A'dan Z'ye Felsefe



Yüklə 1,64 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə20/77
tarix20.01.2022
ölçüsü1,64 Mb.
#83020
1   ...   16   17   18   19   20   21   22   23   ...   77
A\'dan Z\'ye Felsefe - Alexander Moseley ( PDFDrive )

DETERMİNİZM
Determinizm her olayın kendinden önce gelen bir nedeni
olduğu görüşüdür. Görünürde pek basit görünen bu teori
devasa düşünsel sonuçlar yaratır. Bunun anlamı gerçekleşen
her olayın, mesela bir düşüncenin, öncesinde ortaya çıkan bir
nedensel koşula mı bağlı olmasıdır? Bu, insanların hiçbir
biçimde özgür iradeye sahip olamayacakları, her ne
yapıyorlarsa bunun önceden bir nedeni olduğu, bu yüzden o
nedene bağlı oldukları biçiminde okunmuştur. Benzer
biçimde, gözlemlenen herhangi bir fiziksel olay, kendinden
önce gelen bir nedene ya da nedenler dizisine sahip olarak
görülmelidir: Ev alevler içindeyse, bunun bir
nedeni olmalıdır. Şu anda bunu okumazlık edemezsiniz. Daha
önce olmuş olan her şey bu davranışa girmenizi zorunlu kılar,
kitabı şimdi elinizden bıraksanız bile.


Felsefede sık sık olduğu gibi, özensiz dil, anlaşma önünde bir
engel olarak yükselebilir. Determinizmin kadercilikten
ayrılması gerekir. Bu sonuncusu nedensellik mantığına, bizi
çevreleyen ve bize dayatılan olayların gelişimi dizisinde insan
seçiminin hiçbir etkisi olmadığı fikrini ekler. Determinizm,
aynı zamanda, nedenselliği formüle ederken işin içine bir de
bizim davranışlarımızın ne olacağı konusunda belirleyici olan
Tanrı türü bir özneyi sokan önceden belirlenmişlikten de
ayrılmalıdır. Determinizm sık sık özgür irade ile karşı karşıya
getirilmiştir. Oysa nüanslar öylesine incedir ki, bu ikisi bu
kadar basitçe karşıt görülemez. Çünkü determinizm insan
seçimini kabul ederek bu seçimin olaylar konusundaki büyük
matrise edimler olarak girmesine olanak tanıyabilir.
DİL
Wittgenstein gibi filozoflar için dil felsefi sorunların
yüreğidir. Sözcüklerin belirsizliği ve tembelce kullanılması
gayet samimi duygularla tartışılan, ama doğru bir biçimde
irdelense buharlaşacak olan nice meselenin ortaya çıkmasına
yol açar. Ancak, her ne kadar tartışmalı konuları irdelerken
daha açık seçik bir yazı biçimini savunmayı ısrarla sürdürsek
de, Wittgenstein’ın tezi, ben, zihin, beden, töz ve benzeri
konularda felsefi sorunları ortadan kaldırmış değildir. Benzer
tarzda, önermeleri ve argümanları sembolik mantığa
indirgemeyi hedefleyen yaklaşımlar da, büyük heyecan
yaratmış olsalar da felsefeyi dikensiz gül bahçesi haline
getirmemişlerdir.
Wittgenstein için dil, kurallarını içinde yaşadığımız toplumda
öğrendiğimiz bir oyundur. Bu oyun bize dilde neye izin


verilebileceğini, neye verilemeyeceğini öğretir, ama birçok
oyun türü vardır ve felsefeciler bir oyunun kural ve
anlamlarını başka bir oyuna taşıdıklarında sorunlara sebep
olurlar. Öyleyse, kullandığımız dil (aynen tenis oynamanın
bize tenisi anlamak ve ondan zevk almak bakımından bir araç
sağladığı gibi) bizim dünya görüşümüzü biçimlendirir, çünkü
ancak sözcükler ve onların görünürdeki anlamları
aracılığıyladır ki şeyleri anlayabiliriz. Wittgenstein olgun
çağında şöyle diyordu: Bütün sözcüklerin, dışımızdaki şeylere
işaret etmesi gerekmez. “Merhaba” ve “hoşçakal” gibi
sözcükler neye işaret edebilir ki? Bunlar birbirimizi anlama
oyununun unsurlarıdır ve dolayısıyla herhangi
bir göndergeden bağımsız olarak vardırlar.
Bu gelenek çerçevesinde, felsefeye kullanılan kelimeler
aracılığıyla yaklaşılır, bize berraklaşma yoluyla aydınlanma
vaat edilir. Buna bağlı olarak, bu tür felsefeciler “anlam”,
“doğruluk”, “kullanım”, “referans” ve benzeri sözcüklere ilgi
duyarlar ve kullandığımız sözcükleri ciddiye almamızı talep
ederler. Bu felsefeciler için öğrencilerine “Peki ama A ile ne
kastediliyor?” diye sormak sıradan bir olaydır. Bunun anlamı,
öğrenci terimlerini tanımlarsa daha iyi bir pozisyonun
üretilebileceğidir - ya da dilin daha iyi kullanılmasıyla
sorunun kendisi buharlaşacaktır. Ama öte yandan, “anlam” ve
“kullanım” gibi sözcükler üzerinde durmamız istenir; oysa
günlük kullanımda bu ikisinin yolları ayrılır. Bu da ilgi çekici
bir şeydir, bazen anlam kullanımın peşine düşer, bazen
kullanım anlamın.
Anlamlar önemli midir? Buradaki içerme sözcüklerin bir şeye
işaret ettiğidir, ama işaret etmeyle birlikte bir dizi sorun


ortaya çıkar. “Köpek” şuradaki nesneye işaret eder; öyleyse
bir sözcük telaffuz ettiğimde, zorunlu olarak bir şeye işaret mi
etmiş oluyorum? Ayrıca, sözcüğün bir anlam ifade etmesi için
o şeyin maddi bir varlığı mı olması gerekiyor? Mantıksal
pozitivizmin dil konusundaki tavrı buydu, ama bu tavır,
Wittgenstein’ın da belirttiği gibi, kısa sürede iflas eder, çünkü
bütün sözcüklerin fiziksel ve teşhis edilebilir bir statüsü
yoktur. Ağrı çekiyorum, ama siz benim ağrımı göremezsiniz,
ne de ben onu kendi dışıma çıkararak size dilimi gösterir gibi
gösterebilirim. Peki, bu bazı anlamların ya da bütün
anlamların yaratıcısının ben olduğum anlamına mı geliyor?
Eğer öyleyse, benim dünyam benzersiz ve ayrıcalıklıdır.
Wittgenstein, zihnin mahrem yönleri hakkında bir şeyler
telaffuz etmek için zorunlu olarak bir toplumsal
oyilllıl katıldığımızı deklare ederek bu tür bir yaklaşımı
reddediyordu.
Dil üzerine düşüncelerin, zihin felsefesi ile sıkı bağlar içinde
olduğu ortaya çıkıyor. Eğer zihin bedenden ayrılabilir bir şey
gibi düşünülüyorsa, bu, iletişim aracı olarak kullandığımız
dile nasıl bir statü kazandırır? Dil, kullandığımız sözcükler
aracılığıyla kanıtlanmış olan gayri maddi dünyanın temsili bir
kısmı mıdır, yoksa zihin bedenin ayırt edilebilir ama
ayrılamaz bir yönü ise, telaffuz ettiğimiz sözcükler yalnızca
yaşadığımız maddi dünyanın işaretleri midir ki bundan dolayı
anlam ve gönderge bakımından katı bir analize tabi
tutulsunlar? Dil zihinden sözcüklerin ontolojik statüsüne,
metafizik vizyonlara, epistemolo-jik gerekçelendirmelere
döner.


Bazen sözcükler güçlerin cisimleşmesi gibi düşünülür. Burada
mistik inançlara ya da fantezi yapıtlarına geri dönüş özlemi
var gibidir, ama felsefe sözcüklerin potansiyelini bütünüyle
reddetmez. Sözcük üzerine düşünen skolastik felsefeciler
sözcüklerin (özellikle tümellerin) sözü edilen tümele işaret
etmek bakımından gerçek mi (bu Duns Scotus’un “realist”
pozisyonu idi),
yoksa gerçek bir anlamı olmayan, icat edilmiş sesler mi (bu
da Ockham’h William
>
ın “nominalist” pozisyonu idi) olduğu
konusunda bölünmüşlerdi. Realist pozisyon, sözcüklerin
kendi Platonik idealleriyle zorunlu bir ilişki içinde olduğu,
dolayısıyla öteki varlığa işaret ettiği anlamına gelir.
Kuşkucular böyle bir pozisyonun modern bilim dünyasında
savunulabilir olup olmadığını sorabilirler, ama bu,
sözcüklerin, Wittgenstein
>
ın işaret ettiği oyun kurallarıyla
birlikte düşünülmesi gerektiğini ve üzerlerinde bir dizi
kültürel anlam taşıdığını unutmak demektir. “Güzelsin”
demek, sözcüklerin güçlerine işaret eden bir dizi sonuç ve
beklenti doğurur. Bu güçler psikolojik, toplumsal ve kişi-
lerarası anlamlar üzerinde yükselir. Çoğu zaman bu
biçimsiz kavramlardır ki felsefecilerin hayatını ya abat eder
ya da zehir.


DİN
Her ne kadar ilk bakışta mantıksal olarak din felsefesinin
merkezinde Tanrı’nın yer aldığı düşünülebilirse de, bu alanda
dikkatimizi çeken başka boyutlar da mevcuttur. Bunlar
tektanrıcı-lığı (ya da daha gelen olarak “tin”i benimseyerek
herhangi bir Tanrının varlığını) reddedenlerin de ilgisini
çekecek konulardır.
Dinin başka bilgi biçimlerine göre statüsü ne olmalıdır?
Bilimci, örneğin Richard Dawkins, dinin argümanlarının
analitik, mantıksal ve ampirik biçimde ele alınmasından
yanadır: Dolayısıyla, eğer din, evrenin yaratılış teorisini
savunuyorsa, bu da evrenin kökenine ilişkin Öteki rakip
teorilerle birlikte test edilmelidir.
Tarihsel olarak bakıldığında, Batı’da kiliselerin yüzyıllar
boyu sahip oldukları politik denetimden 17. yüzyıldan
itibaren kurtulmaya başlayan modern filozoflar, teolojiyi
önemsizleştir-meye yöneldiler, bazı bakımlardan Platon’un
dine yönelttiği incelikli sorgulamaya geri dönmüş oldular:
Şeyler, Tanrı bize onların iyi olduğunu söylediği için mi
iyidir, yoksa kendi içlerinde mi? Bu kışkırtıcı bir sorudur,
çünkü Tanrı iyinin doğasını kolaylıkla değiştirebiliyorsa, bu,
Tanrı’nın neden fikrini değiştirdiği konusunda bazı ilginç
meseleleri gündeme getirmenin yanısıra, Tanrı’nın fikrini
değiştirdiğini nasıl bilebileceğimiz konusunda epistemolojik
birtakım mülahazalara yol açar.


Kimileri Tanrı’yı kişisel olarak “tanıdıkları”™ ileri sürebilir.
Ama nereden diye sorulduğunda, geçmişte derlenmiş ve yeni
kuşaklara aktarılmış kutsal metinlere dönebilirler. Oysa
metinler kavrama, odaklaşma, vurgu meseleleri ve çeviri
sorunları ile karşı karşıyadır. Ya da kendi kalplerini veya
zihinlerini öne sürerler: Tanrı’yı kendi duyguları aracılığıyla
tanımaktadırlar. Bu tür bilgi ayrıcalığı dini otoriteler
tarafından çok nadiren kabul edilir. Hıristiyan kilisesinin
yalnızca daha bireyci eğilimdeki mezhepleri Tanrı konusunda
kişisel bilgiyi duygular veya öyle* sine bilmek temelinde
gerekçelendirir. Ne var ki, “İsa’nın bamı yoksulluk içinde
yaşamamı emrettiğini biliyorum” türünden tutarsız veya
çelişik mesajlar, bu tür açıklamaların bilgi değerinden eksiltir.
Olağanüstü iddialar olağanüstü gerekçeler gerektirir, bunlar
ise hiç görülmez.
Tanrı’nın, evrenin ve olası bir öteki dünyanın doğası hakkın-
daki büyük meselelerin ötesinde, Tanrfnın inayetine (grace)
mazhar olma meselesi vardır. Bazı insanların Tanrı’ya ve
Cennete erişeceği önceden belirlenmiş midir yoksa kimin
Cennete gireceğini sırf ahlaki davranış mı belirler? Kimileri
bir insanın kendi çabalarıyla Cennete gidip gitmeyeceğini
belirlemesi olanağım reddeder, kimin testi geçeceği, kimin
reddedileceği konusunda bütün kontrolü Tanrı’ya havale eder.
Tanrı’nın inayeti işte bu demektir.
Dini düşüncenin etik alanında iyi ve kötü (hayır ve şer)
anlayışı üzerinde muazzam bir etkisi olmuştur. Günah,
Tanrı’nın yasalarını çiğnemek ve O’nun ahlaki
pozisyonundan sapmak olarak görülür. Kimileri için bu,
toplumsal düzeni muhafaza etmenin elverişli bir yöntemidir


ve bunun teoloji ile bağlan kesilebilir. Kimileri ise, çeşitli
dinlerin kutsal metinlerin yorumu ve eğirim felsefesi
aracılığıyla yaydığı fikir temelinde, kendi doğuştan gelen
kötülüklerini bir saplantı haline getirirler. Bir felsefeci ve bir
baba olarak, çocukta günah bulmanın güç olduğu
kanısındayım; ama başkalarına günahkârlıklarını hatırlatan ve
bu yolla onların itaatini sağlayanlar için bunun ne kadar
yararlı olduğunu görebiliyorum.


DÜALİZM
Düalite (ikilik), görünürde birbiriyle bağdaşamayacak iki
alana, örneğin zihin ve beden, iyi ve kötü, biçim ve içerik,
özgürlük ve determinizm ya da varlık ve oluş gibi alanlara
bölünen bir varlık veya sorunu anlatan bir terimdir. Bunların
her birinde, bir tarafın ötekini dışlayacak biçimde var olduğu
söylenir. Bu da her ikisinin de bağımsız bir varoluş
sürdürebileceğini ima eder. Buna taraf olan düşünürler de
buna yaslanarak görüşlerini geliştirirler.
Düalizm monizme karşı çıkar (üzerinde düşünmeye değer
ilginç bir ikilik!). Monizm, filozofların ortaya attığı bütün
varlık ve sorunların tek bir betimlemeye indirgenebileceğîni
ileri sürer. Örneğin iyi ve kötü ahlaki nedenlere, varlık ve oluş
varoluşa, zihin ve beden zihin-bedene indirgenir. Monistler
“Ockham’ın usturasının ikincil faktörleri işin içinden
çıkardığım ileri sürerler: Düşünceyi gereksiz unsurlarla neden
tıka basa doldurmak? Ama birçok düşünür monizmin
anlamaya hizmet etmediğini belirterek bu yaklaşımı reddeder.
Bazen bir meselenin özelliklerini ve doğasını kavrayabilmek
için uç bir biçimini incelemek anlamlıdır: Örneğin, kötüyü iyi
ile karşılaştırmak ya da zihni bedenden ayırmak gibi.
Düalistler ise ayrılığın yalnızca düşünsel amaçlarla değil,
kendi içinde ontolojik olarak geçerli olduğunu ileri sürerler.
Zihin bedenden köklü olarak farkltdtr. Denir ki, zihin
düşünür, beden düşünmez; zihin gayri maddidir,
beden maddidir. Ama o zaman neden ikilikte durmalı? Çoklu
bir bölünmeyi hak eden bazı konular da yok mudur?


Zihin ve bedeni ele alalım. Platon, Descartes, Leibniz gibi
düalistler zihnin, ebediyen yaşasa da yaşamasa da, gayri
maddi bir nesne olduğunu vurgularlar. Eğer gayri maddi ise,
ayın bedende belirsiz bir süre boyunca kalmak zorunda
değildir. Zihnim bu bedeni tahliye ederek başka bir araçtan
yararlanabilir: belki de sizin bedeninizden. Bunun gerçekte
olmaması dikilişti düş kırıklığına uğratmaz. Düşünce, diye
hatırlatır bize, ziİıinsci-dir. Her ne kadar görünürde beynin
fiziksel hallerine bağlı ise de, kafamızda hayal ettiğimiz 20
metre boyunda bir filin, siz T. S. Eliot’la geniş savanalarda
piknik yaparken sağa sola saldırmaya başlamasını algılamak
olanaksızdır. Sinir sistemi vc beyin üzerine çalışan bilimciler
ne kadar dürtseler kaksalar da kafanızdaki bu hayali gün
yüzüne çıkaramazlar. Peki, eğer düşünce, katılığı olmayan bir
şeyse nerede gerçekleşir? Düalist şöyle cevap verir: Gayri
maddi bir zihinde, zihin ile beden arasındaki ayrım da bu
yüzden yapılıyor. Peki ama gayri maddi bir zihin maddi bir
bedeni nasıl etkiler? Bu düalistlerin başını sıkıntıya sokan
bir sorudur. Çünkü ya materyaliste tavizler vermeye başlar ve
zihnin bedenle etkileşim içine girdiğini söyleyen bir teori
geliştirirler (etkileşimciler) ya da kararlı biçimde düalist kalır,
ama bölünmeyi aşma kapasitesini Tanrı’nın eline havale
ederler. Kimileri de (epifenomenalistler) herhangi bir
etkileşimi reddeder ve zihni yalnızca deneyimlerin
depolandığı bir yer olarak görüp beden hareketlerine yol açma
kapasitesinin olmadığını belirtirler. Beden ise kendi kendini
yönetir.
Başka bir çerçevede, Hegel ikiliklerin sahip olduğu içkin
ivmenin zorunlu olarak aşılacağına inanıyordu. Bunların
birbirlerine karşıtlığından bir sentez çıkar, bundan yeni bir


biçim doğar, sonunda her şey tek bir varlığa indirgenir:
Mutlak Tin.

Yüklə 1,64 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   16   17   18   19   20   21   22   23   ...   77




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©www.genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə