Demek ki, farklı milletler, sesleri bile farklı telaffuz ediyorlar.
YÜZYILLARIN KALIN PERDESİ İÇİNDEN NE GÖRÜNÜYOR?
Bilgin-etnograflar için, Çinli vak’a-nüvislerin haberleri elbette çok ilgi çekicidirler. Fakat,
sâdece onların bilginlerine güvenmek câiz değildir.
Vekâyi-nâmeler, insanlar gibi, abartmalara meyillidirler. Ne yazık ki, bu, gerçekten böyle.
Hattâ en dürüst insan bile zaman zaman abartıyor; istemeyerek de olsa, bâzı ayrıntıları
bilmemek yüzünden hatâ ediyor. Bilhassa rivâyetlere güvendikleri zaman.
Eski Çinliler, tam da böyle, rivâyetlere göre yazdılar. Onlar, Türkler hakkında hemen hemen
hiç denecek kadar çok az şey biliyorlardı. Masalları kullanarak yazmışlardır. Ki, o sırada,
Türkler Çin topraklarını basmışlar ve onları ele geçirmişlerdi. Bu, Çin’de ortalığı birbirine
katmıştı.
İn’ ve Çjoy imparatorluk hânedanlarının gurûru koskoca Çin ordusu, Türk ordusuna boyun
eğmişti. Çin, boyun eğmek ve haraç ödemek zorunda kalmıştı. Bu alışılmamış komşu millet
için kullanılan “Türk”, yâni “sert/çetin”, “çok güçlü”, başka bir ifâdeyle “yenilmez” adının
buradan çıktığı anlaşılıyor... Çinliler, böyle yapmakla, kendi yenilgilerini haklı göstermiş
olmuyorlar mıydı?
Eski dönem vak’a-nüvisleri, ekseriyetle, hâdiseler, insanlar, onların ortaya çıkışları veya bâzı
isimler hakkındaki bilgilere çok meraklı oluyorlar. Bu, elbette, bizâtihî çok ilgi çekici. Fakat,
etnografya ilminin başka bilgi edinme metodları vardır.
Meselâ, Çinliler, Türklerin dış görünüşlerindeki farklılıklar hakkında bilgi vermişlerdir. Onların
bilgileri nasıl kontrol edilebilir? Onlar, Eski Altay’da açık saçlı ve mâvi gözlü, Çince “Tûkû”
veya “Dinlin”lerin yaşadıklarını ileri sürüyorlar. Böyle dış görünüşlü insanlar, bilindiği gibi,
bizzat Çin’de yoktu. Hattâ bir vak’a-nüvis, bu Türklerin maymunlara benzediklerini bile
yazmıştı; o, benzetecek başka bir şey bulamamıştı (güney Çin’de mâvi gözlü maymunlar
bulunuyorlar). Yabancıların şaşkınlığı anlaşılabilir bir durumdur; çünkü onlar böyle çehreli
insanları görmemişlerdi. Bu sebeple, eski yazarlar, Türkler hakkında yazarken, bilhassa ona,
yâni dış görünüşe işâret etmişlerdir.
Çinliler, Altay’ın doğusunda yaşayan Türk milletinin diğer kısmı, yâni “tele”ler hakkında,
tamâmen farklı yazmışlardır. Onlar, bu insanların dış görünüşlerine dikkat etmemişlerdir;
çünkü bu, onlar için alışılagelmiş bir görüntü idi.
Şu hâlde bir millet ve iki çehre mi söz konusu? Evet, öyle.
Çağdaş bilginler, Çinli vak’a-nüvislerin müşâhedelerinin doğruluğunu açık bir biçimde teyit
etmişlerdir. Bunu, seçkin akademik Mihail Mihay-loviç Gerasimov yapmıştır.
O, eski mezarlardan çıkan kafatasları ve iskeletler üzerinde, çok eskiden ölmüş insanların
yüzlerini ve figürlerini tıpatıp onarmayı öğrenmiştir. Hattâ, portrelerin en küçük ayrıntılarını
bile yapmayı başarmıştır.
Nasıl? Burada da mı ilim? Elbette. Bu ilme antropoloji diyorlar. Gerçekten, bu ilim bâzı
hârikalara muktedirdir.
Akademik Gerasimov’un yapmış olduğu heykellerin şaşırtıcı doğruluğu, herkesi hayretler
içinde bıraktı. Portrelerin doğruluğu âdetâ baş döndürücü idi. Âlim, meselâ, geçmişin seçkin
insanlarının, Rus çarı Korkonç İvan’ın, amiral Uşakov’un, büyük Türk astronomu Uluğbeğ’in
sûretlerini yeniden canlandırmıştı.
Mihail Mihayloviç Gerasimov, bâzı dâhiyâne heykellerini kurganlarda –Türklerin eski
zamanlardaki mezarlarında– bulunmuş kafataslarına göre yapmıştır. Türklerin çehrelerini
yeniden canlandırmıştır... Şimdi biz, atalarımızın nasıl göründüklerini biliyoruz. Onlara –bu
benzersiz heykellere– bakarak, insan hayretler içinde kalıyor. Böyle çehrelere, bugün,
şehirlerin ve köylerin sokaklarında rastlanıyor. Allâh’a şükür, hiçbir şey değişmemiş! Tabiî,
Türklerin çehrelerinde yine bâzı değişiklikler varsa da, Türk oldukları çok belirgindir. Ancak
bu konuda biraz sonra bilgi vereceğiz.
Şimdi, Türklerin Altay’da nasıl ve ne zaman yerleştiklerini tetkik etmeyi deneyeceğiz.
SESSİZ ODADA YAPILMIŞ KEŞİF
Babil kulesi hakkındaki efsâne, ne kadar güzel olursa olsun, bilginleri iknâ edememişti; onlar
için doğruluk önemliydi; efsânelerde ise istedikleri tam yoktu. Onların yansıttıkları hâdiseler
net değil, “mübhem”di. Ve etnograflar, arkeologlara yöneldiler.
Arkeoloji –eski çağlar ilmi–, insanların hayatlarının maddî izleri üzerinde toplumların târihini
inceliyor; insanların binlerce yıl önce nerede ve nasıl yaşadıklarını tesbit ediyor. Eski
şehirlerin buluntu harâbeleri, mezarlar, metrûk mağaralardaki ve kayalar üstündeki gözle zor
görülür resimler ve kap-kacak kırıkları üzerindeki titiz araştırmaları, arkeologları, geçmişin
tablosunu yeniden canlandırmayı denemeye götürdü.
Eski Altay, çoktandır âlimlerin dikkatlerini üzerine çekiyordu. Buradaki insansız topraklar
üzerinde, XVIII. yüzyılda, tamâmen tesâdüfî olarak, dünyânın hiçbir ülkesinde bulunmayan
eski yerleşim yerleri izleri, muazzam kurganlar, mezar anıtlar, saray yıkıntıları, heykeller ve
benzerleri keşfedildi.
Buradaki kayalar, vaktiyle eski sanatkârların bıraktıkları mânidar resimleri ve esrârengiz
yazılarıyla, âlimleri hayrette bıraktılar. Hepsi çok güzel muhâfaza olunmuştu! Ve hepsi
meçhul idi.
Bu paha biçilmez hazîneler hangi milleta âitti? Bu metrûk topraklarda kim oturmuştu? Bu
sorular uzun zaman cevapsız kaldı. Altay, esrârengiz bir hazîne adası olarak ortaya çıktı; sır,
duman gibi, onu kuşatmıştı.
Avrupalı bilim adamları, çözümsüz gibi görünen problem üzerinde yüzyıldan fazla çalıştılar;
Altay’ın geçmişini anlamak istiyorlardı. Ama hiç bir şey olmadı. Arkeoloji ilminin en iyi
akılları, cevap olacak îmâlı sözler bile bulamadılar. Ve o zaman, ilim adamları, bunların artık
yok olmuş bir milleta âit “ölü” bir yazı ve okunmalarının imkânsız olduğuna hükmettiler.
Sır, duman gibi, Eski Altay’ı sarmaya devâm etti. Onun sâkinlerinin eserleri, sanki gözler
önünde idi, bunları peyderpey buldular; fakat bu buluntular hâlâ açık bir bilgi vermiyorlardı.
Görünmez millet, kendi sırlarını olduğu gibi saklıyordu.
Altay taşları üzerindeki esrârengiz satırları ilk okuyan, Danimarkalı ünlü âlim profesör
Wilhelm Thomsen oldu. O, arkeolog değil, seçkin bir dilbilimci idi.
Dilbilim– dünyâdaki milletlerin dillerini inceleyen bir ilim. Eskileri ve bugünküleri. Bu ilim,
Türklerin sırlarını anlama meselesine hiç de az hizmet etmedi. Fakat o, son sözlerini hâlen
söylememiştir. Bu ilmin perspektifleri muazzam, buluşları hâlâ ileride.
Profesör Thomsen, arkeologlardan hiç kimsenin gücünün yetmediği şeyi yaptı. Gerçekten,
her şey, Altay’dan çok uzakta, sessiz ve sıradan bir odada vukû’buldu.
15 Aralık 1893 yılında, Danimarka’da onun buluşu duyuldu; bu, açık havada gök gürlemesi