Aşkın Gözyaşları I -şems Tebrizi



Yüklə 0,68 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə8/50
tarix15.10.2018
ölçüsü0,68 Mb.
#74403
1   ...   4   5   6   7   8   9   10   11   ...   50

birisinin yüksek sesle şöyle dua ettiğine şahit oldum.
— Allah’ım bana rahmet kapısını aç.
—  Allah’ın  rahmet  kapısı  kapalı  mı  ki  açmasını  istiyorsun?  Rahmet  kapısı  her  zaman
açık. Kapın açık mı sen ona bak!
— Nasıl dua edeyim?
—  Günahları  terk  etmekten  daha  güzel  dua  mı  var?  Sen  dünyayı  ahirete
götüremeyeceğine göre... Öyle yaşa ki dünya seni ahirete götürsün.
Şehirleri dolaşıyorum. Şehirler gördüm. Şehirdeki ölüler mezarlıktakilerden çoktu. Aşktan
uzaklaşan her can ölüydü benim için. Ölüler konuşuyordu ben susuyordum.
Sivas,  Kayseri  derken  Aksaray’a  uğramıştım.  Münasip  bir  han  aradım.  Yıkanmak
istiyordum,  feracemi  de  temizlemeliydim.  Uygun  bir  han  bulamadım.  Mescitte  gecelemeye
karar verdim. Mescide gelip bir köşeye büzüldüm. Yatsı namazından sonra, müezzin kapıyı
kilitleyeceği zaman beni gördü, sert bir dille çıkıştı:
— Hey, kimsin sen? Çık buradan, git başka bir yerde pinekle.
—  Beni  bu  gecelik  mazur  gör.  Garip  bir  yolcuyum.  Yatacak  yerim  yok,  sizden  hiçbir  şey
istemem. Müsaade et de şuracıkta geceyi geçireyim, dedim.
Müezzin  büsbütün  kızdı.  Bağırıp  çağırmaya,  acı  sözler  söylemeye  başladı.  Sözünden
incinmiştim, dayanamadım:
—  İnşallah  dilin  şişer,  diyerek  mescitten  uzaklaştım.  O  anda  müezzinin  dili  şişmeye,
boğazını tıkamaya başlamıştı. Hırıltılarına, imam efendi yetişti:
—  Ne  var,  ne  oluyor,  diye  sorar.  Müezzin,  eliyle  uzaklaşmakta  olan  beni  göstererek
güçlükle:
— Beni bu hale getiren o. Koş ondan af dile. İmam koştu. Beni yolda yakalayarak:
— Aman efendim, o miskin müezzin, sizin kim olduğunuzu bilememiş, kusuruna bakmayın,
onu kurtarın diye yalvarmaya başladı.
—  İş  işten  geçti  artık.  Hüküm  Allah’ındır,  ben  bir  şey  yapamam.  Yalnız,  onun  imanla
ölmesi, ahiret azabını görmemesi için dua ederim...
Ve yoluma devam ettim. İmam geri döndüğü zaman müezzin çoktan ölmüştür.
Konya’ya doğru yaklaştım.


Aşk-ı Mevlâna Yurduna Vuslat
Allah senin kapından aşk sarayına bir insanı alacaksa,
o insana sen nasıl ben seni sevmiyorum dersin?
 
Ey Konya, sana gelene değin senelerce yürüdüm. Ömrüm yolların üzerine ağını örmüştü.
Yürüdüm, yürüdüm. Sırtımda gecenin karası bir ferace, ayağımda ucu delik bir papuç; ama
gözlerimde  güneşi  ve  yatağını  arayan  nehirleri  içimde  taşıyarak.  İğde  kokulu  yollardan
geçtim.  İçimdeki  çığlıklar  adımlarımdan  öndeydi  daima.  Hani  benim  okyanusum  nerede  ey
Konya!
Konya’ya  niyetlenişim  boşuna  değildi,  son  ümidim  Konya’  daydı.  Rüyamda  aradığım
şeyhin  Konya  sultanı  olduğu  bildirilmişti.  Rüyalar  onu  gösteriyordu.  Yollar  onun  adresini
işaret ediyordu.
1244  yılının  Kasım  ayında  bir  perşembe  akşamı  Konya’ya  girdim.  Konya  minarelerini
uzaktan  gördüğüm  zaman  heyecanlanmıştım.  Yolda  bir  delikanlıya  kalabilecek  bir  han
sordum. Şekerciler Hanı’nı tarif etti. Yüzüme tuhaf tuhaf bakan hancı beni zengin bir tüccar
sandı:
— Buraya satın almaya gelmiş olduğunuz şey ne?
— Bir elmas, dedim.
— Öyleyse yanlış şehre gelmişsiniz dostum. Burada pirinç ve gümüşümüz vardır. Ayrıca
şehrimiz,  dokumacıları  ve  de  altın  işçiliğiyle  de  ünlüdür.  Çarşıda  lacivert  taş,  inciler  ve
damarlı akik de bulabilirsin. Ama burada hiç elmas yoktur.
— Eşsiz bir elmas gözlerinizin önünde ve siz camdan başka bir şey görmüyorsunuz! Şimdi
beni daha fazla oyalama. Odanın anahtarını uzat, diyerek yukarıya çıktım.
Odaya  girdiğimde  sille  halısı  yün  minderle  kaplı  koltuk  ve  pamuk  döşek  vardı.  Hepsini
kaldırıp  köşeye  yığdım.  Yerdeki  hasır  yeterliydi  bana.  Orucumu  açtım,  avuç  içi  kadar
ekmek  ve  yarım  bardak  su  ile.  Namazımı  kıldım.  Elbisemi  yıkadım,  astım.  “Yarın  ola  aşk
ola“ diye istirahata çekildim.
Ertesi  gün  Kasım  ayının  25.  günüydü.  Sabah  namazını  kıldıktan  sonra  Cuma  vaktine
kadar  Kur’an  okudum.  Daha  sonra  hana  tekrar  dönüyordum.  Etraftakiler  kadını  erkeği,
çoluğu  çocuğu  herkes  bana  tuhaf  tuhaf  bakıyorlardı.  Sanki  koca  şehirde  tek  yabancı
benmişim  gibi  yahut  da  üzerimde  değişik  bir  alâmet  varmışçasına  bakışları  ile  beni


ısırıyorlardı.  Hanın  kapısı  önünde  taşlığa  oturmuş,  gelip  geçenleri  seyre  dalmıştım.
Dalgınlığım seneler öncesine götürdü beni. Mekânda kalan bedenime rağmen ruhum ayları
devire devire Şam’daki o ilk görüşe, o efsunlu bakışa döndü. Geçmişin gizem tüten hatırası
gözümün  önüne  geldi.  Bir  zamanlar,  ikisi  Şam’da  buluşmuşlardı.  Büyük  caminin  önünde
Şems  halka  hitap  ediyordu.  O  sıralarda,  kuşku  ve  sıkıntının  mengenesine  yeni
yakalanmakta  olduğu  için  uykusuz  geceler  geçiren  Mevlâna,  sesin  sahibini  dinlemek  üzere
yaklaştı.  Ses,  başka  bir  dünyadan,  gizemli  bir  dünyadan  geliyordu.  Kökten  sarıp  sarsan
şey, ne sözler ne de anlamdı; konuşmanın tınısı, rengi, tadı, herkesi etkileyen yanıydı. Ama
Mevlâna başka bir tat alıyordu, sözler onu yakıyordu…
Mevlâna  bakışını  Şems’e  odaklaştırdı…  Fukaralığına,  ıstırabına  ve  de  görkemine…
Şems  de  ona  baktı.  Ve  o  anda  bakışları  birleşerek  içlerinde  sonsuz  bir  ölümsüzlüğün
inlemesi  oluştu.  Şems  konuşmasını  keserek,  ortalıktan  kayboldu.  Mevlâna  annesini  yitiren
bir çocuk telaşında sağa sola bakarak kendisini yakan sözün sahibini arıyordu. Nafile, hiçbir
yanda  onu  bulamadı.  Sanki  yer  yarılıp  Şems’ini  yuttu.  Endişe  ve  merak  içinde  olup  bitene
anlam vermeye çalışırken aniden omzuna değen bir el ile irkildi. İçindeki ışığın kaynağı: “Ey
dünya  sarrafı  beni  bul!”,  dedi.  Ardından  bir  hayal  gibi  tekrar  kayboldu.  Bütün  bu  olanlar
karşısında hayretler içinde kalan Mevlâna, yüreğinde tarifsiz bir yanma hissetti. Heyecanını
yatıştırmak üzere büyük caminin basamaklarına çöktü. Biraz sonra, bu olay silinip unutuldu.
Hayallerinin  içinde  esmekte  olan  fırtına,  Mevlâna’yı  uzun  süre  Şam’da  tutamadı.  Sonra
Konya’ya döndü.
Bugünse  Şam’daki  güneş  Konya’ya  doğdu.  Koskoca  bir  derya  damlanın  peşi  sıra
sürüklenmişti.  Mademki  Mevlâna  okyanusun  kıyısına  gelmesine  rağmen  dalmamıştı,
okyanus  damlaya  giriftar  olsun,  o  hâlde  diye  ta  uzakları,  çölleri  avucuna,  dağları  sırtına
yüklenerek gelmişti Şems.
“O geliyor o…” sesi ile daldığım hayalden uyandım. Vakit ikindiye doğru gelmişti. Çarşıda
sokaklarda  bir  hareketlilik,  bir  tatlı  telaş  başladı.  Sanki  gelen  bir  imparator  sandım  yapılan
hazırlık  ve  halkın  hararetli  sevinçlerinden.  Sokaktakiler  kenara  çekildiler,  dükkândakiler
ayaklandılar ve dışarı çıktılar. Oturanlar ayağa kalkıp ellerini göbek hizalarında birleştirdiler.
“Bu ne merasim, bu ne hürmet yarışı” diye şaşırdım. Oysa gelen üzerinde müderris olduğu
halinden  belli  birisinden  başkası  değildi.  Sağında  solunda  talebeler  olduğu  hâlde,  bir  katırla
geliyordu. Herkes:
—  Mevlâna  Celâleddin  geliyor,  diye  ayağa  kalkıyor,  hürmetle  selâmlıyorlardı.  Demek
yıllardır  adını  işittiğim,  bir  defasında  da  Şam’da  gördüğüm  Mevlâna  buydu.  Şu  katır
üzerindeki  kısa  siyah  sakallı,  yanık  buğday  benizli,  mütebessim  insan.  Ho  şuma  gitti  hali,
tavrı.  İçimden  “İşte  bulmaya  geldiğim  elmas  bu”  dedim.  Yerimden  kalktım,  dar  sokaklarda
ilerleyen,  ilerledikçe  de  fark  edilip  katılan  insanlarla  büyüyen  kalabalığın  peşine  takıldım.
Şöhreti büyük olan yol göstericinin halka vereceği vaazın kaçırılmaması gerekiyordu.


Yüklə 0,68 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   4   5   6   7   8   9   10   11   ...   50




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©www.genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə