Memleket Hikâyeleri / Ayfer Tunç



Yüklə 7,9 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə4/66
tarix26.09.2018
ölçüsü7,9 Mb.
#70871
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   66

rosu  tarafından  değil,  Cahide  Sonku  ve  Cahit  Irgat’ın  birlikte 
kurdukları  Cahitler  Tiyatrosu  tarafından  1961-62  sezonunda, 
Küçük Sahne’de,  daha ben doğmadan önce  oynanmıştı.
Kenter Tiyatrosu’nun  bu  hikâyeye  eklemlenmesinin  nedeni­
ni  bilmiyorum,  ama  aynı  sezonda  Aptal  Kız  adlı  bir  oyun  sah­
nelemişler; bir şekilde duymuş,  öğrenmiş olmalıyım, bu  da  taş­
ra  ve  taşralı  sözcüklerinin  bir  parça  da  aptallık  içermesine  yol 
açmış  olmalı.  Hatta  gördüğüm  kitap  aslında  Aptal  Kız’m  met­
ni bile  olabilir.
Taşralı  Kız
 aynı zamanda  başrolünü  Grace  Kelly’nin oynadı­
ğı bir Amerikan filmi, başrolünü  Hülya Koçyiğit’in oynadığı bir 
Türk  filmi  ve  Alberto  Moravia’nın  yazdığı  bir  romandır.  Ama 
zihnimdeki  Taşralı Kız’ın hikâyesinde bunlara ilişkin parçacık­
lar  yok.  Zihnim  sözcüğe  bir  hikâye  yaratırken,  bu  filmlerden 
de,  Moravia’nın  romanından  da  habersizmiş  demek  ki.  Ya  da 
filmleri  izlemiş, ama  tatmin  olmamış,  anlattığım hikâyeyi  daha 
hoş bulup  aslını silmiş de olabilirim.
Sonra  büyüdüm.  Kitaplar  okumaya,  filmler seyretmeye  baş­
ladım.  Tutkunu  olduğum  Türk  edebiyatı ve  tutkusuz  seyircisi 
olduğum  Türk  sineması  “Odette’çe”  ve  kibirli  bulduğum  taşra 
sözcüğünün  zihnimdeki  anlamını  etkiledi.  Edebiyatla  birlikte 
taşra ile kasaba arasında bir iletişim başladı. Sözcük benim için, 
Odette’çe  olmaktan çıktı,  yerlileşti.
Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının Reşat Nuri, Refik Ha- 
lit,  Yakup  Kadri  gibi şehirli yazarlarında  taşra  bir  saadet  ülke­
si  değildi.  Ama  aşağılanmayı,  hor  görülmeyi  hak  eden  bir  yer 
asla  değildi.  Bu  şehirli yazarların  romanlarında taşranın sevile­
si  özelliklerine  romantik bir vurgu  yapılıyor,  taşralı-şehirli  iki­
leminde öykü finalleri genellikle  taşralının  lehine  geliştiriliyor, 
sonuç  olarak  taşralı  şehirle,  şehirliyle  barıştırılıyordu.
Bu yazarlar cumhuriyet projesinin kültürel kaynak sağlayıcı­
ları  olarak,  şehri yücelten,  muasır  medeniyete,  Batılı yaşama bi­
çimine vurgu yapan ama  çözümü  sağlam, ahlaki ve Türkçe bir 
duruşta  bulan  kitaplar  yazdılar.  Bana  kalırsa şehirli-taşralı  iki­
lemi  diyebileceğim  meseleyi  samimiyetle  açıklama  çabası  için­
16


deydiler.  Ama bu  ezeli sorunsalı  ortaya  koyarken  kullandıkları 
basit  ve  yıpranmış  formül,  yapıtlarının  yeterince  derinlikli  ol­
masını engelledi.  Batılı yaşama biçimiyle,  ilerlemek vaadiyle ci- 
lalanmaya çalışılsa da oldum olası muhafazakâr bir toplumu ik­
na etmek için, ta Tanzimat’tan beri kurulan “Batı’nın ahlaki dü­
şüklüğünü değil, ilmini, fennini almak”  klişe cümlesini yapıtla­
rının omurgasına oturttular.  Ama bu formülün nasıl işleyeceği, 
Batı’dan  sadece  ilim-fen  alıp  dönmenin  nasıl mümkün  olabile­
ceği  konusuna edebiyatımız bence  çok  da fazla kafa yormadı.1
İstisnalar  oldu  elbette.  Sabahattin  Ali  mesela,  taşra  konu­
sunda  çok  farklı  bir  yerde  durdu.  Öykülerinde,  kasaba  kavra­
mıyla  hayat  bulan  taşranın  cehennemini  ve  bu  toplumun  “gü­
zel ahlak”tan  ne anladığını taşra-şehir ikileminden çok, sınıfsal 
mesele  üzerinden  anlattı.
Yaban
'ı  yazarak  bu  meseleye  ilk  esaslı  neşteri atmış  olan  Ya- 
kup  Kadri’nin  Ankara  adlı  romanı  benim  için  fantastik-fütü- 
ristik denebilecek  son  bölümüyle  taşranın varlığını adeta  orta­
dan kaldırıyordu. Tenis oynamaktan geldiği kahvede radyodan 
buğday  borsasmdaki  gelişmeleri  dinleyen  köylü  ile birlikte  sa­
dece  Anadolu’da değil dünyanın her yerinde  taşra kaybedilmiş­
ti.  Muasır  medeniyete giden yolda  tenisse  tenis,  borsaysa borsa, 
her şey vardı.  ( “Yaban”  sözcüğünü de yabana atmamalı.)
Bir  kavram  ve  toplumu  anlama  aracı  olarak  taşranın  anlam 
enginliğini bana ilk hissettiren Ahmet HamdiTanpınar’ın “Tes­

Yeri gelmişken bu  klişenin günümüzdeki devamına dair,  bence  Türkçe  miza­
hın geldiği en nitelikli ve zekice yer olan Zaytung adlı internetsitesinden neşe­
li  bir  örnek vermek istiyorum.  Zaytung’da  haber kılığında  sunulan  metin  şöy­
le:  “Batı’nın ahlaksızlığını alan  gençler yurda  döndü.  (...)  YÖK  tarafından  Av­
rupa ve Amerika’nın çeşitli kentlerine Batı’nm ahlaksızlığını almak için gönde­
rilen gençler dün gece geç saatlerde yurda giriş yaptı.(...)  Öğrenci Kültür Deği­
şim  Programı  dahilinde  Batı ya  gönderilen genç  akademisyenler gittikten  kısa 
bir süre sonra bu ülkelerin içerisinde bulunduğu ahlaki çürüme ve yozlaşmaya 
dayanamayarak  bulundukları  şehirdeki  Türk  konsolosluklarına  sığınmışlar­
dı.  (...)  Havaalanına indikten  sonra  bir süre karantinada  tutulan gençlerin  ge­
tirdikleri  bavullar dolusu  ahlaksızlık örneği özel  eğitimli ekipler tarafından sı­
vı azot tanklarına yerleştirilerek TÜBİTAK’ın Gebze’deki  tesislerine  nakledildi. 
(...)  Tüm devlet  birimlerinin gençlerimizin  tedavisi  için seferber olduğunu be­
lirten TÜBİTAK yetkilileri,  en son  teknolojiyle donatılmış modern  bir kliniğe 
yerleştirilecek  olan  akademisyenlere  ilk etapta bir aylık yoğunlaştırılmış  Türk 
Ahlakı  kürü  uygulanacağını  ifade ettiler.”
17


lim”  adlı  öyküsüdür.  Tanpınar’ın yazdıklarında  Anadolu  İstan­
bul'un,  İstanbul  da Avrupa’nın  taşrasıydı.  Benim  için  edebiyat­
çı olmasının yanı sıra bir  medeniyet kuramcısı ve şehir anlatıcı­
sı  olan Tanpınar,  pek çok  soruyla  birlikte,  özgün  kültürel  kay­
naklarımızın  da  hakkının  verilmesiyle  kurulacak  bir  medeni­
yetin  kendi  taşramızı besleyip  besleyemeyeceğini  de  tartışıyor, 
dünyayla  aramızdaki bu  merkez-taşra  ilişkisinin bağlantı yerle­
rinin  özgün  kültürel  varlığımızla  kaynaştırılabilme  olanakları­
nı  edebiyatın  içinde arıyordu  (bkz.  Beş  Şehir).
Adı  bile  yeterince  manidar  olan  “Teslim”le  birlikte,  insa­
nı  kapanmaya,  içe  dönmeye,  razı  oluş,  boyun  eğiş  içinde  eri­
yip gitmeye yönelten,  bir zeminden  çok boğuntulu  bir ruh hali 
olan  taşra,  sadece  kitaplardan  öğrenilmiş  değil,  içimde  bir yer­
de  de  hissettiğim  bir kavrama  dönüştü.  Tanpmar’ın  bu  öyküsü 
taşranın  anlamını  zihnimde  doğru  yere  koydu.
Türkiye’de  bir  de  sinema  vardı  öte  yandan.  Türk  edebiyatı­
nın  incelikli,  iyi  niyetli  dokunuşlarla  ve  samimiyetle  derinleş­
tirmeye  çalıştığını,  Türk  sineması  Kezban  Rom a’da,  Kezban  Pa­
ris’te
  türü  filmlerle  kalınlaştırıyor,  kabalaştırıyor,  taşralılığı  bir 
meydan  okuma,  boy  ölçüşme  malzemesi,  gülünçlü  hikâyeler 
serisi  haline  getiriyordu.  Bu  ve  benzer  filmlerle birlikte  taşra­
lı  olma  hali,  bir  kadın  adı  olan  “Kezban”da  somutlaşarak ülke 
sathına  yayıldı.2
Kezban  serileri,  kibirli  İstanbul’u  yenmek,  hatta  İstanbul’u 
fersah  fersah  aşıp  Avrupa’nın  kültürel  merkezlerinde  kendine 
yer  bulmak  olarak  formüle  edilen  hayalin  adıydı  ve  karakterin 
hem somut  hem kavramsal yolculukları taşranın yaygın, küçül­
tücü  anlamını  doğrulamakla  kalmıyor,  toplumsal  hafızanın  da 
dibine silinmez harflerle  kazıyordu.

Unutulmaya  yuz  tutmuş  olduğunu  söyleyebiliriz  belki,  ama  günlük  Türkçede 
“Kezban"  bugün hâlâ taşralı, şehre  uyum sağlayamamış, görgü vc incelikten  ha­
bersiz dolayısıyla  alay  edilmesi  mubah  kadın  anlamına  gelir.  Genç  kuşağın  bir 
anlamda  belleksizlığe  karşı  geliştirdiği  savunmalardan  biri  olarak  görebileceği­
miz  Ekşi  Sözlük'te  bir entry şöyle  diyor:  “Yeşilçam  sayesinde  (!)  zihinde  direkt 
köylü' motiflerinin  uçuşmasını  sağlayan  isimdir.  Halbuki  Zehra'dan,  Mine elen, 
Buse den  veya  Aslfdan geri  kalır bir güzelliği  yoktur  (güzeldir yani)."
18


Yüklə 7,9 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   66




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©www.genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə