Kuda şu dört element çarmıhından kurtulurum



Yüklə 391,91 Kb.
səhifə5/8
tarix06.02.2018
ölçüsü391,91 Kb.
#26259
növüYazi
1   2   3   4   5   6   7   8

BİOENERJİDE YOL ARKADAŞI

“Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim” demiş atalarımız. Benlik duvarlarımız nedeniyle göremediğimiz problemlerimizi ancak ve ancak bu duvarları bir şekilde aşmış kişiler görebilir ve yardımcı olabilirler. Onlara zor da yoktur kolay da, kavramlardan sıyrılmışlardır. Öğrenme ve öğretme müessesinden uzak hiçbir çalışma içerisine giremeyiz ki zaten bu durum imkansızdır. İçsel gelişim süreci de öğrenmeden tamamen bağımsız bir yapı değildir.

Hayatımızın her aşamasında öğretmenlerden ve onların ürünlerinden faydalanırız. Seçtiğimiz ve ihtiyacımız olan alanlarda öğretmenler ve öğrenme araçları ediniriz, yardımlarını kullanırız. Öğretmenin uzmanlık alanı içerisindeki alanlardan, onlardan yardım isteriz. Örneğin mobilya yaptırdığımız ve ürününü beğendiğimiz bir kişiye; “ya sen çok güzel mobilya yapıyorsun, bir de bize ayakkabı yap” demeyiz. Çünkü onun uzmanlık alanı sadece mobilyadır. Matematik öğretmeninden edebiyat dersi almak istemeyiz.

İçsel gelişimde de aynı durum geçerlidir. Bu alanın uzmanı olan insanlardan bu işi, mesleği öğrenmeye çalışmaktır işin özü. Bu alanda mana önderlerimiz fazlasıyla eserler vermiş ve bizleri aydınlatmışlardır. Mana önderlerinin amacı, gerçeğe ulaşmak isteyen insanları amaçlarına ulaştırabilmektir. Onlar olmadan gerçeğe tamamıyla ulaşmak mümkün olmaz. Ayrıca onların sizlerden maddi ve manevi hiçbir beklentileri yoktur.

Kör olduğumuz bu içsel yolculuğumuzda, bu yoldan daha önce geçmiş insanların tecrübelerinden faydalanmak akıllıca olacaktır. Eğer doğru arkadaş seçemezsek, içsel yolcuğumuz yanlış yollara saparak bizi bambaşka yerlere götürecektir. Muhtemelen bu içsel yolcuğumuzu farklı benlikler elde ederek, kendimizi yine farklı şeylere adamış olarak bulacağızdır. Evreni sevmek, ışığa teslim olmak, pozitif enerji yaymak, olumlu düşünmek ve benzeri başka kalıplarla oynamak ve onları edinmekten öteye gitmez yolculuğumuz.

Benliğin olmadığı bir gerçekliği anlamadığımız bu yolculukta gerçekten tam birer kör gibi temkinli ve tedbirli hareket etmek zorundayız. Arkadaşlarımızı doğru seçmek zorundayız. Dünyaya bir kere geliyoruz ve bir şansımız var.

Normal akıl da böyle çalışmaz mı? Örneğin bulunduğum yerden farklı, bilmediğim bir yere yolculuk yapacağımda; nasıl gideceğimi, seçeneklerimi, nerde kalacağımı veya olası tehlikeleri ve problemleri araştırmaz mıyız? Gideceğim yere daha önce gitmiş insanlardan sorularımın cevaplarını almak zorundayızdır. Gideceğim yer hakkında ulaşabildiğim kadar bilgiye ulaşmaya çalışırım, bu bilgileri kendime rehber edinirim. Rehber edinilen şey bilgidir, bu bilgiyi size veren kişinin egosu değildir. Karşıdakinin sizden egosal bir isteği ve davranışı versa zaten uzak durmak gerekir.

Nasıl ki bu dünyada ebeveynlerimizin, öğretmenlerimizin yardımı ve öğretmeleri ile bu dünyayı tanıyor ve hakimiyet kuruyorsak doğru içsel süreç arkadaşlarının görevi de, insanlara bu içsel yolculuklarında yardım etmek ve öğretmektir.

Ama konu içsel süreç yolcuğu arkadaşlığı olduğunda, insanlar ısrarla karşı çıkmaktadır. Aslında karşı çıktıkları şey bu dünyanın temel mekanizmasından başka bir şey değildir. Bilginin aktarılmadığı veya öğretmenlik müessesini kullanılmayan bir dünya olabilir mi? Bu reddedişte çok ciddi olanların; okula gitmemeleri, hiçbir şeyi öğrenmeye çalışmamaları lazımdır. Çünkü öğretmene gerek yoksa, öğrenmeye zaten gerek yoktur. Hayatın her aşamasında, diğerlerinden yardım ve bilgi istemek en doğal ve doğru davranış şeklidir. Hasta olduğumuzda doktora gitmekten veya bir sıkıntımız olduğunda bir arkadaşımızla paylaşmaktan daha doğal ne olabilir. Hastalık ve sıkıntımız her ne kadar maddi dünyaya ait yardımlar gibi algılansa da bu yardımların içerisinde mana yön mutlaka bulunmaktadır. Anlatmak istediğimiz şey mana aleminde de yardıma ve arkadaşlara ihtiyacımız olduğudur. Üzüldüğümüzde, ihtiyaç duyduğumuzda yanıbaşımızda bir dostun olmasını kim istemez. Bu dostun yapacağı şey mana yardımı değil midir?

Birden ısrarla bu konunun farklı olduğunu söylerler. Manevi dünyanın maddi dünyadan farklı olduğunu söyleyebilmek için mana dünyasını bilmek zorunluluktur. Siz sadece nasıl farklı olduğunu düşündüğüne dair birkaç soru sorarak onların mana dünyasına dair ne kadar bilgiye sahip olduklarını kolaylıkla anlayabilirsiniz. Aslında yapılan şey, benliklerine sahip çıkmak ve bu benliğin dışındakileri reddetmek dışında bir şey değildir.

Ben mana dünyasını bilmiyorum ve öğrenmek de istemiyorum diyebilmek daha cesur bir tavır olacaktır. Ama mana dünyasının onlarda yol açtığı hisler karşısında bunu söyleyebilmek de imkansızlaştığından toptan reddetmek en kolayı olacaktır.

Bu anlamda Mesnevi de geçen muhteşem hikaye kısaca şöyledir. Bir sivrisinek, su birikintisi üzerinde olan bir saman çöpünün üzerine konmuş. “Bu ne büyük bir su deryası, bu ne büyük bir gemi ve ben de ne büyük bir kaptanım” demeye başlamış bu sahne karşısında. Meğerse saman çöpünün üzerinde olduğu su birikintisi ise toprakta birikmiş hayvanların idrarından başka bir şey değilmiş. Bizler de kendi benlik dünyamızı bazen kocaman kocaman deryalar sanabilir ve onlar üzerine gerçek olduğunu düşündüğümüz kurgular oluşturabiliriz.

Anlatılanlardan yola çıkarak, bu içsel yolculukta da kendimize bu anlamda bir yol arkadaşı seçmek en mantıklı seçim olacaktır. Rehber, gerçekte size sunulan bilgiler olduğundan, birey anlamında bir teslimiyetten çok, bu teslim oluşu; bilgilerin ışığında yol almak şeklinde düşünmek gerekmektedir. Teslim olunan yine her zaman ki gibi doğru bilgiler olmalıdır. Atasözünde belirtildiği üzere “danışan dağı aşmış, danışmayan düz yolda şaşmış”.

Farkındalık konusunda söylenebilecek çok şey vardır. Hele hele geniş bir manevi kültür geçmişine sahip bizlerin bu konuda hiç sıkıntı çekmeyeceği aşikardır. Bu anlamda, oldukça zengin ve gerçekten eşsiz bir maziye, genetik yatkınlığa sahip bizlerin; bu değerlere sahip çıkmak dışında yapacağı arayışlar birazcık komik olmaktadır. Bu durum: ailesi dünyanın en zengini olan bir kişinin bu zenginlikten faydalanmayarak; çok daha fakir olan komşularından yardım istemesine ve dilenmesine benzer. Başka kültürlerden gelecek tuhaf anlayışlara kesinlikle ihtiyacımız yoktur.

Çok çalışanlar değil akıllıca çalışanlar her zaman kazanır. Çok çalışanlar zengin olsaydı, hamallar en zenginlerimiz olurdu.

Sonuç, Eflatun’un dediği gibidir, “arınma nedir ki; ruhun, bedenin zincirlerinden kurtulmasından başka?”.


BİOENERJİ VE AKIŞKANLIK

İlk başta tattırılan (anne karnında) huzur arayışı bitmez ve değişik şeylerle avunmaya çalışma süreci devam eder hep. Sürekli hissettirir eksikliğini ve biz sürekli avuturuz bu açlığımızı başka şeylerle. “ Bu sene tatile şuraya gidelim” deriz bazen, sanki; tatile kadar yaşamayacakmış gibi kocaman kocaman planlar yaparız. İçsel varoluşun gerektirdiği soruları geçiştirerek hayatı anlamlı kılabilmek adına.

Ne zaman dara düşsek başımız sıkışsa hatırlarız anne karnı huzurunu ve bakmışız ki embriyo pozisyonunda uyuyoruz o huzuru ararcasına. Ağlayan bebeğin annenin göğsünde susması gibi hasretizdir o sürekli huzurla atan kalbe.

Peki yıllardır nerede ve neden bulamıyorum bu içimizdeki kullanıcıyı ve enerji kaynağını? Bu sorunun cevabını bulmak için ben de sizlere farklı sorular sormak zorundayım, daha kolay anlayabilmek adına.

Lütfen 5 dakika hiçbirşey düşünmeyin… Olmuyor mu? Hani kontrol sizdeydi, siz her istediğinizi yapabiliyor dunuz? Unuttunuz mu kendinizi yoksa, kayıp mı ettiniz bir yerlerde.

Öğrenmeleriniz yani bilinçaltınız mı hakim oldu hayatınıza? Anlamadığınız, esiri olduğunuz birçok sorununuz ve korkularınız mı var? Nasıl olur da bu kadar çok şeyden ızdırap çekebiliyor, yeni acılar üretebiliyorsunuz? Kontrol tamamen sizdeyken bu kontrolsüzlük neden?

Hep bir şeyler mi geliyor aklımıza, sürekli içimde bir akış mı var? Sürekli akan bu şeyi benim bilinçaltım mı kullanmakta? Bu akışkanlık içerisinde benim söz hakkım var mı? Bu akışı istediğim gibi yönlendirebilir miyim?

Akışkanlık ve hakimiyet bioenerjinin en temel konusudur bence. Üstad Necip Fazıl KISAKÜREK bu akışkanlığı ve zıtlıkların oluşturduğu bütünlüğü şu şekilde ifade etmektedir;

Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir;

Oluklar çift; birinden nur akar; birinden kir.

Akışta demetlenmiş, büyük, küçük, kâinat;

Şu çıkan buluta bak, bu inen suya inat!

Bu nakaratlar muhteşem sırları içerisinde barındırmaktadır. Bizler, her nedense; ninnilerimizin anlamını unutmuş ve söylenenlerin içindeki manaya ulaşamaz hale gelmişiz. Değerlerimizin farkına varmadığımızdan, kıymetini bilebilmemiz elbette mümkün olamayacaktır. Örneğin, hala Anadolu’da “el yenliği” denilen kavram mevcuttur. Ocaklar çalışmasını bitirdikten sonra hizmet alan kişi ocağa el yenliği verir. Bu yenlik ise “ying-yang” içerisinde yer alan yangdır. Yani el pozitifliği ve vericiliğinin karşılığı olarak ödenen ücreti ifade eder. Çakra denilen öğeler ise “çark” kelimesinden gelir ki gerçektende aynen bir çark gibi görünür ve işlerler. Semazenlerin bu dönüşleri için ise çark atma deyimi sıkça kullanılır ki sema bu dönüşe, devinime eşlik anlamı da taşımaktadır.
BİOENERJİ VE EVREN

Bedenimiz ve içinde yaşadığımızı düşündüğümüz maddi evren; enerjinin ışık hızının altına düşmüş ve kuant bağları ile bağlanmış bir formudur. Bu evrende, duyularımız yolu ile algılar ve bilgi ediniriz. Ancak beş duyumuzun bilgi edinme kapasitesi ciddi anlamda kısıtlılık gösterir. Duymamız veya görmemiz  belirli frekans aralığında bulunmaktadır. Bazı canlıların duyu aralıkları bizden farklı olduğundan, (arıların, köpeklerin ve daha bir çoğunun) olabilecek olayları çok daha önceden sezebildikleri ve tedbir aldıkları bilinmektedir (deprem gibi).

Pozitif alem, yani içinde yaşadığımız madde alemi; kuant paketleri veya bağları kanalıyla takyonların hızını düşürerek bir arada tutar. Ancak tüm hız düşmesine ve sabitlenmesine rağmen yine de tüm atom altı yapılar daima titreşir ve dönerler. Takyonlar da öz enerji değil, sadece enerjinin bir formudur.

Soyut evren ise ışık hızının üzerinde bir hıza sahip olması nedeniyle madde değildir ve anti madde olarak değerlendirilebilir. Bu aleme mana alemi de denebilir.

Bu evrenler sadece anlatım içindir ve kesinlikle bir birilerinden bağımsız veya ayrı yerlerde değildirler. Her şey zıddıyla daimdir ve varolur. Bu evrenler iç içe geçmiş durumdadır ki bu şekilde varlıklarını devam ettirebilirler. Bu noktadan hareketle anlaşılabileceği üzere gerçekte tek bir enerji yapıtaşı vardır. Ancak bu enerji yapı taşı ne takyondur, ne de kuant bağlarıdır.

Takyonlar, kuantlar gibi kesikli değil, bütünsel bir yapıya sahiptirler. Takyon alemi ile kuant alemi, bir sayı doğrusu üzerindeymiş gibi  birbirlerine simetrik davranırlar. Düşünme dediğimiz şey aslında takyonik kalıplardır ve enerjidir. Düşüncelerimizle bir nesneye ciddi anlamda odaklanırsak (soyut alemin bu alemin simetrisi ve tersine hareket etmesi nedeniyle) takyonların hızı azaltılmış ve o nesneyi kendi dünyamıza çekmeye başlamış oluruz.

Çekim yasasının özü budur. Zaten her insan ciddi anlamda, gerçekte kendi istediği hayatı yaşamaktadır. Şöyle ki; bu evrenler bir sayı doğrusuna benzer. Sayı doğrusunun ortasında bir sıfır noktası, sağında pozitif alem ve solunda ise negatif alem bulunmaktadır.

Bu sayı doğrusunun merkezinde bulunan sıfır noktasından alır her şey enerjisini. Aldıkları bu enerji ile var olurlar. Bu enerji nedeniyle her iki alem de varlıklarına devam eder. Bu enerji her şeyin özüdür ve temel taşıdır. O’nsuz bir şey olamaz, o’nsuz her tanımlama tamamen bir yanılsama olacaktır. Zira hiçbir şey bizatihi var değildir, kendi varlığının sebebi ve devamı olamaz. Her şey an be an yaratılmakta ve varlığını bu nokta sayesinde sürdürebilmektedir. Bu manada, Yunus EMRE’nin; “biz sevdik aşık olduk, sevildik maşuk olduk, her dem yeniden doğarız, bizden kim usanası” dizeleri akla gelmektedir.

Peki, bilimin de kabul ettiği bu noktada insan nedir? Bu evrenlerin neresindedir? Her iki evrende de var mıdır? Evrenler arasında sıkışmış bir varlık mıdır? Bu evrenlerin üzerinde yapısıyla sadece bir hologram mıdır? Şeklinde birçok soru arka arkaya sıralanabilir.

Sıfır noktası hem pozitif âlemin hem de mana âleminin hakimiyetinin sağlandığı ve enerjisinin kullanıldığı noktadır. Dengesidir, iradesidir, aynen bir cetveli ortasından tutmak gibi. Her şey birden gelmiştir ve birbiriyle ilişkilidir.

Kainat birbirine bağlı enerji parçacıklarından oluşur. Her ne kadar katı gibi görünse de aslında bir enerji denizidir dünyamız. Sürekli hareket halinde olan akıcı bir enerjiden oluşmuş ve onunla çevrelenmiştir. Bu model insan yapısı için de geçerlidir. Fiziksel yapımızın temel taşı yine enerjidir, etrafımız da bu enerjilerle çevrilmiştir. Enerji olmadan hiçbir şey açıklanamamaktadır.

Uzay, enerji ve kainata ilişkin bilimsel gelişmelere paralel olarak birçok teori ortaya konulmaktadır. Bu teoriler ise son derece şaşırtıcı sonuçlar verebilmektedir. Örneğin sadece bir ampülün boşluğundaki enerjinin dünyamızdaki tüm okyanusları kaynatmaya yeterli olduğu gerçeğinin tespiti son derece şaşırtıcıdır.

Yapı taşı atom olan maddenin oluşabilmesi için, öncelikle atom ve içerisindeki parçacıkların var olabilmesi gerekir. Sıfır noktasındaki enerji hareketliliği sonucunda madde ortaya çıkar ve bu madde de aslında sadece bir boşluktan ibarettir.

Pozitif enerji yüklü parçacıklarla negatif enerji yüklü parçacıkların etkileşimi sonucu dünyamızın var olduğu söylenmektedir. Pozitif yüklü parçacıkların döndüğü ve dünyadan olduğu, negatif yüklü parçacıkların ise sanal ve takyonik yapıda olduğu söylenmektedir.


BİOENERJİ VE BEYİN DALGALARI

Beyin titreşimlerinin tespit edilmesinden bu güne kadar geçen yüz yıldan fazla sürede, çok büyük keşifler yapılamamıştır. Beyin hala tüm gizemleriyle karşımızda durmakta, tam olarak anlayamadığımız değişik dalga boylarında sürekli olarak titreşmektedir. Beyinde dört ana dalga boyu (alfa, teta, beta ve delta) mevcuttur.

Delta; 0-4 hertz arasında olan, beynin en düşük titreşim şeklidir. Uykuda iken girdiğimiz bu dalga boyunda ortak bilinçaltı ile irtibat sağlandığını ileri sürenler bunun ispatı olarak da rüyaları örnek vermektedirler. Beynin en az çalıştığı bu dalga boyunda; çocuklar için büyüme, yetişkinlerde ise sağlıklı kalmayı sağlayan hormonların aktif hale geçtiği belirtilmektedir.

Teta; 4-8 hertz arasında bulunan dingin bir dalga türüdür. Ciddi meditasyon çalışmaları sonucunda bu dalga boyuna kısa süreli olarak girilebildiği ve teta dalgasının bilinçaltına girişin anahtarı olduğu söylenmektedir. Şifacı olduğunu düşünen insanların, teta dalga boyuna kontrollü olarak girebilmeyi başarmaları nedeniyle şifa yeteneklerinin bulunduğu da ifade edilmektedir. Teta dalga boyutu için farklı bilinç hallerinin oluştuğundan bahseden kişiler de mevcuttur.

Alfa; 8–13 hertz arasında değişen, dünyayı ve gerçekleri algılamada en uygun olan beyin titreşimleridir. Gözler kapanıp, rahatlandığında ve dışarıdaki uyarıcılar azaldığında alfa boyutuna gireriz. Derin uyku ya da stres durumlarında bu dalga şekli görülmez

Beta; 13 ve daha yukarı hertzlerdeki beyin titreşimleridir. Uyanık ve bilinçli olduğumuz haldir. İçinde bulunduğumuz dünyaya dair problemlerim çözümü aşamasında bu dalga boyunu kullanırız. Stres, korku, öfke gibi olumsuz duygularda bu dalga boyu artış gösterir. Çoğu insanda bu dalga boyu daha fazla görülmektedir.

Bu dört ana dalga boyundan farklı olarak, gama frekansı ise, 40 hertz ve üzeri beyin dalgaları için gama frekansı tanımı kullanılmaktadır. Üst seviye ve uzun süreli konsantrasyon çalışmaları sonucunda üretildiği belirtilmektedir.

Beyin dalgaları; içinde bulunduğumuz ruh halimize göre değişkenlik gösterir. Dolayısıyla, ruh halimiz üzerinde yapacağımız bilinçli manipülasyonlarla etkilerle; hem bedenimiz hem de beyin dalgaları üzerinde etki mekanizması oluşturabilmek mümkündür.

Dalgala boyları yükseldikçe, beyin yarımküreleri arasındaki senkronizasyonun azaldığı görülmektedir. Beta dalga boyunda ortaya çıkan yarımküreler arasındaki farklı frekanslar düşük dalga boylarında görülmemektedir. Düşük frekanslarda beyi yarımküreleri birbiriyle senkronize çalışmakta ve bu uyum kişinin hem bedenine hem de ruhsal durumuna yansımaktadır. Senkronizasyonun tam eşgüdüm sağlamasıyla farklı bir huzur hali oluştuğu da iddia edilenler arasındadır.

Etrafımızda insanlar sürekli olarak farklı beyin dalgalarıyla birlikte hayatlarını sürmektedir. Genellikle olumsuz duygulara sahipsek beta ve gama dalga boylarında yaşamaktayız.

Çok öfkeli olduğumuzda veya korktuğumuzda sanki üzerimizde büyük bir ağırlık varmış gibi hissederiz. Beynimizin lobları arasındaki eşgüdümsüzlük bizi rahatsız eder. Ying ve yang arasındaki dengenin bozulmasıyla eşgüdüm çabaları sürmeye devam eder. Karşıtlar arasındaki denge bozulmuş ve uyumsuzluk ortaya çıkmıştır. Ying veya yangdan herhangi birisi değerinden kaybetmeye başlamıştır. Dış evrenin ve sorunlarımızın anlamı kendi zihinsel süreçlerimizden çok da uzak olmadığından varoluşumuzu tehlikeye atar. Birlik anlayışından çok uzak olan bizlerin zıt kutuplu evren varlıkları da tehlikeye girmiş olur.

Düşüncelerimiz üzerinde etki mekanizması oluşturarak veya alternatif çalışmalarla insan bedeni üzerinde bir olumlu etki oluşturma yönündeki çalışmalar sürekli artmaktadır. Birçok ülkede artık olağan çalışmalar arasına girmiş bu çalışmalar her geçen önemini de hızla artırmaktadır. Enerji uzmanları, nefes atölyeleri ve psikoterapi çalışmaları her zamankinden daha kıymetli hale gelmiştir.

Enerji çalışmaları içerisinde sayılabilecek çalışmaların tamamında yapılmaya çalışılan şey karşıdakinin; beyin frekansını uygun pozisyona getirmek veya kendi beyin dalgalarımız ile karşıdakine yardımcı olabilmektir.

Karşıdaki insanları uygun beyin dalgasına getirebilmek için birçok yöntem mevcuttur. Bunun için ses, ışık, dokunma gibi teknolojiden faydalanılarak oluşturulabilen uyarıcılar kullanılabilir. Çevremizdeki uyarıcıların olumlu etkisini kullanmak isteyen enerji uzmanları; doğa sesleri veya farklı müziklerle birlikte uygulamalarını yapmak istemektedir. Rahatlamayı sağlama için uygulama yapılacak ortamın ışık ve renk tasarımını uygun hale getirmeye çalışmaktadır.

Ancak uyarıcılarla çalışmak onların zannettikleri gibi o kadar da basit değildir. Aslında amaçlanan şey basittir; karşımızdakinin daha aşağı beyin dalgalarına çekebilmektir. Bu konudaki çalışmalar 1950 yıllarında başlamıştır ve beyne gönderilecek uyarıcılarla aynı şiddette iki beyin yarımküresini birlikte uyarması mantığına dayanmaktadır. Aynı mantıkla, ışık ve dokunarak oluşturulacak belirli ritimler yardımıyla karşımızdakilerin beyin dalgalarını değiştirerek onlara yardım edebilmek mümkündür.

Ritmik uyarıcıların hayatımızdaki öneminin; saniyede 13 salınımlı ışıklı göstergelere bakmak zorunda kalan avcı uçağı pilotlarının kazaları sonucunda ortaya çıktı söylenmektedir. Bu ışıklı göstergelerin, pilotları; alfa ritmine çektiği ve uyku durumuna yaklaştırdığı ifade edilmektedir. Yapılan çalışmalar sonucunda bu şekilde ışıklı gösterge sisteminden vazgeçildiği belirtilmektedir.

Beyin dalgalarıyla ilgili yapılan çok fazla sayıda çalışma ve iddia bulunmaktadır. Dna yapısı ve duygularımızın etkileşimi, dna yapısı ve fotonların etkileşimi, beyin dalgaları ve elektriksel yapısı üzerinde çalışılan en önemli alanlardır.

Tüm bu anlatılanlar düşünüldüğünde, teta dalgaları epsilon dalgaları (daha sonra açıklanacaktır) sanki kaybettiğimiz bir frekans gibi karşımıza çıkmaktadır. Ya çalışıyoruz, ya dinleniyoruz ya da tamamen uyuyoruz. Teta dalgalarının ve epsilon dalgalarının uyku içerisinde yer alması ve şifacı olduğunu düşünen insanların kullandığı dalga boyları olması sebebiyle uyku konusu ilgimizi daha çok çekmektedir.



BİOENERJİ VE UYKU

Rüyalar ve uyku konusu, tarih boyunca insanoğlunun ilgisini çeken en önemli olgulardır. Fiziksel yasaları alt üst eden, bazen oldukça farklı varlıkların bile yer alabildiği görüntüler zinciri ile karşılaşabiliriz. Bazen içerisinde yer aldığımız ve eşlik ettiğimiz gizemli filmler gibi karşımıza çıkar ve bazen ise oldukça korkutucu da olabilir. Bazı insanlar rüyaları, bizlere iletilen mesajlar şeklinde algılama eğilimindedir. Rüyaların anlamı ve rüya görmemizin nedenleri konusunda tarih boyunca değişik fikirler ortaya atılmıştır. Genel olarak rüyalar; fiziksel olarak uyku içerisindeki nörolojik tepkiler ve psikolojik olarak da bilinçaltı tepkilerimiz şeklinde değerlendirilir. Rüyaları bildiğimizden farklı bir bilinç durumu olarak düşünenler de vardır.

Rüyaların anlamı konusunda tarih boyunca değişik kültürlerin anlamlandırma çabası içerisinde oldukları anlaşılmaktadır. Eski Mısır bunun en açık örneğidir. Hz. Yusuf ve rüyalara dair anlatılanları günümüzde herkes bilmektedir. Ayrıca Hipokrat ve Aristo gibi filozoflar da bu alanda çalışarak kitaplar yazmışlardır.

Henüz tam bir netlik sağlanamasa da insanoğlu hala rüyalarına devam etmektedir. Uyku içerisinde hatırlansa da hatırlanmasa da insanların günde bir saat rüya gördüğünü düşünürsek ömrümüzün yaklaşık olarak üç yılı rüyada geçmektedir. Psikolojik açıdan rüyaları; bilinçaltının dışavurumu, iç dünyamızın sembolize edildiği alan ve kollektif bilinçaltına ulaşım şeklinde değerlendirmeler mevcuttur.

Uyku konusunda ise geçerli olan teori; uykuda bedenin onarımı ve yenilenmesi süreçleri olduğunun kabulüdür. Uyku esnasında beyin dalgaları araştırılmış, non-rem ve rem uykusu olmak üzere iki bölümde değerlendirilmiştir. Rem uykusu rüyaların görüldüğü kısımdır ki rüya görürken gözlerimiz de hızlı bir şekilde hareket eder ve bu nedenle uykumuzun bu bölümü Rem uykusu (rapid eye movement) olarak adlandırılmıştır.

Bellekle ilgili çalışmalarda, Rem uykusunun azalması durumlarında öğrenme süreçlerinin zarar gördüğü anlaşılmıştır. Rem uykusu sırasında, normaldekine benzer şekilde beyin bölgelerinin aktif olması; nörolojik bağlantılarımızı güçlendirici ve sabitleyici işlevini düşündürmektedir.

Normal bir bebek 24 saatin yaklaşık olarak 16 saatini uykuda geçirmektedir. Uykuları genellikle Rem ile başlamakta ve uyku süresinin %50’sini Rem uykusu oluşturmaktadır.

Rem uykusu büyüdükçe azalmaktadır. Uyku durumu zamanla şekillenmeye başlayarak, çocuklarda zamanla sadece gece uykusuna alışılır. Ortalama 9 saat olan uykunun yaklaşık %20–25 kadarını Rem uykusu oluşturmaktadır. Rem süresi bizler büyüdükçe giderek azalmaktadır.

Epifiz, serotonin ve melatonin hormonunu salgılamakta; melatonin hormonunun uykuya başlatmakta ve sürdürmekte etkili olduğu kabul edilmektedir. Gün ışığına maruz kalındığında retinohipotalamik yol aracılığı ile melatonin hemen baskılanmakta, kan ve bos konsantrasyonları hemen azalmaktadır. Gece ise en yüksek düzeylerine pik yapmakta ve uyku döngümüze yardımcı olmaktadır. Günümüzde epifiz salgıları yoğun olarak araştırılmaktadır.

Bilindiği üzere epifiz, üçüncü göz çakrasının merkezidir. Konum olarak da iki göz arasında yer almaktadır. Pineal gland olarak da adlandırılan epifiz, memelilerde biyolojik saatin merkezi olarak kabul edilir. Epifiz aynı zamanda Descartes tarafından, ruh ve bedenin kesişme noktası olarak tanımlanır.

Epifizin fotoreseptör yapısı, üçüncü göz konusundaki iddiaları güçlendirir niteliktedir. Kozalaksı, çam kozalağına benzer yapısı nedeniyle pineal gland ismini de almış olan epifizin; diğer alemlere geçiş kapısı ve ruhsal alana geçişte kilit rolü olduğu konusunda birçok kültürde görüşler bulunmaktadır. Hatta kozalaksı bu şeklin bazı yapıtlarda ısrarla yer alması epifize olan ilgiyi ve işaret ettiği gizemi her geçen gün artırmaktadır.

Epifizin fotoreseptör yapısı nedeniyle, ortamdaki ışık azaldığında salgıları artmakta ve melatonin uykunun oluşumuna yardımcı olmaktadır. Mananın fiziksel bedenimizle etkileşim noktası olarak görev yaptığı düşünülmektedir. Gece saatlerinde ibadetin teşvik edilmesinin epifiz hormonlarının bu saatlerde maksimum seviye ulaşması arasında bir ilişki olduğu söylenmektedir. Çocuklarda çok daha aktif olan epifiz zamanla bu aktivitesini azaltmaktadır.


BİOENERJİYE İLK ADIMLARIMIZ

Buraya kadar anlatılanlar bioenerjiye giriş için temel konular olarak değerlendirilebilir. Çünkü bu konuların doğru anlaşılması, bu alanda sağlam bir temel oluşturmamıza ve bu temelin üzerinde güçlü binalar oluşturmamıza yardım edecektir. Buradan sonra bioenerji uygulamalarının nasıl yapılacağı konusuna yavaş yavaş girebiliriz.

Benlik ve farkındalık bu alanın en önemli öğeleridir. İlk önceleri sadece manyetik özelliği ve kutupsallığı nedeniyle fiziksel yapı özelliklerimizin kullanılmaya çalışıldığı bu alandaki çalışmalar; bunların ötesinde farklı gerçekliklere de bizleri ulaştırmaktadır.

Bu durum şöyle açıklanabilir. Bioenerji çalışmalarının ciddi bir fiziksel yönü bulunmakta olup insan bedenin fiziksel yapısı kullanılarak çok kolay bir şekilde sonuçlar elde edilebilir. Ancak bu sonuçları alma hızını ve bioenerji uzmanların gücünü etkileyen ciddi bir ruhsal artalan da bulunmaktadır.

Bu yönüyle sanki bioenerji alanı ikiye bölünmüş bir görüntü sergiler. Maddenin doğal yapısı ile elektriğe dair fiziksel kuralların kullanılmaya çalışıldığı manyetizma ve zihinsel enerjinin kullanılmaya çalışıldığı ayrı bir kalıp olarak karşımıza çıkıyor gibidir.

Günümüz uzmanlarının çalışmaları ve açıklamalarında da bu farklı yaklaşımların kokusunu almak mümkündür. Kimisi sadece ruhsal bir alan gibi algılamakta ve buna dair bir konsept geliştirmeye çalışmaktadır. Bioenerjiyi; sevgi, ışık veya yüksek benlik gibi kavramlarla ruhsal bir alana taşımaya çalışmaktadır. Bazıları ise son derece materyalist bir yaklaşıma sahip olup çalışmalarını katı kalıplar içerisinde sürdürmeye gayret etmektedir.

Bu farklı algılanış şekli, aslında konunun tam olarak anlaşılamamış olmasıdır. Bioenerji çalışmaları ve uygulamaları; hem manyetik özellikleri, hem de manyetik özelliklerin sonucu ortaya çıkan chi enerjisini kullanmak üzere yapılandırılmak zorundadır.

Daha önce de belirtilmeye çalışıldığı gibi evrendeki zıtlıkların birleşmesi sonucunda chi ortaya çıkmaktadır. Chi manyetik farklılıkların bir sonucu olup sadece kullanılabilmesi farklı kurallar geçerlidir. Manyetik alanımız ve chi aslında birbirinden bağımsız şeyler olmayıp, bir arada çalışılması gereken konulardır. Bu konular ileride uzun uzun anlatılacaktır.


Yüklə 391,91 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©www.genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə