Devlet'i kim, nerede, ne zaman, nasıl yazdı?
Sokrates, hiç şüphesiz, Platon'dan çok daha yaratıcı,
daha erkek bir kafa idi. Kalıpları kıran, buzları eriten
herkesin alışık olduğu düşünüşten başka türlüsünü
getiren her halde Sokrates idi. Bu adam üstüne
bildiklerimiz o zaman için az sayılmaz. Ama onları hiç
bilmesek bile, Platon gibi değerli bir insanın
düşünebildiği en değerli şeyleri kendisine mal ettiği
insanın, zamanında gençler üstüne ne türlü bir etkisi
olduğunu, böyle bir etkisi olabilmek için de ne yaman bir
kafası olduğunu düşünün! Bizim eski dünyamızda buna
benzer bir durum Şems'le Mevlana arasındaki
kaynaşmadır. Şems de Sokrates gibi dünyaya kitap
yerine kendini anlamış, sevmiş bir insan bırakıp gidiyor.
Platon gibi Mevlana da bütün düşüncesini ve sanatını
bir büyük dostun emrine, hizmetine koyuyor. Dar
kafaların öldürdüğü Sokrates gibi Şems'in ölümü de
yepyeni bir düşünüş ve duyuş akımının başlangıcı
oluyor.
Bütün diyaloglarda olduğu gibi, hangi düşüncelerin
nereye kadarının Sokrates'in veya Platon'un olduğunu
bilemeyiz. Bu iki insan bir potada eriyip birbirine
karışmış, kaynaşmış gibidir. Gerçi Platon'u bir yazar, bir
sanatçı olarak yalnız başına düşünebiliriz. Devlet'te
Sokrates'in söyledikleri gerçekten kendi düşünceleri de
olsa, onları Sokrates'in ölümünden yıllar sonra derleyip
toparlayıp kendi dilediği gibi düzene sokan Platon'dur.
Tanıdığımız Sokrates ise Platon'un tanıttığı, dilediği gibi
konuşturduğu bir Sokrates'tir. Resim modeline ne kadar
benzerse benzesin, resmi yapanın eseridir elbet. Ama
bir filozof olarak Platon'un, Sokrates'in eseri olduğu su
götürmez. Kısaca: Devletin babası Sokrates, anası
Platon'dur diyebiliriz.
İnsan düşüncesinin bir dönüm noktası olan
Sokrates'in kim olduğunu, nasıl yaşayıp öldüğünü az
çok biliyoruz: Milattan önce 468 yılında doğmuş ve 400
yılında ölmüş. Bütün ömrü Atina'da geçmiş. Babası
heykel ustası, anası ebeymiş. Erkenden dökülmüş
saçları, yuvarlak yüzü, irice burnu ile kaba görünüşlü,
filozoftan çok hamala benziyen bir adammış. Gelişigüzel
giyinir, yaşar, kendi evinden çok başkalarının evinde yer
içer, karısına, çocuklarına boşverir, her gün çevresini
saran gençlerle şurada burada akşamlara kadar çene
çalarmış. Bir savaşta Alkibiades'in hayatını kurtaracak
kadar gözü pekmiş. Her çeşit insanla ahbapça, dobra
dobra konuşur, her düşündüğünü herkese açıkça söyler,
Devlet'in politikasına da yalnız seyirci ve tenkidci olarak
karışırmış. Konuşmalarında asıl güttüğü amaç, herkesi
bildiği, inandığı şeyden şüphe ettirmekmiş. En çok
söylediği iki sözden biri: Benim tek bildiğim, bir şey
bilmediğimi bilmektir, öteki de: Kendini tanı; sözü imiş.
Gençliğin ahlakını bozuyor diye 275'e karşı 281 oyla
ölüme mahkûm edildiğinde ne kendini kurtarmak için
düşüncelerinden kısıntı yapmış, ne de kaçabileceği
halde kaçmış; dostları arasında baldıran zehirini, şarap
içer gibi içmiş!
Platon olmasa Sokrates üstüne bildiklerimiz, aşağı
yukarı bunlar olacaktı. Hoş Platon da bize hayatı üstüne
fazla bir şey öğretmiyor; ama diyalogların her satırında
Sokrates bir Tanrı gibi hazır ve nazır'dır. Diyaloglarının
ve hele Devlet'in yazılmasına asıl yol açan olay da
Sokrates'in ölümüdür. Bu ölüm aynı zamanda bugün
bizim Garplı dediğimiz kafanın da kaynağı sayılabilir.
Onun için Sokrates'e baldıran zehirini içirten olaylar
üzerinde durmak istiyoruz.
Sokrates'in ölümü, Atina ile Sparta'nın birleşip İran
ordularına karşı kazandıkları zaferle, yani Sokrates'in
doğmasından iki yıl önce hazırlanmaya başlar. Ortak
düşmana karşı Sparta kara kuvvetleri, Atina ise deniz
kuvvetleriyle katılmıştı. Zaferden sonra Sparta'nın
ordusu başına dert oldu; memleketi sömürdü. Atina ise,
savaş için hazırladığı filoyu, ticaret için kullandı,
dünyaya açıldı, dünya Atina'ya geldi; Atinalılar
kendilerine hiç benzemeyen, kendileri gibi düşünmeyen
bambaşka insanlarla tanıştı. Değişik insanların bir araya
gelmesi,Atina'da
eski
inanışların,
düşünüş
geleneklerinin yıpranmasına yol açtı. Deniz yolculukları
Atinalıları yıldızları bilmeye, yıldızlar da evrenin
sınırlarını araştırmaya götürdü. Atina'da bir yandan eski
inanışları yıpratan, bir yandan da yeni bilgiler edinmeye
çalışan ve sonradan filozof (bilgisever) adını alan bir
takım aydınlar türemeye başladı. Bunların bir kısmı,
Thales ve Herakleitos gibi Anadolu filozoflarının
ardından giderek insanın yaşadığı dünyayı, havayı,
suyu, ateşi, toprağı, yani fizik gerçeği aydınlatmaya
çalışıyorlar; bir kısmı da akıllarını yalnız bütün inanışları
çürütmekte, her şeyin püf noktasını bulmakta
kullanıyorlardı. Birinciler için önemli olan insan dışı
gerçekler, ikinciler içinse daha çok insan içi gerçeklerdi.
Fizikçiler insanla ilgili sorunları (meseleleri) küçümsüyor,
sofistlerse, hiçbir sonuca varmaksızın da olsa, yalnız
insafla ilgili sorunları ele alıyorlardı. Sokrates'in doğduğu
yıllarda Atina'da daha çok sofistlerin sözü geçiyordu.
Doğrusunu isterseniz, Sokrates fizikçilerden çok
sofistlerden yanadır. Bu okuyacağınız kitapta bile aslan
payı fizikçilerden çok sofistlerindir; çünkü Devlet, insan
dışından çok, insan içine çevrik bir kitaptır. Uzun sözün
kısası, Sokrates sofistlerle birlikte demek istiyor ki,
insanın hayatı dünyanın hayatından daha önemlidir; asıl
bilgi dünyayı değil, insanı bilmektir. Tanrılar evreni
yönetedursun, insan kendi hayatını yönetmelidir; iyi ile
kötüyü, doğru ile eğriyi ayırdetmesini öğrenip hem
kendini, hem başkalarını adam etmelidir. Bütün
bilimlerin amacı insanların daha iyi insan olmalarını
sağlamaktır. Sokrates böylece felsefeyi tabiattan çok
insana, fizikten çok ahlaka bağlamış; filozofu ister
istemez dünya işlerine, politikaya, günlük sorunlara
karıştırmış oluyordu. O kadar ki, düşüncelerinden çıkan
sonuca göre, ya devlet adamının filozof, ya da filozofun
devlet adamı olması gerekiyordu.
Atina'da demokrasi ile felsefenin sarmaş dolaş
olduğu, ya da birbirini didiklediği yıllarda sofistler
arasında iki düşünce çatışıyordu: bunlardan birine göre
insanlar doğuştan iyi ve eşittirler; toplumun kötü düzeni
onları bozuyor; güçlüler güçsüzleri eziyor; kanunlar
güçlülerin elinde güçsüzlere karşı bir silah oluyor. Öteki
düşünceye göre ise, insanlar doğuştan ne iyi, ne de
eşittirler. Yalnız güçlü ve güçsüzler vardır; güçlünün
güçsüzü yönetmesi, ezmesi tabiat gereğidir ve
doğrudur; insan haklı olmaya değil, kuvvetli olmaya
bakmalıdır. Bu iki düşünceden biri daha çok Atina, öteki
daha çok Sparta devletinden örnek alıyordu. Biri daha
çok halkçıların, öteki daha çok aristokratların ya da
zenginlerin ekmeğine yağ sürüyordu.
İşte Platon’un Devlet diyaloğunun kaynağı bu iki
düşüncenin çatışmasıdır. Sokrates gerçi açıkça hiçbirini
desteklemiş değildi. O, devletin başına en akıllıların
gelmesini istiyor, nerede olursa olsun, yalnız akla uygun
olanı arıyordu. Ne var ki, içinde yaşadığı Atina
demokrasisinin akla uymıyan tarafları çoktu. Sokrates
de
aklının
dikine
gittikçe
durmadan
düşman
kazanıyordu. 400.000 Atinalının 250.000'i hiçbir siyasal
hakkı olmıyan kölelerdi. Geri kalan 150.000 yurttaştan
da küçük bir azınlık Büyük Meclis'e girebiliyor, devleti
yönetenler yurttaşlar listesinden alfabe sırasına göre
seçiliyordu. Böylece her halk çocuğu her an, devleti
yöneten 1000 kişinin arasına girebiliyordu. Ama şu ya
da bu değeri, bilgisi olduğundan değil, yalnız halk
çocuğu olduğundan, Sokrates herkesin başa geçme
hakkını doğru bulmakla birlikte, başa geçenin en değerli
yurttaş olmasını istiyor. Bunu istemekle de devleti
çoğunluğun değil, seçkin bir azınlığın yönetmesini
istemiş oluyordu ki, bu da bir yandan halk çocuğunun
bilgisizliğini yüzüne vurmak, öte yandan kendilerini en
değerli azınlık sayan aristokratların ve zenginlerin halk
düşmanlığını ister istemez haklı çıkarmak demekti.
Demokrat Atina'nın bütün korkusu da, onların
kuvvetlenip devleti elde etmeleriydi. Nitekim Sparta'nın
desteklediği demokrasi düşmanları, Kritias'ın önderliği
ile baş kaldırmaya hazırlanıyorlardı. İşte bu Kritias,
Platon'un amcalarından biriydi. Baş kaldırma suya
düştü. Kritias öldü. Demokratlar bu baş kaldırmanın
arkasında haklı, haksız Sokrates'in parmağı olduğunu
sandılar. Hem bu Sokrates de çok oluyor artık dediler;
ne Tanrılara saygısı var, ne atalara, ne devlete! Herkesi,
her şeyi eleştirmeye, akla vurup çürütmeye kalkıyor;
gençlerde hiçbir şeye inanç bırakmıyor.
Sokrates böylece, baş kaldırmaya katıldığı,
başkalarını baş kaldırmaya zorladığı için değil; serbest
düşündüğü, eski düzenin temellerini sarstığı için ölüme
mahkûm oldu. Zaferi aristokratlar ve zenginler
kazansaydı, Sokrates kurtulur muydu? Hiç sanmıyoruz.
Çünkü, Sokrates en güçlülerin değil, en akıllıların başa
geçmesini istiyordu, bunu istemekten de hiçbir güç,
hiçbir düzen alıkoyamayacaktı onu. Üstelik belki
Kritias'ın ve Platon'un dostluğundan da olacak,
diyaloglar yazılmayacak, Sokrates'in düşünceleri bize
kadar gelemeyecekti. Sokrates'in ölümü vaktinden önce
öten horozun ölümü gibidir. Ölmek, onun düşüncesinin
kaçınılmaz sonucuydu. Bir bakıma da en büyük eseri
ölümüdür. Onun için bu ölümü size -okuyacağınız
Devlet'in de belki asıl kaynağı olduğu için- Platon'un
ağzından anlatacağız:
...Sokrates: “Artık gidip yıkanma zamanı geldi. Zehiri
içmeden önce yıkanmak yerinde olur sanırım. Bir ölüyü
yıkama işini kadınlara bırakmamalı” dedi. O zaman
Kriton söze karıştı: “Peki Sokrates, dedi; buradakilerden
ve benden, çocukların ve daha başka şeyler üstüne
isteklerin nedir? Ne dileğin varsa şöyle; sevdiğimiz için
seni, canla başla yaparız”. “Ne mi istiyorum sizden?
dedi, her zaman ne istedimse onu: Kendi kendinize iyi
bakın, böylece hem benim için, hem benimle ilgili her
şey için, hem de kendiniz için gereğinde yapılacak olanı
seve seve yaparsınız; şimdiden söz vermeseniz bile.
Ama kendinize bakmazsanız, eskiden ve bugün
konuştuklarımızdan
çıkan
sonuçlara
göre
yaşamazsanız, ne kadar söz verseniz, ne kadar yemin
de etseniz boştur”. “Peki öyle olsun”, dedi Kriton:
“elimizden geleni yaparız. Ama nasıl gömelim seni?
Onu söyle bari”. “Nasıl isterseniz öyle. Ölünce artık
tutamazsınız ki beni, kaçmış olurum elinizden”.
Bunları söylerken tatlı tatlı güldü, bize doğru
bakarak:
“Dostlar”,
dedi,
“Kriton'u
bir
türlü
inandıramıyorum ki, asıl Sokrates şu anda sizlerle
konuşan, her sözüne belli bir düzen veren Sokrates'tir.
Ona kalırsa, ben biraz sonra ölecek olan Sokrates'im.
Nasıl gömüleceğini sorduğu Sokrates...”
Bu sözler üzerine Sokrates kalktı, yıkanmak için
başka bir odaya gitti. Kriton da onunla gitti, bekleyin,
dedi bize. Biz de kendi aramızda konuşarak bekledik, o
gün orada söylenen sözler üzerinde durduk. Başımıza
gelen felaketin büyüklüğünü, Sokrates'te bir baba
kaybettiğimizi, ömrümüz boyunca yetim kalacağımızı
söyledik birbirimize.
Yıkandıktan sonra, çocukları geldi yanına, (İkisi çok
küçük, biri büyükçe üç çocuğu vardı). Kadınlar da girdi
içeri. Sokrates onlarla Kriton'un yanında konuştu,
öğütler verdi, son isteklerini söyledi. Sonra kadınlarla
çocukları dışarı çıkarttı, bizim yanımıza geldi.
Bir hayli kalmıştı yandaki odada; güneş de batmak
üzereydi. gelir gelmez oturdu, fazla bir şey konuşulmadı
artık. On birlerin adamı içeri girdi, Sokrates'in önüne
gelerek: “Sokrates, dedi, sen başkaları gibi değilsin;
onlara hâkimlerin adına zehiri içmelerini söylediğim
zaman kızıyorlar bana, küfrediyorlar. Sen buraya gelmiş
insanların en değerlisi, en anlayışlısı, en iyisisin. Bunu
birçok davranışların gösterdi bana. Bugün bile, bana hiç
kızmadığını görüyorum. Ölümüne kimlerin sebep
olduğunu, kimlere kızman gerektiğini biliyorsun da
ondan... Haydi uğurlar olsun. Madem kurtuluş yok, bari
rahat ölmeye çalış”. Sözlerini bitirirken başını arkaya
çevirip ağladı ve gitti. Sokrates arkasından: “Sana da
uğurlar olsun, dediğin gibi yaparım” dedi. Sonra bize
döndü: “Ne iyi adam, dedi, buraya geldim geleli sık sık
görmeğy geldi beni; zaman zaman da konuştuk onunla;
az bulunur böylesi; bugün de candan ağladı benim için.
Haydi Kriton, dediğini yapalım adamın. Getirsinler zehiri
hazırsa, değilse söyle de ezsinler”. O zaman Kriton;
“Evet ama, dedi, güneş daha batmadı sanıyorum,
dağların üstünde olacak. Hem sen de bilirsin ki, çokları
zehiri geldikten çok sonra içerler. Daha önce güzel
yemekler yer, şarap içerler; bazıları isterse dilediği ile
sevişir bile. Madem vakit var, acele etme sen de”.
“Kriton, dedi Sokrates; o adamlar böyle yapmakta
haklıdırlar, çünkü bununla bir şey kazandıklarını
sanırlar; bense yapmamakta haklıyım, çünkü bir şey
kazanacağımı
sanmıyorum.
Zehiri
biraz
daha
geciktirmekle kendi kendime gülünç olurum; hayata
boşuna yapışıyorum, tükenmek üzere olan her şeyi
tutmaya çalışıyorum diye. Haydi, haydi dediğimi yap,
boyuna karşı koyma bana”.
Bunun üzerine Kriton köşede bekleyen uşağa işaret
etti. Uşak çıktı, biraz sonra zehiri verecek adamla
döndü. Bu adam ezdiği zehiri bir tas içinde elinde
tutuyordu; onu görünce Sokrates: “Gel bakalım ahbap,
dedi; bu işleri en iyi bilen sensin, söyle bana
yapacağımı”. “Kolay, dedi adam, içtikten sonra odanın
içinde dolaşırsın, bacaklarında bir ağırlık duyunca
uzanırsın, zehir de yapacağını yapar”. Bu söz üzerine
tası uzattı. Sokrates tası aldı ve inanır mısınız
Ekhekrates? Ne kılı kıpırdadı, ne rengi attı, ne bir şey.
Her zamanki boğa bakışını, alttan alttan adama
çevirerek: “Ne dersin? dedi, bu içkiden Tanrı için biraz
dökmeye izin var mı, yok mu?” “Sokrates”, dedi adam,
“zehiri tam yeteceği kadar eziyorum”. “Anlıyorum”, dedi
Sokrates, “ama her halde Tanrılara dua etmeme izin
vardır; öteye gidişim daha kolay olsun diye; dilerim öyle
olsun”.
Bunu
söyler
söylemez
hiç
yüzünü
buruşturmadan tası su içer gibi dibine kadar dikti.
O ana kadar hepimiz ağlamamak için kendimizi
tutmuştuk, ama zehiri içtiğini görünce dayanamadık
artık. Ben de boşandım. Başıma çektiğim örtünün
altında ona değil, kendi kendime böyle bir insanın
dostluğundan olacağıma ağlıyordum. Kriton benden
önce boşanmış, kalkıp uzaklaşmıştı. Başından beri
ağlayıp duran Apollodoros, şimdi göz yaşlarına acılı,
öfkeli bağrışmalarını da kattı. Onun bu hali Sokrates'ten
başka oradakilerin yüreklerini sarstı. Sokrates: “Ne
oluyorsunuz”, dedi, “ne tuhaf adamlarsınız, insan böyle
uğursuz sözler duymamalı ölürken, haydi tutun
kendinizi, dayanıklı olun!” Bunu duyunca utandık hep,
yaşlarımızı tuttuk. O, odada dolaşıp duruyordu. Bir ara,
bacaklarım ağırlaşıyor, dedi. Adamın söylediği gibi sırt
üstü uzandı. O sırada adam elini bastırıp Sokrates'in
bacaklarını
yokluyordu.
Ayağını
kuvvetle
sıkıp
Sokrates'e acı duyup duymadığını sordu. “Hayır” dedi
Sokrates. Adam daha yukarıları sıktı ve bize katılaşıp
soğumaya başladığını gösterdi. Göğsüne dokunarak,
soğuma yüreğine yaklaşınca gidecek, dedi. Soğuma
karnına doğru yayılmıştı ki, yüzüne örttüğü örtüyü
kaldırdı, şu sözler dudaklarından çıkan son sözler oldu:
“Kriton”, dedi, “Asklepios'a bir horoz borcumuz var,
dostlar ödemeyi unutmasın sakın”. “Peki öderiz”, dedi
Kriton, “başka bir diyeceğin yok mu?” Cevap vermedi
Sokrates, bir an sonra birden kasıldı. Adam yüzünü
iyice açtı, Sokrates'in bakışı donmuştu. Bunu görünce
Kriton ağzını ve gözlerini kapadı.
İşte
Ekhekrates,
dostumuzun,
zamanımızda
tanıdığımız insanların en iyisi, en bilgesi ve en
doğrusunun ölümü böyle oldu. (Phaidon: 115-118).
Sokrates öldüğü zaman Platon yirmi sekiz
yaşındaydı. Yakışıklı, güçlü kuvvetli bir insandı.
Omuzlarının genişliğinden ötürü sonradan Platon adını
almış derler. Soylu, zengin bir ailenin çocuğuydu.
Çağında görülebilecek en iyi eğitimi görmüş,
matematikte
ve
şiirde
erkenden
sivrilmişti.
Olimpiyatlarda yarış kazanmış ünlü bir atletti. Kısacası
filozof olması en az beklenecek delikanlılardan biriydi.
Sokrates'in konuşmalarını ilkin bir zeka yarışması olarak
çekici bulmuş olabilir. Ama bu konuşmaların tadına
vardıktan sonra kafa sporunun ötekilerden çok daha
önemli, Sokrates'in bütün şampiyonlardan çok daha
üstün olduğunu anlıyor. Sevgili hocasının ölümüyse ona
düşüncenin hem bir tek insanın, hem de bütün
insanların hayatına neler getirebileceğini öğretiyor.
Denebilir ki, Platon bütün ömrünü Sokrates'i
öldürmeyecek, tersine onu ve onun gibileri baş tacı
edecek bir toplumun, bir devletin kurulabileceğini
düşünmekle geçirmiştir. Hele okuyacağınız diyalog bu
kaygının ta kendisidir.
İlk işi Sokrates'i öldürten demokrasiden uzaklaşıp
dünyayı dolaşmak oluyor. Nerelere gittiği pek bilinmiyor:
Mısır'a, İtalya'ya, Anadolu'ya, hatta Hindistan'a gittiğini
ileri sürenler var. Her halde on iki yıl yok oluyor ortadan,
Atina'ya kırk yaşında olgun bir insan olarak dönüyor.
Atina yakınında bir kır evine yerleşiyor, sonradan dünya
akademilerine adını verecek olan Akademos'un
bahçesinde gençlerle buluşup Sokrates gibi kendini
sevdiren bir hoca oluyor. İşte Platon filozofi ile sanat
sevgisini birleştiren, insan düşüncesini bir çeşit tiyatro
yoluyla anlatan diyalog çeşidini o zaman yaratıyor. Bu
arada Platon, Sicilya'nın zorbası Kral Dionysios'un
sarayına
gidip
orada
düşündüğü
devleti
gerçekleştirmeyi deniyor; ama ne filozof olmaya, ne de
devleti filozoflara bırakmaya yanaşmayan kral, Platon'u
kapı dışarı ediyor. Tekrar düşünce bahçesine dönen
Platon artık seksen yaşına kadar hem çevresindeki,
hem de gelecek yüzyıllardaki gençlerle en iyi devletin
nasıl olabileceğini tartışmakla yetiniyor.
Ne Yunanistan'da, ne de belki hiçbir yerde
gerçekleşmeyeceğini anladığı en iyi devleti Sokrates'le
birlikte bir kitapta kuruyor. Diyaloglarının en güzeli
değilse bile -çünkü güzel sözü daha çok Şölen'e
yakışıyor- en zengini, en yüklüsü olan Devlet 'te Platon
insanlara bütün duygu ve düşüncelerinin, bütün sevgi ve
öfkelerinin, şüphe ve hayallerinin özetini veriyor. En iyi
devletin bir ütopya olduğunu biliyor elbet, biliyor ama,
kurulsun kurulmasın, herkesin böyle bir devlete, yani en
doğruya yönelmekle adam olacağına inanıyor. Herkes
böyle bir devleti varsayıp onun kanunlarına göre
yaşasın, diyor.
Sabahaddin Eyüboğlu - M. Ali Cimcoz
Document Outline - Açıklamalar
- Birinci Bölüm
- İkinci Bölüm
- Üçüncü Bölüm
Dostları ilə paylaş: |