Memleket Yazılan
Büyük siyah lekeler
Geçmiş, her anlattığımızda kılık değiştiren bir uydurmadır.
Kulaktan kulağa oyununa benzer. Yaşanmış, geçip gitmiş za
man her aktarmada bir parçasını kaybeder, değişir, sonunda
hiç kimsenin aslını tam hatırlayamadığı bir hikâyeye dönüşür.
Bu nedenle sözle aktarılan gerçek her zaman kusurludur.
Anlattıklarımızın doğruluğundan samimiyetle emin olduğu
muzda bile hafızamızın birbirine dolanan damarları zamanda,
zeminde veya ayrıntıda bize önemli-önemsiz oyunlar oynar.
Asla unutamayan şanssızlardan bile olsak, hafızamızın kayıtla
rına tamamen güvenemeyiz, güvenmemeliyiz.
Nesnel gerçeğin en azından temel unsurlarının kaydedilme
si, zamanın ve bilginin zapta geçirilmesi, gerçeği tümüyle mu
hafaza etmese de sağlamasının yapılmasına, gerçeğin en yakın
tasavvuruna ulaşmamıza yarar.
Ama biz kişisel veya toplumsal kayıtlarımızı tutmaya ve ko
rumaya meraklı bir toplum değiliz.
Soyağacı defterlerimiz yok denecek kadar nadirdir; olanlar
da Batı görmüş veya duymuş veya soyuna sopuna meraklı ai
lelere aittir.
Bizim büyük-büyükannelerimizin doğum tarihleri çeşmenin
donduğu kış, Rus Harbi sırasında, kiraz mevsimi gibi muğlak
9
cümlelerden oluşur. En derin kayıt, molla bir babanın duvarda
asılı Kuranın arka sayfasına yazdığı ad ve tarihtir.
Doğan çocukların adları not düşülmüş veya düşülmemiş o
Kuranlara ne olmuştur, merak ederim. Kutsal kitabına abdest-
siz el sürmeyen bu dindar toplumun atalarının Kuran-ı Ke-
rim’leri, kuşaklar boyu saklanmış olsa İskenderiye Kütüphane
sini doldurur sanının.
Biz şifahiliği, kılık değiştiren sahte gerçeği severiz. Her aktar
mada, gerçek olduğuna inanmak istediğimiz nihai resmi zede
leyecek ayrıntıları soldururuz.
Yazıya, hele çoğaltılan yazıya karşı mesafeliyizdir.
Vaktiyle kayıt altına alınmış geçmişi geride bir yerde unut
mak, yeni bir tarih yazmak için gerekirse alfabe değiştiririz.
Saraya giren bir kilo pul biberin bile kaydının tutulduğu Os
manlI’dan bize kalan, Cumhuriyet tarihi boyunca okunacak va
adiyle hapsedilmiş devasa bir arşiv ve büyük kısmı çarpıtılmış,
bozulmuş bir bilgi karmaşasıdır.
Çoğaltılmış yazıyı bile maksatlı dipnotlar, önsözler, sonsöz-
lerle yeniden giydirdiğimiz vakidir. Belge denince aklımıza ilk
gelen resmi evraktır ve resmi oluşu sıkıcı ve okunmaz olması
na yeter.
Geçmişimize duygularımız, gönül kırgınlıklarımız veya sa
hip olmak istediğimiz tarihe dair özlemlerimiz şekil verir. Öz
lemlerimiz tasavvura, tasavvurlarımız olmuşa dönüşür, sonun
da kendi yazdığımız tarihe inanırız.
Pek çok yaşlının, gerçek olduğundan kuşku duymadığı bir
devri saadeti ya da yaşarken içinden pek de ıstırap çekmeden
geçip gittiği halde anlatırken içeriğini alabildiğine ağırlaştırdı
ğı bir dramı vardır.
Her ailede devasa bir serveti “hovardalıkta” yemiş veya to
runlarına parlak bir hayat sağlayacak fırsatları “dürüstlüğü” ne
deniyle kaçırmış bir büyükbaba imgesi bulunur.
Biz zamanla ilişkimizi ileriye değil, geriye bakarak kurarız.
Ülkemiz neyse biz de oyuz.
Fotoğrafları okuma yeteneğimiz gelişmemiştir. Mektuplara
veya fotoğraflara belge değerinden çok romantik, duygusal de
10
ğerler biçeriz. Ayrılan nişanlılar fotoğraflardan yüzleri oyarlar,
mektuplarını yakarlar.
Bizim için eski tozludur, kirlidir, aşınmıştır. Eskiye rağbet
olsa bitpazarına nur yağar. Çünkü nesnenin hatırasına say
gı duymayı anlamlı bulmayız, hatırayı zihnimizde taşıyoruz-
dur, yeter. Bu yüzden yeni evi, yeni eşyayı, yeni mahalleyi, ye
ni şehri severiz.
Hemen her şehrimizde adı Yenimahalle olan bir mahalle, adı
Yenişehir olan bir semt bulunur.
Yıkımlar bizi heyecanlandırır. Şölenlerle kutlarız. Ölçüp biç
mediğimiz, tasarlamayı düşünmediğimiz bir gelecek için tarih
le dolu olanı yok etmekte tereddüt etmeyiz.
Geçmişin nesnelerini ve belgelerini yok edince gerçeği de
yok ettiğimizi zannederiz.
Dünyanın mirasına ve tarihine ortak değilmişiz gibi yaşarız.
Mesela tarihi camiler depremlerde sarsılınca dökülen sıvaların
ardından ortaya çıkan, sanat tarihini yeniden yazdıracak kadar
değerli ikonaları ucuz harçla sıvamakta bir sakınca görmeyiz.
En başarılı tarafımız dünyada bizden başka bir ülke yokmuş,
biz görmedikçe gerçekler var olmamış gibi davranabilmemiz-
dir. Kendimizi bu kadar kolayca kandırabiliyor oluşumuz tak
dire şayandır. Devekuşunun resmedildiği bir ulusal simgemiz
olmaması yazıktır.
Bu ülkede hiç kimse ölmeden önce doğduğu evi ziyaret ede
mez, mahallesini bulabilen şanslıdır.
Dört kuşak önceki atalarımızın mezarları ya yoktur, ya başka
yerlere taşınmış ya da doğal felaketler, yeni yapılanmalar gibi
çeşitli nedenlerle yok olmuştur. Zaten dört kuşak önceki atala
rımızın çoğu Misak-ı Milli sınırları dışında doğmuştur.
Günahlarımızı gömdüğümüz, gerçek adını taşlardan bile ka
zıyarak sildiğimiz toprağı şehitlerimizin düştüğü toprak ola
rak kutsarız.
Ansiklopedilerde bu ülkenin şehirlerinin üç beş satırlık kül
türel tarihleri klişelerden oluşur, siyasal tarihleri de az-çok bir
birine benzer. Tıpkı ders kitaplarındaki savaş tasvirleri gibidir,
birini ezberlemek yeter.
11
Dostları ilə paylaş: |