Çarmıha gerilmiş, sonra kesinlikle ölmesi

için göğsüne bir mızrak saplanmıştır. Bazı anlatılanlara bakılırsa, deneyimli

lejyon kolcularının gözetiminde, cesedi bir mezara gömülmüştür.

Ama iki gün sonra mezar boştu. Durumu iyice gizemli kılan, adamı iyi tanıyan

insanların, onu gördüklerini ve onunla konuştuklarını söylemeleriydi.

Başlangıçta, bunun bir tür düş ya da sanrı olduğundan kuşkulanmışlarsa da,

sonra ona dokunup birlikte yemek yemişler ve en sonunda, adamın dirildiğine

karar vermişlerdi.

Kuşkusuz, bu adam Nasıralı İsa'dan başkası değildi. Dirilişi de sadece

Hıristiyanlığın temeli olmakla kalmamış, aynı zamanda yaklaşık iki bin yıldır

tarihçileri uğraştıran bir gizem olarak kalmıştı.

Döneminde yaşayan çoğu insana kıyasla, İsa'nın oldukça iyi belgelenen bir

yaşamı vardı.

İkinci yüzyılın başlarında yazmış olan Romalı tarihçi Tacitus, "Hristos"un

Romalı vali Pontius Pilatus tarafından ölüme mahkum edildiğini belirtmişti.

Tacitus onun ölümünün ona inananların "ölümcül batıl inançlan"nı

engellemediğini de eklemişti.

Yahudi kaynaklan, birinci yüzyıl tarihçisi Josefus [2500 Yıllık Savaş Tarihi, J.

Keegan, Aykırı Yayınları, s. 50'de Romalıların Kudüs Kuşatması'nı anlatan

yazar] dışında, aynı derecede eksiktir. Josefus, Pilatus tarafından çarmıha

gerilerek idama mahkum edildikten sonra, İsa'nın nasıl "dirilmiş olarak ortaya

çıktı"ğım aktarır. "Çünkü Tanrının peygamberleri, bunlar ve onunla ilgili diğer

mucizeler konusunda kehanette bulunmuşlardı." Bu anlatım tarzı apaçık

inanlara özgü olduğundan, çoğu tarihçi sonradan bazı Hıristiyan kopyacıların

bunu eklemiş olmaları gerektiği sonucuna varmışlardı. Yine de, çoğu Josefus'un

ilk metninin İsa'nın ölümüyle ilgili ifadeler içerdiğini öne sürmüşlerdi.

Roma ve Yahudi kaynaklarında tek bulabildiğimiz bazı anlatımlardır. Tarihçiler,

İsa'nın "çile çekmesi" ya da acı çekmesi hakkında daha çok şey öğrenmek için,

gözlerini Yeni Ahit'e, özellikle de Matta, Markos, Luka ve Yuhanna'nın dört

sevindirici haberine çevirmişlerdi. Sevindirici haberlerin en eski versiyonları

dördüncü yüzyıldan kalmıştır ama çoğu tarihçi orijinallerinin 70 ve 110 yılları ya

da dirilişten sonra 40 ve 80 yılları arasında yazılmış olduklarına inanıyor. Bu

versiyonlar, İsa'nın havarileriyle son yemeği dahil, hep aynı temel öyküyü

anlatıyor: İçlerinden birinin, Yahuda İşkariyot'un ihaneti, tutuklanma, yar-

gılama, çarmıha gerilme ve diriliş!

www.maximumbilgi.com tarafından hazırlanmıştır. 22 Bunun dışında, aklınıza gelen her türlü tutarsızlık bulunur. Tarihçilerin

çoğunun yazıların en eskisi olarak gördüğü Markos'da. üç kadın mezarda beyaz

giysili genç bir adam görür; adam onlara İsa'nın dirildiğini söylemek için

gönderilen bir haberci çıkar. On yıl ya da daha uzun bir zaman sonra, Matta bir

deprem, göz kamaştırıcı bir ışık ve İsa'nın kadınlara gerçekten görünmesini

ekler; sonra İsa, Gelile dağında on bir havarisine görünür. (On ikincisi, Yahuda

kendisini asmıştır.) Matta ile aynı zamanda yazılan Luka'da mezardaki

kadınların sayısı belirtil

mez; mezarda iki melek belirir ve dirilen İsa ilk önce kadınlara değil, Emmaus

yolunda iki kişiye görünür. Yuhanna'da ise, bir kadın mezara gider ve İsa

defalarca görünür.

Bu yazıların yazarları neden öykülerini dosdoğru anlatmazlar? Başka ayrıntılar

gibi, dirilen İsa'nın kaç kez göründüğü, kimlere göründüğü, görünme zamanı ve

yerleri konusunda da farklı şeyler anlatırlar.

Birçok kişiye göre, bu tutarsızlıklar yazıların tarihsel belge niteliğini tamamen

yitirmeleri için yeterli bir nedendi. Daha derin düşünülürse İsa'nın diğer

mucizeleri gibi diriliş öykülerinin tümü akılcı inanca meydan okur. Daha ikinci

yüzyılda, filozof Celsus, dirilişin "bu başarısızlık karşısında İsa'nın öldükten

sonra dirildiğini sanacak kadar kendilerini ağır yas havasına kaptıran"

havarilerin bir fantezisi olduğunu söylemişti.

On sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda, akılcılığın eğitim gören Batılıların

çoğunda dinsel inancın yerine geçişiyle birlikte, özellikle Alman üniversitelerinin

önde gelen ilahiyat bölümlerini dolduran liberaller arasında, Celsus'un görüşleri

değişik şekillerde egemendi. Örneğin, 1782'de Kari Friedrich Bahrdt çarmıha

gerilme için "iki çivi teorisi"ni ortaya attı: İsa çarmıha gerilirken, ayaklarından

değil, ellerinden çivilendiği için, çarmıhtan indirildiğinde yürüyebildiği sonucuna

varmıştı. Bahrdt, İsa'nın inananlarının ona ağrı kesici ilaçlar verdiklerini, ölmüş

gibi görünmesinin de bayılmasına bağlı olduğunu, sonra İsa'yı sakladıklarını ve

sağlığına yeniden kavuşturduklarını varsaymıştı. 1835'de David Friedrich

Strauss sadece efsane oldukları gerekçesiyle, bütün yazılardaki anlatılanları göz

ardı etmişti. Strauss diriliş öyküsünü kitlesel histeri olarak açıklamıştı.

Amerika'da da akılcılık egemen olmuştu. 1804'de, Thomas Jefferson yazılardan

gerçek sanılan çok şeyi çıkarmaya karar verdi; "Jefferson İncillerF'nde geriye

kalanlar, çok sayıda özdeyiş, kıssa ve özgün anlatıların salt iskeletiydi. Hiçbir

mucize, İsa'nın tanrısallığına ilişkin hiçbir açıklama ve elbette hiçbir diriliş

yoktu.

Ne de olsa, bütün bunlar "Akıl Çağı" denilen bir çağda akla uygun görünüyordu.



Artık yirminci yüzyılda, en dindar Hıristiyanlar bile İsa'nın öyküsünü akılcı

tarihçilere bırakmaktan büyük ölçüde hoşnuttu. Ortaya çıkan bir çeşit ateşkes

gibiydi: Dindarlar için Hristos, tarihçiler için İsa vardı. İki taraf da birbirine pek

aldırmıyordu.

www.maximumbilgi.com tarafından hazırlanmıştır. 23 Ateşkes yirminci yüzyılın ikinci yarısına kadar sürdü.

Bir dizi etken, tarihsel İsa arayışını tekrar canlandırdı. İlahiyatçılar ilahiyat

fakülteleri ve kilise okullarından, İsa'ya yeni bir gözle bakmakta özgür oldukları

laik kurumlara geçtiler. Diğer disiplinlerden, özellikle kültürel antropoloji ve

sosyal bilimlerden gelen bilimciler, din tarihine ilgi duymaya başladılar. Ama en

önemlisi bir dizi eski belgenin ortaya çıkarılması oldu. Bunlar tarihçilerin İsa'nın

hayatına ve ölümüne bakışlarını adamakıllı değiştirdi.

Aralık 1945'de, Yukarı Mısır'da Nag Hammadi adlı bir yerde, Muhammet Ali

alSamman adlı bir Arap köylü fide hazırlamak için yumuşak toprak arıyordu.

Ayağı kırmızı topraktan yapılmış bir çömleğe takıldı. Çömleği açınca, dağılmış

bazı papirüs yapraklarla birlikte deriye ciltlenmiş on üç papirüs kitap buldu. Bu

kuru yapraklardan birkaçını ateş yakmak için kullandı ama en sonunda diğerleri

Kahire Kıpti Müzesi'nin yolunu tuttu.

Muhammet Ali alSamman'ın bulduğu belgeler arasında, bir tanesinin başlığı

"Thomas'a Göre Sevindirici Haber"di. İlk kilise belgeleri Thomas'ın sevindirici

haberi'nden (çoğu kez küçümsemeyle) söz etmiş olsalar da tarihçiler bunun

tamamen kaybolduğunu düşünüyordu. Oysa Mısır çölünün kuru havasında tümü

ve neredeyse kusursuz bir biçimde gün ışığına çıkmıştı. Papirüs yaprakları

radyokarbon yöntemi ile 350 ve 400 yılları arasına tarihlendirildi. Buna rağmen,

Thomas'ın neredeyse

tamamen İsa'nın kendi sözlerinden oluştuğuna dikkat eden bazı bilimciler,

metnin İsa'nın kendisinin yaşadığı yıllara yakın bir zamanda, belki daha 50'lerde

yazılmış olduğundan kuşkulandılar. Bu, Thomas'ın Matta, Markos, Luka ve

Yuhanna'dan daha eski olması demekti.

Peki ya Thomas diriliş konusunda ne söylüyordu?

Kesinlikle hiçbir şey.

Ne de olsa, bir ölünün dirilişi öyle kolay kolay küçümsenebilecek bir

yaşamöyküsü ayrıntısı değildir. Thomas'ın bunu duymamış ya da söz etmeyi

unutmuş olabileceği düşünülemez. Bu nedenle, birçok tarihçi, dirilişin İsa ya da

havarilerinin değil, sonraki Hıristiyanların, belki Markos'un uydurması olduğu

sonucuna ulaştılar.

Thomas, modern bilimcileri İsa'nın ölümünden sonraki iki yüzyıl boyunca

şiddetlendiği görülen bir tartışmaya çekti. Bir tarafta (Matta, Markos, Luka ve

Yuhanna ile birlikte) İsa'nın dirildiğinde ısrar eden Ortodoks Hıristiyanlar vardı.

Üstelik sadece görünmesinden söz edilmiyordu; meşru kabul edilen sevindirici

haberler, dirilen İsa'nın sadece inananlarına görünmekle kalmadığını üstüne

basa basa vurguluyorlardı. İsa onlarla konuşuyor; birlikte yemek yiyor; açık açık

onlara (Lukka'da) "hayalet olmadığını" söylüyordu.

www.maximumbilgi.com tarafından hazırlanmıştır. 24 Bu Ortodoks görüşün karşısında, Thomas'ın sadece farklı bir kesimini temsil

ettiği "Gnostikler" vardı. Onlar da İsa'nın kelimenin gerçek anlamı ile değil

yaşamaya devam ettiğine inanıyorlardı. Gnostikler için, İsa vecde gelme

sırasında, hayallerde ve düşlerde görünüyordu. Daha çok, bin yıldan fazla bir

zaman sonra Martin Luther ya da bugünkü çeşitli bağımsız kiliseler gibi,

Gnostikler İsa'nın herhangi bir zamanda herhangi bir bireye görünebileceğine

inanıyorlardı.

Ortodoks Hıristiyanlar neden kelimenin gerçek anlamında bir dirilişte ısrar

etmişlerdi? Neden Gnostisizmi bir sapkınlık olarak şiddetle reddetmişlerdi?

Önde gelen Gnostiklerden biri, Elaine Pagels, yanıtın dinden çok politikayla ilgili

olduğunu öne sürdü. Dirilişin, dirilen İsa'yı görmüş olan öğrencilerden kilisenin

liderliğini miras alan insanların iktidarını meşrulaştırmaya yaradığını

söylemişti. Eğer bir insan İsa ile kendi başına ilişki kurabilseydi, bu onların

iktidarını tamamen ortadan kaldırırdı. Dolayısıyla, Pagels'e göre, kilise liderleri

için (Luka gibi) dirilen İsa'nın yeryüzünde kırk gün kalıp, sonra göklere

yükselmesi çok önemliydi. Bu kırk günden sonra İsa'nın bir daha görünüp

görünmediğine gelince... Bunu sayan mı oldu ki?

Eskiden egemen olan İsa anlayışının yerini 1980'ler ve 1990'larda, yeni ve çok

daha liberal bir uzlaşı aldı. Dirilişin, gösterişli da olsa, politik bir kurnazlığa

indirgenmesiyle, ilahiyatçılar özgürce İsa'nın ölümünden çok özdeyişleri üzerinde

yoğunlaşabileceklerini hissettiler. "Mesih" imgesinden kurtulan İsa çeşitli

kılıklara büründürüldü: Köylü, haham, Buda, devrimci, hatta ince espriler yapan

bir talkshowcu.

Bu tabloları çizen birçok kişi 1985'te "İsa Seminer"inde bir araya geldi. Burada

katılımcılar sadece yazıların tarihselliğini ele alıp tartışmakla kalmadılar,

bunları oyladılar da! İsa'nın sözlerini kırmızı mürekkeple basma geleneğini alaya

alan akademisyenler, sırayla bir sandığa boncuklar attılar. Kırmızı boncuk

yazının özel bir bölümünün "özgün" olduğu anlamına geliyordu. Pembe "belki"

demekti. Siyah "kesinlikle olmadığı" anlamındaydı.

Oylama hem oldukça gülünçtü hem de açıkta yapılması sağlanmıştı. Katılanlar

cidden ilgiliydiler, birçoğu için İsa'nın tarihselliği akademik bir ilginin

ötesindeydi. Kurucu Robert Funk, İsa Semineri'ni Hıristiyan sağa doğrudan ve

bilinçli bir meydan okuma, dinsel söylemin kontrolünü Pat Robertson ve Jery

Falweller gibilerinden alma çabası olarak görüyordu.

Gene de Robertson ve Falwell'in tersine, Funk ve izleyicileri ciddi

akademisyenlerdi ve bu, onlara entelektüel bir problem sunuyordu. Onlara göre,

yazılar kırsal bölgelerde gezinen bir bilgeye, bir tür Yahudi Sokrates'e ait yığınla

kanıt içeriyordu. Bununla birlikte, sadece İsa'nın özdeyiş ve kıssalarını aktarıp,


Yüklə 0,66 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©www.genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə