PLATON:SOKRATES’İN SAVUNMASI
Sokrates'in Savunması Dil ve Tarih-Coğrafya
Fakültesi doçentlerinden Niyazi Berkes tarafından,
Jowett'in İngilizce çevirisi temel alınarak dilimize
çevrilmiş ;E.Chambry ile M.Croiset'nin Fransızca ve
O.Apelt'in Almanca çevirileri ile de karşılaştırılmıştır.
Bu
kitabın
hazırlanmasında,
SOKRATES'İN
SAVUNMASI'nın MEB Yunan Klasikleri dizisinde
1942'de yayınmlanan ilk baskısı temel alınmış ve çeviri
dili günümüz Türkçesine uyarlanmıştır.
Haziran 1
ÖNSÖZE ÖNSÖZ
Dünya
Klasikleri
dizimize
Rönesans’ın
ve
Aydınlanma Çağı’nın düşünce temelini oluşturan Yunan
klasikleriyle başlıyoruz. Dizinin ilk kitabı olarak da
“Sokrates’in Savunması’’nı seçtik. Bunun nedeni, eski
Yunan düşüncesinin en önemli adı olan Platon’un tüm
diyaloglarında Sokrates’i konuşturması. Diyaloglarda
Sokrates’in savunduğu düşüncelerin ne kadarı onun, ne
kadarı Platon’undur bilmek olanaksız; ancak bu
diyaloglar içinde Sokrates’in kişiliğinin en açık seçik
ortaya
çıktığı,
“Sokrates’in
Savunması’’dır.
Kitabınbaşına da Sabahattin Eyuboğlu ile M. Ali
Cimcoz’un ‘‘Devlet’’ çevirilerinin önsözünü aldık.
‘‘Eflatun’’ları ‘‘Platon’’ yapmak dışında tek sözcüğünü
değiştirmediğimiz bu önsöz, ‘‘Devlet’’ için yazılmış
olmakla birlikte, Sokrates’i ve özellikle Sokrates’in ölüm
karşısındaki tutumunu, ölüme ve yaşama bakışını da
anlatıyor ve çok iyi anlatıyor. Ayrıca, Sokrates’in
kendisini yargılayıp ölüme mahkûm edenleri tartışırken,
tartıştığının aslında o günün Atina devleti olduğu da bir
gerçek. Bu nedenle, Eyuboğlu ile Cimcoz’un
önsözünün, yalnızca bu kitabın değil, ‘‘Devlet’’ başta
olmak üzere, bu dizide yer alacak tüm Platon
diyaloglarının anlaşılması açısından yararlı olacağını
düşünüyoruz.
ÖNSÖZ
Okuyucu,
önsöz
okumazsın
sen,
biliyoruz,
kendimizden biliyoruz bunu. Haksız da değilsin hani.
Önsözlerin çoğu anlayışına sınır koyar; bir gözlük takar
gözüne. Öyle bir gözlük ki ne kadar güzel de gösterse
görülmüş bir dünyayı gösterir sana. Önsözü eserin
sahibi de yazmış olsa, sana dilediğini göstermeye hakkı
yoktur o eserde. Hakkı olsa da çokluk bir şey kazanmaz
bundan: kendi hakkını korurken eserinin hakkını yer;
çünkü eserle senin serbestçe kaynaşmana, onun kaşını
gözünü değil de topuğunu ya da saçlarını sevmene
engel olur. Oysa ki kendisi bile asıl senin oralarını
sevmene sevinir. Böylesine karışık bir iştir bu. Bunu
kendi eserine önsöz yazan için söylüyoruz. Bir de o
eseri bir başka dile çevirenin önsözünü düşün. Eseri
çevirmekle zaten seninle eserin ve yazarın arasına
girmiş, bir de tutup yeni bir gözlük daha vermeye
çalışıyor sana; sanki eserden ne anladığını, onu senin
de nasıl anlamanı istediğini çevirideki dili ve deyişiyle
belli etmemiş gibi! Çeviri ister istemez bir eserin
anlamını sınırlandırmadır. Çeviren ne kadar dürüst olsa
sana eserin kendincesini, bir süzgeçten geçmişini verir:
traduttore traditore. Çevirene güven olmaz, der
İtalyanlar. Ne var ki bir kitabı gerçekten, atlamadan,
dalga geçmeden okuyanlar da yalnız çevirenlerdir.
Okuyucunun anlar gibi olup geçtiği, dünya görüşüne ve
gündelik kaygılarına göre çiğnemeden yuttuğu ya da bir
kenara attığını evirip çevirmek, şu veya bu türlü
açıklamak
ve
kendi
anlayışının
sorumluluğunu
yüklenmek zorundadır; hele çevrilen kitap Platon'un
Devlet'i gibi bin bir süzgeçten geçip bin bir kalıba girmiş,
iki bin dört yüz yıldır hallaç pamuğu gibi atılmış bir kitap
olursa!
Sana sunduğumuz Türkçe Devlet elbette bize göre
bir Devlet olacak; ama bu bize göreliği bile bile yapmış,
Platon'u zorla kendi zevkimiz ve anlayışımızdan yana
çekmiş değiliz. Tersine, elimizden geldiği kadar
Platon'un havasına girmeye, deyişine ermeye, Platonca
konuşmaya çalıştık. Senin anlayacağın, Eflâtun'un yüz
yıllardır çevresine dolan kerli ferli, cübbeli, uzun sakallı,
çatık kaşlı bir sürü değerli değersiz bilginleri ite kaka
yanına sokulmak, kendisiyle senli benli olmak istedik.
Sırtımızda ne filozofların, ne de filologların yumurta
küfesi vardı; onun için de Devlet'i çevirirken kılı kırk
yarmaktan çok, anladığımız kadarını en rahat Türkçe’yle
söylemek yolunu tuttuk. Bu işi güle söyleye, Sokrates'i
kendi hocamızmış gibi kâh hayranlıkla, kâh şüphe ve
gülümsemeyle, kâh ürke ürke dinleyerek yaptık. Ama
bundan, işimizi ve kendimizi küçümsedik, ciddiye
almadık manasını çıkarma; çünkü bir yandan Platon'la
senli benli olma, bir yandan da şimdiye kadar ağdalı,
lügatli bir dille söylenmeye alışılmış sözleri halkın
Türkçesiyle söyleme çabalarımızla, hem insanca, hem
de Türkçe düşünmenin gelişmesine az çok yardım
ettiğimize inanıyoruz. Çevirimizdeki türlü eksiklikler,
aykırılıklar
ortaya
çıkınca
da
bu
inancımız
sarsılmayacak; sağ kalırsak onları seve seve
düzelteceğiz, kalmazsak bizim yerimize düzeltecek
Türklere şimdiden: Merhaba! Bu sözlerimizden işin
kolayına kaçtığımızı, kendimizi hem Platon'a hem de
sana karşı sorumlu saymadığımızı sanma; sana
verdiğimiz, bizim yapabileceğimizin en iyisidir. Dilimizin
çok daha arık, terimlerimizin hem daha Türkçe hem de
daha kesin, daha kaçamaksız olmasını isterdik. Ne var
ki, Yunanca bilmediğimiz, hem de Devlet'in rahat
okunmasını istediğimiz kadar kullanamadık. Ortalama
bir yolu bu çeviri için uygun gördük. Faydalandığımız
değişik çeviriler bilimsel değerlerine, Yunanca’dan
çevrilmiş olmalarına rağmen, çok yerde Platona pek
ağır cübbeler giydirmiş; bütün eserlerinde gündelik
konuşma dilini kullanmış, felsefeyi halkın, hatta çocuğun
senli benli, gülümser dünyasına indirmiş olan bu adamı
ağdalı, çetrefil bir yazı dili ile konuşturmuşlar. Akdeniz'in
suları gibi duru bir düşünceyi kimi zaman dibi görünmez
karanlık kuyulara çevirmişler; metinden uzaklaşmayalım
derken insandan uzaklaşmışlar. Felsefeyi ayağa
düşürmek korkusu ile halkın ulaşamayacağı raflara
koymuşlar. Ama haksızlık etmeyelim: İngiliz Jewed hiç
de öyle değil. Bizden çok önce o da Platon'un kolay
okunup anlaşılmasını, yani Platon'un kendi dilinde
yaptığını İngilizce’de yapmak istemiş. Anlamadığımız
yerleri ona sormadık, hatta bize yolumuzu bulduran da o
olmadı; ama çalışmalarımızın sonuna doğru hız ve
güven verdi bize.
Doğrusunu istersen bizim çevirimiz başkalarının
çevirileri arasından Platon'u sezinleme çabası oldu.
Yunanca metne hiç başvurmamış sayılmayız. Dördüncü
kitaba kadar klasikler arasında çıkmış ve Yunanca’dan
yapılmış çeviriden faydalandık. Sıkıştığımız yerlerde
eski Yunanca’yı bilen dostumuz Azra Erhat'a bir kelime
ya da bir cümlenin aslını kurcalattık. Platonun şu ya da
bu sözü nasıl bir ağız ve ne çeşit, ne kökten kelimelerle
söylediğini sorduk. Fransızça çevirilerin Platon'un orta
malı dilden aldığı diri ve somut kelimeleri bir hayli
soyutlaştırıp terimleştirdiğini o da gösterdi bize. Ama, ne
de olsa biz Platon'u el gözü ile tanıdık, Devlet'i kılavuzla
dolaştık. Bu yüzden baştan sona dilediğimiz kadar
serbest olamadık; eski Yunanca’nın somutluk ve dirilik
bakımından Türkçe ile yakınlığından faydalanamadık.
Bununla beraber söyleyişte olduğu kadar kelime
seçiminde de bazı ağırlıkları atmayı, metnin özüne daha
yakın karşılıklar bulmayı denedik. Buna bir örnek
verelim: Devlet'in önemli kavramları arasında adalet ve
âdil başta gelir. Bu terimleri arapça diye değil,
düşüncenin akışını bozdukları, yerlerine oturmadıkları
için değiştirmek zorunda kaldık. Buna karşılık doğruluk
ve doğru hiçbir yerde aksamadı. Bunun sebebi şu olsa
gerek: Bizim eskiler adalet ve âdil kavramlarını başı
kaba saydıkları Türklerin diline sığmayacak kadar
yüksek saymış ve bunları Kuran'ın dili ile söylemeyi,
adaleti tanrı katına yükseltmeyi daha doğru bulmuşlar.
Bunu yapan aydınlarımız adalet düşmanlarının bundan
faydalanacağını düşünmemişler. Ne bilsinler ki, günün
birinde adaletin kılıcı keskindir denince, halk bunu
padişahın kılıcı keskindir diye anlayacak, doğruluktan,
doğru adam olmaktan çıkan padişaha âdil denmesini
kimse yadırgamayacak? Eski Yunan aydını burada faka
basmamış: Adalet'i yani Devlet'in en büyük ilkesini,
Devlet'in hizmet ettiği, daha doğrusu hizmet edeceği
halkın dili ile söylemiş. Bakın Platon ya da Sokrates
adaleti, yani doğruluğu nasıl anlatmaya çalışıyor: bir
delinin eline silah vermek doğru mudur? diye başlıyor.
Siz gelin de burada doğru sözü yerine âdil sözünü
koyun! Tutmuyor. Deliye silah vermek neden doğru
değildir, diye başlayan düşünce, doğruluğun herkese en
iyi yapacağı işi vermek olduğu sonucuna varıyor.
Böylece Eflâtun doğruluktan ne anladığını halkın diline
dayanarak anlatıyor; bizim, içtimai adalet diye gündelik
hayat dışına çıkardığımız kavram, Devlet'te herkesin
doğru diyeceği bir şey, bir orta malı kavram oluyor.
Herkesin en iyi yapacağı işi yapması doğru mudur?
Doğru; öyleyse doğruluk herkesin kendi işini
yapmasıdır; doğru adam da kendi işini yapandır. Adalet,
adil kelimeleriyle bu geliştirmeyi yapamazsınız dilimizde.
Onları ancak Arapça konuşanlar Devlet'i çevirirken
kullanabilir. Kaldı ki, adalet'in, adil'in karşıtlarını nasıl
söyleyeceksiniz? Haydi adaletsizlik dediniz, (bu da
kavramı tam vermiyor ya, neyse), ya adil'in karşıtına ne
diyeceksiniz? Adil olmayan ya da gayri adil mi? Olacak
şey değil. Oysa ki eğrilik, eğri, Platon'un ne demek
istediğini kestirmeden anlatıyor; adalet gibi orta malı
olması gereken bir kavramı, bilinen bir köke bağlıyor.
Gerçi doğru yalanın ve yanlışın da karşıtıdır; ama ne
yapalım dilimiz öyle istemiş, belki bir keramet de vardır
öyle isteyişinde. Doğru adam dendiği zaman her Türk
bunu gerektiği gibi anlar, karışıklık olmaz, daha ne
istiyoruz?
Dostları ilə paylaş: |