Kitap Adı: Tarihin Büyük Sırları



Yüklə 0,66 Mb.
səhifə2/10
tarix26.08.2018
ölçüsü0,66 Mb.
#64836
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10

yardım almadan diktiklerini kabul etmek zorunda kaldı. Görünürde ilkel olan bir

halk her nasılsa dünyanın en sağlam anıtlarından birini dikmişti!

Sanki bu yeterince şaşırtıcı değilmiş gibi, Stonehenge'i inşa eden insanlar bir de

225 kilometre öteden, güneybatı Galler'deki Preseli Dağları'ndan taşıdıkları

taşlan kullanarak, işlerini iyice zahmetli bir hale getirmişlerdi.

"Koyu bazalt" (gerçekte daha çok gri tonlarında bulunan bir kaya türü) 1932'de

jeolog H. H. Thomas tarafından kaynağında bulundu. Üç tip koyu bazalt kaya,

Stonehenge yakınlarında bulunan diğer kayalara benzemiyordu ama Thomas

birbirinin aynısı olan üç tipin Galler'deki Carnmenyn ve Foel Trgarn Dağlarının

dorukları arasındaki doğal kaya yataklarından toplanabileceğini anladı.

Salisbury Ovası halkı, bazıları beş ton çeken bu taşları Galler'den İngiltere'ye

kadar nasıl taşımıştı?

Thomas'in keşfi, bazılarını Monmouth'lu Geoffrey'in Merlin'in büyüsüyle ilgili

masalını gözden geçirmeye yöneltti. Arkeolog Stuart Piggort, folklorda bazı özgün

sözel geleneklerin gizli olabileceğini düşünmüştü. Geoffrey'in Merlin'den söz

ederken taşların batıdan (aslında İrlanda'dan, Galler'den değil) getirilmiş

olduğunu yazması ilginçti. Ayrıca, Geoffrey'in taşların Stonehenge'e

yüzdürülerek getirildiğini de yazmış olması, halkın belleğinde bunların İrlanda

Denizi'nden taşındığının bir kalıntı olarak yer etmiş olmasından

kaynaklanabilirdi. Geoffrey, Stonehenge'i inşa eden halkın, Salisbury Ovası

çevresinde yığınla başka türden kayalar olmasına rağmen, neden taşları bu

kadar uzaktan getirdiğinin ipuçlarını da vermişti: Belki Stonehenge'i inşa

edenler, Geoffrey'in Merlin'i gibi, bu kayaların sihirli güçleri olduğuna

inanıyorlardı.

Çoğu tarihçi, özellikle Geoffrey'in genelde sistemsiz tarih yorumunun ışığında,

Piggott'un varsayımlarının bir parça zorlama olduğunu düşündü. Buna rağmen,

en az seksen beş ya da daha fazla taşın Preseli Dağları'ndan Salisbury Ovası'na

nasıl getirildiği sorusu yanıtsız kaldı.

Bazıları, en başta jeolog G. A. Kellaway, bazalt kayaların insanlar tarafından

değil, buzullar tarafından taşındığını öne sürdü. Ama en son buzul çağının

Preselis ya da Salisbury Ovası kadar güneye inmediğine inandıklarından, çoğu

uzman Kelleway'a karşı çıktı. Bu doğra olsaydı bile, buzulların bazalt taşlarını

www.maximumbilgi.com tarafından hazırlanmıştır. 9 Galler'deki küçük bir alandan toplayıp, her yere dağıtmak yerine, İngiltere'de

küçük bir alana yığması büyük ölçüde olanaksızdı. Bristol Kanalı'nın güney ya

da doğusunda başka bazalt taşlarının bulunmaması (şimdi Salisbury Müzesi'nde

bulunan ama tarihçilerin kuşkuyla yaklaştığı olası tek istisna dışında) buzul

teorisine karşı güçlü bir kanıt oluşturdu.

Dolayısıyla, bir zamanlar göründüğü gibi olanaksız da olsa, en yaygın açıklama,

Salisbury Ovası bölgesinde yaşayan insanların salları birleştirerek, bazalt

taşların; İrlanda Denizi'nden taşıdıklarıydı. Yolculuk bile Salisbury Ovası'nda

yaşayan halkın şaşırtıcı ve olağanüstü bir teknolojik uzmanlığa sahip olduğunun

bir başka kanıtıydı.

Yayılımcılık teorisini savunanların çelişkiye düşmesiyle birlikte, 1960'larda

Salisbury Ovası'nda yaşayan halkın lehine daha çarpıcı iddialar öne sürüldü.

İddiaları öne sürenler bu kez astronomlardı, arkeologlar ya da jeologlar değil.

Astronominin öne fırlamasına ilk kez 60'lı yıllarda tanık olmadık. Daha on

sekizinci yüzyılda, William Stukely Stonehenge' in temel çizgisinin "günlerin en

uzun olduğu zamanlarda, güneşin nereden doğduğunu" gösterdiğini belirtmişti.

Anıtı inceleyen diğer birçok kişi de taşların değişik şekillerde güneş, ay ya da

yıldızları gösterdiğini bulmuşlardı. Oysa, bu incelemelerin hiçbiri Boston

Üniversitesi astronomu Gerald Hawkins'inki kadar gürültü koparmamıştı.

Hawkins'in aceleci davranarak 'Stonehenge Decoded' (Sırrı Çözülen Stonehenge)

diye başlık attığı kitabı 1965'te yayınlandı ve tüm dünyada çok satan listelerine

girdi.


Hawkins, anıttaki 165 temel noktanın dizilişiyle, güneş ve ayın doğduğu ve

battığı konumların sağlam bir ilişki içinde olduğunu buldu. Hatta

Stonehenge'deki çukurların oluşturduğu 'Aııbrey Delikleri' adı verilen bir

çemberin, ay tutulmalarını tahmin etmek için kullanılmış olduğunu ileri sürmesi

daha büyük bir tartışma yarattı, Hawkins Stonehenge'i bir "Neolitik bilgisayar'^

benzetiyordu.

"Miken" yontmalarını bulduğu için Stonehenge konusunda hala baş otorite

olarak kalan Atkinson, "Stonehenge'de Ayışığı" adlı çarpıcı bir başlık attığı

makalesiyle yeniden gündeme oturdu. Atkinson, göksel dizilişlerin rastlantı eseri

olma ihtimalinin epey yüksek olduğunu ileri sürdü. Aubrey Delikleri'nin ay

tutulmalarını tahmin etmek üzere kullanıldığına gelince, Atkinson deliklerin

mezar çukurları olduğuna ve kazıldıktan hemen sonra doldurulduğuna ilişkin

kanıtları gösterdi.

Bir ölçüde, bunu izleyen tartışma astronom ve arkeologları karşı karşıya

getirdiği gibi, her iki disiplinin uzmanları da karşı tarafın teknik tezlerini sık sık

yanlış anlamışlardı. Astronomlar, Stonehenge'in bir astronomik gözlemevi olarak

kullanıldığına dair birçok farklı görüş ortaya attılar; ancak bunların bazıları

Hawkins'inkinden çok daha kolaylıkla göz ardı edilebilecek özellikteydi. Gene de

astronomlar, sanki dizilmiş gibi görünen bu noktaların birbirlerinden yüzlerce ya

da hatta binlerce yıl sonra yapılmış olabileceği olgusunu görmezlikten gelirken,

www.maximumbilgi.com tarafından hazırlanmıştır. 10 farklı noktaların nasıl güneş ya da aya göre dizildiğini vurgulama

eğilimindeydiler. Arkeologlar ise bu teorilerin çoğunun açıklarını yakalamakta

hızlı davranıyorlardı.

İkinci bin yılın sonunda, tartışma sürse de, bazı uzlaşma işaretleri görüldü.

Astronomlar arasında bile, Hawkins'inki gibi en aşırı teoriler gözden düşerken,

hemen hemen tüm arkeologlar (Atkinson dahil), en azından birkaç göksel

dizilişin, özellikle de güneşle ilgili dizilişlerin, bir rastlantı olamayacağını kabul

ettiler. Bilimcilerin çoğu, en büyük olasılıkla, anıtın en azından modern anlamda

bir gözlemevi olarak hiç kullanılmadığında ama Stonehenge halkının belki tarih

öncesi bir törenin parçası olarak, oradan güneşi gözlemlemiş olabileceğinde

anlaştı.

Gene de bu ilkel türdeki astronomileri bile, Salisbury Ovası halkının gökyüzünü

incelediğini ve kendi buluşlarını kaydettiği bir çeşit sisteme sahip olduğunu

göstermişti. Açıkçası, bazı yönlerden ne denli ilkel olurlarsa olsunlar,

Stonehenge'i yapanlar bazı yönlerden hayli gelişmişlerdi. Bu anlamda, en son

keşifler, bir yandan Stonehenge'i daha derinden kavramamıza yol açarken, aynı

zamanda anıtı yapan insanların üzerindeki sis perdesini de kalınlaştırmıştı.

www.maximumbilgi.com tarafından hazırlanmıştır. 11 3. Bölüm

Firavunlar Piramitleri Neden İnşa Ettirdiler?

Yaklaşık olarak İÖ 450'de, Heredotos, bütün hazinesini tüketince, kız kardeşini

belli bir miktar getirmesini emrederek, bir geneleve gönderecek kadar soysuz bir

firavun olan Khufu hakkında anlatılan bir öyküyü nakletmişti. Sadık kız kardeş

denileni yapmıştı. Ama yattığı erkeklerin sayısının dışında, başka bir şeyle

anımsanacağı umuduyla, yattığı her erkekten kendisine bir taş hediye etmesini

de istemişti. İşte Nil nehri yakınlarındaki Gazze platosunda hala ayakta duran

dev piramitlerden birini bu taşlarla inşa ettirmişti!

Heredot yazdığı sırada, piramitler birkaç bin yıllıktı. Bununla birlikte, o

zamandan günümüze kadar geçen iki bin küsur yıla rağmen, piramitlerin kökeni

konusunda garip teoriler hiç eksik olmadı.

Bazı Ortaçağ yazarları, piramitlerin Kutsal Kitap'ta söz edilen Yusuf'un Mısır'da

bolluk yıllarında tahıl depolamak için kullandığı tahıl ambarlan olduğuna

inanıyorlardı. Son zamanlarda, piramitlerin güneş saati ve takvim, astronomi

gözlemevleri, gözlem araçları ve UFO'lar için yer istasyonları oldukları

söylenmiştir.

En yaygın kabul gören teoriye göre, piramitlerin firavun mezarları olduğunu

Heredot bile biliyordu. En saygın eski Mısır bilimcilerin bu teoriye hala

inanmaları nedensiz değil. Piramitler, Mısır mitlerinin hem güneşin batışı hem

de ölümden sonraki yaşam yolculuğuna bağladığı Nil'in batı yakasında dizilidir.

Arkeologlar yakınlarda firavunların öbür dünyaya yelken açtıkları törensel

cenaze gemilerini bulmuşlardı. Piramitler firavun sarayındaki çeşitli görevlilere

ait olduğu sanılan diğer mezarlarla çevrilidir.

En etkili olanı da, birçok piramidin içinde taş lahitler ya da tabutların

bulunmasıdır. On dokuzuncu yüzyılda, lahitlerin üzerlerindeki ya da

çevrelerindeki hiyeroglif yazıların, firavunlara bir dünyadan ötekine geçişte

yardım etmek amacıyla hazırlanan büyüler olduğu anlaşılmıştı.

Gel gelelim mezar teorisi, çok önemli bir kanıttan yoksundu; bir kere, bunların

içinde gömülü hiç kimse yoktu. On dokuzuncu yüzyılda ve yirminci yüzyılın

başlarında, kaşifler ve daha sonra arkeologlar art arda piramitlere girdiler. (Nil

Vadisi boyunca çeşitli durumlarda seksenden fazla piramit vardır; çöl kumlan

altında gömülü başka piramitler de olabilir.) Bu araştırmacı ve arkeologlar,

firavun tabutları sandıkları tabutlar buldular, soluklarını tutup açtıklarında her

seferinde içlerinin boş olduğunu gördüler.

Boş mezarlar hep piramitlerin soyulmasıyla açıklanmıştı. Elbette, mezar

soyguncularının çoğu, firavunların cesetlerinin değil, hazinelerinin peşindeydi.

Ama cesetlerin gerektiği gibi saklandıkları yerleri bulmak için zaman

www.maximumbilgi.com tarafından hazırlanmıştır. 12 harcamayacaklarının söylenemeyeceği gibi, saf altınla kaplı herhangi bir

mumyayı geride bırakacakları da söylenemez.

Tik mezar soyguncularının eski Mısırlıların kendileri olduğunu, onları

kandırmak için büyük çaba harcanmasından çıkarıyoruz. Örneğin, Havvara'da

III. Amenemhet piramidinde, giriş hiçbir yere çıkmayan dar bir geçide götüren

küçük boş bir odaya çıkar. Bu geçidin tepesinde yirmi iki tondan ağır çeken dev

bir taş vardır. Kaygan iniş yolu izlenince tekrar hiçbir yere çıkmayan bir üst

koridorla karşılaşılır. Bir duvarda gizli bir tuğla kapı, üçüncü bir geçide açılır,

sonra bir ön odaya ve en sonunda mezar odasına ulaşmadan önce, eğik iki tavan

bloğu daha geçilir.

Gene de tüm bunlar boşunaydı; Mısırlı mezar soyguncularına engel

olunamıyordu. Bu adamların kararlılıkları, sadece arkeologları değil, dokuzuncu

yüzyıl Arap yöneticisi Abdullah Al Mamun gibi geleceğin hazine avcılarını da düş

kırıklığına uğratacaktı. Abdullah Al Mamun, geride Khufu'nun Büyük

Piramiti'ne ilk keşif seferi olduğunu düşündüğü gezisi hakkında ayrıntılı bir

rapor bırakmıştı. Kafileyi bir dizi sahte geçit ve kapalı galerilerde dolaştırdıktan

sonra, en sonunda boş lahitlerden başka bir şey bulamadığı mezar odasına

ulaşmıştı.

Napoleon'un fethinden sonra, Mısır'a giden Avrupalı kaşifler, mücevherlerden

çok kesme taşlarla ilgilenmelerine karşılık, firavunların anıtlarına onların

Mısırlı ve Arap torunlarından ancak biraz daha fazla saygılı davrandılar. 1818'de

sonradan kaşif olan eski bir İtalyan sirk göstericisi Giovanni Belzoni, Khufu'nun

oğlu Kefren'in piramit duvarlarını aşmak için koçbaşı kullanmıştı. Belzoni

Londra'da yaklaşan sergisi için malzeme toplamakla uğraşırken, mezar odası

olduğu düşünülen odalarda ceset arayacak kadar uzun süre kalmıştı. Bulduğu

tek kemik kalıntısı, belki de firavunun cesedini kaçıran bazı eski soyguncular

tarafından bir tür adak amacıyla lahite atılan bir boğaya aitti.

Hazine ve ceset arayışı 1923'te, İngiliz arkeolog Howard Carter,

Tutankhamon'un mezarını keşfettiğinde başarıya ulaştı. Carter'ın bulduğu

muhteşem ve el değmemiş hazine düşünülürse, "Kral Tut" şimdi, haklı olarak

belki de en ünlü firavundu. Hazine, som altından bir tabut ve firavunun cesedi

üzerinde altın bir masktan oluşuyordu.

Ne yazık ki. bu keşif piramitler hakkında hiçbir şeyi kanıtlamadı, çünkü

Tutankhamon bir piramit içinde gömülü değildi. Mezarı Mısır'ın Krallar

Vadisi'ndeki kayaların içine oyulmuştu.

Carter'ın ekibini daha da şaşırtan şey, seferi finanse eden Kont Carnarvon'un

ölümüydü. Carnarvon, Krallar Vadisi'ne vardıktan hemen sonra, Kahire'de ölü

bulunmuştu. Mezara girmiş olan diğer iki kişi de önce Louvre Müzesi'nde Mısır

antik eserleri bölümünün başkanı, sonra da New York Metropolitan Sanat

Müzesi'ndeki Mısır antik eserlerinin korunduğu bölümün başkan yardımcısı kısa

süre sonra ölmüşlerdi.

www.maximumbilgi.com tarafından hazırlanmıştır. 13 Kaçınılmaz olarak, bu ölümler "firavunun laneti" konusunda her türden saçma

sapan spekülasyona yol açmıştı. Bir spekülasyona göre, Carter mezarda üzerinde

"Firavunun huzurunu kim bozarsa, ölümün kanatları onu ortadan kaldıracaktır"

yazılı bir tablet bulmuştu.

Lanet olsun olmasın, arayış sürüyordu.

1952'de, Tutankhamon'un mezarının keşfinden sadece iki yıl sonra, George

Andrew Reisner liderliğindeki Amerikalı arkeologlardan oluşan bir ekip,

Khufu'nun Büyük Piramiti'nin tabanı yakınlarında çalışıyordu. Makinenin

ayaklarını yerleştirmeye çalışan bir fotoğrafçı, rastlantı eseri kayada kesilmiş

gizli bir kapının sıvasından bir parçayı kazıdı. Böylece yukarıdan aşağıya taş

duvarla kaplı otuz metre yüksekliğinde sütunun bir parçası ortaya çıktı. Dibe

ulaşmak iki hafta aldı.

Orada Reisner, Khufu'nun annesi Kraliçe Hetepheres'in tabutunu buldu. Mezar o

zamana kadar çok iyi gizlenmiş olduğundan, Reisner el değmemiş bir gömüt ile

karşılaşacağını umarken, lahit boş çıkmıştı. Sadece yaşadıkları düş kırıklığını

atlattıktan sonra, arkeologlar odanın duvarında, arkasında küçük bir sandık

buldukları sıvalı bir kısmın bulunduğuna dikkat ettiler. İçinde kraliçenin

mumyalanmış iç organları vardı.

Reisner'in tahmini aklına bundan başka bir şey gelmediğini itiraf etmişti

kraliçenin önceden başka bir yerde gömülü olması gerektiğiydi. Demek ki,

soyguncular mumya sargılarının altındaki mücevherleri almak için kraliçenin

cesedini kaldırdıktan sonra, kalıntıları kocası ve oğlunun yanına tekrar

gömülmüş olmalıydı.

Bir piramit içinde el değmemiş bir gömüt bulma umudu 1951 'de, eski Mısır

bilimcisi Mısırlı Zekeriya Goneim, Giza'nın dokuz kilometre güneyinde

Sakkara'da eskiden bilinmeyen bir piramidin kalıntılarını bulduğunda yeniden

canlandı. Bu piramit daha önce hiç dikkat çekmemişti, çünkü yapımcıları daha

sonra çöl kumlarının örttüğü temelden başka bir ilerleme kaydedememişlerdi.

Başlangıçta, Goneim yarım kalmış bir piramidin sadece bir firavun kalıntısı

bulunursa önem kazanabileceğini düşündü. Ama bir tünelin içinde dar bir geçidi

izlerken umutları artmıştı. Üç taş duvar boyunca kazarken, daha da

heyecanlanmıştı; en başta, bu yol üzerinde hiçbir soyguncu bir mezarı yeniden

kapatacak zamanı bulmuş olamazdı. Piramitte mücevherlerin bulunması,

nihayet burada soyguncuların hiç erişemedikleri bir mezar olabileceğini

gösteriyor gibiydi.

En sonunda, Goneim, hakkında çok az şey bilinen ama gene de bir firavun olan

Sekhemkhet'e ait olduğunu bulduğu bir mezar odasına ulaştı. Goneim altın bir

lahdi bulduğunda, o ve meslektaşları dans edip ağlayarak birbirlerini kutladılar.

Birkaç gün sonra, Goneim bilim insanları ve gazetecilerden oluşan seyircilerin

önünde tabutun açılmasını istedi.

Tabutun boş çıkması yeni bir şok yaratmıştı.

www.maximumbilgi.com tarafından hazırlanmıştır. 14 Mezarında bir firavun bulunmaması, birçoğu eski Mısır bilimcilerinin

piramitlerde gördüğü matematik düzenliliklere dayanan sayısız teorinin

doğmasına neden oldu. Örneğin, on dokuzuncu yüzyılda, İskoçyalı astronom

Charles Piazzi Smyth, Buyük Piramit'in yeryüzünün çevresini ölçmek için bir

model olarak kullanıldığını "keşfetti." Ne yazık ki, Piazzi Smyth'in dikkatli

hesaplamaları, büyük miktarda molozun piramidin tabanını hala kapladığı bir

zamanda yapılan ölçümlere dayalıydı.

1974'de, fizikçi Kurt Mendelssohn, piramitlerin mezarlardan çok, kamu işleri

projeleri olduğunu ve dağınık kabileler halindeki Mısırlılara ulusal bir kimlik

kazandırmayı amaçladığını öne sürdü. Mendelssohn'un teorisi sadece cesetlerin

bulunmayışını değil, mezar teorisinin bir başka çetin sorununu, yani birçok

firavunun neden birden çok piramit yaptırdığını da açıklıyordu. Örneğin,

Khufu'nun babası, Snefru'nun üç piramidi vardı; öldüğünde cesedinin bunların

arasında dağıtılmasını istediği kolay kolay düşünülemez. Khufu'nun kendisinin

sadece bir piramidi vardı ama burada yeraltı odaları olarak tasarlandığı görülen

üç oda bulunuyordu.

Birçok savunucusu olan bir başka teori, piramitlerin anıt olduğunu söylüyordu

bunlar ölen firavunların anıtlarıydı ama soygunculardan uzak tutmak için başka

yerlere gizlenen gerçek mezarları değildi. Cenaze takı ve süslerinin bol miktarda

bulunmasına karşılık, cesetlere rastlanmayışının nedeni buydu.

Yine de, eski Mısır bilimcilerinin çoğunluğu, başka amaçlara hizmet de etmiş

olsalar, piramitlerin en başta mezar olarak inşa edildiğine inanmaya devam

ediyorlar. Bunlar daha alt düzeyde görevlilere ait olan diğer mezarlarla

çevrilidir. Eski ve yeni soyguncular onların kalıntılarının çoğunu çaldıysabile,

firavunların cesetleri eskiden buralarda bulunuyordu.

Üzerinde uzlaşılan görüşe göre, piramitleri en iyi, bugün (içinde cesetlerin

bulunduğu) 'mastaba' denilen kerpiçten dikdörtgen şeklindeki, düz tepeli

mezarlarla başlayan mimari ilerlemenin parçası olarak anlayabiliriz. Daha

sonra, mimarlar bir düz tepeli yapıyı diğerinin üzerine yerleştirmeye

başlamışlar, en ünlüsü Kahire'nin güneyinde, Sakkara'da hala ayakta duran

"basamaklı piramitler" olarak bilinen yapıları yaratmışlardı. En sonunda, birisi

basamakları doldurmayı akıl etmiş ve belki de Sakkara'nın altmış kilometre

kadar güneyine düşen Meidum'da bilinen tam piramit doğmuştu.

Arkeolojik gelişme, tanrıbilimsel değişikliklerle çakışmıştı. Mastabalarda

bulunan metinler, firavunun gökyüzüne piramitlerin basamaklarını tırmanarak

çıkacağına inanıldığını gösteriyor. Gerçek piramitler döneminden kalma daha

sonraki metinler, güneştanrı tapımını yansıtıyor ve firavunları güneşin

ışınlarına yükselirken betimliyordu. Güneş ışınlarının yeryüzünü aydınlat-

masına benzetildiği kadarıyla, piramidin eğimli kenarları, gökyüzüne açılan yeni

yoldu.

Güneş tapımı Mısırlı mimarlara piramitleri tasarlamak için esin vermiş miydi?



İlk bakışta, sadece bir merdivenin artık gökyüzüne ulaşmanın pratik bir yolu

www.maximumbilgi.com tarafından hazırlanmıştır. 15 olarak görülmemesi nedeniyle, tonlarca taşın çıkarılması, taşınması ve yerlerine

yerleştirilmesi olanaksız görünüyor. Ama 4500 yıl sonra bizim için bunu

kavramak ne kadar zor olsa da, Mısır halkı bunun çabaya değdiğini düşünmüş

olmalıydı. (Ve piramitleri Yahudi köleler inşa ettiği şeklindeki yaygın inanışa

rağmen, bunları yapan Mısırlılar'dan başkaları değildi.)

Mısır uygarlığından kalan hemen hemen her şey ölümle ilgilidir. Ölümün

dinlerinin, edebiyatlarının, sanatlarının belirleyicisi olduğu anlaşılıyor.

Firavunlar için, ölümden sonraki yaşam, ister merdivenlere tırmanarak olsun,

ister güneş ışınları yoluyla olsun, açıkça çok somut bir amaçtı. Bu nedenle, eski

Mısır uygarlığını günümüze taşıyan bu anıtların, ölülerine bir yuva bulmak

amacıyla yapıldığını neredeyse kesin bir biçimde söyleyebiliriz.

www.maximumbilgi.com tarafından hazırlanmıştır. 16 4. Bölüm

Troya Savaşı Gerçekten Oldu Mu?

Çanakkale'den sadece birkaç kilometre uzaklıkta, Trakya'yı Anadolu

topraklarından ayıran dar boğazın Asya yakasında, Hisarlık adlı küçük bir tepe

vardır.

Heredot, Ksenefon, Plutarkhus ve diğer Yunanlı ve Romalı klasik yazarlara göre,

burası Troya'nın, Homeros'un İlyada ve Odysseia'sında geçen Troya'nın

bulunduğu yerdir. Klasik Yunanlılar, Homeros'un Troya'yı sahiden görmüş

olduğundan emin değillerdi. Buna karşılık, ne anlattığı savaşların gerçekliğinden

ne de Hisarlık ve çevresinde geçtiğinden kuşku duyuyorlardı.

İnsanların tanrılara benzediği (ve tanrıların da tam anlamıyla insan olduğu) bir

dünyada, iki tarafın en büyüklerinin savaştığı yer işte burasıydı! Troya Kralı

Priamos'un oğlu Paris'in, dünyanın en güzel kadını Helena'yı Yunanistan'daki

evinden kaçırdıktan sonra getirdiği Troya burasıydı! Yunan kralı Agamemnon'un

Helena'yı geri getirmek için askerlerine hedef gösterdiği Troya burasıydı! En

büyük Yunan savaşçısı Achilleus'un, Paris'in kardeşi Hektor'u öldürdüğü yer işte

bu Troya'ydı. İlyada'nın son sahnesinde, Priamos oğlunun cesedini geri götürmek

ve Yunanlılar ile Troyalılar arasında bir ateşkes yapmak için Achellius ile

buluşmuştu.

Ama Odysseia'yı okuyanların bildiği gibi, öykü orada noktalanmamıştır. Paris,

Achellius'un topuğuna indirdiği ölümcül bir darbe ile kardeşinin intikamını

almıştır. Ve dev tahta atın yardımıyla, Yunanlılar Troya surlarının içine sızarak,

en sonunda şehri tahrip etmişlerdir. Böylece Troya'nın altın çağı sona ermiş ve

çok zaman geçmeden, Yunanistan'ın altın çağı başlamıştır.

Bütün bunların gerçekliğine ve Hisarlık'ta geçtiğine duyulan inanç, daha sonra

fatihleri bölgeye çekmişti. İÖ 480'de Pers Kralı Kserkes, Çanakkale'den Yunan

topraklarına geçmeden hemen önce, Hisarlık yakınlarında bin boğa kurban

etmişti. Bir buçuk yüzyıl sonra, Büyük İskender birliklerini ters yönde harekete

geçirdiğinde, aynı yerin yakınlarında Achellius'un anısına adaklar adadı. Tüm

Ortaçağ ve Rönesans'ta, gezginler Troya olduğuna inandıkları Hisarlık'ı ziyaret

etmeyi sürdürdüler.

Ne var ki, on sekizinci yüzyıldan başlayarak, bilim insanları daha kuşkucu bir

yaklaşım benimsemeye başladılar. Birçoğu, bırakalım Homeros destanlarının

anlattığı anıtsal savaşı, Troya'da bir savaş olduğundan bile kuşkulanıyordu.

Onlara göre. bir kere Heredolos ile Homeros arasında yüzlerce yıllık bir mesafe

bulunuyordu; üstelik yine yüzlerce yıllık bir zaman dilimi, allın çağ denilen

dönemi ozanın yaşamından ayırıyordu.

On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısına kadar, araştırmacıların sadece küçük bir

azınlığı, İlyada Odysseia'nın gerçek olayları aktardığına inanıyordu. Eğer tarihte

www.maximumbilgi.com tarafından hazırlanmıştır. 17 gerçekte Troya diye bir şehir varsa, bu şehrin Hisarlık'ta olduğuna inananlar

daha küçük bir azınlıktı. Çoğunluk İlyada ve Odysseia'nın tarih değil, büyük bir

destan olduğunu düşünüyordu.

Troya'nın gerçekliğine inanmayı sürdürenler arasında, bölgedeki ABD konsolosu


Yüklə 0,66 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©www.genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə