demir kalkan hazır” dediler, Türkler o zamandan beri. Demirin yapılış sırrı, Türk milletinin
başlıca sırrı, onun kalkanı oldu.
Metalürji ocağı/fırınının sırrını ağızdan ağıza, babadan oğula naklettiler. Bu konuda sâdece en
güvenilir âileler bilgi sâhibi oldular. Bu insanlara, yabancılar yaklaştırılmıyorlardı bile.
Demirciler ve metalürji uzmanları, her zaman, Türk milletinin, belki en önde gelen
mücevherleri, hazîneleri oldular!... Meselâ, metalürji uzmanının oğluna -kazâen de olsa
rüyâda karısına ağzından bir şeyler kaçırmasın diye-, metalürji uzmanı olmayan bir sınıftan
kızla evlenmek yasaktı.
Mâhir demirciler, azizlere eş değerde idiler. Bunda bir haklılık payı da vardı. Zîrâ, demirle
Türklere görülmemiş bir refah gelmişti. Onlar, dünyânın en güçlü ve en zengin milleti
olmuşlardı. Her tarafta bronz çağı hâkimken, sâdece Türklerde, demir, gündelik hayâtın bir
parçası hâline gelmişti.
İnsanlar, Temir’in basit taşlardan (daha doğrusu, demir cevherinden) elde ettiği kıymetli
demir külçelerini ellerinde tutarak, “Temir’e bu parlak fikri kim verdi?” diye sordular. Hep
birlikte, “ona iyi kalpli Gök Tanrı verdi,” diye düşündüler.
İyi kalpli Tanrı, Altayların koruyucusu oldu. Onu, Türkçe “Gök Tanrı” veyâ “Ebedî Mâvi Gök”
mânâsına gelen Tengri diye adlandırdılar. Tengri, o zamandan beri Türkleri korudu, onların
millet olmalarına yardım etti.
O, Eski Altay’a, insanları dürüst/dindar bir hayâta sevk eden sevgili oğlu Geser’i gönderdi...
Geser, Yeryüzünde ilk Peygamberdi. O, Gök Tanrı’nın Elçisi, insanlara Tanrı’yı anlattı.
Merkezî Asyalı milletlerde Geser ve onun güzel fiilleri hakkında pek çok efsâne muhâfaza
olunmuştur. Gerçekten, yüzyıllar içinde, Geser’in ismi biraz biçim değiştirmiştir ki, bu,
milletlerin târihinde nâdir şeylerden değildir. Şimdi Türkler, onu, daha çok Keder veya Hızır
olarak isimlendiriyorlar. O, halkın hâfızasında Gök Tanrı imajıyla birlikte muhâfaza olunuyor.
O, bilge ve Yeryüzünde hayâtın kaynağının muhâfızıdır. O, kimi insanların, âsâsına dayanan
sakallı bir ihtiyar, kimilerinin de sıhhatli ve güçlü bir delikanlı olarak gördükleri ölümsüz
kahramandır.
İlgi çekici olan şu ki, Hızır (Keder veya Kederles [Hızır-İlyas]) tipine, bugün dünyânın pek
çok halkında rastlanıyor. Ne var ki, hepsinde değil, sâdece eski Türk kültürü ile, Tengri ile
sıkı bağları olanlarda... Bu, aydın bir insana çok şey anlatıyor.
Geser hakkındaki efsânelerde, Altay dağlarına refah ve mutluluğun geldiği, yeryüzünün ilkel
şeytanlardan arınmış olduğu aydınlık çağ hakkında anılar çınlıyor. Altaylılar, o zaman, zengin
demir cevheri yataklarını buldular, şehir ve kasabalar inşâ etmeye başladılar. Gök Tanrı’yı
öğrendiler... Hayat onları tanınmaz bir biçimde değiştirdi.
Eski Altay târihinin bu dönemini büyük arkeolog, profesör Sergey İvanoviç Rudenko inceledi.
Gerçekte, o, kendi kitaplarında, hiçbir zaman Türklerden söz etmedi. Altaylıları, İskitler
olarak adlandırdı.
Bunu yapması tesâdüfî değildi.
İSKİTLER – ESRÂRENGİZ HALK MI?
Sergey İvanoviç kazıları sürdürürken, o sırada Türk kültürü ile ilgili gerçeği anlatmıyor ve
yazmıyorlardı. Yasaktı! Çarlık Rusyası’nda, sonra da Sovyetler Birliği’nde bu konuda sırf bir
söz etme yüzünden, ilim adamları hapse atıldılar, hattâ kurşuna dizildiler. Yasak konuydu.
Fakat, işte İskitlerden söz etmeye izin verildi. Onların yerleşim yerlerini, mezarlıklarını
araştırmaya izin verildi. Ve ilim adamları anlattılar, incelediler. Ne var ki, her şeyi değil...
Meselâ, İskitlerin kendi aralarında hangi dille görüştüklerini, soylarının nereden geldiğini
sükûtla geçiştirdiler. Asıl, onlar kimdiler.
Bu, yedi kilit ardındaki sır olarak kaldı; daha doğrusu, ilim adamları, yasak konulara temâs
etmemekte sözleşmiş gibi suskun kaldılar. İskitler, sanki gökten düşmüşlerdi; “başka bir
gezegene âit” bir dille konuşmuşlardı. Onlar, birdenbire, şimdiki Kazakistan, Özbekistan,
Rusya, Ukrayna, Bulgaristan, Macaristan bozkırlarında ansızın ortaya çıkmışlardı. Sonra da
yok olup gitmişlerdi.
Esrârengiz bir şekilde, bir hiçten ortaya çıkmışlar ve yine esrârengiz bir şekilde bir hiçte yok
olmuşlardı. Fakat, böyle de olur mu?!
İskitler hakkında bilgi veren ilk Avrupalı, eski Grek yazarı, eski dünyâ ehli Herodot oldu. O,
Târih kitâbında, bozkır halkının hayâtından, bayramlarından ve dînî inançlarından,
geleneklerinden ve savaşma becerilerinden söz etmiştir. Hattâ, İskitlerin dış görünüşlerini,
kıyâfetlerini anlatmıştır.
Herodot, İskitlerin Avrupa steplerine doğudan, uzaklardan geldiklerini kaydeder... Ama tam
nereden? O, bu konuda bir şey yazmamıştır; çünkü, onun coğrafya bilgileri çok kifâyetsizdi.
İskitlerin, Greklerin hakkında hiçbir şey duymadıkları Altay’dan başka gelebilecekleri bir yer
yoktu.
Çok daha sonra, ilim adamları, Altay ve Türkler hakkında inceleme yaptıkları zaman,
İskitlerin Altay’dan göç etmiş Türkler oldukları düşüncesi oluştu. Daha doğrusu, bir takım
sebepler yüzünden anayurdu terk eden Türklerin bir kısmı oldukları düşüncesi.
Bu tahmin çok haklıydı; çünkü İskitlerin ve Türklerin kültürü tamâmen aynı idi. Bunlar
arasında farklar aramak, ikiz kardeşler arasında farklar aramak gibi bir şey, boşuna vakit
harcamadır.
Rusya’da İskitlerin ve Türklerin bir oldukları fikrini, üç yüz yıl önce, Rus târihçi Andrey Lizlov
dile getirmişti. Fakat, onun dile getirdiği bu gerçek, saraya uygun gelmedi ve ilim adamı bu
yüzden zarar gördü. Azak seferlerinden sonra Büyük Bozkırı işgâl eden ve hür Türk ülkelerini
Rusya’nın sömürgesi yapan Türk milletinin can düşmanı Çar I. Petro, bu fikri beğenmemişti.
Şimdi, onun için mühim olan şey, Rusya’nın ve Ukrayna’nın yerli halkının, burada
kâlubelâdan beri yaşan Türkler olduklarını gizlemekti. O, Türk milletinin, sözde, hiçbir zaman
Vatanları ve kültürleri olmadığını söyledi. Böylece, Rus târihinde Türk milletinin yerine,
“vahşî göçebeler” ve “pis Tatarlar” göründüler.
Çok geçmeden, Rusya’ya sınır ötesinden ilim adamları getirildi; yazılı veya sözlü, İskitleri
Slav olarak göstermeleri ve Türkleri ise, her yerde, vahşî göçebeler olarak tavsif etmeleri
için, onlara muazzam paralar ödendi.
O zaman, tâ o zamanlardan beri, Türk milletiyle ve İskitlerle ilgili gerçeği dile getirmekten
kaçındılar... Böylece, bu âşikâr yalanı geleceğe taşıdılar; var güçleriyle çalışarak onu
pekiştirdiler. Ama, buna yine de kimse inanmadı; yalan o kadar saçma görünüyordu ki.
Slavların burada ne işleri vardı? Bozkırlarda Slavlar hiç yaşamamışlardı; onlar ormanların
sâkinleriydiler.
O zaman daha da ileri gittiler; yeni yalan uydurdular; güyâ İskitler İran’lı idiler ve Persçe
konuşmuşlardı... Ne yazık ki, bu fanteziler tuttu; o zamandan beri de Rus târih ilminde
yaşıyor.