Hayvan Çiftliği



Yüklə 375,8 Kb.
Pdf görüntüsü
tarix23.05.2023
ölçüsü375,8 Kb.
#112343
e8ff271046bc11800b1bcea5971b219b




Hayvan Çiftliği
Bir Peri Masalı
George Orwell
İngilizce aslından çeviren: Celâl Üster
Can Yayınları


George Orwell
1903'te Hindistan'ın Bengal eyaletinin Montihari kentinde doğdu. Ailesiyle
birlikte İngiltere'ye döndükten sonra, öğrenimini Eton College'de tamamladı.
Gerçek adı Eric Arthur olan Orwell, 1922-27 yılları arasında Hindistan
İmparatorluk Polisi olarak görev yaptı. Ancak, İmparatorluk yönetiminin
içyüzünü görünce istifa etti. 1950'de yayımladığı Bir Fili Vurmak adlı kitabı,
sömürge memurlarının davranışlarını eleştiren makalelerin derlemesidir. İkinci
Dünya Savaşı'nın sonlarına doğru yazdığı Hayvan Çiftliği, Stalin rejimine karşı
sert bir taşlamadır. Orwell'in en çok tanınan yapıtlarından Bin Dokuz Yüz
Seksen Dört, bilim-kurgu türünün klasik örneklerinden biri olmanın yanı sıra,
modern dünyayı protesto eden bir romandır. Burma Günleri ise, Orwell'in
Burma'daki (bugünkü Myanmar) İngiliz sömürgeciliğini dile getirdiği ilk
kitabıdır. Orwell, 1950'de Londra'da öldü.
Celâl Üster
1947'de İstanbul'da doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, İngiliz
Dili ve Edebiyatı Bölümü'nde öğrenim gördü. Cumhuriyet Gazetesi Kültür
Servisi'ni yönetti. Cumhuriyet Kitap'ın yayın yönetmenliğini üstlendi. 1983'te
George Thomson'ın Tarihöncesi Ege adlı yapıtının çevirisiyle Yazko Çeviri
dergisinin Azra Erhat Odülü'ne değer görüldü. Yaroslav Haşek'ten George
Orwell'e, D.H. Lawrence'tan Iris Mjrdoch'a, Juan Rulfo'dan Jorge Luis Borges'e,
Mario Vargas Llosa'dan John Berger'a Paulo Coelho'dan Roald Dahl'a pek çok
yazarın yapıtlarını dilimize kazandırdı.


Sunuş
Bütün kitaplar eşittir; ama bazı kitaplar öbürlerinden daha eşittir.
George Orwell
George Orwell adı, aklıma hep iki öykü düşürür; biri Adolf Hitler'le, öbürü
Josef Stalin'le ilgili iki öykü. İlkinde, Orwell, II. Dünya Savaşı'nın başlarında,
BBC'de radyo izlenceleri hazırlamaktadır. Cumhuriyetçilerin safında savaşıp
yaralandığı İspanya İç Savaşı'nı; İngiltere'ye döndükten sonra kaleme aldığı,
bence en iyi yapıtlarından biri sayılması gereken Katalonya'ya Selam'ı;
sanatoryumda verem tedavisi gördüğü günleri ardında bırakmıştır. Sağlığının
bozukluğu yüzünden askere alınmamış, kapağı BBC'ye atmıştır. Alman
uçaklarının, Londra üzerine yağmur gibi bomba indirdiği günlerdir. Eric Arthur
Blair ya da kalem adıyla George Orwell, işte tam o günlerde, tüm Avrupa ve
Amerika'nın kulak kesildiği BBC radyosunda, Hitler'i konu eden bir izlence
sunar. Ne var ki, izlence boyunca, Hitler'in düşüncelerini örneklemek amacıyla
Kavgamdan alıntılara yer verildiğinden, kitabın yazarına telif ücreti ödemek
gerekiyordur! Oysa İngiltere ile Almanya savaşmakta oldukları için, iki ülke
arasındaki diplomatik ve tecimsel ilişkiler kesiktir. Parayı ödemeye kararlı olan
BBC yöneticileri, günlerce bir çözüm ararlar ve sonunda bulurlar: Hitler'in telif
ücreti, Norveç hükümeti aracılığıyla ödenir! Bu öykü, bana hep, çok "İngilizce"
gelmiştir...
Orwell'in, Hayvan Çiftliği'nin metninde son anda yaptığı "küçük" bir
değişiklik ise, BBC'nin yukarıda aktarmaya çalıştığım "İngilizce" yaklaşımını
bütünler niteliktedir: 1945 Martı'nda Observer ve Manchester Evening News
gazetelerinin savaş muhabiri olarak Paris'te bulunan Orwell, orada Josef Çapski
adında bir Rus'la tanışır. Çapski, Sovyetler Birliği'nde gönderildiği bir çalışma
kampından ve Katin Kıyımı'ndan kurtulmuş, Paris'e gelmiştir. Orwell'in Arthur
Koestler'e yazdığı bir mektupta anlattıklarına bakılırsa, Çapski, ülkesinde onca
acı yaşamış ve Sovyet yönetimine karşı olmasına karşın, Rusya'yı Alman
boyunduruğundan "Stalin'in kişiliğinin ve büyüklüğünün" kurtardığını söyler:
"Almanlar Moskova'yı ele geçirmek üzereyken, Stalin kentte kaldı. Moskova'yı


onun gözüpekliği kurtardı..."
Orwell, 20. yüzyılın ilk yarısında sıkça rastlanan bir İngiliz aydın tipinin
özelliklerini taşıyordu. Hindistan'da görevli bir baba ile babası bugün Myanmar
adını almış olan Birmanya'da kereste ticareti yapan Fransız kökenli bir annenin
oğluydu. Bengal'in Montihari kentinde doğmuş; aşağı-orta sınıftan gelmesine
karşın, soylu bir ortamda büyütülmüş; sekiz yaşında ailesiyle birlikte İngiltere'ye
dönünce, önce yatılı bir hazırlık okulunda, sonra da ülkenin en büyük özel okulu
ve en seçkin öğretim kurumlarından biri olan Eton College'da okumuştu. Eton
College'da, hiçbir bireyin bilimsel denetim ve koşullanmadan kaçamadığı,
gelecekteki bir dünyayı anlatan Cesur Yeni Dünya'nın yazarı Aldous Huxley'den
ders görmüştü.
Orwell, okul günlerinin ardından, aile geleneğini sürdürerek, Burma'ya
gitmiş, Hindistan İmparatorluk Polisinde bölge müfettiş yardımcısı olmuştur.
Yazarlık sancıları çektiği o günlerde, İngilizlerin Burmalıları zor yoluyla
yönettiklerinin ayırdına vararak sömürge polisliği yapmaktan utanmaya
başlamış; tepkilerini, sonradan, Burma Günleri (1934) adlı romanında ve
özyaşamöyküsel nitelikler taşıyan birkaç denemesinde dile getirmiştir. Ama
daha önce, İmparatorluk Polisi'nden ayrılarak Burma'ya bir daha geri dönmemek
üzere terk etmiş; Burmaklarla arasındaki ırk ve kast ayrımından duyduğu
suçluluğu, Avrupa'nın toplum dışına itilmiş, yoksul insanları arasına karışarak
gidermeye yönelmiş; Londra'da, Doğu Yakası'nda işçiler ve dilenciler arasında
yaşadıktan sonra, bir süre Paris otel ve lokantalarında bulaşıkçılık yapmış;
gerçek olayları romansı bir anlatımla bir araya getirdiği Paris ve Londra'da Beş
Parasız gövdesini bütün bu yaşadıklarından oluşturmuş; kitabın 1933 yılında
yayımlanmasıyla, edebiyat dünyasına ilk adımını atmıştır.
Orwell'in, emperyalizme karşı tutumundaki bu kökten değişikliğin, yalnızca
kentsoylu yaşam biçiminden uzaklaşmasına değil, siyasal yaklaşımını
değiştirmesine yol açtığı söylenir. Burma dönüşünde kendini anarşist sayar
olmuş, 1930'lu yıllara gelindiğinde de kendini sosyalist olarak görmeye
başlamıştır. Bu dönemde yazdığı ilk kitabı Wigan İskelesi Yolu'nun (1937)
başlarında, İngiltere'nin kuzeyindeki yoksul madencilerin yaşayışına ilişkin
gözlemlerini anlatır; ama yapıtın sonlarına doğru, o günlerin sosyalist
hareketlerine keskin eleştiriler yöneltmekten geri kalmaz.
Wigan İskelesi Yolu baskıya girdiğinde, İç savaş muhabiri olarak İspanya'da
bulunan Orwell, çok geçmeden cumhuriyetçi milislere katılır; Teruel cephesinde


ağır yaralanır, teğmen rütbesine yükseltilir. İşte tam o sıralar, İspanya'daki Halk
Cephesi saflarında, yalnızca Orwell gibileri değil, faşizme karşı savaşımın
yazgısını da derinden etkileyecek olaylar yaşanacaktır. Orwell gibi, Franco'nun
faşist güçlerine karşı savaşmaya gelmiş insanların, 1937 Mayısı'nda, Cephe
içindeki siyasal karşıtlarını bastırmaya kalkışan komünistlerle çarpışmak
zorunda kalmaları, Avrupa solunun tartışma gündeminden uzun yıllar
düşmeyecektir. İspanya İç Savaşı'nda, Stalinci olmayan solun, Sovyetler Birliği
yanlısı "yoldaşlarının ihanetine uğraması, Orwell'in Stalinciliğe duyduğu
nefretin odağını oluşturacaktır. Onun, Sovyetler Birliği'ndeki sosyalizmden
soğumasının tohumları, bu olaylar sırasında atılmış olsa gerektir. Tepkilerini,
ertesi yıl kaleme alacağı Katalonya'ya Selam'da dışavuracaktır.
Orwell, İkinci Dünya Savaşı yıllarında, BBC'deki görevinden ayrıldıktan
sonra, İşçi Partisi'nin sol kanadına önderlik eden Aneurin Bevan'ın yayımladığı
Tribune adlı sosyalist gazetenin edebiyat sayfası yöneticiliğini üstlenmiş; bu
dönemde, İşçi Partisi'nin savunduğundan çok farklı sayılabilecek özgürlükçü ve
merkeziyetçilik karşıtı bir sosyalizm savunusu ile yurtseverlik duygularını
bütünleştiren Aslan ve Unicorn gibi kitaplar yazmıştır.
1945 yılında, İkinci Dünya Savaşı'nın sona erdiği, Batı dünyası ile Sovyetler
Birliği arasındaki temeli zaten çürük bağlaşmanın çatırdamaya yüz tuttuğu,
Soğuk Savaş'ın kendini gösterdiği günlerde yayımlanmış olan Hayvan Çiftliği'ni,
yıllar sonra yeniden okudum. Orwell'in, Londra'da verem tedavisi gördüğü bir
hastanede ölmesinden bir yıl önce, 1949'da yayımlanmış olan Bin Dokuz Yüz
Seksen Dört'ü de...
Özellikle Hayvan Çiftliği'nin, Soğuk Savaş'ın ilkel ve kaba propaganda
yöntemlerine kurban edildiğini söylemek yanlış olmasa gerek. Hayvan Çiftliği, o
yıllarda, dahası Avrupa'dan çok ABD'de, gençleri "komünizm tehlikesi"ne karşı
uyarmak amacıyla liselerin okuma izlencelerine alınmış. Hayvan Çiftliği ile
birlikte Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, "nedamet getirmiş bir komünistin, bütün
dünyayı devrimin kaçınılmaz sonuçlarına karşı uyarmak için kaleme aldığı
yapıtlar" olarak, birer Soğuk Savaş silahına dönüştürülmüş. Solun bazı kesimleri,
Orwell'i "karşıdevrimci" ilan etmiş; sağın kimi kesimleri de, Hayvan Çiftliği ve
Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'ü, komünizme yöneltilmiş en güçlü yazınsal
eleştiriler arasında saymışlar.
Oysa, bugün okuduğumda, bir çiftlikte yaşayan hayvanların kendilerini ezen
ve sömüren insanların yönetimini devirip eşitlikçi bir toplum oluşturdukları; ama


zamanla, kurnaz ve iktidar düşkünü domuzların, devrimi yolundan saptırarak,
insanların yönetiminden nerdeyse daha baskıcı ve acımasız bir diktatörlük
kurdukları Hayvan Çiftliği'nin iki uçlu bir yergi mızrağı taşıdığını düşünüyorum.
George Orwell'in, 1930'lar ve 1940'ların Sovyetler Birliği'ne yönelttiği
taşlamanın özünde, yaklaşık yarım yüzyıl sonra çöküntüye uğrayacak olan
sosyalist uygulamanın bağrında yatan düşkünlüklerin bulunduğu kanısındayım.
Ama Orwell'in, hayvanlar tarafından yönetilen çiftliği yıkmaya çalışan "dış
dünya"ya, daha somut bir deyişle öteki çiftliklerin sahibi olan insanlara
yönelttiği eleştirileri de göz ardı etmemek gerekir. Açıkçası, Orwell'in, Batı'nın
siyasal düzenlerini savunduğunu söylemek çok zordur. Kimi yorumcular,
Hayvan Çiftliği'nin yönetimini ele geçiren domuzlarla işbirliği yapan, tecimsel
ilişkiler kuran iki "insan"dan, Foxwood Çiftliği'nin sahibi Bay Pilkington'ın
kapitalist İngiltere'yi, Pinchfield Çiftliği'nin sahibi Bay Frederick'in de Nazi
Almanyası'nı temsil ettiğini bile söylemişlerdir. Bu yorum biraz zorlama gibi
görünse de, Orwell'in, tüm yapıtını, çiftliklerdeki 'insan düzeni'nin, yani
kapitalizmin değiştirilmesi gerçeğinden yola çıkarak kurguladığı açıktır. Kitabın
sonunda sunulan, insanlar ile domuzların aynı masanın çevresinde zaferlerini
kutladıkları sahne, dünya yazınının en çarpıcı sahnelerinden biridir:
Artık Hayvan Çiftliği'nde yılgı ve korku kol gezmektedir. Kitabın başlarında
"Bütün hayvanlar eşittir" diyen Koca Reis'in bu sözü garip bir değişikliğe
uğramıştır: "Bütün hayvanlar eşittir; ama bazı hayvanlar öbürlerinden daha
eşittir." Bir baskı biçiminin yerini, başka bir baskı biçimi almıştır. Hayvanların
eski efendileri insanlar ile yeni efendileri domuzlar, Çiftlik Evi'nde, bir şölen
sofrasının başında toplanmışlardır. Çiftliğin ezilen hayvanları, korka korka
Çiftlik Evi'ne yaklaşır, yüzlerini cama dayayarak içeride olup biteni izlemeye
koyulurlar: Tombul yanakları attığı kahkahalardan mosmor kesilen Bay
Pilkington, kadehini zafere kaldırır ve "espri'yi patlatır: "Siz aşağı kesimlerden
hayvanlarınızla uğraşmak zorundasınız; biz de bizim aşağı sınıflarımızla
uğraşmak zorundayız!" Dışarıdaki hayvanlar, tam o sırada, içeridekilerin
yüzlerinde bir tuhaflık sezerler. İnsanlar ile domuzları birbirlerinden ayırt
edememektedirler. İnsanlar domuzlara, domuzlar insanlara dönüşmüştür...
Hayvan Çiftliği'nin daha önce yapılmış çevirilerini araştırdığımda, iki farklı
çeviriye ulaştım. Biri, Hayvanlar Çiftliği adıyla İnkılâp'tan yayımlanmış.
Atlamalar, yanlışlar ve Türkçe bozukluklarıyla dolu olan bu çeviri, eleştirilmeyi
bile hak etmiyor. Yıllar önce, 1954'te Maarif Vekâleti'nin Dünya Edebiyatından
Tercümeler dizisinden yayımlanmış olan Hayvan Çiftliği'nin çevirisi ise Halide
Edib Adıvar imzası taşıyor. Ateşten Gömlek'in, Vurun Kahpeye'nin, Sinekli


Bakkal'ın yazarının akıcı kalemiyle çevrilmiş.
Halide Edib de, çeviriye yazdığı önsözde, kitabın son sahnesinin üzerinde
duruyor ve Orwell'in yansız yaklaşımını vurguluyor:
"Orwell, bilerek bilmeyerek, herhangi bir idarenin, nizam ve kanundan
ayrılınca nasıl bir afete yakalanacağını resmetmiştir. Bilhassa, çiftlik
memurlarının hayvanların yem saatini unuttukları gün ihtilalin patlaması,
üzerinde düşünülecek bir noktadır. İkinci bariz nokta ise, Orwell'in, bir
taraftan komünist rejimin kudretli bir karikatürünü çizerken, diğer taraftan
bunu, komünist olmayan rejimlerin bir propagandası haline sokmamış
olmasıdır. Son sahne en kudretli parçasıdır. (...) İki tarafın başındakilerin de
müşterek iptilalara, za'flara [zaaf] ve reziletlere müptela oldukları aşikârdır.
O kadar ki, bunları, çiftlik avlusundan gözetleyen sürü, hangisinin hangi
rejimi temsil ettiğini dahi fark edemiyor. (...) İki taraf da kudretini, kendi
kafa ve kuvvetinden ziyade, korumak veya kapmak istedikleri yavrulara
borçludur. Fakat yavrular, kendi kuvvetlerinden haberdar değildirler..."
Kendi yazgısını elinde tutamayan, kendini yönetenleri sorgulamayı aklından
bile geçirmeyen araba beygiri Boxer, "kendi kuvvetlerinden haberdar olmayan
yavrular"ın en çarpıcı örneğidir. "Daha erken kalkacağım, daha çok
çalışacağım... Napoléon her zaman haklıdır!" demekten asla vazgeçmez. Ama
sonunda, hastalanıp ıskartaya çıkarıldığında, at kasabını boylamaktan
kurtulamaz. Kendisini ölüme taşıyan arabanın içinde, kapıya attığı umarsız
çifteler, tüm hayvanların yitip giden umutlarını da yankılandırır. Özgürlüklerini
savunamayanların ödedikleri bedel ağırdır. Özgürlük, değerli olduğu ölçüde
kırılgandır da...
Hayvan Çiftliği'nin, bazı basımları ve çevirilerinde yer verilmemiş olan
altbaşlığı Bir Peri Masalıdır. Belki de, kimi yayıncılar, yapıtın bir çocuk kitabı
olarak algılanmasından çekindikleri için, Bir Peri Masalı demekten
kaçınmışlardır. Oysa bu altbaşlık, bir masal duruluğunda yazılmış olan kitabın,
yergi geleneğindeki yerini vurgulamaktadır biraz da. Hayvan Çiftliği, sırtını,
Jonathan Swift'ten Aldous Huxley'ye uzanan İngiliz yergi yazınının sağlam
geleneğine yaslamıştır.
Evet, Hayvan Çiftliği, korkunç sonla biten bir "peri masalı"dır.
Aralık 2000
Celâl Üster


Celâl Üster


Birinci Bölüm
Beylik Çiftlik'in sahibi Bay Jones, her gece yaptığı gibi kümesin kapısını
örtmüş, ama çok sarhoş olduğu için tavukların girip çıktıkları delikleri
kapatmayı unutmuştu. Avluda tökezlene tekerlene yürürken, elindeki fenerin
ışığı da bir o yana bir bu yana yalpa vuruyordu. Arka kapıda botlarını çıkarıp
attı, kilerdeki fıçıdan son bir bardak daha bira doldurup bir dikişte içti, sonra üst
kata çıkıp yatak odasına girdi. Bayan Jones horul horul uyuyordu.
Yatak odasının ışığı söner sönmez, çiftliğin tüm binalarında bir patırtı, bir
koşuşturmadır başladı. Gündüzden haber salınmıştı: Koca Reis dedikleri, bir
zamanlar ödül kazanmış kır erkek domuz, bir gece önce gördüğü garip düşü tüm
hayvanlara anlatmak istiyordu. Bay Jones ortalıktan çekilir çekilmez, herkesin
büyük samanlıkta toplanması kararlaştırılmıştı. Koca Reis'e (yarışmaya
Willingdon Güzeli adıyla katılmıştı, ama herkes ona Koca Reis diyordu) çiftlikte
o kadar büyük bir saygı duyuluyordu ki, onun ne diyeceğini öğrenmek için
herkes uykusundan olmaya razıydı.
Reis, büyük samanlığın bir köşesinde, tavandaki kirişlerden birinden sarkan
bir fenerin aydınlattığı bir yükseltinin üzerine serili saman döşeğine kurulmuştu
bile. On iki yaşındaydı, son zamanlarda gövdesi biraz yağ bağlamıştı; uzun sivri
köpekdişleri hiç kesilmemiş olmasına karşın, bilge ve babacan görünen heybetli
bir domuzdu. Çok geçmeden öteki hayvanlar da birbiri ardı sıra sökün ettiler;
yolu yordamınca yerlerini almaya başladılar. Önce Bluebell, Jessie ve Pincher
adlı üç köpek göründü; ardından domuzlar geldiler, yükseltinin hemen önündeki
samanların üzerine yerleştiler. Tavuklar pencere eşiklerine tünediler, güvercinler
çatı kirişlerine kondular, koyunlarla inekler domuzların arkasına uzanıp geviş
getirmeye koyuldular. Boxer ve Clover adlı iki araba atı içeri birlikte girdiler;
samanların arasında göremeyecekleri kadar küçük bir hayvan bulunabileceği
kaygısıyla ağır ağır yürüyor, kıllı, kocaman ayaklarını yere usulca basıyorlardı.
Clover, orta yaşlı sayılabilecek, iriyarı, anaç bir kısraktı; dördüncü tayını
doğurduktan sonra eski endamını bir türlü bulamamıştı. Boxer ise neredeyse iki
metre yüksekliğinde, iki beygir gücünde, çok iri bir hayvandı. Alnından
burnunun üstüne doğru inen akıtma onu biraz ahmak gösteriyordu; gerçekten de
çiftlikteki hayvanların en zekisi sayılmazdı, ama sağlam kişiliği ve akıllara
durgunluk veren çalışkanlığıyla herkesin saygısını kazanmıştı. Atların ardından,
beyaz keçi Muriel ile Benjamin adlı eşek göründüler. Benjamin, çiftliğin en


yaşlı, en huysuz hayvanıydı. Ağzından bal damladığı söylenemezdi, ama az
söyler, öz söylerdi: "Tanrı bana sinekleri kovayım diye bir kuyruk vermiş; ama
keşke sinekler de olmasaydı, kuyruğum da." Çiftlikteki hayvanlar arasında bir
tek o hiç gülmezdi. Neden gülmediğini soranlara, "Gülünecek ne var ki?" diye
karşılık verirdi. Ama açıkça belli etmemesine karşın, Boxer'a hayrandı; ikisi
pazar günlerini birlikte geçirir, genellikle meyve bahçesinin arkasındaki çayırda
hiç konuşmadan yan yana otlarlardı.
İki at henüz yere uzanmışlardı ki, annelerini yitirmiş yavru ördekler ciyak
ciyak bağırarak birerlekol halinde samanlığa girdiler; paytak paytak koşturuyor,
ayaklar altında ezilmeyecekleri bir yer aranıyorlardı. Clover, kocaman ön
ayağıyla ördek yavrularının çevresine bir duvar ördü; onlar da oraya sığınıp
birbirlerine sokuldular ve o saat uykuya daldılar. Son anda, Bay Jones'un iki
tekerlekli arabasını çeken saçı uzun aklı kısa, beyaz kısrak Mollie çıkageldi;
ağzında kesmeşekeri, süzüm süzüm süzülerek içeri girdi. Kendine önlerde bir
yer seçti; bakışları üzerinde toplamak umuduyla kırmızı kurdelelerle örülü beyaz
yelesini iki yana sallamaya başladı. Son olarak da kedi göründü; huyu kurusun,
hemen en sıcak yeri aranmaya başladı, sonunda Boxer ile Clover'ın arasına
sığıştı; Koca Reis'in söylevinin sonuna kadar –söylediklerinin bir tekine bile
kulak vermeden– keyifli keyifli mırlayıp durdu.
Arka kapının oradaki tünekte uyuyan evcil kuzgun Moses'ı saymazsak,
hayvanların tümü gelmişti artık. Reis, baktı ki herkes yerini almış suspus
bekliyor, gırtlağını temizleyip konuşmaya başladı:
"Yoldaşlar, dün gece garip bir düş gördüğümü hepiniz biliyorsunuz. Düşe
sonra geleceğim. Size daha önce başka bir şey söylemek istiyorum. Yoldaşlar,
fazla bir ömrüm kaldığını sanmıyorum. Onun için, bugüne kadar edindiğim
bilgileri, deneyimleri sizlere aktarmayı görev biliyorum. Çok uzun yaşadım,
ağılımda bir başıma yatarken düşünecek çok zamanım oldu; bu dünyanın
düzenini, yaşamakta olan her hayvan kadar kavradığımı söyleyebilirim. Bugün
sizlerle konuşmak istediğim de bu işte.
"Evet yoldaşlar, yaşadığımız hayat nasıl bir hayattır? Açıkça söylemekten
korkmayalım: Şu kısa ömrümüz yoksulluk içinde, sabahtan akşama kadar
uğraşıp didinmekle geçip gidiyor. Dünyaya geldikten sonra yaşamamıza yetecek
kadar yiyecek verirler; ayakta kalanlarımızı canı çıkana kadar çalıştırırlar;
işlerine yaramaz duruma geldiğimizde de korkunç bir acımasızlıkla boğazlarlar.
İngiltere'de, bir yaşına geldikten sonra, hiçbir hayvan mutluluk nedir bilmez,


hiçbir hayvan dinlenip eğlenemez. İngiltere'de hiçbir hayvan özgür değildir.
Hayatımız sefillikten, kölelikten başka nedir ki! İşte, tüm çıplaklığıyla gerçek
budur.
"Peki, bu durum, Doğa'nın bir yasası mıdır? Ülkemiz, topraklarında
yaşayanlara düzgün bir hayat sunamayacak kadar yoksul mudur? Hayır,
yoldaşlar, asla! İngiltere toprakları bereketlidir; havası suyu iyidir yurdumuzun;
bugün bu ülkede yaşayan hayvanlardan çok daha fazlasına bol bol yiyecek
sağlayabilir. Yalnızca şu bizim çiftlik bile bir düzine atı, yirmi ineği, yüzlerce
koyunu besleyebilir; besleyebilir ne demek, onlara bugün bizim hayal bile
edemeyeceğimiz kadar rahat ve onurlu bir hayat yaşatabilir. Öyleyse, bu sefilliğe
neden boyun eğelim? İnsanlar, emeğimizle ürettiklerimizin neredeyse tümünü
bizden çalıyorlar. İşte, yoldaşlar, tüm sorunlarımızın yanıtı burada. Tek bir
sözcükte özetlenebilir: İnsan. Tek gerçek düşmanımız İnsandır. İnsan'ı ortadan
kaldırın, açlığın ve köle gibi çalışmanın temelindeki neden de sonsuza dek
silinecektir yeryüzünden.
"İnsan, üretmeden tüketen tek yaratıktır. Süt vermez, yumurta yumurtlamaz,
sabanı çekecek gücü yoktur, tavşan yakalayacak kadar hızlı koşamaz. Gene de,
tüm hayvanların efendisidir. Hayvanları çalıştırır, karşılığında onlara açlıktan
ölmeyecekleri kadar yiyecek verir, geri kalanını kendine ayırır. Bizse
emeğimizle tarlayı sürer, gübremizle toprağı besleriz; oysa hiçbirimizin
postundan başka bir şeyi yoktur. Siz, şu karşımda oturan inekler; bu yıl kaç bin
litre süt verdiniz? Güçlü kuvvetli danalar yetiştirmek için gerekli olan sütleriniz
nereye gitti? Her bir damlası düşmanlarımızın midesine indi. Siz, tavuklar; bu yıl
kaç yumurta yumurtladınız, o yumurtaların kaçından civciv çıkarabildiniz?
Tümüne yakını pazarda satıldı, Jones ve adamlarına para kazandırdı. Ve sen,
Clover, doğurduğun o dört tay nerede; yaşlandığında sırtını dayayacağın, keyfini
süreceğin o taylar nerede? Dördü de bir yaşına geldiklerinde satıldı; onları bir
daha hiç göremeyeceksin. İnsanlara verdiğin o dört tay ve tarlalardaki emeğinin
karşılığında bir avuç yem ve soğuk bir ahırdan başka ne gördün?
"Kaldı ki, yaşadığımız şu sefil hayatın doğal sonuna varmasına bile izin
vermezler. Ben gene talihli sayılırım, onun için pek o kadar yakınmıyorum. On
iki yaşındayım, dört yüzden fazla çocuğum oldu. Bir domuz için çok doğal. Ama
hiçbir hayvan sonunda o gaddar bıçaktan kaçamaz. Siz, karşımda oturan genç
domuzlar; bir yıla kalmaz, bıçağın altında ciyaklaya ciyaklaya can verirsiniz.
İnekler, domuzlar, tavuklar, koyunlar; bu korkunç son hepimizi bekliyor,
hepimizi. Atların ve köpeklerin yazgısı da bizimkinden farklı sayılmaz. Sen,


Boxer, şu koca kasların gücünü yitirmeyegörsün, Jones o saat, sakat ve kocamış
atları alan kasaba satar seni. Kasap da gırtlağını keser, kazanda kaynatıp av
köpeklerine mama yapar. Köpeklere gelince; yaşlanıp dişleri dökülmeyegörsün,
Jones boyunlarına bir taş bağlar, en yakın göle atar.
"Öyleyse, yoldaşlar, bu hayatta başımıza gelen tüm kötülüklerin insanların
zorbalığından kaynaklandığı gün gibi açık değil mi? Şu İnsanoğlu'ndan
kurtulalım, emeğimizin ürünü bizim olsun. İşte o zaman zengin ve özgür
olacağız. Öyleyse, ne yapmalı? Gece gündüz, var gücümüzle insan soyunu alt
etmeye çalışmalı! İşte, söylüyorum yoldaşlar: Ayaklanın! Bu Ayaklanma ne
zaman gerçekleşir bilemem, bir haftaya kadar da olabilir, yüz yıla kadar da; ama
şu ayaklarımın altındaki samanı gördüğüm gibi görüyorum: Hak er geç yerini
bulacaktır. Yoldaşlar, şu kısa ömrünüzde bunu aklınızdan çıkarmayın!
Ve en önemlisi, bu öğüdümü sizden sonra gelenlere iletin ki, gelecek
kuşaklar zafere kadar savaşsın.
"Ve yoldaşlar, kararlılığınız asla, ama asla sarsılmasın. Hiçbir tartışma sizi
yolunuzdan saptırmasın. İnsan ile hayvanların ortak bir çıkarı vardır, birinin
dirliği öbürlerinin de dirliğidir, diyenler çıkabilir. Onlara sakın kulak asmayın.
Hepsi yalan. İnsanoğlu, kendinden başka hiçbir yaratığın çıkarını gözetmez. Bu
savaşımımızda hayvanlar arasında tam bir birlik kurun, kusursuz bir yoldaşlık
sağlayın. Bütün insanlar düşmandır! Bütün hayvanlar yoldaştır!"
Tam o sırada müthiş bir gürültü koptu. Koca Reis konuşurken, deliklerinden
dışarı süzülen dört iri sıçan, arka ayaklarının üzerine oturmuş, onu dinlemeye
koyulmuşlardı. Köpekler, onları görür görmez saldırıya geçmişler; sıçanlar
çarçabuk deliklerine kaçarak canlarını zor kurtarmışlardı. Reis, ön ayağını
kaldırarak herkesi susturdu:
"Yoldaşlar. Çözmemiz gereken bir sorun var. Sıçanlar ve tavşanlar gibi
yabanıl hayvanlar, dostumuz mu, düşmanımız mı? Oylamaya koyalım. Şu
soruyu soruyorum: Sıçanlar yoldaşımız mıdır?"
Hemen oylamaya geçildi; çok büyük bir çoğunlukla sıçanların yoldaş
olduklarına karar verildi. Yalnızca dört karşı oy çıkmış, onlar da üç köpekle
kediden gelmişti.
Sonradan, kedinin hem evet, hem de hayır oyu kullandığı anlaşıldı. Koca
Reis, sözünü sürdürdü:


"Daha fazla bir şey söyleyecek değilim. Yalnız tekrarlamak istediğim bir
nokta var: İnsan'a ve onun başının altından çıkan tüm uğursuzluklara karşı
düşmanca davranmanın göreviniz olduğunu hiçbir zaman akıldan çıkarmayın.
İki ayaklılar düşmanımızdır. Dört ayaklılar ve kanatlılar dostumuzdur. Şunu da
unutmayın ki, İnsan'a karşı savaşırken sonunda ona benzememeliyiz. Onu alt
ettiğiniz zaman bile, onun kötü alışkanlıklarını benimsemeye kalkmayın. Hiçbir
hayvan asla bir evde yaşamamalı, yatakta yatmamalı, giysi giymemeli, içki ve
sigara içmemeli, paraya el sürmemeli, ticaretle uğraşmamalı. İnsan'ın bütün
alışkanlıkları kötüdür. Ve en önemlisi, hiçbir hayvan kendi türünden olanlara
zorbalık etmemeli. Güçlüsü güçsüzü, akıllısı akılsızı, hepimiz kardeşiz. Hiçbir
hayvan başka bir hayvanı öldürmemeli. Bütün hayvanlar eşittir.
"Yoldaşlar, artık dün gece gördüğüm düşten söz edebilirim. Tam olarak
anlatmam mümkün değil, ama İnsan ortadan kalktıktan sonra yeryüzünün nasıl
bir yer olacağını gördüm diyebilirim. Çoktandır unutmuş olduğum bir şeyi
anımsadım. Yıllar önce, ben küçük bir domuzken, annem ve öteki dişi domuzlar,
yalnızca ezgisini ve ilk üç sözcüğünü bildikleri eski bir şarkı söylerlerdi.
Şarkının ezgisini çocukken öğrenmiştim, ama nicedir aklımdan çıkmıştı. Dün
gece düşümde geri geldi şarkının ezgisi. Dahası, şarkının sözlerini de
anımsadım. Hiç kuşkum yok, hayvanların çok eski çağlarda söyledikleri,
kuşaklardır unutulmuş olan şarkının sözleriydi bunlar. Şimdi, yoldaşlar, size bu
şarkıyı söyleyeceğim. Yaşlıyım, sesim kısık, ama ezgisini öğrettiğim zaman siz
şarkıyı çok daha güzel söyleyebilirsiniz. Şarkının adı, İngiltere'nin Hayvanları."
Koca Reis, gırtlağını temizleyip şarkıya başladı. Gerçekten de kısıktı sesi,
ama hiç de fena söylemiyordu. Şarkının coşkulu bir ezgisi vardı, Clementine ile
La Cucuracha arası bir şarkıydı. Sözleri şöyleydi:
İngiltere ve İrlanda'nın hayvanları,
Bütün ülkelerin, bütün iklimlerin hayvanları,
Kulak verin müjdelerin en güzeline,
Düşlediğimiz Altın Çağ önümüzde.
Er geç bir gün gelecek,
Zorba İnsan devrilecek,
İngiltere'nin bereketli topraklarında
Yalnızca hayvanlar gezinecek.
Burnumuza geçirilen halkalar,


Sırtımıza vurulan semer sökülüp atılacak,
Karnımıza saplanan mahmuz çürüyüp paslanacak,
Acımasız kırbaç bir daha şaklamayacak.
Zenginlikler düşlere sığmayacak,
Buğdayı arpası, yulafı samanı,
Yoncası, baklası, pancarı,
O gün hepsi bizim olacak.
İngiltere'nin çayırları daha yeşil,
Irmakları daha aydınlık olacak,
Rüzgârlar daha tatlı esecek,
Biz özgürlüğümüze kavuşunca.
O günü göremeden ölüp gitsek de,
Herkes bu uğurda savaşmalı,
İneklerle atlar, kazlarla hindiler el ele,
Özgürlük uğruna ter akıtmalı.
İngiltere ve İrlanda'nın hayvanları,
Bütün ülkelerin, bütün iklimlerin hayvanları,
Kulak verin müjdeme, haber salın her yere,
Düşlediğimiz Altın Çağ önümüzde.
Şarkı, hayvanların yüreğine yabanıl bir coşku salmıştı. Reis daha sonuna
gelmeden, hep birlikte söylemeye başlamışlardı. En aptalları bile şarkının
ezgisini ve birkaç sözünü kapmıştı; domuzlar ve köpekler gibi akıllı olanlarıysa
şarkının tümünü birkaç dakikada ezberlemişti. Birkaç denemeden sonra, hep bir
ağızdan söyledikleri İngiltere'nin Hayvanları ile inledi çiftlik. İnekler böğürüyor,
köpekler havlıyor, koyunlar meliyor, atlar kişniyor, ördekler vaklıyordu. O kadar
hoşlarına gitmişti ki, şarkıyı baştan sona tam beş kez söylediler; Bay Jones
uyanmasa, belki de sabaha kadar söyleyeceklerdi.
Ama ne yazık ki, Bay Jones gürültüden uyandı; avluya tilki girdiğini sanarak
yatağından fırladı. Her zaman yatak odasının köşesinde duran tüfeğini kaptığı
gibi karanlığa saçma yağdırdı. İri saçmalar samanlığın duvarına saplanır
saplanmaz, toplantıdaki hayvanlar çil yavrusu gibi dağıldılar. Herkes yattığı yere
koştu. Kuşlar tüneklerine sıçradılar, hayvanlar saman döşeklerine uzandılar. Çok
geçmeden bütün çiftlik uykuya daldı.


İkinci Bölüm
Koca Reis, üç gece sonra, uykusunda huzur içinde öldü. Meyve bahçesinin
kıyısında bir yere gömdüler.
Reis öldüğünde mart ayının ilk günleriydi. Bunu izleyen üç ay boyunca bir
sürü gizli etkinlik yürütüldü. Reis'in konuşması, çiftliğin daha akıllı
hayvanlarının hayata yepyeni bir gözle bakmalarını sağlamıştı. Öngördüğü
Ayaklanma'nın ne zaman meydana geleceğini bilen yoktu; böyle bir başkaldırıyı
görebilecek kadar yaşayıp yaşamayacaklarını da bilmiyorlardı; ama görevlerinin
o güne hazırlamak olduğunu açık seçik görebiliyorlardı. Ötekileri eğitme ve
örgütleme işi, doğal olarak, genellikle hayvanların en zekileri diye bilinen
domuzlara verildi. Domuzların en yeteneklileri, Bay Jones'un satmak için
yetiştirdiği, Snowball ve Napoléon adlı iki genç erkek domuzdu. Napoléon,
irikıyım, sert bakışlı bir Berkshire domuzuydu; daha doğrusu, çiftlikteki tek
Berkshire'dı. Pek konuşkan sayılmazdı, ama istediğini söke söke almayı bilen
biri olarak tanınırdı. Snowball, Napoléon'dan daha canlı, daha hayat dolu bir
domuzdu; hem ağzı daha iyi laf yapardı, hem de daha yaratıcıydı; ama kişiliğinin
Napoléon kadar sağlam olmadığı söylenirdi. Çiftliğin erkek domuzlarının hepsi
de besi domuzuydu. İçlerinde en ünlüsü, tombalak Squealer, yanakları
yusyuvarlak, gözlerini sürekli kırpıştıran, şirret sesli, yerinde duramayan bir
hayvandı. Parlak bir konuşmacıydı; zorlu bir konuyu tartışırken bir o yana bir bu
yana sıçrar, kuyruğunu hızlı hızlı oynatırdı; nedendir bilinmez, bu hareketleri
çok inandırıcı olmasını sağlardı. Squealer için, "Karayı ak yapar," derlerdi.
Bu üçü, Koca Reis'in düşüncelerini geliştirerek dört dörtlük bir öğretiye
dönüştürmüşler, adına da "Animalizm" demişlerdi. Haftanın birkaç gecesi, Bay
Jones uyuduktan sonra, samanlıkta gizli toplantılar düzenliyor, Hayvancılığın
temel ilkelerini öbür hayvanlara anlatıyorlardı. İlk başlarda, büyük bir ahmaklık
ve vurdumduymazlıkla karşılaşmışlardı. Bazı hayvanlar, "Efendimiz" dedikleri
Bay Jones'a bağlılığın bir görev olduğundan dem vuruyorlar; bazıları da, "Bay
Jones bizi besliyor. O olmasa, açlıktan ölürüz," gibisinden salakça laflar
ediyorlardı. Kimileri, "Biz öldükten sonra olacakların bize ne yararı dokunur
ki?" ya da "Madem bu Ayaklanma nasıl olsa gerçekleşecek, bu uğurda çalışmışız
çalışmamışız ne fark eder?" gibi sorular soruyorlardı. Domuzlar, bu tür
konuşmaların Hayvancılığın ruhuna aykırı olduğunu kavratana kadar akla karayı
seçiyorlardı. Soruların en ahmakçası ak kısrak Mollie'den gelmişti; Mollie'nin


Snowball'a sorduğu ilk soru, "Ayaklanma'dan sonra da şeker bulabilecek miyiz?"
olmuştu.
Snowball, "Hayır," diye kesip atmıştı. "Bu çiftlikte şeker meker üretemeyiz.
Kaldı ki, şeker gerekmeyecek. Dilediğin kadar yulaf ve saman yiyebileceksin."
Bu kez, "Peki, yeleme gene kurdele takabilecek miyim?" diye sormuştu
Mollie.
Snowball, "Bak, yoldaş," demişti. "Senin onsuz edemediğin kurdele,
köleliğin simgesidir. Özgürlüğün kurdelelerden çok daha değerli olduğunu kafan
almıyor mu?"
Mollie, "Kabul," derken pek inanmış görünmüyordu.
Domuzlar, evcil kuzgun Moses'ın yaydığı yalanların önünü almak için daha
da zorlu bir savaşım vermek zorunda kaldılar. Bay Jones'un gözdesi olan Moses,
gammazın, dedikoducunun tekiydi, ama ağzı iyi laf yapardı. Gene bir masal
uydurmuştu: Sözümona, Balbadem Diyarı denen gizemli bir ülke vardı, bütün
hayvanlar öldükleri zaman oraya gidiyorlardı. Moses'a bakılırsa bu ülke
gökyüzünde bir yerde, bulutların az ötesindeydi. Balbadem Diyarı'nda her gün
pazardı; dört mevsim yonca biter, ağaçlar ve çalılar, kesmeşeker ve keten
tohumu küspesinden geçilmezdi. Gerçi hayvanlar, gününü masal anlatmakla
geçirdiği ve hiç çalışmadığı için Moses'dan nefret ediyorlardı; ama gene de,
Balbadem Diyarı masalına inananlar çıkmadı değil. Domuzlar, onları böyle bir
yer olmadığına inandırabilmek için az dil dökmediler.
En sadık tilmizleri, iki araba atı, Boxer ile Clover'dı. Kendi başlarına
düşünmekte epeyce zorlanan bu iki at, domuzları öğretmen belledikten sonra
onların her dediğini tartışmasız benimsemiş ve olduğu gibi öteki hayvanlara
aktarmışlardı. Samanlıktaki gizli toplantıları hiç kaçırmıyor; her toplantının
bitiminde söylenen İngiltere'nin Hayvanları şarkısında başı çekiyorlardı.
Derken, Ayaklanma, umulandan çok daha erken, herkesin beklediğinden çok
daha kolay gerçekleşti. Bay Jones, hayvanlara çok sert davranmasına karşın
becerikli bir çiftçiydi, ama son zamanlarda işleri bozulmuştu. Hele bir davada
para kaptırınca umudunu iyiden iyiye yitirmiş, sağlığını bozacak ölçüde içkiye
vermişti kendini. Bazen günlerce mutfaktaki koltuğunda aylak aylak oturuyor,
gazete okuyup içkisini içiyor, arada sırada biraya batırdığı ekmek parçalarıyla
Moses'ı besliyordu. Yanında çalışanlar tembel ve sahtekârdı; tarlaları ayrıkotları


bürümüştü; binaların damlarının onarılması gerekiyordu; çitler bakımsızdı;
hayvanlar doğru dürüst beslenmiyordu.
Haziran gelmişti, otlar biçilmeye neredeyse hazırdı. Bay Jones, bir cumartesi
gününe denk düşen yaz gündönümünden hemen önce Willingdon'a gidip Kırmızı
Aslan meyhanesinde körkütük sarhoş olunca, çiftliğe ancak pazar günü öğle
saatlerinde dönebildi. İşçiler sabah erkenden inekleri sağmışlar, hayvanların
yemini vermeden tavşan avlamaya gitmişlerdi. Bay Jones, eve döner dönmez,
oturma odasındaki kanepeye uzanmış, News of the World gazetesine göz atarken
uyuyakalmıştı. Hava karardığında hâlâ aç olan hayvanlar sonunda
dayanamadılar. İneklerden biri boynuzuyla ambarın kapısını kırdı; içeri dalan
hayvanlar yem kovalarından karınlarını doyurmaya koyuldular. Tam o sırada
uyanıveren Bay Jones, dört işçisini de yanına alıp ambara koştu; hep birlikte
hayvanları kırbaçlamaya başladılar. Bu da, hayvanların sabrını taşıran son damla
oldu. Önceden hiçbir şey tasarlamamalarına karşın, topluca zorbaların üstüne
atıldılar. Jones'la işçilerine dört bir yandan tos vurup çifte atıyorlardı. Hayvanları
daha önce hiç böyle görmemiş olan adamlar ne yapacaklarını şaşırmışlar; o güne
değin diledikleri gibi sopa atıp eziyet ettikleri hayvanların bu umulmadık
başkaldırısı karşısında dehşete kapılmışlardı. Baktılar olacak gibi değil,
korunmaya çabalamayı bırakıp tabanları yağladılar. Patikadan aşağı anayola
doğru yel yepelek koştururlarken, hayvanlar da zafer çığlıkları atarak onları
kovalıyorlardı.
Bayan Jones, yatak odasının penceresinden olup biteni görmüştü. Birkaç
parça eşyayı toparladığı gibi bir heybeye tıkıştırıp, çiftliğin arka yolundan
savuşuverdi. Moses da, tüneğinden sıçradı, kanat çırpıp avazı çıktığı kadar
bağırarak kadının ardına takıldı. Bu arada, hayvanlar, Jones ile adamlarını yola
kadar kovalamışlar, beş kol demiri bulunan çiftlik kapısını arkalarından hızla
çarpıp kapatmışlardı. Böylece, daha ne olduğunu anlamalarına kalmadan,
Ayaklanma başarıyla sonuçlanmış, Jones çiftlikten kovulmuş, Beylik Çiftlik
onlara kalmıştı.
Hayvanlar, talihlerinin böylesine yolunda gittiğine bir süre inanamadılar.
Önce, köşede bucakta saklanmış bir insan olup olmadığını anlamak için, bir
araya toplanıp çiftliği çepeçevre dolaştılar. Sonra, çiftlik binalarına koşup
Jones'un uğursuz saltanatının son izlerini de yok etmeye koyuldular. Ahırların
bitimindeki, koşum takımlarının durduğu odanın kapısı kırıldı; gemler, burun
halkaları, köpek zincirleri, Bay Jones'un domuzları ve kuzuları iğdiş ederken
kullandığı kıyıcı bıçaklar kuyunun dibini boyladı. Dizginler, yularlar, meşin göz


siperleri, onur kırıcı yem torbaları, avluda çöplerin yakıldığı ateşe atıldı.
Kamçılar da. Kamçıların alevlere karıştığını gören bütün hayvanlar sevinç içinde
hoplayıp zıplıyorlardı. Snowball, pazara gidildiği günlerde atların yelelerini ve
kuyruklarını süsleyen kurdeleleri de ateşe attı.
"Giysi, İnsanoğlu'nu çağrıştırır," dedi. "Kurdele de giysiden sayılır. Tüm
hayvanlar çıplak dolaşmalıdır."
Snowball'un bu sözleri üzerine, Boxer da, yazın kulaklarını sineklerden
korumak için kafasına geçirdiği küçük hasır şapkayı kaptığı gibi ateşe attı.
Kısa bir süre sonra hayvanlar, kendilerine Bay Jones'u anımsatan ne varsa
yok etmiş bulunuyorlardı. Napoléon, hepsini yeniden ambara götürdü, herkese
ikişer tayın mısır, köpeklere de ikişer peksimet dağıttı. Ardından, İngiltere'nin
Hayvanları şarkısını baştan sona tam yedi kez söylediler; gece inerken herkes
kendi köşesine çekilip uykuya daldı. Dünyaya geleli beri hiç bu kadar rahat bir
uyku çekmemişlerdi.
Ama her zamanki gibi şafak vakti uyanıp da bir gün önce gerçekleştirdikleri
görkemli başkaldırıyı anımsar anımsamaz, hep birlikte çayıra koştular. Çayırın
biraz aşağısında, çiftliğin büyük bir bölümünü gören küçük bir tepe vardı.
Hemen tepeye tırmandılar, sabahın duru ışığında çevreyi seyre daldılar. Evet,
burası onlarındı artık; göz görebildiğince önlerinde uzanan her şey onlarındı! Bu
düşünceyle kendilerinden geçerek hoplayıp zıplamaya, büyük bir coşkuyla
havalara sıçramaya başladılar. Çiy düşmüş çimenlerin üzerinde yuvarlanıyor,
tatlı yaz otlarını koparıp yutuyor, kara toprağı eşeleyip havaya savuruyor,
toprağın güzelim kokusunu içlerine çekiyorlardı. Sonra, çiftliği baştan başa
dolaşıp denetimden geçirdiler; tarlayı, otlağı, meyve bahçesini, gölcüğü, koruyu
dilleri tutulmuşçasına, hayran hayran izlemekten alamadılar kendilerini. Sanki
buraları daha önce hiç görmemişlerdi; bütün bunların artık kendilerinin olduğuna
hâlâ inanamıyorlardı.
Daha sonra, sıra olup çiftlik binalarına döndüler; çiftlik evinin kapısının
önüne geldiklerinde, soluklarını tutup durdular. Bu ev de onlarındı artık, ama
içeri girmeye korkuyorlardı. Derken, Snowball ile Napoléon'un kapıyı
omuzlayıp kırmasıyla, hayvanlar birerlekol halinde içeri girdiler. Ortalığı altüst
etmemek için attıkları adımlara büyük özen gösteriyorlar; parmaklarının ucuna
basarak odadan odaya geçerken, seslerinin duyulacağından korkuyormuşçasına
fısıldaşarak konuşuyorlar; içerideki görkeme, kuştüyü şilteli yataklara, aynalara,


at kılından dokunmuş kumaş kaplı sedire, Brüksel halısına, Kraliçe Victoria'nın
oturma odasındaki şömine rafının üstünde duran taşbaskı portresine biraz gözleri
kamaşarak, biraz da korka korka bakıyorlardı. Tam merdivenlerden inerlerken,
Mollie'nin ortalıkta olmadığını fark ettiler. Birkaçı yukarı seğirtip odaları tek tek
yoklamaya başladı. Evin en şık yatak odasının kapısını açtıklarında bir de ne
görsünler! Mollie, Bayan Jones'un tuvalet masasından aldığı anlaşılan mavi bir
kurdeleyi omzuna tutmuş, ahmakça bir hayranlıkla aynada kendini seyretmiyor
mu! Mollie'yi fena halde azarlayıp evden çıktılar. Mutfakta asılı duran jambonlar
götürülüp gömüldü, bir de kilerdeki bira fıçısı Boxer'ın bir çiftesiyle parçalandı,
o kadar; evde başka hiçbir şeye dokunulmadı. Hemen oracıkta, oybirliğiyle bir
karar alındı: Çiftlik evi, müze olarak korunacaktı. Aralarında en küçük bir
düşünce ayrılığı yoktu: Bu evde hiçbir hayvan yaşamamalıydı.
Snowball ile Napoléon, kahvaltıdan sonra hayvanları yeniden toplantıya
çağırdı.
"Yoldaşlar," dedi Snowball. "Saat daha altı buçuk, uzun bir gün bizi
bekliyor. Bugün otları biçmeye başlıyoruz. Ama daha önce halledilecek bir
işimiz var."
Sonunda anlaşıldı ki iki domuz, çöpler arasında Bay Jones'un çocuklarının
bir okuma kitabını bulmuş, son üç ay boyunca bu kitaptan okuma yazma
öğrenmişlerdi. Napoléon, siyah ve beyaz boya kutularını getirtti, hayvanların
başına geçerek onları anayola açılan çiftlik kapısının oraya götürdü. Snowball da
(en iyi yazı yazan oydu) fırçayı iki toynağının arasına geçirip kapının en üstteki
kol demirine yazılı BEYLİK ÇİFTLİK adını karaladı, yerine HAYVAN
ÇİFTLİĞİ yazdı. Çiftlik artık bu adla anılacaktı. Daha sonra, çiftlik binalarına
geri dönüldü; Snowball ile Napoléon bir merdiven getirtip büyük samanlığın
duvarına dayadılar. Domuzlar, üç aydır sürdürdükleri çalışmalar sonucunda,
Hayvancılığın temel ilkelerini yedi emirde toplamayı başarmışlardı. Şimdi bu
yedi emir duvara yazılacak, Hayvan Çiftliği'ndeki tüm hayvanlar bundan böyle
hayatlarının sonuna dek bu değişmez yasalara uyacaklardı. Snowball merdivene
güçbela tırmandı (bir domuzun merdiven üzerinde dengesini bulması hiç de
kolay değildir) ve işe koyuldu; Squealer da birkaç basamak aşağıda boya
kutusunu tutuyordu. Yedi emir, katran kaplı duvara, yirmi otuz metreden
okunabilen iri beyaz harflerle yazıldı:
YEDİ EMİR


1. İki ayak üstünde yürüyen herkesi düşman bileceksin.
2. Dört ayak üstünde yürüyen ya da kanatları olan herkesi dost bileceksin.
3. Hiçbir hayvan giysi giymeyecek.
4. Hiçbir hayvan yatakta yatmayacak.
5. Hiçbir hayvan içki içmeyecek.
6. Hiçbir hayvan başka bir hayvanı öldürmeyecek.
7. Bütün hayvanlar eşittir.
Emirler büyük bir özenle yazılmıştı; "dost"un "tost" diye, s'lerden birinin de
ters yazılmış olması dışında, hiçbir yazım yanlışı yoktu. Snowball, herkes
anlasın diye, emirleri baştan sona yüksek sesle okudu. Hayvanların hepsi de
kafalarını sallayarak emirler karşısında boyunlarının kıldan ince olduğunu
belirttiler. En akıllı olanlarıysa hemen ezberlemeye başladı.
Snowball, boya fırçasını yere atıp "Haydi yoldaşlar!" diye bağırdı. "Doğru
tarlaya! Harmanı, Jones ve adamlarından daha çabuk kaldırmanın onurunu
yaşayalım."
Ama tam o sırada, bir süredir gergin görünen üç inek böğürmeye başladı.
Sütleri yirmi dört saattir sağılmamış olduğundan memeleri patladı patlayacaktı.
Domuzlar, biraz düşündükten sonra kovaları getirttiler, ön ayakları bu işe yatkın
olduğu için ustalıkla sağdılar inekleri. Çok geçmeden kovalar köpüklü kaymaklı
sütle dolmuştu; hayvanların birçoğu sütlere ağızları sulanarak bakıyorlardı.
İçlerinden biri, "Bu kadar süt ne olacak?" diye soracak oldu.
"Jones bazen yemimize süt katardı," dedi tavuklardan biri.
Bunun üzerine, Napoléon, kovaların önüne geçerek, "Sütü kafanıza
takmayın, yoldaşlar!" diye bağırdı. "Gereği yapılır, merak etmeyin. Hasat daha
önemli. Snowball Yoldaş başı çekecek. Ben de birazdan geliyorum. İleri,
yoldaşlar! Hasat bizi bekler."
Hayvanlar sürü halinde tarlaya varıp hasadı kaldırmaya koyuldular. Akşam
geri döndüklerinde, sütlerin ortadan kaybolmuş olduğunu fark edeceklerdi.


Üçüncü Bölüm
Hasadı kaldırana kadar ırgatlar gibi çalıştılar, baştan ayağa tere battılar! Ama
emekleri boşa gitmemişti, hasat umduklarından da bereketliydi.
Zaman zaman analarından emdikleri süt burunlarından geldi; aletler
hayvanlara göre değil, insanlara göre yapılmıştı; arka ayaklarının üzerine
kalkmalarını gerektiren aletleri kullanamamaları çok büyük bir zorluk
çıkarıyordu. Ama domuzlar o kadar akıllıydılar ki, her güçlüğün üstesinden
gelmenin bir yolunu buluyorlardı. Atlara gelince; onlar tarlayı karış karış
biliyorlar, ekinlerin biçilip toplanması işinden Jones ile adamlarından çok daha
iyi anlıyorlardı. Domuzlar, doğrudan çalışmıyorlar, öbürlerini yönetiyor ve
denetliyorlardı. Üstün bilgileriyle, önderliği üstlenmeleri doğaldı. Boxer ile
Clover, kendilerini atla çekilen tarağa koşuyor (kuşkusuz, artık gem ve dizgin
kullanılmıyordu), tarlanın çevresinde ağır ağır dönenip duruyorlar; arkalarından
gelen domuz da ikide bir, "Deh, yoldaş!" ya da "Çüş, yoldaş!" diye sesleniyordu.
Ekinlerin biçilip toplanmasında en irisinden en ufağına bütün hayvanlar
çalışıyorlardı. Ördeklerle tavuklar bile, sabahtan akşama kadar güneşin altında
oradan oraya koşuşturuyor, gagalarıyla birer tutam da olsa ot taşıyorlardı.
Sonunda, hasadı, Jones ile adamlarının kaldırdığından iki gün kadar daha kısa
bir sürede kaldırdılar. Dahası, çiftliğin o güne kadar gördüğü en büyük hasattı
bu. Üstelik hiçbir şey boşa harcanmamış, keskin gözlü tavuklar ve ördekler en
küçük ot saplarına kadar her şeyi toplamışlardı. Çiftlik hayvanlarının bir teki bile
hırsızlığa yeltenmemişti.
O yaz çiftlikte işler yolundaydı. Hayvanlar asla hayal edemeyecekleri kadar
mutluydular. Artık, pinti sahiplerinin gıdım gıdım verdiği yeme muhtaç
değildiler; kendileri tarafından ve kendileri için üretilen, tümüyle kendilerinin
olan yiyecekleri yiyorlardı ya, her lokmadan büyük bir tat alıyorlardı. Ciğeri beş
para etmez, asalak insanlar yok olup gittikleri için, herkese daha çok yiyecek
düşüyordu. Deneyimden yoksun olmalarına karşın, daha çok boş vakit
bulabiliyorlardı. Birçok güçlükle karşılaşıyorlardı; örneğin, mevsim ilerleyip de
hasat zamanı geldiğinde, çiftlikte harman makinesi bulunmadığından, başakları
eski çağlardaki gibi ayaklarıyla ezmek, kabuklarını da üfleyerek havaya
savurmak zorunda kalmışlardı; ama domuzların zekâsı ve Boxer'ın güçlü
kaslarıyla her türlü zorluğun üstesinden gelebiliyorlardı. Boxer'a herkes
hayrandı. Jones'un zamanında da yorulmak nedir bilmeyen bir hayvan olan


Boxer, şimdi neredeyse üç beygir gücünde çalışıyordu; öyle günler oluyordu ki,
çiftliğin işleri tümden onun güçlü omuzlarına yıkılıyordu. İşin en ağır olduğu
yerde her zaman o vardı; sabahtan akşama kadar dur durak bilmeden uğraş
veriyordu. Kendisini sabahları ötekilerden yarım saat önce uyandırması için genç
horozlardan biriyle anlaşmıştı; gündelik işler başlayana kadar, en çok gerek
duyulan yere koşuyor, orada gönüllü olarak çalışıyordu. Çalışmayı kendisine
yasa edinmişti sanki: Bir sorun, bir terslik çıkmayagörsün, o saat, "Daha da sıkı
çalışacağım!" deyip işe koyuluyordu.
Aslında, herkes kendi gücü ve yeteneğine göre iyi çalışıyordu. Sözgelimi,
tavuklar ve ördekler, ortalığa saçılmış tahıl tanelerini toplayarak neredeyse yirmi
kile ekini kurtarmışlardı. Hiç kimse çalıp çırpmıyor, hiç kimse kendisine ayrılan
tayın konusunda homurdanıp söylenmiyordu; bir zamanlar çiftlikteki hayatın
olağan özelliklerinden sayılan kavgalar, ısırmalar, kıskançlıklar neredeyse
tümüyle ortadan kalkmıştı. Kimse işten kaçmıyordu, bir kişi dışında. Evet,
Mollie'nin sabahları erken kalkamamak gibi bir sorunu vardı; üstelik, ikide bir,
toynağına giren bir taşı bahane ederek işi erken bıraktığı da oluyordu. Doğrusu,
kedi de bir tuhaftı. Bir süre sonra, yapılacak bir iş çıktığında hiçbir zaman
ortalıkta görünmediği anlaşılmıştı. Saatlerce ortadan kayboluyor, ama yemek
vakti geldiğinde ya da akşamüstü işler sona erdiğinde hiçbir şey olmamışçasına
ortaya çıkıyordu. Ama her seferinde öyle güzel bahaneler uyduruyor, öylesine
sevecen mırlıyordu ki, herkesi iyi niyetine inandırmayı başarıyordu. Yaşlı eşek
Benjamin, Ayaklanma'dan bu yana hiç değişmemiş gibiydi. Tıpkı Bay Jones'un
zamanında olduğu gibi, gene uyuşuk ve dik kafalıydı; ne işten kaytarıyordu, ne
de fazla çalışmaya gönül veriyordu. Ayaklanma ve sonuçları konusunda en
küçük bir görüş belirtmiyordu. Jones çiftlikten gittikten sonra daha mutlu olup
olmadığı sorulduğunda, "Eşekler uzun yaşar. Hiç ölmüş bir eşek gördünüz mü
hayatınızda?" demekle yetiniyor, herkesi bu belirsiz yanıtla yetinmek zorunda
bırakıyordu.
Pazarları çalışılmıyordu. Her günkünden bir saat geç yapılan kahvaltıdan
sonra, her pazar mutlaka göndere bayrak çekilmesiyle başlayan bir tören
düzenleniyordu. Snowball, koşum takımlarının durduğu odada, Bayan Jones'un
eski bir masa örtüsünü bulmuş, yeşil örtünün üzerine beyaz boyayla bir toynak
ve bir de boynuz resmi yapmıştı. Bayrak pazar sabahları çiftlik evinin
bahçesindeki göndere çekiliyordu. Snowball'un açıklamasına göre, bayrağın
yeşil zemini İngiltere'nin yemyeşil çayırlarını temsil ediyor, toynak ile boynuz
ise insan soyu bir daha geri gelmemek üzere ortadan kaldırıldığında doğacak
olan, geleceğin Hayvan Cumhuriyeti'ni simgeliyordu. Bayrağın göndere


çekilmesinden sonra, tüm hayvanlar büyük samanlığa doluşarak, Toplantı
denilen genel kurula katılıyorlardı. Toplantıda, bir sonraki haftanın işleri
konuşuluyor, alınacak kararlar tartışılıyordu. Alınması gereken kararlar her
zaman domuzlar tarafından ortaya atılıyordu. Öteki hayvanlar nasıl oy
verileceğini biliyorlar, ama kendi başlarına bir karara yaramıyorlardı.
Toplantıların en ateşli tartışmacıları, Snowball ile Napoléon'du. Ama bu ikisi
asla anlaşamıyorlardı: Birinin ak dediğine öbürü mutlaka kara diyordu.
Kimsenin karşı çıkamayacağı bir karara varıldığında bile, birbirlerine girmenin
bir yolunu buluyorlardı. Örneğin, meyve bahçesinin arka tarafındaki çayırın artık
çalışamaz durumda olan hayvanların dinlenme yeri olarak belirlenmesi
kararlaştırıldıktan sonra, farklı türden hayvanların emeklilik yaşlarının ne olması
gerektiği konusunda kapışmışlardı. Her toplantının sonunda mutlaka İngiltere'nin
Hayvanları şarkısı söyleniyor, öğleden sonraları ise eğlenceye ayrılıyordu.
Domuzlar, koşum takımlarının durduğu odayı karargâh edinmişlerdi.
Akşamları burada, çiftlik evinden getirmiş oldukları kitaplardan nalbantlık,
marangozluk gibi gerekli uğraşları okuyup öğreniyorlardı. Snowball, ayrıca,
öteki hayvanların Hayvan Kurulları'nda örgütlenmesiyle de uğraşmakta, bu iş
için bıkmadan usanmadan çaba harcamaktaydı. Okuma yazma sınıflarının yanı
sıra, tavuklar için Yumurta Üretim Kurulu, inekler için Temiz Kuyruklar Birliği,
sıçanlar ve tavşanların evcilleştirilmesi 38 için Yabanıl Yoldaşların Yeniden
Eğitimi Kurulu'nu kurmuş, koyunlar için de Daha Beyaz Yün Hareketi'ni
oluşturmuştu. Bu atılımların çoğu bir sonuca varamadı. Sözgelimi, yabanıl
hayvanları evcilleştirme girişimi daha başından başarısızlığa uğradı. Yabanıl
hayvanlar eskisi gibi davranmayı sürdürüyorlar, kendilerine gösterilen
hoşgörüyü hemen kötüye kullanıyorlardı. Kedi, Yeniden Eğitim Kurulu'na
katılmış ve bir süre canla başla çalışmıştı. Bir gün bir de bakmışlardı, damda
oturmuş, erişemeyeceği uzaklıktaki serçelerle konuşuyor; onlara, artık bütün
hayvanların yoldaş olduğunu, dilerlerse hiç çekinmeden gelip pençesine
konabileceklerini 
anlatıyordu. 
Ama 
serçeler, 
kedinin 
yanına 
bile
yaklaşmamışlardı.
Öte yandan, okuma yazma sınıfları çok başarılı olmuştu. Güz geldiğinde,
çiftlikteki hemen her hayvan az çok okuma yazma biliyordu.
Domuzların okuma yazması kusursuzdu. Köpekler, okumayı çok iyi
öğrenmişlerdi, gel gör ki Yedi Emir den başka bir şey okudukları yoktu. Keçi
Muriel'in okuması köpeklerden de iyiydi; bazı akşamlar, çöplükte bulduğu
gazete parçalarını getirip öbür hayvanlara okuyordu. Domuzlar kadar iyi


okuyabilen Benjamin'in ise, bu yeteneğini kullandığı pek görülmemişti. "Ben
okumaya değer bir şey göremiyorum," diyordu. Clover, alfabeyi baştan sona
öğrenmişti, ama sözcükleri sökemiyordu. Boxer'a gelince, o D'den ileri
gidememişti. Koca ayağıyla toprağın üzerine A, B, C, D harflerini yazıyor, sonra
kulaklarını arkaya yatırıp yelesini sallayarak harflere aval aval bakıyor, D'den
sonra gelen harfi çıkarmaya çabalıyor, ama bir türlü beceremiyordu. Birkaç kez
E, F, G, H'yi de öğrenmiş, ama öğrenir öğrenmez bu kez A, B, C, D yi
unuttuğunu fark etmiş, en sonunda alfabenin ilk dört harfiyle yetinmeye karar
vermişti; unutmamak için bu dört harfi her gün bir iki kez yazıyordu. Mollie ise,
adındaki altı harften başka tek bir harf öğrenmemekte diretiyordu. İnce dalları
yan yana getirerek adını yazıyor, dalları birkaç çiçekle süslüyor, sonra da hayran
hayran çevresinde dolanıyordu.
Çiftlikteki öteki hayvanların hiçbiri A harfinden öteye geçememiş; koyun,
tavuk ve ördek gibi en ahmak hayvanların Yedi Emir'i bir türlü
ezberleyemedikleri görülmüştü. Bu sorunun çözümüne epey kafa yoran
Snowball, sonunda, Yedi Emir'in aslında tek bir özdeyişe indirgenebileceğini
açıkladı. Yedi Emir, bal gibi, "dört ayak iyi, iki ayak kötü" özdeyişine
indirgenebilirdi. Snowball'a bakılırsa, bu özdeyiş, hayvancılığın temel ilkesini
içeriyordu. Bu temel ilkeyi iyice kavramış olan herkes insanoğlunun zararlı
etkilerinden korunabilirdi. Kuşlar, ilk başta, kendilerinin de iki ayaklı oldukları
gerekçesiyle bu özdeyişe karşı çıkacak oldular; ama Snowball yanıldıklarını
kanıtlamakta gecikmedi.
"Yoldaşlar," dedi. "Kuşun kanadı, iş görmek için değil, devinmek için
kullanılan bir organdır. Dolayısıyla, kanat, ayak olarak kabul edilmelidir.
İnsanoğlu'nun farklılığı, bütün şeytanlıkları yaptığı alet olan el'dedir."
Kuşlar, Snowball'un sözlerinden hiçbir şey anlamamalarına karşın, yaptığı
açıklamayı kabullendiler. Tüm hayvancıklar, yeni özdeyişi ezberlemeye
koyuldular Ambarın duvarına, Yedi Emir'in yukarısına, üstelik daha büyük
harflerle DÖRT AYAK İYİ, İKİ AYAK KÖTÜ yazıldı. Koyunlar, bu sözleri
ezberledikten sonra özdeyişi o kadar sevdiler ki, çayırda uzanıp keyif çatarlarken
hep birlikte, "Dört ayak iyi, iki ayak kötü! Dört ayak iyi, iki ayak kötü!" diye
bıkmadan saatler boyu melemeyi alışkanlık haline getirdiler.
Napoléon, Snowball'un kurullarıyla hiç ilgilenmemişti. Gençleri eğitmenin,
yetişkinler için yapılabilecek herhangi bir şeyden çok daha önemli olduğu
kanısındaydı. Jessie ile Bluebell, hasattan hemen sonra yavrulamışlar, dokuz


sağlıklı yavru dünyaya getirmişlerdi. Yavrular sütten kesilir kesilmez, Napoléon,
eğitimlerini kendisinin üstleneceğini söyleyerek onları analarından ayırmıştı.
Sonra da, yavruları, sadece koşum takımlarının durduğu odadaki bir
merdivenden çıkılabilen tavan arasına kapatmış, öylesine gözlerden ırak
tutmuştu ki, öteki hayvanlar bir süre sonra varlıklarını bile unutmuşlardı.
Sütlerin nereye gittiği çok geçmeden anlaşıldı. Sütler her gün domuzların
lapasına karıştırılıyordu. Elmalar artık olgunlaşmaya yüz tutmuşlardı; meyve
bahçesinin çimenleri rüzgârla dökülen elmalarla kaplıydı. Hayvanlar, doğal
olarak, elmaların eşit bir biçimde paylaşılacağını umuyorlardı; oysa bir gün
ağaçlardan dökülen tüm elmaların toplanması ve koşum takımlarının durduğu
odaya getirilerek domuzlara teslim edilmesi buyuruldu. Bazı hayvanlar
homurdandıysa da bir yararı olmadı. Bütün domuzlar, Snowball ile Napoléon
bile bu konuda aynı düşüncedeydiler.
Öteki hayvanlara gerekli açıklamaları yapmakla görevlendirilen Squealer,
"Yoldaşlar!" diye haykırdı. "Umarım, biz domuzların bunu bencilliğimizden,
ayrıcalık düşkünlüğümüzden yaptığını sanmıyorsunuzdur. Aslında çoğumuz süt
ve elmadan hoşlanmayız. Ben de hoşlanmam. Bu elmalara el koymamızın tek bir
amacı var, o da sağlığımızı korumak. Sütte ve elmada domuzların sağlığı
açısından kesinlikle gerekli olan bazı maddeler var. Bilim bunu kanıtlamıştır,
yoldaşlar. Biz domuzlar düşün emekçisiyiz. Bu çiftliğin tüm yönetim ve
düzeninden biz sorumluyuz. Gecemizi gündüzümüze katarak, sizin sağlığınızı
koruyoruz. Bu sütleri sizin uğrunuza içiyor, bu elmaları sizin uğrunuza yiyoruz.
Biz domuzlar görevimizi gereğince yerine getiremezsek ne olur, biliyor
musunuz? Jones geri gelir! Evet, Jones geri gelir! Bundan en küçük bir kuşkunuz
olmasın, yoldaşlar." Sonra da, oradan oraya sıçrayıp kuyruğunu oynatarak
bağırdı: "Aranızda Jones'un geri gelmesini isteyen tek bir hayvan yoktur
sanırım!"
Hayvanların en küçük bir kuşku duymadıkları tek bir şey varsa, o da
Jones'un geri dönmesini istemedikleriydi. Domuzları sağlıklı tutmanın önemi
çok açıktı. Böylece, tartışma büyümeden, bütün sütün ve rüzgârla ağaçlardan
dökülen elmaların (doğaldır ki, olgunlaştıkları zaman ağaçlardan toplanan
elmaların da) hepsinin domuzlara ayrılması herkesçe kabul edildi.


Dördüncü Bölüm
Hayvan Çiftliği'nde olup bitenleri, yaz sonlarına doğru neredeyse bütün ülke
duymuş bulunuyordu. Snowball ile Napoléon'un her gün uçurdukları posta
güvercinleri, komşu çiftliklerdeki hayvanlarla dostluk kuruyor, onlara
Ayaklanma'nın 
öyküsünü 
anlatıyor, 
İngiltere'nin 
Hayvanları 
şarkısını
öğretiyorlardı.
Bu arada, Bay Jones, zamanının büyük bölümünü Willingdon'daki Kırmızı
Aslan meyhanesinde pinekleyerek geçiriyor; kendisini dinleyecek birilerini
bulmayagörsün, hemen yakınmaya başlıyor, korkunç bir haksızlığa uğradığını,
bir avuç aşağılık hayvan tarafından çiftliğinden kovulduğunu anlatıyordu. Öteki
çiftçiler onu anlayışla karşılamışlar, ama başlangıçta yardım etmeye de pek
yanaşmamışlardı. 
Her 
biri, 
Jones'un 
uğradığı 
talihsizlikten 
nasıl
yararlanabileceğini düşünüyordu içten içe. Neyse ki, Hayvan Çiftliği'ne komşu
iki çiftliğin sahipleri birbirleriyle hiç geçinemezlerdi. Foxwood, büyük,
bakımsız, köhne bir çiftlikti; dört bir yanını çalılar bürümüş, otlakları sararıp
solmuş, çitleri paramparça olmuştu. Foxwood'un sahibi Bay Pilkington,
zamanının büyük bölümünü balık mevsiminde balık tutarak, av mevsiminde ava
çıkarak geçirirdi; rahatına düşkün, efendi bir adamdı. Pinchfield Çiftliği ise daha
küçük, ama daha bakımlıydı. Pinchfield'ın sahibi Bay Frederick, kabadayı ve
kurnaz bir adamdı; ikide bir mahkemelik olurdu; dini imanı paraydı, elini veren
kolunu alamazdı. Bu ikisi birbirlerinden öylesine nefret ederlerdi ki, kendi
çıkarlarına olan bir konuda bile anlaşamazlardı.
Ne var ki, ikisi de Hayvan Çiftliği'ndeki Ayaklanma' dan çok korkmuştu;
kendi çiftliklerindeki hayvanların ayaklanma konusunda ayrıntılı bilgi
edinmelerini önlemek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Aslına bakılırsa,
başlangıçta, hayvanların bir çiftliği kendi başlarına yönetebileceğine çok
gülmüşler; çok değil, on on beş güne kadar bu iş nasıl olsa yatar, diye
düşünmüşlerdi. Beylik Çiftlik'teki (çiftlikten Beylik Çiftlik diye söz etmekte
diretiyorlar, "Hayvan Çiftliği" adına katlanamıyorlardı) hayvanların birbirleriyle
durmadan dalaştıkları, pek yakında açlıktan ölecekleri söylentisini yaymışlardı.
Ama bir süre sonra hayvanların açlıktan ölmedikleri ortaya çıkınca, ağız
değiştirdiler, Hayvan Çiftliği'ndeki akıllara durgunluk veren şeytanlıklardan dem
vurmaya başladılar. Bu iki çiftçiye bakılırsa, Hayvan Çiftliği'nde yamyamlık
almış yürümüştü; hayvanlar kızgın nallarla birbirlerine işkence yapıyorlar,


dişilerini de ortaklaşa kullanıyorlardı. Frederick ile Pilkington, bütün bunların,
Doğa yasalarına başkaldırmanın doğal sonucu olduğunu söylüyorlardı.
Ama bu hikâyeler hiç kimseye inandırıcı gelmiyordu. Hayvanların, insanları
kovarak kendi işlerini kendileri gördükleri olağanüstü bir çiftlikten söz ediliyor,
bu konudaki söylentiler olanca belirsizliğiyle ve çarpıtılarak sürüyordu.
Çevredeki çiftliklerde yıl boyunca bir başkaldırı dalgası yükseldi. Yumuşak başlı
bilinen boğalar ansızın azıyor, koyunlar çitleri yıkıp yoncaları mideye indiriyor,
inekler kovaları tepip deviriyor, atlar buyruk dinlemiyor, birden durarak
üstlerindekileri parmaklıkların üzerinden öbür tarafa fırlatıyorlardı. En önemlisi,
İngiltere'nin Hayvanları şarkısının ezgisi ve sözleri artık her yerde biliniyordu.
Umulmadık bir hızla yayılmıştı. İnsanlar, çok gülünç bulduklarını söylemekle
birlikte, bu şarkıyı duyduklarında büyük bir öfkeye kapılmaktan kendilerini
alamıyorlardı. Böylesine rezil ve saçma bir şarkının hayvanlar tarafından
söylenebilmesini bile akıllarının almadığını ileri sürüyorlardı. Şarkıyı söylerken
yakalanan hayvanlar oracıkta kırbaçlanıyor, gene de şarkının yayılması
engellenemiyordu. Karatavuklar çalılıkların arasında ıslık çalarken, güvercinler
ağaçlarda ötüşürken hep bu şarkıyı söylüyorlar; şarkının ezgileri, demircilerin
çekiç vuruşlarına, kiliselerin çan seslerine karışıyordu.
Ekim başlarıydı; ekinler biçilip istiflenmiş, harman büyük ölçüde
kaldırılmıştı. Bir gün birden posta güvercinleri hızla dolanarak geldiler, telaşla
çırpınarak Hayvan Çiftliği'nin avlusuna kondular. Getirdikleri habere bakılırsa,
Jones ile adamları, Foxwood ve Pinchfield çiftliklerinden yarım düzine adamla
birlikte, parmaklıklı kapıdan içeri girmişler, araba yolundan çiftliğe geliyorlardı.
Jones, elinde bir tüfek, en önde yürüyor; eli sopalı adamlar da onu izliyorlardı.
Besbelli, çiftliği geri almayı kafalarına koymuşlardı.
Aslında, böyle bir girişim uzun zamandır beklendiği için bütün önlemler
alınmış, gerekli bütün hazırlıklar yapılmıştı. Çiftlik evinde bulduğu eski bir
kitabı okuyarak Julius Caesar'ın seferleriyle ilgili kapsamlı bilgiler edinmiş olan
Snowball, savunma harekâtının komutanlığına getirilmişti. Hemen buyruklarını
verdi; bütün hayvanlar birkaç dakikada yerlerini aldılar.
İnsanlar çiftlik binalarına yaklaştıkları sırada, Snowball ilk saldırıyı başlattı.
Tam otuz beş güvercin, adamların başlarının üzerinde uçuşarak tepelerine
pisledi. Adamlar güvercinleri kovalamaya çabalarken, çitin arkasına gizlenmiş
olan kazlar birden ileri atılarak baldırlarını vahşice gagalamaya başladılar. Ne
var ki, bu yalnızca ortalığı biraz karıştırmaya yönelik göstermelik bir saldırıydı;


nitekim adamlar kazları sopalarıyla kolayca geri püskürttüler. Bu kez Snowball
ikinci saldırıyı başlattı. Muriel, Benjamin ve bütün koyunlar, başlarında
Snowball, ileri atılıp adamlara dört bir yandan tos vurmaya, boynuz atmaya
koyuldular; bu arada Benjamin, dönüp dönüp çifte atıyordu. Ama ellerinde
sopaları, ayaklarında kabaralı botlarıyla adamlar, gene de hayvanlardan
güçlüydüler. Snowball birden ciyaklayarak geri çekil işareti verince, tüm
hayvanlar geri döndüler, geçitten geçerek avluya daldılar.
Zafer naraları atan adamlar, düşmanlarının kaçmakta olduğunu sanarak,
darmadağınık arkalarından koşuşturdular. Snowball'un istediği de buydu. Hepsi
avluya girince, ağılda pusuya yatmış olan üç at, üç inek ve öteki domuzlar
ansızın ortaya çıkıp adamların arkasını kestiler. Snowball işte tam o anda saldırı
işaretini verdi ve dosdoğru Jones'un üstüne atıldı. Snowball'un üstüne geldiğini
gören Jones, tüfeğini doğrultup ateş etti. Saçmalar Snowball'un sırtında kanlı
karıklar açtı; koyunlardan biri oracıkta can verdi. Snowball, bir an
duraksamadan, yüz kiloluk gövdesiyle Jones'un bacaklarına dalıverdi. Jones bir
gübre yığınının üstüne yuvarlanırken, tüfeği elinden fırladı gitti. Ama en
korkunçları Boxer'dı; arka ayakları üzerinde şaha kalkmış, demir nallı koca
ayaklarını savurarak bir aygır gibi dövüşüyordu. İlk darbe Foxwood Çiftliği'nden
bir seyisin kafasına indi, çamurların içine yıkılan delikanlı ruhunu oracıkta
teslim etti. Bunu gören adamların birçoğu sopalarını bırakıp kaçmaya yeltendi.
Ürküye kapılmışlardı. O saat, tüm hayvanlar, adamların ardına düştüler, onları
avlunun çevresinde kovalamaya başladılar. Boynuz vuruyor, çifteliyor, ısırıyor,
arkada kalanı ezip geçiyorlardı. Adamlardan kendince öcünü almayan tek bir
hayvan kalmadı çiftlikte. Kedi bile damdan ansızın bir sığırtmacın sırtına atladı,
tırnaklarını ensesine geçirerek acı acı bağırttı adamı. Adamlar bir fırsatını bulur
bulmaz avludan dışarı fırladılar, anayola doğru tabana kuvvet koşmaya
başladılar. Çiftliği basalı daha beş dakika olmamıştı ki, onur kırıcı bir bozguna
uğramışlar, geldikleri gibi gidiyorlardı. Tıslayarak arkalarından gelen bir kaz
sürüsü, yol boyunca bacaklarını gagaladı.
Hepsi kaçmıştı, biri dışında. Boxer, avluda, çamurun içinde yüzüstü
yatmakta olan seyisi ön ayağıyla iteliyor, sırtüstü çevirmeye çalışıyor, ama oğlan
kımıldamıyordu.
Boxer, üzüntüyle, "Ölmüş," dedi. "Öldürmek gibi bir niyetim yoktu.
Ayaklarımda demir nallar olduğunu unutmuşum. İsteyerek yapmadığıma kim
inanır şimdi?"


Yaraları hâlâ kanamakta olan Snowball, "Duygusallığa gerek yok, yoldaş!"
diye bağırdı. "Savaş savaştır. En iyi insan, ölü insandır."
"Ben kimsenin canını almak istemem," dedi Boxer. Gözleri dolu dolu
olmuştu.
Tam o sırada, birisi, "Mollie nerede?" diye haykırdı.
Gerçekten de, Mollie kayıptı. Birden ortalık karıştı. Başına bir şey mi
gelmişti yoksa? Adamlar Mollie'yi kaçırmış olmasınlardı? Uzun aramalardan
sonra Mollie'yi ahırda buldular; ahırdaki bölmesine saklanmış, kafasını
yemlikteki samanlara gömmüştü. Silahlar patlar patlamaz ürküp kaçmıştı.
Mollie'yi aramaya çıkanlar avluya döndüklerinde bir de baktılar, seyis ortalarda
yok. Anlaşılan, öldü sandıkları delikanlı aslında yalnızca bayılmıştı; sonradan
kendine gelmiş, tabanları yağlayıvermişti.
Hayvanlar çılgınca bir coşkuyla yeniden bir araya gelmişler, savaşta
gösterdikleri kahramanlıkları avazları çıktığı kadar bağırarak birbirlerine
anlatıyorlardı. Zaferi kutlamak için hemen oracıkta bir tören düzenlediler.
Bayrağı göndere çekip birkaç kez İngiltere'nin Hayvanları şarkısını söylediler.
Ardından, savaşta yitirdikleri koyun için ağırbaşlı bir gömme töreni düzenlendi,
mezarının üstüne bir alıç fidanı dikildi. Mezar başında kısa bir konuşma yapan
Snowball, gerekirse bütün hayvanların Hayvan Çiftliği uğruna ölmeye hazır
olmaları gerektiğini vurguladı.
Hayvanlar, oybirliğiyle, bir askeri nişan oluşturulmasını kararlaştırdılar.
"Birinci Dereceden Kahraman Hayvan" nişanı, hemen orada Snowball ile
Boxer'a verildi. Bu pirinç madalyalar (aslında, koşum takımlarının durduğu
odada buldukları eski at takılarıydı) pazarları ve bayram günleri takılacaktı.
Savaşta hayatını yitirmiş olan koyun ise "İkinci Dereceden Kahraman Hayvan"
nişanına değer görüldü.
Savaşa ne ad verileceği uzun uzadıya tartışıldı. Sonunda, "Ağıl Savaşı"nda
karar kılındı; pusuya yatan hayvanlar oradan saldırıya geçmişlerdi. Bay Jones'un
tüfeği çamurun içinde bulundu. Çiftlik evinde birkaç kutu fişek olduğunu
biliyorlardı. Tüfeğin, top gibi, bayrak direğinin dibine yerleştirilmesi ve biri Ağıl
Savaşı'nın yıldönümü olan 12 Ekim'de, öbürü de Ayaklanma'nın gerçekleştiği
Yaz Dönümü'nde olmak üzere yılda iki kez tören atışı yapılması kararlaştırıldı.


Beşinci Bölüm
Kış yaklaştıkça, Mollie daha da tuhaflaşıyordu. Her sabah işe geç geliyor,
uyuyakaldığını söyleyerek özür diliyor, iştahı yerinde olmasına karşın akıl sır
erdiremediği bazı sancılardan yakınıyordu. Bir bahane uydurup işten kaçıyor,
yalağın başına gidip aptal aptal sudaki yansısını seyrediyordu. Ama ortalıkta
daha ciddi söylentiler de dolaşıyordu. Bir gün, Mollie, ağzında bir saman sapı,
kuyruğunu sallayarak keyifle avluya girdiğinde, Clover onu bir kenara çekti.
"Bak, Mollie," dedi, "çok ciddi bir şey söyleyeceğim sana. Bu sabah, Hayvan
Çiftliği'ni Foxwood Çiftliği'nden ayıran çitin üzerinden bakarken gördüm seni.
Çitin öbür yanında da Bay Pilkington'ın adamlarından biri vardı. Gerçi çok
uzaktaydım, ama seninle konuştuğunu, senin de burnunu okşamasına ses
çıkarmadığını gördüğüme neredeyse emindim. Ne demek oluyor bu, Mollie?"
"Hayır! Burnumu falan okşamadı!" diye bağırdı Mollie. "Ben öyle bir şey
yapmadım! Yalan!"Ter ter tepiniyor, ayaklarıyla yeri eşeliyordu.
"Mollie! Yüzüme bak. O adamın senin burnunu okşamadığına namusun
üstüne yemin eder misin?"
Mollie, "Yalan! Öyle bir şey olmadı!" diye yinelediyse de, gözlerini
Clover'ın gözlerinden kaçırdı; tarlaya doğru dörtnala tabanları yağladı.
Birden, Clover'ın kafası bir şeye takıldı. Kimseye bir şey söylemeden
Mollie'nin ahırdaki bölmesine girdi, ayağıyla biraz eşeleyince samanların arasına
bir avuç kesmeşeker ile çeşitli renklerde kurdeleler gizlenmiş olduğunu gördü.
Üç gün sonra Mollie ortadan kayboldu. Uzun süre nerede olduğuna ilişkin
hiçbir bilgi edinilemedi, ta ki güvercinler onu Willingdon'ın orada gördüklerini
bildirene kadar. Bir meyhanenin önünde duran, kırmızı-siyah, küçük, şık bir
arabaya koşuluymuş. Meyhaneciye benzeyen, ekose pantolonlu, tozluklu,
şişman, al yanaklı bir adam, Mollie'nin burnunu okşuyor, ona şeker
yediriyormuş. Tüyleri yeni kırkılmış olan Mollie'nin perçemine kızıl bir kurdele
bağlıymış. Güvercinlere bakılırsa, keyfi yerinde görünüyormuş. O günden sonra
hayvanlar Mollie'nin adını bir daha anmadılar.
Ocak ayında havalar müthiş soğudu. Toprak o kadar sertti ki, tarlalarda


çalışmak olanaksızdı. Büyük samanlıkta toplantı üstüne toplantı yapılıyor,
domuzlar gelecek mevsimin işlerini planlamaya çalışıyorlardı. Çiftlik siyasetiyle
ilgili bütün konularda karar verme yetkisi, öteki hayvanlardan açıkça daha zeki
olan domuzlara verilmişti; verdikleri kararların oy çokluğuyla onaylanması
gerekse de. Hemen her konuda takışan Snowball ile Napoléon arasında ikide bir
hırgür çıkmasa, bu düzen pek güzel işleyecekti. Biri arpa ekilen alanın daha da
genişletilmesini önerecek olsa, öbürü yulaf ekilen alanın genişletilmesi
gerektiğini savunmaya kalkıyor; biri bir tarlanın lahana yetiştirmeye elverişli
olduğunu söyleyecek olsa, öbürü o tarlada kökbitkilerden başka hiçbir şey
yetişmeyeceğini ileri sürüyordu. İkisinin de yandaşları vardı; bazen şiddetli
tartışmalar patlak veriyordu. Snowball, parlak söylevleriyle, toplantılarda çoğu
zaman oyların çoğunluğunu elde etmeyi başarıyordu; ama Napoléon da, kulis
çalışmalarında kendine destek bulma konusunda az becerikli değildi. Özellikle
de koyunları etkilemeyi çok iyi biliyordu. Son zamanlarda yerli yersiz "Dört
ayak iyi, iki ayak kötü!" diye melemeyi alışkanlık edinmiş olan koyunlar,
toplantının sık sık kesilmesine yol açıyorlardı. Özellikle de Snowball'un
konuşmasının can alıcı yerlerinde, "Dört ayak iyi, iki ayak kötü!" diye melemeye
başlamaları gözden kaçmıyordu. Snowball, çiftlik evinde bulduğu Çiftçi ve
Hayvan Yetiştiricisi adlı derginin eski sayılarını okuyup incelemiş, çiftliğin
yenilenmesi ve geliştirilmesiyle ilgili bir sürü tasarı oluşturmuştu. Tarlalarda su
kanalları 
açılması, 
yemlerin 
silolarda 
korunması, 
dışkılardan 
nasıl
yararlanılacağı gibi konuları ne kadar iyi bildiğini gösteren konuşmalar
yapıyordu. Tüm hayvanların dışkılarını doğrudan doğruya tarlaya, hem de her
gün tarlanın farklı bir yerine yapmalarıyla ilgili karmaşık bir tasarı geliştirmişti;
böylece, dışkıları arabalarla tarlalara taşımak için emek ve zaman harcamaktan
da kurtulacaklardı. Napoléon ise tek bir özgün düşünce bile geliştirmiyor,
Snowball'un tasarılarının hiçbir işe yaramayacağını sessizce çevresine yayıyor,
sanki uygun zamanı kolluyordu. Ama aralarındaki tartışmaların en şiddetlisi, yel
değirmeni konusunda patlak verecekti.
Çiftlik binalarının az ilerisinde uzanıp giden çayırda, küçük bir tepe vardı.
Burası, çiftliğin en yüksek yeriydi. Zemini iyice inceleyen Snowball, bir yel
değirmeni için en uygun yerin burası olduğunu açıkladı. Yel değirmeni bir
dinamoyu çalıştırabilir ve t ü m çiftliğe elektrik gücü sağlayabilirdi. Böylece,
ahırlar aydınlatılabilir ve kışın ısıtılabilir; yuvarlak testere, ot ve saman bıçkısı,
pancar doğrayıcı ve elektrikli süt sağma makinesi gibi aletler kullanılabilirdi.
Hayvanlar daha önce hiç böyle bir şey duymamışlardı (Nuh Nebi'den kalma bir
çiftlik olan Beylik Çiftlik'te yalnızca en ilkel aletler bulunuyordu); o düşsel
aygıtları gözlerinin önünde canlandıran Snowball'u şaşkınlık içinde dinliyorlardı.


Snowball'un anlattıklarına bakılırsa, bu akıl almaz aygıtlar çiftliğin bütün işlerini
görecek, onlar da kırlarda yan gelip keyif çatacaklar, kitap okuyup söyleşerek
kendilerini geliştireceklerdi.
Snowball'un yel değirmeniyle ilgili planları birkaç haftada sonuçlandırıldı.
Mekanik ayrıntıların büyük bir bölümü, Bay Jones'un üç kitabından elde edildi:
Eviniz İçin Bin Bir Bilgi, Kendi Duvarını Kendin Yap ve On Derste Elektrik.
Snowball, bir zamanlar kuluçka makinelerinin durduğu, düzgün ahşap döşemesi
çizim yapmaya elverişli barakayı çalışma odası olarak kullanıyordu. Bazen
saatlerce kapandığı oluyordu barakaya. Yere açtığı kitaplarının sayfaları üzerine
taş ağırlıklar koyuyor, ön ayağının toynakları arasına bir tebeşir tutturuyor,
çizimleri hızla gerçekleştirirken heyecandan soluğu kesiliyor, kesik kesik
hırıltılar çıkıyordu gırtlağından. Snowball'un çizimleri yavaş yavaş manivelalar
ve dişli çarklardan oluşan karmaşık bir yığına dönüştü, barakanın yarısından
fazlasını kapladı. Öteki hayvanlar bütün bunlardan hiçbir şey anlamıyor, ama
çok etkileyici buluyorlardı. Her gün en az bir kez gelip Snowball'un çizimlerine
bakıyorlardı. Tavuklar ve ördekler de geliyor, tebeşirle çizilmiş çizgilere
basmamak için akla karayı seçiyorlardı. Bir tek, yel değirmenine karşı olduğunu
daha en başından açıklamış olan Napoléon uzak duruyordu oradan. Ama gene de
dayanamadı, bir gün durup dururken çizimleri görmeye geldi. Barakanın içinde
ağır ağır dolandı, çizimlerin her bir ayrıntısını uzun uzadıya inceledi, birkaç kez
koklayıp yokladı, bir süre öyle durup göz ucuyla gözledi, sonra birden bacağını
kaldırıp çizimlerin üstüne işedi ve tek bir söz söylemeden çıktı gitti.
Yel değirmeni sorunu, çiftlikte derin bir bölünmeye yol açmıştı. Snowball,
yel değirmeninin yapımının çok zor olacağını yadsımıyordu. Taşocağından taş
taşınacak, duvarlar örülecek, yel değirmeninin kanatları yapılacak, sonra da
dinamolar ve kablolar bulmak gerekecekti. (Snowball, bütün bu işlerin
üstesinden nasıl gelineceğinden hiç söz etmiyordu) Yalnızca, bütün işlerin bir yıl
içinde biteceğini ileri sürmekle yetiniyordu. Ona kalırsa, yel değirmeni
tamamlandığında işler o kadar kolaylaşacaktı ki, hayvanların haftada yalnızca üç
gün çalışmaları gerekecekti. Buna karşılık Napoléon, en büyük gereksinimlerinin
besin üretimini artırmak olduğunu, yel değirmeniyle zaman yitirilirse herkesin
açlıktan öleceğini öne sürüyordu. Hayvanlar, "Oyunuzu Snowball'a atın, haftada
üç gün çalışın!" ve "Oyunuzu Napoléon'a atın, hiç aç kalmayın!" sloganları
altında iki hizbe ayrılmışlardı. Hiziplerin dışında kalan tek hayvan Benjamin'di.
Ne 
bolluk 
geleceğine 
inanıyordu, 
ne 
de 
yel 
değirmeninin 
işleri
kolaylaştıracağına. "Yel değirmeni olsa da, olmasa da, şu kötü hayatımızda
değişen bir şey olmayacak," diyordu.


Yel değirmeni tartışmaları süredursun, bir de çiftliğin savunulması sorunu
vardı. İnsanların, Ağıl Savaşında bozguna uğratılmış olmalarına karşın, çiftliği
yeniden ele geçirip Bay Jones'a geri vermek için, daha da kararlı ikinci bir
girişimde bulunabilecekleri artık bütün hayvanlarca kavranmıştı. Uğradıkları
yenilginin haberi tüm köylere yayılarak, komşu çiftliklerdeki hayvanların daha
da asileşmelerine yol açmış; bu yüzden, insanların yeniden saldırıya geçme
olasılığı daha da artmıştı. Snowball ile Napoléon, her konuda olduğu gibi bu
konuda da anlaşamadılar. Napoléon'a göre, hayvanların bir yerlerden ateşli
silahlar bulmaları ve bunları kullanmayı öğrenmeleri gerekiyordu. Snowball ise,
öteki çiftliklerin üzerine daha çok güvercin salmaları ve hayvanları
başkaldırmaya 
kışkırtmaları 
gerektiği 
kanısındaydı. 
Biri, 
kendilerini
savunamazlarsa, eninde sonunda mutlaka yenileceklerini ileri sürüyor; öbürü ise,
her yerde ayaklanmalar patlak verirse, kendilerini savunmalarına gerek
kalmayacağını söylüyordu. Hayvanlar bir Napoléon'a, bir Snowball'a kulak
veriyorlar, ama hangisinin haklı olduğu konusunda bir türlü karara
varamıyorlardı. Daha doğrusu, o sırada kim konuşuyorsa ona hak veriyorlardı.
En sonunda, Snowball'un planları gerçek oldu. Ertesi pazar düzenlenecek
Toplantı'da, yel değirmeni yapım çalışmalarının başlatılması önerisi oya
sunulacaktı. Hayvanlar büyük samanlıkta toplandıklarında, Snowball ayağa
kalktı ve konuşmasının ikide bir koyunların melemeleriyle kesilmesine
aldırmaksızın, yel değirmeninin yapılması gerektiğinin nedenlerini sayıp döktü.
Ardından, yanıt vermek üzere Napoléon kalktı ayağa. Çok sakin bir sesle, yel
değirmeninin saçmalıktan başka bir şey olmadığını, yel değirmenine oy vermeyi
kimseye öğütleyemeyeceğini söyledi ve hemen yerine oturdu. Konuşması yarım
dakika bile sürmemişti; sözlerinin etkisinin farkında değilmiş gibi görünüyordu.
Bunun üzerine, yerinden fırlayan Snowball, yeniden melemeye başlayan
koyunları susturarak, yel değirmeninin nimetlerini anlatan ateşli bir söylev çekti.
O ana kadar, yel değirmenini isteyen hayvanlarla yel değirmenine karşı çıkan
hayvanların sayısı aşağı yukarı eşit görünüyordu, ama Snowball'un söz ustalığı
eşitliği bir anda bozuverdi. Parlak sözlerle, hayvanların köle gibi çalışmaktan
kurtulacakları bir Hayvan Çiftliği tablosu çizen Snowball'un düş gücü artık
saman bıçkılarının, pancar doğrayıcıların çok ötesine uzanmıştı. Harman
makineleri, sabanlar, kesek kırma makineleri, silindirler, biçerdöverler ve
biçerbağlarların elektrik gücüyle çalışacağını, her ahırın kendi ışığına, sıcak ve
soğuk suyuna, kendi elektrikli ısıtıcısına kavuşacağını söylüyordu. Konuşmasını
bitirdiğinde, oyların kime gideceği konusunda kimsenin kuşkusu kalmamıştı.
Ama tam o sırada Napoléon ayağa kalktı, Snowball'a yan yan baktıktan sonra, o
güne değin kimsenin işitmediği kadar tiz bir çığlık attı.


Bunun üzerine, dışarıdan korkunç havlamalar duyuldu, az sonra çivili
tasmalarıyla dokuz iri köpek zıpkın gibi içeri daldı. Dosdoğru Snowball'un
üzerine atıldılar. Snowball, tam zamanında yerinden fırlamasa, azgınca saldıran
köpeklere yem olacaktı. Hemen kendini dışarı attı, köpekler de peşinden.
Şaşkınlık ve korkudan nutku tutulan hayvanlar, kapıya yığılıp kovalamacayı
seyre koyuldular. Snowball, bir domuzun koşabileceği kadar hızlı koşuyor,
çayırı geçip anayola kavuşmaya çabalıyordu. Ama köpekler de ensesindeydi.
Birden kayıp düştü; herkes artık kesin yakalandı derken, yeniden ayağa kalktı ve
daha da hızlı koşmaya başladı. Köpekler de fırtına gibiydiler, avlarına eriştiler
erişeceklerdi. Bir tanesi tam kuyruğunu kapacaktı ki, Snowball tam zamanında
kaçırdı kuyruğunu. Köpeklerle arasında neredeyse bir karış kalmışken, son bir
çabayla ileri atılarak, çitteki deliklerden birinden kaçtı gitti. Bir daha da
Snowball'u gören olmadı.
Hayvanlar, suskun ve sinmiş, samanlığa geri döndüler. Az sonra köpekler de
koşarak geldiler. Bu canavarların nereden çıktığını ilk başta hiç kimse
anlayamamıştı, ama çok geçmeden gerçek ortaya çıktı. Bunlar, Napoléon'un
annelerinden ayırıp özel olarak yetiştirdiği yavrulardı. Henüz tam büyümemiş
olmalarına karşın fazlasıyla iriydiler; bir kurt kadar yabanıl görünüyorlardı.
Napoléon'un yanından ayrılmıyorlardı. Tıpkı öteki köpeklerin Bay Jones'a
yaltaklandıkları gibi, onların da Napoléon'a kuyruk salladıkları kimsenin
gözünden kaçmadı.
Napoléon, arkasında köpekleri, bir zamanlar Koca Reis'in konuşma yapmış
olduğu yükseltiye çıktı ve pazar sabahı toplantılarına artık son verileceğini
açıkladı: Bu gereksiz toplantılar vakit kaybından başka bir şey değildi. Bundan
böyle, çiftliğin işleyişiyle ilgili bütün sorunlar, kendisinin başkanlığındaki özel
bir domuzlar kurulunca çözülecekti. Kurul sorunları kapalı oturumlarda ele
alacak, kararları sonradan öteki hayvanlara bildirecekti. Hayvanlar pazar
sabahları gene bayrağı selamlamak, İngiltere'nin Hayvanları şarkısını söylemek
ve haftalık buyrukları almak için toplanacaklar, ama tartışmalara artık asla izin
verilmeyecekti.
Daha Snowball'un kovuluşunun şaşkınlığını savuşturamamış olan hayvanlar,
bu açıklama karşısında iyice umutsuzluğa kapıldılar. Bazıları, doğru dürüst bir
gerekçe bulabilseler, karşı çıkacaklardı. Boxer bile tedirgindi. Kulaklarını arkaya
yatırdı, yelesini sallayarak kafasını toparlamaya çalıştı; ama söyleyecek söz
bulamadı. Domuzlardan bazıları ise düşüncelerini açıkça dile getirmekten
çekinmediler. Ön sıradaki dört genç domuz, hep birlikte ayağa fırlayarak, olup


bitenleri onaylamadıklarını bağıra bağıra açıkladılar. Ama Napoléon'un ayakları
dibinde yatmakta olan köpekler birden ürkütücü bir biçimde hırlayınca, susup
yerlerine oturmak zorunda kaldılar. O sırada, koyunlar da, kulakları sağır eden
bir sesle, "Dört ayak iyi, iki ayak kötü!" diye melemeye başlamışlardı. Gösteri o
kadar uzun sürdü ki, konunun tartışılmasına olanak kalmadı.
Bir süre sonra, çiftliği dolaşıp yeni düzeni öteki hayvanlara anlatma görevi
Squealer'a verildi.
"Yoldaşlar," dedi Squealer, "Napoléon Yoldaş'ın böyle bir görevi
üstlenmekle ne kadar büyük bir özveride bulunduğunu, buradaki tüm
hayvanların çok iyi anladığından hiç kuşkum yok. Yoldaşlar, sakın önderliğin
yan gelip keyif çatmak olduğunu sanmayın. Tam tersine, önderlik, çok ağır bir
sorumluluk yükler. İçimizde, bütün hayvanların eşit olduğuna en çok inanan,
Napoléon Yoldaş'tır. Kararları kendi başınıza almanıza izin vermekten büyük
mutluluk duyacaktır. Ama yoldaşlar, bazen yanlış kararlar da alabilirsiniz, o
zaman halimiz nice olur? Örneğin, şu yel değirmeni saçmalığını savunan
Snowball'un izinden gitmeye karar verseydiniz, ne yapardık? Hainin teki olduğu
artık açıkça ortaya çıkmadı mı Snowball' un?"
Hayvanlardan biri, "Snowball, Ağıl Savaşında yiğitçe çarpıştı," diyecek oldu.
"Yiğitlik yeterli değildir," diye karşılık verdi Squealer. "Sadakat ve itaat daha
önemlidir. Ağıl Savaşına gelince; Snowrball'un bu savaştaki rolünün çok fazla
abartıldığını bir gün anlayacağınıza inanıyorum. Disiplin, yoldaşlar, demir
disiplin! Bugün parolamız bu olmalı. Tek bir yanlış adım atmayagörelim,
düşmanlarımız o saat tepemize binecektir. Yoldaşlar, herhalde Jones'un geri
gelmesini istemezsiniz!"
Bu soru da yanıtsız kaldı. Jones'un geri gelmesini elbette istemiyorlardı;
pazar sabahları yapılan toplantıların, Jones'un geri gelmesine yol açma olasılığı
varsa, tartışmalara kuşkusuz son verilmeliydi. Olup bitenleri kafasında evirip
çeviren Boxer, herkesin düşüncesini dile getirdi: "Napoléon Yoldaş öyle diyorsa
öyledir." O günden sonra da, kendi adına benimsediği "Daha çok çalışacağım"
parolasının yanı sıra, "Napoléon her zaman haklıdır" sözünü düstur edindi.
İlkbaharla birlikte havalar ısınmış, tarlalar sürülmeye başlamıştı.
Snowball'un yel değirmeni çizimlerini yaptığı baraka kapatılmış, söylenenler
doğruysa yerdeki çizimler de silinmişti. Hayvanlar, her pazar sabahı saat onda


büyük samanlıkta toplanıp haftalık buyrukları alıyorlardı. Koca Reis'in artık
bütünüyle kurumuş olan kafatası, meyve bahçesinde gömüldüğü yerden
çıkarılmış, bayrak direğinin dibinde, tüfeğin yanında duran bir kütüğün üzerine
yerleştirilmişti. Hayvanlar, bayrak göndere çekildikten sonra kafatasının
önünden saygıyla geçerek girmek zorundaydılar samanlığa. Samanlıkta da artık
eskiden olduğu gibi bir arada oturulmuyordu. Napoléon, yükseltinin önünde
oturuyor; şiir yazıp şarkı besteleme konusunda olağanüstü yetenekli olan
Minimus adlı bir başka domuz ile Squealer da iki yanına çöküyorlardı. Dokuz
genç köpek onların çevresinde yarım daire oluşturuyor, öteki domuzlar ise daha
arkada oturuyorlardı. Geri kalan hayvanların tümü, yüzleri onlara dönük,
yükseltinin karşısına diziliyordu. Napoléon haftalık buyrukları asker gibi, sert bir
sesle okuyor, İngiltere'nin Hayvanları şarkısı tek bir kez söyleniyor ve herkes
dağılıyordu.
Snowball'un çiftlikten kovuluşunun üzerinden topu topu üç pazar geçmişti.
Napoléon birdenbire yel değirmeninin yapılması gerektiğini açıklayınca, tüm
hayvanlar donup kaldılar. Bu apansız düşünce değişikliğinin nedenini söylemedi
Napoléon, yalnızca bu ağır işin çok sıkı çalışmalarını gerektireceğini belirterek
herkesi uyardı; tayınların azaltılması bile söz konusu olabilirdi. Ama planlar en
ince ayrıntılarına kadar hazırlanmıştı. Domuzlardan oluşan özel bir kurul, üç
haftadır kafa patlatıyordu. Yel değirmeni yapımı, bazı değişikliklerle birlikte, iki
yıl sürebilirdi.
O akşam Squealer, öteki hayvanlara, Napoléon'un yel değirmeni tasarısına
aslında hiçbir zaman karşı çıkmadığını anlattı. Tam tersine, bu tasarıyı ilk
savunan Napoléon olmuştu; nitekim Snowball'un barakanın döşemesine çizdiği
tasarımlar, aslında Napoléon'un dosyaları arasından çalınmış olan çizimlerdi. Yel
değirmeni, gerçekte, onun düşüncesinden doğmuştu.
Hayvanlardan biri sormadan edemedi: "Onun düşüncesinden doğmuştu da,
Napoléon neden o kadar şiddetle karşı çıkmıştı yel değirmenine?" Squealer'ın
yüzünde şeytansı bir anlatım belirdi: "Napoléon Yoldaş kurnazca davrandı,"
dedi. "Snowball, tehlikeli biriydi, herkese kötü örnek oluyordu. Napoléon
Yoldaş da, ondan kurtulmak için yel değirmenine karşıymış gibi göründü."
Squealer'a bakılırsa, artık Snowball ortadan kalktığına göre yel değirmeni
tasarısı rahatça uygulamaya konulabilirdi. İşte, taktik diye buna derlerdi.
Squealer, hoplaya zıplaya, şen kahkahalar atıp kuyruğunu sallayarak birkaç kez,
"Taktik, yoldaşlar, taktik!" diye yineledi. Hayvanlar, "taktik" sözcüğünden pek
bir şey anlamamışlardı doğrusu; ama Squealer o kadar inandırıcı konuşuyordu,


kuşkusuz bir rastlantı sonucu onun yanında bulunan üç köpek öylesine ürkütücü
bir biçimde hırlıyordu ki, Squealer'ın açıklamasını daha fazla karşı çıkmadan
kabul ettiler.


Altıncı Bölüm
Koca bir yıl köle gibi çalıştılar. Ama böyle çalışmaktan mutluydular; ne
yapıyorlarsa, bir avuç aylak ve soyguncu insanın çıkarı için değil, kendi çıkarları
uğruna ve gelecek kuşaklar için yaptıklarının bilincinde olduklarından, var
güçleriyle çabalıyorlar, her türlü özveriye sessizce katlanıyorlardı.
İlkbahar ve yaz boyunca haftada altmış saat çalışmışlardı. Ağustos
geldiğinde, Napoléon, pazarları öğleden sonra da çalışılacağını açıkladı. Bu
kesinlikle gönüllü bir çalışma olacak, ama işe gelmeyen her hayvanın tayını
yarıya indirilecekti. Böyle olmasına karşın, bazı işlerin yapılmasından
vazgeçmek zorunda kalındı. Hasat önceki yıl kadar bereketli değildi; iki tarla,
vaktinde sürülemediği için ekilememişti. Yaklaşmakta olan kışın zorlu
geçeceğini kestirmek için de kâhin olmak gerekmiyordu.
Yel değirmeni beklenmedik güçlükler çıkarıyordu. Çiftlikte büyük bir
kireçtaşı ocağı vardı; küçük binalardan birinde kum ve çimento bulunmuştu;
dolayısıyla, her türlü inşaat malzemesi ellerinin altındaydı. Ama hayvanların ilk
başta çözemedikleri sorun, taşların uygun boyutta parçalara nasıl ayrılacağıydı.
Keski ve balyoz gerekiyordu, oysa hayvanlar arka ayaklarının üzerinde
duramadıkları için bu aletleri kullanamıyorlardı. Haftalar boyu düşünüp
taşındılar, tam umutlarını yitirmek üzereydiler ki biri, bir çözüm buldu:
Yerçekiminden yararlanacaklardı. Taşocağı, kırılmadan kullanılamayacak kadar
büyük kaya parçalarıyla doluydu. Bu kaya parçalarını iplerle bağladılar; sonra
inekler, atlar, koyunlar, ipi tutabilen tüm hayvanlar –zor durumlarda domuzlar
bile– kayaları ağır ağır yokuş yukarı taşocağının tepesine kadar çektiler. Oradan
salıverdikleri kayalar aşağıda paramparça oluyordu. Taşları taşımak daha
kolaydı. Atların çektiği yük arabaları çok işe yaradı; koyunlar taşları teker teker
sürüklediler; Muriel ile Benjamin bile kendilerini eski bir arabaya koşarak
katkıda bulundular. Yaz sonuna kadar yeterince taş yığılınca, domuzların
gözetimi altında inşaat başladı.
Ne var ki çok vakit alan zorlu bir uğraş vermişlerdi. Tek bir kaya parçasının
taşocağının tepesine çıkartılması çoğu zaman bütün bir günlerini alıyor ve
olağanüstü bir çaba gerektiriyordu. Bazen de, aşağı yuvarlanan kaya
parçalanmıyordu. Gücü, neredeyse geri kalan hayvanların tümünün gücüne eşit
olan Boxer olmasaydı, belki de bu işin üstesinden gelemeyeceklerdi. Tepeden


aşağıya kayan kaya parçasıyla birlikte sürüklendiklerini gören hayvanlar
umarsızca bağırmaya başlayınca, Boxer hemen imdada yetişiyor, ipe olanca
gücüyle asılarak kayayı durduruyordu. Hayvanlar, onun kayanın kaymasını
önlemek için soluk soluğa didinişini, ayaklarının ucuyla toprağa tutunuşunu,
geniş sağrılarının kan ter içinde kalışını hayranlıkla izliyorlardı. Bazen Clover
onu kendisini fazla zorlamaması için uyarıyor ama Boxer ona asla kulak
asmıyordu. "Daha çok çalışacağım" ve "Napoléon her zaman haklıdır"
sloganları, onun gözünde, bütün sorunların ilacıydı. Kendisini yarım saat değil
de, kırk beş dakika erken uyandırması için küçük horozla anlaşmıştı. Bütün
bunlar yetmiyormuş gibi, artık iyice azalmış olan boş vakitlerinde de tek başına
taşocağına gidiyor, kırılmış taşları topluyor, kimseden yardım görmeksizin
sürükleyerek yel değirmeninin yapılacağı yere getiriyordu.
İşlerin ağırlığına karşın, hayvanlar o yazı çok da kötü geçirmediler. Tayınları
Jones'un zamanındakinden daha çok değildi, ama daha az da sayılmazdı. En
azından, artık doymak nedir bilmeyen beş insanı beslemekten kurtulmuşlardı;
yalnızca kendilerini besliyor olmalarının keyfi o kadar büyüktü ki, çektikleri
güçlüklere seve seve katlanıyorlardı. Ayrıca, hayvanların iş görme yöntemi
birçok bakımdan daha verimliydi ve emek savurganlığını önlüyordu. Sözgelimi,
yaban otlarının ayıklanması gibi işler, insanların hiçbir zaman erişemeyeceği bir
yetkinlikle yapılıyordu. Artık hiçbir hayvan hırsızlığa yeltenmediği için de,
otlağı tarlalardan çitlerle ayırmaya gerek kalmamıştı; bu da, çitlerin ve
parmaklıkların bakımı ve onarımına harcanan emekten kazanılmasını sağlıyordu.
Gene de, yaz ilerledikçe, önceden kestirilemeyen bazı eksiklikler kendini
duyurmaya başladı. Gazyağı, çivi, ip ve köpek bisküvisine; atnalı için demire
gereksinim vardı; üstelik, bunların hiçbiri çiftlikte üretilebilecek şeyler değildi.
Sonradan, tohum ve suni gübreye, çeşitli aletlere ve yel değirmeni için birtakım
makine parçalarına da gereksinim duyulacaktı. Bunların nasıl sağlanacağını
kimse bilemiyordu.
Bir pazar sabahı, buyruk almak için toplanıldığında, Napoléon yeni bir
siyaset belirlediğini açıkladı. Artık Hayvan Çiftliği komşu çiftliklerle alışverişe
girecekti. Hiç kuşkusuz, tecimsel amaçlarla değil, yalnızca ivedilikle gerekli olan
bazı malzemeleri edinebilmek amacıyla. Napoléon, "Yel değirmeninin
gereksinimleri her şeyin üstünde tutulmalıdır," diyordu. Bu yüzden de, büyük bir
saman yığınını ve o yılın buğday ürününün bir bölümünü satmak üzere
anlaşmalar yapıyordu; sonradan, daha fazla para gerekirse, Willingdon'da her
zaman pazarı olan yumurtalar da satılabilirdi. Napoléon'a bakılırsa, tavuklar
bunu yel değirmeninin yapımına kendi özel katkıları olarak görmeli, böyle bir


özveride bulunmaktan kaçınmamalıydılar.
Hayvanlar, bir kez daha, belli belirsiz bir tedirginliğe kapılmışlardı.
İnsanlarla asla iş yapılmayacak! Asla ticarete girilmeyecek! Asla para
kullanılmayacak! Jones'un çiftlikten kovulmasından sonra düzenlenen Zafer
Toplantısı'nda alınmış olan ilk kararlar değil miydi bunlar? Bu kararların
onaylandığını bütün hayvanlar anımsıyorlardı ya da en azından anımsadıklarını
sanıyorlardı. Napoléon'un toplantıları kaldırmasını protesto etmiş olan dört
küçük domuz, seslerini ürkekçe yükseltecek oldularsa da, ansızın köpeklerin
ürkünç hırlamaları karşısında susmak zorunda kaldılar. Hemen ardından
koyunlar, her zamanki gibi, "Dört ayak iyi, iki ayak kötü!" diye melemeye
başladılar ve gergin hava geçiştirilmiş oldu. Az sonra, Napoléon ön ayağını
kaldırarak herkesi susturdu ve her şeyi çoktan ayarladığını açıkladı. Çiftlikteki
hayvanların insanlarla ilişkiye girmesinin son derece sakıncalı olacağını bildiği
için, buna gerek kalmayacak koşulları oluşturmaya karar vermişti. Tüm
sorumluluğu kendisi üstlenecekti. Willingdon'da oturan Bay Whymper adlı bir
avukat, Hayvan Çiftliği ile dış dünya arasındaki işlerde aracılık etmeye razı
olmuştu; her pazartesi sabahı çiftliğe gelip Napoléon'dan talimat alacaktı.
Napoléon, konuşmasını her zaman olduğu gibi, "Yaşasın Hayvan Çiftliği!"
çığlığıyla tamamladıktan sonra, hayvanlar İngiltere'nin Hayvanları şarkısını
söyleyip dağıldılar.
Çok geçmeden, Squealer, çiftliği dolaşıp hayvanların kafalarında beliren
kuşkuları gidermeye koyuldu. İnandırıcı bir dille, aslında ticaret yapılmaması ve
para kullanılmamasına ilişkin hiçbir karar alınmadığını, dahası böyle bir kararın
önerilmesinin bile söz konusu olmadığını anlattı. Bütün bunlar, büyük bir
olasılıkla Snowball'un ilk 66 başlarda yaydığı yalanlardan kaynaklanan bir hayal
ürünüydü. Squealer, bazılarının kafalarındaki kuşkuların gene de dağılmadığını
fark ederek, kurnazca sordu: "Bu, sakın düşünüzde gördüğünüz bir şey olmasın,
yoldaşlar? Böyle bir kararın belgesi var mı? Bir yerde yazılı mı?" Gerçekten de,
ortalıkta böyle bir yazılı belge bulunmadığından, hayvanlar yanıldıklarını
kabullenmek zorunda kaldılar.
Bay Whymper, önceden kararlaştırıldığı gibi, her pazartesi çiftliğe
uğruyordu. Ivır zıvır işlerle uğraşan bir avukat olan Bay Whymper, favorili, ufak
tefek, bakışları yaramaz bir adamdı. Ama Hayvan Çiftliği'nin eninde sonunda bir
komisyoncuya gereksinim duyacağını ve bu komisyoncunun payının hiç de az
olmayacağını çok önceden fark edecek kadar da açıkgözdü. Hayvanlar, onun
gelip gidişlerini ürkerek izliyorlar, onunla karşılaşmaktan elden geldiğince


kaçınıyorlardı. Ama gene de, dört ayaklı Napoléon'un iki ayaklı Whymper'a
buyruklar verdiğini görmek, gururlarını okşuyor, bu yeni durumu bir ölçüde de
olsa benimsemelerini sağlıyordu. İnsan soyuyla ilişkileri pek eskisi gibi değildi
artık. İnsanların Hayvan Çiftliği'ne duydukları nefret azalmış değildi; tam tersine
çiftliğin geliştiğini gördükçe her zamankinden daha çok nefret eder olmuşlardı.
Hepsi de, çiftliğin eninde sonunda sıfırı tüketeceğine, daha da önemlisi yel
değirmeni tasarısının tam bir fiyaskoyla sonuçlanacağına yürekten inanıyordu.
Meyhanelerde bir araya geliyorlar, yel değirmeninin asla yapılamayacağını,
yapılsa bile hiçbir zaman işlemeyeceğini birbirlerine çizimlerle anlatıp
kanıtlamaya çabalıyorlardı. Öte yandan, hayvanların kendi işlerinin üstesinden
beceriyle gelmelerine, istemeye istemeye de olsa hayranlık duyuyorlardı.
Çiftliğin adının aslında Beylik Çiftlik olduğunu ileri sürüp durmaktan caymış
olmaları ve artık Hayvan Çiftliği adını kullanmaları, bunun bir göstergesiydi.
Çiftliğini geri alma umudunu yitirip ülkenin başka bir yöresine gitmiş olan
Jones'u savunmaktan da vazgeçmişlerdi. Hayvan Çiftliği ile dış dünya arasında,
Whymper dışında hiçbir bağ yoktu, ama Napoléon'un ya Foxwood Çiftliği'nden
Bay Pilkington'la ya da Pinchfield Çiftliği'nden Bay Frederick'le somut bir iş
anlaşması yapmak üzere olduğu yolunda sürekli söylentiler dolaşıyor, ancak
hiçbir zaman ikisiyle birden aynı anda anlaşmayacağı konuşuluyordu.
İşte tam o sıralar, domuzlar, çiftlik evine taşındılar, orayı kendilerine mesken
edindiler. Hayvanlar bir kez daha böyle bir davranışı yasaklayan bir karar
alınmış olduğunu anımsar gibi oldularsa da, Squealer onları bir kez daha
durumun hiç de böyle olmadığına inandırmayı başardı. Çiftliğin beyinleri olan
domuzların sessiz ve sakin bir yerde çalışmalarının kesinlikle gerekli olduğunu
söyledi. Kaldı ki, Önderin (son zamanlarda Napoléon'dan hep "Önder" diye söz
eder olmuştu) saygınlığı açısından, basit bir ağıl yerine bir evde yaşaması daha
uygundu. Gene de, bazı hayvanlar, domuzların yemeklerini mutfakta yemekle ve
oturma odasını eğlence salonu olarak kullanmakla kalmadıklarını, aynı zamanda
yataklarda yattıklarını işittiklerinde epeyce rahatsız oldular. Boxer, bu durumu
her zamanki gibi, "Napoléon her zaman haklıdır!" diyerek geçiştirdi; ama
yatakta yatmayı yasaklayan kesin bir yasa olduğunu anımsar gibi olan Clover,
büyük samanlığın duvarının önüne gitti ve orada yazılı olan Yedi Emir'i
okumaya çalıştı. Baktı ki, tek tek harflerden başka bir şey sökemiyor, Muriel'i
çağırdı.
"Muriel," dedi, "Dördüncü Emir'i oku bakayım bana. Yatakta asla
yatılmaması konusunda bir şey diyor mu?"


Yazıyı güçbela okuyabilen Muriel, "Hiçbir hayvan çarşaf serili yatakta
yatmayacak yazıyor," dedi.
Biraz tuhaftı; Clover Dördüncü Emir'de çarşaftan söz edildiğini hiç
anımsamıyordu; ama madem ki duvarda yazıyordu, o zaman elden bir şey
gelmezdi. O sırada yanında iki üç köpekle oradan geçmekte olan Squealer,
konuyu yerli yerine oturtmakta gecikmedi.
"Yoldaşlar," dedi. "Anlaşılan, biz domuzların çiftlik evindeki yataklarda
yattığımızı duymuşsunuz. Neden yatmayalım ki? Umarım, yatağı yasaklayan bir
buyruk olduğunu sanmıyorsunuzdur! Yatak, yatıp uyunan yerdir. Böyle
bakıldığında, ağıldaki saman yığını da yatak sayılır. Buyrukta, bir insan buluşu
olan çarşaf yasaklanıyordu. Biz de çiftlik evinin yataklarındaki çarşafları
kaldırdık, battaniyelerle yatıyoruz. Üstelik yataklar çok rahat! Ama inanın bana,
bugünlerde bir sürü konuda kafa patlatmak zorunda kalan bizler için bir yatak
çok görülmemeli. Bu rahatlığı bize çok görmezsiniz, değil mi yoldaşlar?
Görevlerimizi yerine getiremeyecek kadar yorgun düşmemizi istemezsiniz
herhalde. Hiç sanmıyorum ki, içinizde Jones'un geri dönmesini isteyen olsun!"
Hayvanlar bu konuda Squealer'a hemen güvence verdiler ve bir daha da
domuzların çiftlik evindeki yataklarda yatmaları konusunu açmadılar. Birkaç
gün sonra, domuzların artık sabahları öteki hayvanlardan bir saat geç
kalkacakları açıklandığında, kimsenin sesi çıkmadı.
Güz geldiğinde, hayvanlar yorgun, ama mutluydular. Zorlu bir yılı geride
bırakmışlardı. Gerçi saman ve ekinlerin bir bölümü satıldıktan sonra kışlık
yiyecek stokunun pek bol olduğu söylenemezdi, ama yel değirmeni bu açığı
kapatacaktı. İnşaatın yarısına yakını tamamlanmıştı. Hasattan sonra havalar
açmıştı, hayvanlar her zamankinden daha sıkı çalışıyorlar, sabahtan akşama
kadar taş taşımaya değer diye düşünüyorlardı, yeter ki yel değirmeninin
duvarları bir karış daha yükselsin. Boxer, geceleri bile boş geçirmiyor; dolunayın
ışığında tek başına bir iki saat çalışıyordu. Hayvanlar, boş vakitlerinde, yarıya
kadar yükselmiş yel değirmeninin çevresinde dolanıp duruyor, dimdik yükselen
sağlam duvarları hayran hayran seyrediyor, böylesine görkemli bir yapıyı nasıl
ortaya çıkarabildiklerine kendileri de şaşıyorlardı. Yel değirmeni konusunda
coşkuya kapılmaktan kaçınan tek hayvan, ihtiyar Benjamin'di; her zaman yaptığı
gibi, "Eşekler uzun yaşar," gibisinden anlaşılmaz sözler söylemekle yetiniyordu.
Kasım ayı, lodostan esen sert rüzgârlarla geldi. İnşaatı durdurmak zorunda


kalmışlardı; havalar çok yağışlı gittiğinden çimento karmak mümkün
olmuyordu. En sonunda, bir gece öyle şiddetli bir fırtına koptu ki, çiftlik binaları
temelinden sarsıldı, samanlığın damından kiremitler uçtu. Tavuklar korkuyla
gıdaklayarak uyandılar; hepsi birden aynı anda gördükleri düşte uzaklarda bir
yerde silah atıldığını duymuşlardı. Sabahleyin bir de baktılar, bayrak direği
yıkılmış, meyve bahçesindeki karaağaçlardan biri turp gibi kökünden sökülmüş.
Daha ne olduğunu anlayamadan, bütün hayvanlar dehşete kapılarak çığlıklar
atmaya başladılar: Yel değirmeni yıkılmıştı.
Hep birlikte yel değirmeninin oraya koşuştular. Koşar adım yürüdüğü bile
görülmemiş olan Napoléon en önde tozu dumana katmıştı. Nice uğraş verip onca
emek harcadıkları yel değirmeni yerle bir olmuş, bin bir güçlükle kırıp taşıdıkları
taşlar dört bir yana dağılmıştı. Dilleri tutulmuşçasına, orada öyle durmuş,
çevreye saçılmış taşlara bakakalmışlardı. Napoléon, ikide bir toprağı koklayarak
sessizce volta atıyor, dimdik olmuş kuyruğunu hızlı hızlı iki yana sallamasına
bakılırsa beyninde şimşekler çakıyordu. Birden, kararını vermişçesine durdu.
Sesini yükseltmeden, "Yoldaşlar," dedi. "Bu işi kim yaptı biliyor musunuz?
Geceleyin buraya gelip yel değirmenimizi yıkan düşmanın kim olduğunu biliyor
musunuz?" Sonra birden gürledi: "Snowball! Snowball'un işi bu! Bu hain, sırf
kötülük etmek için, planlarımızı bozmak ve aşağılanarak kovuluşunun intikamını
almak için, gecenin karanlığına sığınarak buraya kadar geldi ve bir yıllık
emeğimizi yok etti. Yoldaşlar, Snowball'u şu anda idam cezasına çarptırmış
bulunuyorum. Ona hak ettiği cezayı veren hayvana, 'İkinci Dereceden Kahraman
Hayvan' nişanı ve yarım kova elma. Onu sağ getirene bir kova elma!"
Snowball'un böyle bir suç işleyebileceğini o güne kadar akıllarının ucundan
bile geçirmemiş olan hayvanlar donakalmışlardı. Öfkeyle homurdanıyorlar, bir
daha gelecek olursa Snowball'u nasıl yakalayacaklarını hesaplıyorlardı. Az
sonra, küçük tepenin biraz ilerisinde otlar arasında bir domuzun ayak izlerine
rastlandı. İzler birkaç metre sürüyor, anlaşıldığı kadarıyla çitteki bir deliğe kadar
geliyordu. Napoléon uzun uzun kokladıktan sonra izlerin Snowball'a ait
olduğunu açıkladı. Snowball'un, Foxwood Çiftliği'nin bulunduğu yönden
geldiğini tahmin ediyordu.
Napoléon, ayak izlerini inceledikten sonra, "Vakit kaybetmeyelim,
yoldaşlar!" diye bağırdı. "Yapılacak çok işimiz var. Bu sabahtan başlayarak yel
değirmenini yeniden inşa edeceğiz. Kış boyunca kar çamur demeden çalışacağız.
Bu alçak haine, bizi o kadar kolay alt edemeyeceğini göstereceğiz. Aklınızdan


çıkarmayın, yoldaşlar, planlarımızda en küçük bir aksama olmamalı, günü
gününe uygulanmalı bütün planlar. Haydi, yoldaşlar! Yaşasın yel değirmeni!
Yaşasın Hayvan Çiftliği!"


Yedinci Bölüm
Kış çok sert geçti. Fırtınaların ardından, önce sulusepken, sonra kar geldi,
daha sonra da her yer şubat ayına kadar buzla kaplandı. Hayvanlar, tüm dış
dünyanın gözlerini Hayvan Çiftliği'ne diktiğini, yel değirmeni zamanında
tamamlanmayacak olursa kıskanç insanların sevinçten bayram edeceklerini
bildiklerinden var güçleriyle çalışıyorlardı.
İnsanlar, sırf inat olsun diye, yel değirmenini Snowball'un yıktığına
inanmamış görünüyorlar; yel değirmeninin, duvarları çok ince örüldüğü için
çöktüğünü söylüyorlardı. Gerçi hayvanlar bunun doğru olmadığını bilmiyor
değildiler, ama daha önce kırk beş santim kalınlığında olan duvarların bu kez
doksan santim kalınlığında örülmesi kararlaştırılmıştı; bu da, çok daha fazla taş
taşımayı gerektiriyordu. Taşocağı uzun bir süre kar altında kaldığından hiçbir
şey yapılamadı. Daha sonra hava ayaza çevirip don yaptığında yeniden
çalışmaya koyuldular, ama büyük güçlüklerle karşılaşıyorlardı, eskisi kadar
umutlu değildiler. Soğuktan donuyorlar, çoğu zaman aç açına çalışıyorlardı.
Yalnızca Boxer ile Clover cesaretlerini yitirmemişlerdi. Squealer halka hizmet
etmenin mutluluğu ve emeğin onuru üstüne müthiş söylevler çekiyor, Boxer'ın
gücü ve hiç vazgeçmediği "Daha çok çalışacağım!" çığlıkları hayvanları kışkırtıp
coşturuyordu.
Ocak ayında yiyecekler tükenmeye yüz tuttu. Tahıl tayınları iyiden iyiye
azaltıldı ve açığı gidermek için fazladan patates verileceği açıklandı. Ama çok
geçmeden, üstleri yeterince örtülmediği için patateslerin donmuş olduğu
anlaşıldı. Yumuşayıp bozulmuş olan patateslerin pek azı yenilebilir durumdaydı.
Günlerce, kabuk ve pancardan başka bir şey yemediler. Artık açlıktan ölmenin
eşiğine gelmişlerdi.
Bu durumun dış dünyadan kesinlikle gizlenmesi gerekiyordu. Yel
değirmeninin yıkılmasından cesaret bulan insanlar, Hayvan Çiftliği'yle ilgili yeni
yeni yalanlar uyduruyorlardı. Gene, tüm hayvanların kıtlık ve hastalıktan
kırılmakta olduğu, durmadan birbirleriyle dalaştıkları, yamyamlığın alıp
yürüdüğü, yeni doğan yavruların boğazlandığı söylentileri yayılmıştı. Napoléon,
yiyecek durumuyla ilgili gerçekler öğrenilirse ortaya çıkabilecek kötü sonuçları
çok iyi kestirebildiği için, tam tersi bir etki yaratmak üzere Bay Whymper'ı
kullanmaya karar verdi. O güne kadar, hayvanlar, her hafta çiftliğe gelen


Whymper'la ya pek az karşılaşıyor ya da hiç karşılaşmıyorlardı. Oysa bu kez,
koyunların çoğunlukta olduğu bir grup hayvana, Bay Whymper'ın yakınında
dolanmaları ve aralarında konuşuyormuş gibi yaparak, ama onun duyabileceği
bir sesle tayınların artırıldığından söz etmeleri tembihlendi. Napoléon, ambarda
neredeyse bomboş duran kovalara kum doldurulmasını, kumun üzerinin de elde
kalan tahıl ve yemlerle örtülmesini buyurdu. Whymper bir bahane bulunarak
ambara götürüldü ve ağzına kadar dolu kovaları göz ucuyla da olsa görmesi
sağlandı. Napoléon'un numarasını yutan Whymper, her gittiği yerde Hayvan
Çiftliği'nde yiyecek sıkıntısı olmadığını anlatmaya başladı.
Gene de, ocak ayının sonlarına doğru, bir yerlerden biraz daha tahıl almak
kaçınılmaz oldu. O günlerde Napoléon pek ortalıkta görünmüyor, kapısında
korkunç köpeklerin beklediği çiftlik evinden dışarı adımını atmıyordu. Dışarı
çıktığı zaman da, korumalığını üstlenen altı köpek eşliğinde, kimseye yüz
vermeden dolanıp duruyor, fazla yaklaşan olursa köpekler hemen hırlıyorlardı.
Artık pazar sabahları yapılan toplantılara da pek katılmayan Napoléon,
buyruklarını öteki domuzlardan biriyle, genellikle de Squealer'la iletiyordu.
Bir pazar sabahı, Squealer, daha yeni yumurtlayacak olan tavukların
yumurtalarını çiftlik yönetimine vermeleri gerektiğini bildirdi. Napoléon,
Whymper'ın aracılık ettiği bir sözleşmeyi imzalamıştı; sözleşmeye göre, haftada
dört yüz yumurta teslim etmeleri gerekiyordu. Yumurtaların parasıyla, yaz gelip
de durumlar düzelinceye kadar çiftliği geçindirecek tahıl ve yemi alacaklardı.
Tavuklar haberi duyar duymaz ortalığı birbirine kattılar. Gerçi daha önce bu
tür bir özverinin gerekebileceği konusunda uyarılmışlardı, ama doğrusu bir gün
bunun gerçek olabileceğine pek inanmamışlardı. Yumurtaların, tam da ilkbahar
kuluçkasına hazırlandıkları sırada alınması cinayet değil de neydi? Jones'un
çiftlikten kovuluşundan bu yana ilk kez ayaklanmaya benzer bir şey meydana
geldi. Siyah Minorca cinsi üç pilicin önderliğindeki tavuklar, Napoléon'un
buyruğuna kararlılıkla karşı koydular. Çatı kirişlerine tüneyip orada
yumurtluyorlar, yumurtalar da yere düşüp kırılıveriyordu. Napoléon, hiç
kuşkusuz, hızla ve acımasızca önlem almakta gecikmedi. Tavukların tayınlarının
kesilmesini emretmekle yetinmedi, tavuklara azıcık da olsa yem vermeye
kalkışan bütün hayvanların idam cezasına çarptırılmasını öngören bir kararname
de çıkarttı. Buyruklara uyulmasını köpekler sağlayacaktı. Tavuklar, beş gün
kadar direndilerse de, sonunda teslim olarak folluklarına döndüler. Bu arada ölen
dokuz tavuk meyve bahçesine gömülmüş, tavukların kanlı ishalden öldükleri
söylenmişti. Whymper'ın olup bitenlerden haberi bile olmamıştı; yumurtalar


vaktinde teslim ediliyor, haftada bir çiftliğe kadar gelen bir yük arabası
yumurtaları alıp götürüyordu.
Bu arada, Snowball hiç ortalıkta görünmemiş; komşu çiftliklerden birinde,
ya Foxwood'da ya da Pinchfield'da saklandığı söylentileri yayılmıştı. Artık
Napoléon'un öteki çiftçilerle arası biraz düzelmişti. Avluda, on yıl kadar önce bir
akgürgen korusu açılırken kesildikleri için artık iyice kurumuş olan koca bir
kereste yığını duruyordu. Whymper, Napoléon'a bunları satmasını salık vermişti;
Bay Pilkington da, Bay Frederick de keresteleri almaya can atıyorlardı, ama
Napoléon hangisine satacağına bir türlü karar veremiyordu. Frederick'le anlaşır
gibi olduğunda Snowball'un Foxwood Çiftliği'nde saklandığı haberi geliyor,
Pilkington'a yönelir gibi olduğunda Snowball'un Pinchfield Çiftliğinde
gizlendiği söylentisi yayılıyordu.
İlkbaharın ilk günleriydi; ansızın duyulan bir haber ortalığı birbirine kattı:
Snowball hava karardıktan sonra gizlice çiftliğe geliyordu! Hayvanlar öylesine
tedirgin olmuşlardı ki, geceleri gözlerine uyku girmiyordu. Söylenenlere
bakılırsa, Snowball her gece karanlıktan yararlanarak çiftliğe giriyor, yapmadığı
uğursuzluk kalmıyordu. Tahılları çalıyor, süt kovalarını deviriyor, yumurtaları
kırıyor, fidelikleri çiğneyip eziyor, meyve ağaçlarının kabuklarını kemiriyordu.
Artık çiftlikte bir iş ters gitmeyegörsün, suç hemen Snowball'a yükleniyordu. Bir
cam kırılsa ya da bir oluk tıkansa, Snowball'un gece gene çiftliğe geldiği, bu işi
mutlaka onun yaptığı söyleniyordu. Bir gün ambarın anahtarı kaybolunca, bütün
çiftlik Snowball'un anahtarı kuyuya attığı söylentisine inandı. İşin garibi,
kaybolan anahtar un çuvalının altından çıktığında bile, hayvanlar bu söylentiye
inanmaktan vazgeçmediler. İnekler, Snowball'un gizlice ahırlarına girdiğini ve
uykularında sütlerini sağdığını bile söylediler. O kış çiftliğe çok zarar vermiş
olan sıçanların da Snowball'la işbirliği içinde oldukları söyleniyordu.
Snowball'un çevirdiği dolaplarla ilgili sıkı bir soruşturma açılması
gerektiğine karar veren Napoléon, köpeklerini yanına alıp çiftlik binalarını
dolaşmaya, en kuytu köşelere varıncaya kadar her yeri yoklayıp araştırmaya
koyuldu; öteki hayvanlar da saygılı bir uzaklıktan onu izliyorlardı. Snowball'un
izini kokusundan bulabileceğini ileri süren Napoléon, birkaç adımda bir durup
yeri kokluyordu. Samanlığın, inek ağılının, kümeslerin, bostanın koklamadık
köşesini bırakmadı ve hemen her yerde Snowball'un izine rastladı. Uzun
burnunu yere dayayıp hızlı hızlı kokluyor, sonra da ürkünç bir sesle, "Snowball!
Buradan geçmiş! Bu onun kokusu!" diye bağırıyordu. Napoléon'un her
"Snowball!" diye bağırışında, köpekler dişlerini göstererek adamın kanını


donduran hırıltılar çıkarıyorlardı.
Hayvanlar cin çarpmışa dönmüşlerdi. Snowball sanki görünmez olmuş her
an çevrelerinde dolanıyor, ne zaman ne kötülük yapacağı kestirilemiyordu.
Squealer, akşamleyin bütün hayvanları bir araya topladı ve kaygılı bir sesle,
önemli haberleri olduğunu söyledi.
Tedirginlikle oradan oraya sıçrayarak, "Yoldaşlar!" diye bağırdı. "Dehşet
verici bir haber aldık. Satılmış Snowball, Pinchfield Çiftliğinin sahibi
Frederick'le birlik olmuş! Frederick, bize saldırıp çiftliğimizi elimizden almayı
planlıyormuş! Saldırı başladığında, Snowball kılavuzluk yapacakmış. Dahası
var. Snowball'un burnu büyüklüğü ve açgözlülüğü yüzünden isyan ettiğini
sanmıştık. Oysa yanılmışız, yoldaşlar. Gerçek neden neymiş biliyor musunuz?
Snowball daha başından Jones'un adamıymış! Başından beri Jones'un gizli
ajanıymış. Ardında bıraktığı belgeleri az önce ele geçirdik ve her şey ortaya
çıktı. Bana kalırsa, her şey gün gibi açık, yoldaşlar. Ağıl Savaşı'nda bozguna
uğrayıp yok olmamız için ne dolaplar çevirdiğini gözlerimizle görmemiş miydik
zaten? Neyse ki becerememişti."
Hayvanlar apışıp kalmışlardı. Yel değirmenini yıkmaktan çok daha büyük bir
ihanetti bu. Ama ilk şaşkınlıkları geçer geçmez, Ağıl Savaşı'nda Snowball'un en
ön saflarda nasıl yiğitçe çarpıştığını, geri çekilmeye kalktıklarında kendilerini
nasıl toparlayıp yüreklendirdiğini, Jones'un tüfeğinden çıkan saçmalarla sırtından
yaralandığı zaman bile nasıl ileri atıldığını anımsadılar ya da anımsar gibi
oldular. Snowball'un savaştaki yararlıkları ile Jones'un gizli ajanı olmasını
bağdaştırmak biraz zordu doğrusu. Pek az soru soran Boxer'ın bile kafası
karışmıştı. Yere uzandı, ön ayaklarını altına aldı; gözlerini yummuş, kafasını
toparlamaya çalışıyordu.
"Ben buna inanmıyorum," dedi. "Snowball, Ağıl Savaşı'nda aslanlar gibi
çarpıştı. Gözlerimle gördüm. Savaş biter bitmez, ona 'Birinci Dereceden
Kahraman Hayvan' nişanı vermedik mi?"
Squealer, "Yanılmışız, yoldaş," diye karşılık verdi. "Aslında bizi yıkıma
sürüklemeye çalışıyormuş meğer; ele geçirdiğimiz gizli belgeler her şeyi
açıklıyor."
"Ama yaralanmıştı," dedi Boxer. "Kanlar içinde oradan oraya koştuğunu
hepimiz gördük."


"Danışıklı dövüşmüş!" diye bağırdı Squealer hoplaya zıplaya. "Saçmalar
sıyırıp geçmiş aslında. Okuma bilseydin, kendi yazısını gösterirdim sana; o
zaman her şeyi anlardın. Snowball'un tüm kirli çamaşırları ortaya çıktı:
Bir punduna getirip geri çekilme emri verecek ve meydanı düşmanı
bırakacakmış da haberimiz yokmuş. Az kalsın başarıyormuş da. Aslında, hiç
kuşkum yok yoldaşlar, eğer yiğit önderimiz Napoléon Yoldaş olmasaydı,
mutlaka yapardı yapacağını. Jones ve adamları avluya daldıklarında,
Snowball'un birden dönüp kaçmaya başladığını, birçok hayvanın da onun
ardından gittiğini unuttunuz mu? İşte tam o anda, hepimizin paniğe kapıldığı ve
savaşı kaybettiğini sandığı sırada, Napoléon Yoldaş'ın 'İnsanlığa Ölüm!' diye
haykırarak nasıl ileri atıldığını, dişlerini Jones'un bacağına nasıl geçirdiğini
anımsamıyor musunuz? Bunu unutmuş olamazsınız, yoldaşlar!"
Squealer sahneyi bu kadar canlı bir biçimde anlatınca, hayvanlar da
gerçekten anımsar gibi oldular. En azından, savaşın o can alıcı anında
Snowball'un geri dönüp tabanları yağladığını anımsıyorlardı. Ama Boxer'da hâlâ
bir tedirginlik seziliyordu.
Sonunda baklayı ağzından çıkardı: "Snowball'un daha başından hain
olduğuna inanmıyorum. Sonradan yaptıklarına bir diyeceğim yok. Ama
Snowball'un Ağıl Savaşı'nda tam bir yoldaş gibi davrandığı inancındayım."
Squealer, kısık, ama kararlı bir sesle, "Bak, yoldaş," dedi. "Önderimiz
Napoléon Yoldaş, Snowball'un ta başından beri, üstelik ortalıkta daha
Ayaklanma'nın lafı bile yokken Jones'un ajanı olduğunu tartışılmaz bir biçimde,
evet tartışılmaz bir biçimde açıklamış bulunuyor."
Bunun üzerine, "Ha, o zaman başka!" dedi Boxer. "Napoléon Yoldaş öyle
dediyse öyledir."
Squealer, "İşte, ben yoldaşlık ruhu diye buna derim!" diye bağırdı. Ama
durmadan kırpıştırdığı ufacık gözleriyle, Boxer'a kötü kötü baktığı da gözlerden
kaçmadı. Tam dönmüş gidiyordu ki, birden durdu ve etkileyici bir sesle ekledi:
"Bu çiftlikteki bütün hayvanları uyarırım, gözünüzü dört açın. Snowball'un
ajanlarının şu anda bile ellerini kollarını sallayarak aramızda dolaştıkları
besbelli!"
Dört gün sonra, akşama doğru, Napoléon bütün hayvanların avluda
toplanmasını emretti. Herkes toplandığında, göğsünde madalyalarıyla (bir süre


önce, kendisine hem "Birinci Dereceden Kahraman Hayvan", hem de "İkinci
Dereceden Kahraman Hayvan" nişanlarını vermişti) Napoléon belirdi; dokuz iri
köpek de çevresinde dolanıyor, ikide bir hırlayarak tüm hayvanların yüreğine
korku salıyorlardı. Çok kötü bir şey olacağını sezmişçesine, herkes sessizce yere
çöktü.
Napoléon, orada dikilmiş, sert bakışlarla topluluğu süzüyordu; sonra ansızın
tiz bir çığlık attı. Köpekler, çığlığı işitir işitmez, fırladıkları gibi domuzlardan
dördünü kulaklarından yakaladılar, acıdan ve korkudan ciyak ciyak bağıran
hayvancıkları sürüyüp Napoléon'un ayaklarının dibine bıraktılar. Domuzların
kulaklarından kanlar akıyordu, kanın tadını almış olan köpekler çılgına
dönmüşlerdi. Birden, köpeklerden üçü, herkesin şaşkın bakışları arasında
Boxer'ın üstüne atıldı. Boxer, üstüne geldiklerini görür görmez, kocaman ön
ayağını kaldırıp köpeklerden birini havada yakaladı ve yere çarptı. Yere yapışan
köpek çığlık çığlığa merhamet dilenirken, öteki iki köpek kuyruklarını
bacaklarının arasına kıstırıp tabanları yağladı. Boxer'ın gözü Napoléon'daydı;
köpeği ezip gebertmeli miydi, yoksa salıp koyvermeli miydi? Napoléon'un suratı
allak bullak olmuştu; Boxer'a, sert bir sesle, köpeği salıvermesini emretti. Bunun
üzerine Boxer ayağını köpeğin üstünden çekti, köpek de acı iniltiler çıkararak
sıvıştı oradan.
Az sonra ortalık sakinleşmişti. Suçlulukları yüzlerinden okunan dört domuz,
tir tir titreyerek bekleşiyorlardı. Napoléon, onlara dönerek suçlarını itiraf
etmelerini istedi. Bunlar, Napoléon'un pazar toplantılarını kaldırmasına karşı
çıkmış olan domuzlardı. Fazla direnmeden her şeyi itiraf ettiler: Çiftlikten
kovulduğu günden beri gizlice görüştükleri Snowball ile yel değirmeninin
yıkılmasında işbirliği yapmışlar, Hayvan Çiftliği'nin Bay Frederick'e aktarılması
konusunda anlaşmaya varmışlardı. Snowball'un, yıllardır Jones'un gizli ajanı
olduğunu kendilerine itiraf ettiğini de söylemekten geri kalmadılar. İtirafları
tamamlanır tamamlanmaz, köpekler üstlerine atılıp boğazlayıverdiler. Sonra,
Napoléon yeniden topluluğa dönerek, korkunç bir sesle, "İtirafta bulunacak
başka hayvanlar varsa, ortaya çıksınlar," dedi.
Yumurta isyanında başı çekmeye kalkışmış olan üç tavuk öne çıkıp
rüyalarında Snowball'un kendilerini Napoléon'un buyruklarını dinlememeye
çağırdığını açıkladılar. Ve o saat köpekler tarafından gırtlaklandılar. Ardından,
bir kaz çıktı ortaya ve geçen hasatta çalıp gizlediği altı buğday başağını geceleri
gizli gizli yediğini itiraf etti. Sonra, koyunlardan biri, Snowball'un isteği üzerine,
yalağa işediğini açıkladı. İki koyun da, Napoléon'a bağlılığıyla tanınan yaşlı bir


koçu, öksürük nöbetleri tuttuğu bir sırada ateşin çevresinde kovalayarak
öldürdüklerini itiraf ettiler. Hepsi de oracıkta boğazlandı. İtiraflar ve idamlar
böylece sürüp gitti. Sonunda bir de baktılar, Napoléon'un ayakları dibinde
cesetten geçilmiyor. Ortalığı kan kokusu kaplamıştı. Jones'un kovulduğu günden
bu yana çiftlikte böyle bir koku duyulmamıştı.
Her şey bittikten sonra, domuzlar ve köpekler dışında bütün hayvanlar
birbirlerine sokularak oradan uzaklaştılar. Kuyruklarını kısmışlar, tir tir
titriyorlardı. Hangisinin daha korkunç olduğunu kestiremiyorlardı: Snowball'la
birlik olan hayvanların ihaneti mi, yoksa az önce tanık oldukları acımasız
misillemeler mi? Eskiden de böyle kanlı kıyımlara az tanık olmamışlardı, ama
hiç değilse birbirlerini boğazlamıyorlardı. Jones kovuldu kovulalı, bir hayvanın
başka bir hayvanı öldürdüğü görülmemişti. Bir sıçan bile öldürülmemişti. Yarısı
tamamlanmış yel değirmeninin bulunduğu küçük tepenin oraya vardıklarında,
sanki ısınmaya çalışıyormuşçasına birbirlerine yanaşarak yere uzandılar. Clover,
Muriel, Benjamin, inekler, koyunlar, kazlar, tavuklar, herkes oradaydı. Bir tek,
Napoléon'un tüm hayvanların toplanmasını buyurmasından az önce ansızın
ortalıktan kaybolmuş olan kedi yoktu aralarında. Bir süre kimse konuşmadı.
Yalnız Boxer ayaktaydı. Yerinde duramıyor, uzun siyah kuyruğunu iki yana
sallayıp duruyor, şaşkınlık içinde hafif hafif kişniyordu. Sonunda dedi ki:
"Olup bitene akıl sır erdiremiyorum. Kırk yıl düşünsem çiftliğimizde böyle
şeyler olacağı aklıma gelmezdi. Bir yanlış yapmış olmalıyız. Bana sorarsanız,
tek çıkar yol, daha sıkı çalışmak. Ben kendi payıma, bundan böyle sabahları bir
saat daha erken kalkacağım."
Olanca hantallığıyla tırısa kalkıp taşocağının yolunu tuttu. Oraya vardığında,
arabayla iki posta taş taşıdı yel değirmenine, sonra da gidip yattı.
Hayvanlar Clover'ın çevresine toplaşmışlardı, kimsenin ağzını bıçak
açmıyordu. 
Bulundukları 
tepeden, 
çepeçevre 
uzanıp 
giden 
kırları
görebiliyorlardı. Hayvan Çiftliği'nin büyük bir bölümü görüş alanlarındaydı:
anayola kadar uzanan otlak, biçilip kurutulmuş otlar, koru, yalak, sürülmüş
tarlalarda filiz vermeye başlamış gür, yeşil ekinler, çiftlik binalarının kırmızı
damları ve dumanı tüten bacalar... Pırıl pırıl bir ilkbahar akşamıydı. Güneş
ışınlarının vurduğu çimenler ve yaprak fışkıran çitler ışıl ışıldı. Çiftlik gözlerine
hiç bu kadar güzel görünmemişti. Birden, burasının kendi çiftlikleri olduğunu
hatırladılar; bu toprakların her bir karışı onlarındı. Tepeden aşağılara bakarken,
Clover'ın gözleri yaşardı. Düşüncelerini dile getirebilse, yıllar önce insan soyunu


alaşağı etmek üzere yola çıktıklarında, hedeflerinin asla bu olmadığını
söyleyecekti. Koca Reis'in ilk Ayaklanma çağrısını yaptığı o gece düşledikleri,
bu şiddet ve kıyım olabilir miydi? Kendisinin gözünde canlandırdığı gelecekte,
hayvanların açlık ve kırbaçtan kurtuldukları, herkesin eşit olduğu, herkesin kendi
gücüne göre çalıştığı ve Koca Reis'in konuştuğu gece yolunu şaşırmış ördek
yavrularına kucak açtığı gibi güçlülerin zayıfları koruduğu bir toplum vardı.
Oysa, nedendir bilinmez, kimsenin düşüncesini açıklamaya cesaret edemediği,
her yerde azgın, yabanıl köpeklerin hırlayarak kol gezdiği, yoldaşlarının korkunç
suçları itiraf ettirildikten sonra paramparça edilişini seyretmek zorunda kaldıkları
bir toplum çıkmıştı ortaya. Ama aklından, ayaklanalım ya da başkaldıralım
gibisinden düşünceler geçmiyordu. Şu içinde bulundukları durumun bile
Jones'un zamanındakinden çok daha iyi olduğunu ve her şeyden önce insanların
çiftliğe geri dönmelerinin önlenmesi gerektiğini biliyordu. Ne olursa olsun
yönetime bağlı kalacak, kendisine verilen emirleri harfi harfine yerine getirecek
ve Napoléon'un önderliğini kabullenecekti. Ama gene de, onca umudun, onca
emeğin karşılığı bu olmamalıydı. Yel değirmenini onca güçlükle inşa
etmelerinin, Jones'un tüfeğinden çıkan saçmalara göğüslerini germelerinin
karşılığı bu mu olmalıydı? Böyle düşünüyor, ama aklından geçenleri söze döküp
dile getiremiyordu.
Sonunda bir bakıma, dile getiremediği sözcüklerin yerini tutacağını
düşünerek, İngiltere'nin Hayvanları şarkısını söylemeye başladı Clover.
Çevresinde oturmakta olan öteki hayvanlar da şarkıya katıldı. Şarkıyı tam üç
kez, üstelik çok güzel okudular; ama hiç bu kadar ağır ve hüzünlü söyledikleri
görülmemişti.
Tam bitirmişlerdi ki, yanında iki köpekle Squealer göründü; belli ki, önemli
bir şey diyecekti. Yanlarına geldiğinde, Napoléon Yoldaş'ın özel bir kararıyla,
İngiltere'nin Hayvanları şarkısının yürürlükten kaldırıldığını açıkladı. Artık
İngiltere'nin Hayvanları'nı söylemek yasaktı.
Hayvanlar şaşırmışlardı.
Muriel, "Niçin?" diye bağırdı.
Squealer, diklenerek, "Artık gereği kalmadı, yoldaş," dedi." İngiltere'nin
Hayvanları, Ayaklanma'nın şarkısıydı. Ayaklanma artık tamamlandı. Bugün
öğleden sonra hainlerin idam edilmesi son aşamaydı. Hem içteki, hem de dıştaki
düşmanlar yenilgiye uğratıldı. İngiltere'nin Hayvanları şarkısında, gelecekte


kurulacak daha güzel bir topluma özlemimizi dile getiriyorduk. O toplum artık
kurulmuş olduğuna göre, bu şarkının bir anlamı kalmamıştır."
Çok korkmuş olmalarına karşın hayvanlardan bazıları karşı çıkmaya
hazırlanıyorlardı ki, koyunların her zamanki gibi, "Dört ayak iyi, iki ayak kötü!"
diye melemeye başlamaları tartışmayı başlamadan bitirdi.
O günden sonra İngiltere'nin Hayvanları şarkısı bir daha hiç duyulmadı.
Onun yerine, şair Minimus başka bir şarkı bestelemişti. Şarkı şöyle başlıyordu:
Hayvan Çiftliği, Hayvan Çiftliği, inan,
Benden sana zarar gelmez hiçbir zaman!
Yeni şarkı, her pazar bayrak göndere çekildikten sonra söyleniyordu. Ama
nedense hayvanlar, bestesini de, güftesini de, İngiltere'nin Hayvanları kadar
sevememişlerdi.


Sekizinci Bölüm
Birkaç gün sonra, idamların yol açtığı yılgı yatıştığında, bazı hayvanlar
Altıncı Emir'i anımsadılar ya da anımsar gibi oldular: "Hiçbir hayvan başka bir
hayvanı öldürmeyecek." Gerçi hiç kimse domuzların ya da köpeklerin yanında
ağzını açmıyordu, ama herkes cinayetlerin bu emre uymadığının farkındaydı.
Clover, Benjamin'den, kendisine Altıncı Emir'i okumasını istediyse de,
Benjamin her zaman yaptığı gibi bu tür işlere bulaşmak istemediğini söyleyerek
kıvırttı. Clover da Muriel'i buldu. Muriel, Altıncı Emir'i şöyle okudu: "Hiçbir
hayvan başka bir hayvanı sebepsiz yere öldürmeyecek." Anlaşılan, sebepsiz yere
sözcükleri her nasılsa hayvanların belleğinden silinmişti. Demek, Altıncı Emir
çiğnenmiş değildi; çünkü Snowball'la birlik olan hainler sebepsiz yere
öldürülmemişlerdi.
O yıl hayvanlar bir önceki yıldan çok daha fazla çalıştılar. Bir yandan yel
değirmeninin, hem de duvarlarının kalınlığı iki katına çıkartılarak yeniden inşa
edilmesi ve inşaatın önceden belirlenen tarihte tamamlanması; öte yandan
çiftliğin gündelik işlerinin yürütülmesi, olağanüstü bir çaba gerektirmişti.
Hayvanlar, zaman zaman, Jones'un döneminde olduğundan daha fazla
çalışmalarına karşın daha iyi beslenmediklerini fark eder gibi oldular. Squealer,
pazar sabahları, ayağıyla tuttuğu uzun bir kâğıt parçasından birtakım rakamlar
okuyarak, çeşitli gıda maddelerinin üretiminin yüzde iki yüz, yüzde üç yüz,
yüzde beş yüz arttığını açıklıyordu. Hayvanlar, Ayaklanma'dan önceki koşulları
artık doğru dürüst anımsamadıklarından, ona inanmamak için bir neden
göremiyorlardı. Ama gene de, öyle günler oluyordu ki, daha az rakam dinleyip
daha çok yemek yiyeceğimiz günleri ne zaman göreceğiz, diye düşünmeden
edemiyorlardı.
Artık bütün emirler Squealer ya da öteki domuzlardan biri tarafından
iletiliyordu. Napoléon ancak on beş günde bir halkın arasına çıkıyor, çıktığı
zaman da yanında yalnızca köpeklerden oluşan maiyeti değil, siyah bir horoz da
bulunuyordu. Horoz önden yürüyor ve Napoléon konuşmasına başlayacağı
zaman bir borazancı gibi, avazı çıktığı kadar, "Ü-ürü-üüü!" diye ötüyordu.
Napoléon'un, çiftlik evinde bile ötekilerden ayrı odalarda kaldığı söyleniyordu.
Yemeklerini yalnız başına yerken, yanı başında iki köpek bekliyor; bir zamanlar
oturma odasındaki cam dolapta duran Crown Derby yemek takımını
kullanıyordu yalnızca. Bu arada öteki iki yıldönümünün yanı sıra, Napoléon'un


doğumgününün de tören atışıyla kutlanacağı açıklanmıştı.
Artık kimse Napoléon'dan yalnızca "Napoléon" diye söz edemiyordu; resmî
bir ağızla "Önderimiz Napoléon Yoldaş" denmesi gerekiyordu. Domuzlar ise
ona Tüm Hayvanların Babası, İnsanların Korkulu Rüyası, Koyunların Koruyucu
Meleği, Yavru Ördeklerin Can Dostu gibi unvanlar bulmakta birbirleriyle
yarışıyorlardı. Squealer, gözlerinden yaşlar akarak yaptığı konuşmalarda,
Napoléon'un ne kadar bilge, ne kadar iyi yürekli bir hayvan olduğundan,
yeryüzündeki tüm hayvanlara, özellikle de öteki çiftliklerde hâlâ cehaletin
karanlığında köle gibi yaşayan mutsuz hayvanlara ne kadar derin bir sevgi
beslediğinden dem vuruyordu. Kazanılan her başarının, her sevindirici olayın
Napoléon'a mal edilmesi artık bir alışkanlık olmuştu. Bir tavuğun başka bir
tavuğa, "Önderimiz Napoléon Yoldaş olmasaydı, altı günde beş yumurta
yumurtlayamazdım," dediği; gölden su içmekte olan iki ineğin, "Napoléon
Yoldaş'ın önderliği olmasaydı, gölün suyu bu kadar tatlı olur muydu?" diye
bağırdığı bile duyulmuştu. Çiftlikteki hayvanların bu konudaki duygu ve
düşünceleri, Minimus tarafından kaleme alınan "Napoléon Yoldaş" adlı bir şiirde
yankılandı:
Yetimlerin biricik babası!
Mutluluğumuzun pınarı!
Yem kovalarının sultanı!
Gökyüzündeki güneşi andırırsın,
Dingin ve buyurgan bakışınla
Yüreğime coşku salarsın,
Napoléon Yoldaş!
Kullarının sevdiği her şeyi
Sensin onlara bağışlayan,
İki öğün yemek, tertemiz saman döşek;
Büyük küçük her hayvan
Rahat uyur her akşam,
Sensin onları koruyup kollayan,
Napoléon Yoldaş!
Bir gün bir yavrum olursa,
Daha ufacık bir bebekken
Altı karış olmadan boyu
Öğrenmeli senin değerini bilmeyi,


Gözlerini açar açmaz dünyaya
Ciyak ciyak basmalı çığlığı:
"Napoléon Yoldaş!"
Napoléon, şiiri beğenip onayladı ve büyük samanlığın duvarına, Yedi
Emir'in yanına yazdırdı. Napoléon'un, Squealer tarafından beyaz boyayla
yapılmış profilden portresi de, şiirin yukarısına asıldı.
Bu arada Napoléon, Whymper aracılığıyla Frederick ve Pilkington ile karışık
ilişkilere girmişti. Keresteler hâlâ satılmayı bekliyordu. Frederick, almaya daha
istekli görünüyorsa da, uygun bir fiyat vermeye yanaşmıyordu. Kaldı ki yeniden
dolaşmaya başlayan dedikodulara bakılırsa, Frederick, adamlarıyla birlikte
Hayvan Çiftliği'ne saldırmayı ve çok kıskandığı yel değirmenini yerle bir etmeyi
tasarlıyordu. Snowball'un da hâlâ Pinchfield Çiftliği'nde gizlendiği biliniyordu.
Yaz ortalarında, üç tavuğun, Napoléon'a karşı bir suikast hazırlığına
katıldıklarını itiraf ettiklerini işiten hayvanlar büyük bir korkuya kapıldılar.
Tavuklar hemen idam edildi ve Napoléon'un güvenliği için yeni önlemler alındı.
Geceleri yatağının çevresinde köpekler nöbet tutuyor, yediği her yemek zehirli
mi değil mi diye önceden Pinkeye adlı genç bir domuz tarafından tadılıyordu.
Aynı günlerde, Napoléon'un keresteleri Bay Pilkington'a satmaya karar
verdiği açıklandı; ayrıca Hayvan Çiftliği ile Foxwood Çiftliği arasında bazı
ürünlerin takası konusunda uygun bir anlaşma da yapılacaktı. Napoléon ile
Pilkington arasındaki ilişkiler, yalnızca Whymper aracılığıyla yürütülmekle
birlikte, artık neredeyse dostça bir niteliğe bürünmüştü. Gerçi hayvanlar, bir
insan olarak Pilkington'a azıcık olsun güvenmiyorlardı, ama gene de onu, hem
korktukları, hem de nefret ettikleri Frederick'e yeğliyorlardı. Yaz ilerleyip yel
değirmeni yapımı sonuna yaklaştıkça, çiftliğin amansız bir saldırıya uğrayacağı
söylentileri de arttı. Söylenenlere bakılırsa, Frederick, hepsi de silahlı yirmi
adam toplamış ve Hayvan Çiftliği'nin tapu senetlerini eline geçirdiğinde sorgu
sual etmesinler diye daha şimdiden yargıçlara ve polislere rüşvet yedirmişti.
Dahası, Pinchfield Çiftliğinden, Frederick'in hayvanlarına ne kadar acımasızca
davrandığına ilişkin tüyler ürpertici bilgiler sızıyordu. Doğruysa, yaşlı bir
beygiri öldürünceye kadar kırbaçlamış, inekleri günlerce aç bırakmış,
köpeklerden birini ocağa atmıştı; akşamları, mahmuzlarına keskin jiletler taktığı
horozları dövüştürmekten zevk alıyordu. Hayvanlar, yoldaşlarına yapılanları
duydukça öfkeden kuduruyorlar, zaman zaman hep birlikte Pinchfield Çiftliği'ne
saldırarak insanları kovup hayvanları özgür kılmak için kendilerine izin


verilmesini istiyorlardı. Squealer ise, öfkeyle kalkarlarsa zararla oturacaklarını
söylüyor, Napoléon Yoldaş'ın bilgi ve deneyimine güvenmelerini öğütlüyordu.
Gene de, Frederick'e duyulan nefret her geçen gün büyüyordu. Napoléon, bir
pazar sabahı samanlığa gelerek, keresteleri Frederick'e satmayı aklının ucundan
bile geçirmediğini, böylesine aşağılık yaratıklarla iş yapmayı onuruna
yediremediğini açıkladı. Ayaklanma düşüncesini yaymaları için hâlâ komşu
çiftliklere gönderilmekte olan güvercinlere Foxwood Çiftliği'ne ayak
basmamaları tembihlenmiş, "İnsanlığa Ölüm" sloganını bırakıp "Frederick'e
Ölüm" sloganını kullanmaları emredilmişti. Yaz sonuna doğru, Snowball'un
çevirdiği dolaplardan biri daha ortaya çıktı. Bir süredir ekinlere musallat olan
ayrıkotlarının sırrını kimse çözemiyordu; sonunda, Snowball'un bir gece gizlice
çiftliğe girip buğday tohumlarına ayrıkotu tohumu karıştırdığı anlaşıldı.
Snowball'a yardakçılık etmiş olan bir erkek kaz, suçunu Squealer'a itiraf ettikten
sonra zehirli itüzümlerini yutarak canına kıydı. Bu arada hayvanlar, o güne kadar
birçoğunun bildiğinin tersine, Snowball'un hiçbir zaman "Birinci Dereceden
Kahraman Hayvan" nişanı almadığını da öğrendiler. Bu hikâyeyi, Ağıl
Savaşı'ndan bir süre sonra Snowball kendisi uydurmuştu. Nişan verilerek
ödüllendirilmek şöyle dursun, savaşta korkaklık gösterdiği için kınanmıştı.
Hayvanlar, bütün bunları duyduklarında bir kez daha büyük bir şaşkınlığa
kapılarak tepki gösterdiler. Ama Squealer, belleğin yanıltıcı olduğunu
söyleyerek onları yatıştırmakta gecikmedi.
Yel değirmeni sonbaharda tamamlandı; ama hemen hemen aynı günlerde
hasadın kaldırılması da gerektiği için yorgunluktan bitkin düştüler. Makineler
henüz takılmamıştı, Whymper satın alma görüşmelerini yürütüyordu; ama yapı
işi bitmişti. Deneyimsizliğe, kullanılan aletlerin ilkelliğine, talihsizliklere,
Snowball'un ihanetine, sözün kısası her türlü güçlük ve engele karşın, işi tam
belirlenen günde bitirmeyi başarmışlardı! Bedenleri yorgun, yürekleri övünç
dolu hayvanlar, ortaya çıkardıkları başyapıtın çevresinde dönenip duruyorlar, ilk
yapılandan çok daha güzel buldukları yel değirmenini seyrederken kendilerinden
geçiyorlardı. Üstelik bu kez yel değirmeninin duvarları eskisinden iki kat daha
kalındı. Bu duvarları dinamitten başka hiçbir şey yıkamazdı! Ne kadar çok emek
verdiklerini, ne hayal kırıklıklarının üstesinden geldiklerini, çarklar dönüp
dinamolar çalışınca hayatlarının ne kadar farklı olacağını düşündüklerinde,
yorgunluk gövdelerinden akıp gitti; zafer naraları atarak yel değirmeninin
çevresinde hoplaya zıplaya oynamaya başladılar. Biraz sonra, köpekleri ve
horozuyla birlikte gelen Napoléon yel değirmenini denetledi, başarılarından
dolayı hayvanları kutladı ve yel değirmeninin bundan böyle Napoléon


Değirmeni adıyla anılacağını açıkladı.
İki gün sonra hayvanlar samanlıkta yapılacak özel bir toplantıya çağrıldılar.
Toplantıda Napoléon, kerestelerin tümünü Frederick'e sattığını açıkladığı zaman
apışıp kaldılar. Ertesi gün Frederick'in arabaları çiftliğe gelip keresteleri
taşımaya başlayacaktı. Anlaşılan Napoléon, Pilkington'la dost görünürken,
aslında Frederick'le çoktan gizlice anlaşmıştı bile.
Foxwood Çiftliği'yle bütün ilişkiler kesilmiş, Pilkington'a sövgü dolu
bildiriler gönderilmişti. Güvercinlere, Pinchfield Çiftliği'ne uğramamaları ve
"Frederick'e Ölüm" sloganını bırakıp "Pilkington'a Ölüm" sloganını kullanmaları
tembihlenmişti. Bu arada, Napoléon, yakında Hayvan Çiftliği'ne karşı bir saldırı
başlatılacağı yolundaki söylentilerin baştan aşağı düzmece olduğunu,
Frederick'in hayvanlarına gaddarca davrandığı yolundaki masalların fazla
abartıldığını anlattı hayvanlara. Bütün bu dedikoduları büyük bir olasılıkla
Snowball ve ajanları çıkarmışlardı. Şimdi her şey açığa çıkmıştı: Snowball'un,
Pinchfield Çiftliği'nde saklandığı falan yoktu, aslında hiçbir zaman orada
bulunmamıştı; söylenenlere göre, büyük bir lüks içinde Foxwood Çiftliği'nde
yaşıyor ve yıllardır Pilkington'ın uşaklığını yapıyordu.
Domuzlar, Pilkington'la dostluğu ilerletmiş görünerek Frederick'in
kerestelere on iki sterlin daha fazla ödemesini sağlamış olan Napoléon'un
kurnazlığına şapka çıkardılar. Ama Squealer'a kalırsa, Napoléon'un üstün
zekâsının asıl göstergesi, hiç kimseye, Frederick'e bile güvenmemesiydi.
Frederick, kerestelerin parasını, ödeme sözünün verildiği bir kâğıt parçasından
başka bir şey olmayan çekle ödemeye kalkmış; ama Napoléon ondan akıllı
çıkmış, ödemenin, keresteler taşınmadan önce beş sterlinlik banknotlarla
yapılmasını şart koşmuştu. Sonunda, Frederick parayı gerçekten de istendiği gibi
ödemişti; ödediği para, tam da yel değirmeni için gerekli makinelerin satın
alınmasına yetecek kadardı.
Bu arada keresteler büyük bir hızla taşınıyordu. Hepsi taşındıktan sonra,
hayvanların Frederick'in verdiği banknotları kendi gözleriyle görmeleri için
büyük samanlıkta bir özel toplantı daha düzenlendi. İki nişanını da takmış olan
Napoléon kaygısızca sırıtıyordu; yükseltinin üzerindeki saman döşeğe uzanmıştı;
çiftlik evinin mutfağından getirtilen porselen çanağa özenle yerleştirilmiş olan
paralar yanı başındaydı. Hayvanlar, yavaş yavaş önünden geçerek paraları
yakından incelediler. Boxer, burnunu uzatıp koklamaya kalkınca, incecik
banknotlar hışırtıyla yerinden oynadı.


Daha üç gün olmamıştı ki, çiftlik birbirine girdi. Birden yolun oradan
bisikletiyle Whymper çıkageldi; yüzü kireç gibiydi; avluya girdiğinde bisikletini
fırlatıp attı, koşarak çiftlik evine daldı. Az sonra, Napoléon'un kaldığı odadan
öfkeli böğürtüler işitildi. Haber, tüm çiftliğe, önüne geçilemeyen bir yangın gibi
yayıldı. Banknotlar sahte çıkmıştı! Frederick keresteleri anafordan almıştı!
Napoléon, hayvanları hemen bir araya topladı; ürkütücü bir sesle, Frederick'i
idam cezasına çarptırdığını, yakalar yakalamaz diri diri kazana attıracağını
bildirdi. Öte yandan, hayvanları da, Frederick'in bu alçaklığından sonra en
korkulu durumlara karşı hazırlıklı olmaları konusunda uyardı. Frederick ve
adamları, ne zamandır beklenen saldırılarını her an başlatabilirlerdi. Çiftliğe
girilebilecek her yere nöbetçiler yerleştirildi. Foxwood Çiftliği'ne de dört
güvercin salınarak, Pilkington'la yeniden dostça ilişkiler kurulmasını
sağlayabileceği umulan bir uzlaşma mektubu gönderildi.
Ertesi sabah saldırı başladı. Hayvanlar tam kahvaltıya oturmuşlardı ki, tozu
dumana katarak gelen gözcüler Frederick ve adamlarının ana kapıdan
girdiklerini bildirdiler. Hayvanlar, saldırganları karşılamak üzere cesaretle ileri
atıldılar; ama bu kez zafere ulaşmak Ağıl Savaşı'nda olduğu kadar kolay
görünmüyordu. Gelenler on beş kişiydi, altısının tüfeği vardı; yaklaşık elli metre
kala ateş açtılar. Korkunç patlamalara ve canlarını yakan saçmalara karşı
duramayan hayvanlar çok geçmeden geri çekilmek zorunda kaldılar. Napoléon
ile Boxer, onları toparlamak için çok uğraştılarsa da para etmedi. Yaralananlar
vardı. Çiftlik binalarına sığınmışlar, yarıklardan ve budak deliklerinden dışarıyı
gözetliyorlardı. Büyük otlak ve yel değirmeni düşman eline geçmişti. Napoléon
bile donakalmış, ne yapacağını şaşırmıştı. Sus pus olmuş, dik kuyruğunu hızlı
hızlı oynatarak odanın içinde volta atıyordu. Gözler Foxwood Çiftliği
yolundaydı. Pilkington ve adamları yardıma gelseler, paçayı kurtarabilirlerdi.
Ama tam o sırada, bir gün önce saldıkları güvercinler geri döndüler. Birinin
gagasında, Pilkington'dan bir pusula vardı. Pusulada kurşunkalemle yazılmış şu
sözcükler okunuyordu: "Kendi düşen ağlamaz!"
Bu arada, Frederick ve adamları, yel değirmeninin çevresinde toplanmışlardı.
Hayvanlar da, umarsız homurtular çıkararak onları izliyorlardı. İki adamın bir
kol demiriyle bir balyoz çıkardığını gördüler. Yel değirmenini yıkmaya
hazırlanıyorlardı.
"Hiçbir şey yapamazlar!" diye bağırdı Napoléon. "Onların balyozları bizim
kalın duvarlarımıza işlemez. Bir hafta uğraşsalar gene yıkamazlar. Korkmayın,


yoldaşlar!"
Ama Benjamin, gözünü dört açmış, adamların ne yaptıklarını anlamaya
çalışıyordu. Bir de baktı, o iki adam kol demiri ve balyozla yel değirmeninin
temeline yakın bir yerinde çukur açıyorlar. Uzun burnunu ağır ağır iki yana
sallayarak bilgiççe gülümsedi. "Anlamıştım," dedi. "Görmüyor musunuz?
Birazdan o çukura barut dolduracaklar."
Hayvanlar, korku içinde bekleşiyorlardı. Artık sığındıkları binalardan
çıkmaya kalkışmaları olanaksızdı. Birkaç dakika sonra, adamların değirmenin
oradan kaçıştıklarını gördüler. Hemen ardından, kulakları sağır eden bir
gümbürtü koptu. Güvercinler havaya uçuştular, Napoléon dışında bütün
hayvanlar kendilerini yüzükoyun yere atıp yüzlerini kapattılar. Ayağa
kalktıklarında, yel değirmeninin bulunduğu yer kapkara dumanlara boğulmuştu.
Duman rüzgârla dağıldığında, bir de baktılar, yel değirmeninin yerinde yeller
esiyor!
Onca emeğin havaya uçtuğunu gören hayvanlara ansızın bir cesaret geldi. Bu
alçaklık karşısında kapıldıkları öfke, az önceki korku ve umutsuzluklarını
unutturmuştu. Korkunç bir intikam çığlığı yükseldi. Kimsenin emrini
beklemeden, hep birlikte düşmanın üstüne atıldılar. Artık, dolu gibi yağan
saçmalara aldırmıyorlardı. Yabanıl, amansız bir savaş oldu. Adamlar önce art
arda ateş ettiler, hayvanlar iyice yakına geldiklerinde de sopaları ve kalın
botlarıyla vurmaya başladılar. Bir inek, üç koyun ve iki kaz oracıkta can verdi.
Hemen herkes yaralıydı. Geriden harekâtı yönetmekte olan Napoléon'un bile,
oraya kadar gelen bir saçmayla kuyruğunun ucu sıyrılmıştı. Ama adamlar da az
kayıp vermemişti. Boxer attığı çiftelerle üçünün kafası patlatmış, inek
boynuzlarıyla birinin karnını deşmiş, Jessie ile Bluebell de dişleriyle birinin
pantolonunu paramparça etmişlerdi. Napoléon'un korumalığını üstlenen dokuz
köpek, aldıkları buyrukla çitin arkasından dolanıp ansızın ürkünç havlamalarla
kanattan saldırdıklarında, adamlar paniğe kapıldılar. Kuşatılmak üzere
olduklarını fark etmişlerdi. Frederick, adamlarına, işler iyice sarpa sarmadan
çiftliği terk etmelerini buyurdu. Az sonra, korkak düşmanlar arkalarına
bakmadan kaçıyorlardı. Hayvanlar, tarlanın aşağılarına kadar kovaladılar
adamları; dikenli çitten geçmeye çalışırlarken son birkaç tekme daha atmaktan
geri kalmadılar.
Savaşı kazanmışlardı, ama bitkindiler, tepeden tırnağa kanlara bulanmışlardı.
Topallaya topallaya, gerisin geri çiftliğin yolunu tuttular. Bazıları, çimenler


üzerinde 98 yatan ölü yoldaşlarını görünce gözyaşlarına boğuldular. Bir
zamanlar yel değirmeninin bulunduğu yerde, saygılı bir suskunluk içinde kısa bir
süre öyle durdular. Evet, onca emek boşa gitmiş, değirmenin izi bile kalmamıştı!
Yapının temeli bile yer yer parçalanmıştı. Diyelim yeniden yapmaya kalktılar,
yerle bir olan duvarların taşlarını bile toplayamazlardı. Patlamanın şiddetiyle
yüzlerce metre uzağa saçılmışlardı.
Çiftliğe yaklaşırlarken, savaş sırasında her nedense ortalıktan kaybolan
Squealer'ın hoplaya zıplaya kendilerine doğru geldiğini gördüler. Memnun
memnun kuyruğunu sallıyor, yüzü sevinçle parlıyordu. O sırada, çiftlik
binalarının oradan bir tüfek patladı.
Boxer, "Bu da ne?" diye sordu.
"Zaferimizi kutluyorlar!" diye bağırdı Squealer.
"Ne zaferi?" dedi Boxer. Dizleri kanıyordu, nallarından birini kaybetmiş,
toynağı yarılmıştı, arka bacağına bir sürü saçma saplanmıştı.
"Ne demek ne zaferi, yoldaş? Düşmanı topraklarımızdan, Hayvan Çiftliği'nin
kutsal topraklarından söküp atmadık mı?"
"Ama yel değirmenini havaya uçurdular. O yel değirmenini yapmak için tam
iki yıl uğraşmıştık!"
"Boş ver, aldırma! Yenisini yaparız. Canımız isterse, altı yel değirmeni daha
yaparız. Ne kadar büyük bir iş başardığımızın farkında değilsin galiba, yoldaş!
Şu üzerinde durduğumuz topraklar az önce düşman elindeydi. Oysa şimdi her bir
karışını geri aldık; Napoléon Yoldaş'ın önderliği sayesinde tabii!"
"Demek, zaten bizim olanı geri almışız," dedi Boxer.
Squealer, "Bu zafer bizim," dedi.
Topallaya topallaya avluya girdiler. Bacağındaki saçmalar Boxer'ın canını
yakıyordu. Yel değirmeninin yeniden yapılmasının ne kadar zorlu bir uğraşı
gerektireceğini, bu işte kendisine ne kadar büyük görevler düşeceğini
düşünürken, belki de ilk kez yaşlandığını hissetti; o koca kaslarının artık eskisi
kadar güçlü olmadığını geçirdi kafasından.


Öteki hayvanlar ise, yeşil bayrağın dalgalandığını gördükten, tüfeğin tam
yedi kez atıldığını duyduktan ve savaşta gösterdikleri yararlılıklardan dolayı
kendilerini kutlayan Napoléon'un konuşmasını dinledikten sonra, gerçekten de
büyük bir zafer kazanmış oldukları duygusuna kapıldılar. Savaşta can verenler
ağırbaşlı bir törenle gömüldüler. Cenaze arabası olarak kullanılan yük arabasını
Boxer ile Clover çektiler, cenaze alayının en önünde Napoléon yürüdü.
Kutlamalar tam iki gün sürdü. Şarkılar söylendi, söylevler çekildi, silahlar atıldı;
ödül olarak her hayvana bir elma, her kuşa elli gram darı, her köpeğe de üç
peksimet verildi. Ardından, bu son savaşın bundan böyle "Yel Değirmeni
Savaşı" adıyla anılacağı, Napoléon'un, "Yeşil Bayrak" adı altında yeni bir nişan
verilmesini kararlaştırdığı ve ilk nişanı da kendisine taktığı açıklandı. Zafer
sarhoşluğu, sahte banknotları unutturmuştu.
Birkaç gün sonra domuzlar, çiftlik evinin kilerinde bir kasa viski buldular.
Anlaşılan, eve ilk girdiklerinde gözlerine çarpmamıştı. O gece çiftlik evinden
şarkılar yükseldi; üstelik, araya zaman zaman İngiltere'nin Hayvanları'ndan
ezgilerin de karışması herkesi çok şaşırttı. Dokuz buçuk sularında Napoléon,
başında Bay Jones'un melon şapkasıyla arka kapıdan çıktı, avlunun çevresinde
fırdolayı dönüp içeri girdi. Sabah olduğunda, çiftlik evinde derin bir sessizlik
hüküm sürüyordu. Anlaşılan, domuzların hepsi uyuyordu daha. Dokuza doğru
kapıda Squealer göründü; ağır ağır ilerledi; bitkin görünüyordu, bakışları
donuktu, kuyruğu aşağı sarkmıştı; sanki onulmaz bir hastalığa yakalanmış
gibiydi. Hemen hayvanları topladı. Haber kötüydü: Napoléon Yoldaş, ölüm
döşeğindeydi!
Hayvanlardan bir feryat koptu. Çiftlik evinin kapılarının önüne samanlar
serildi; herkes parmaklarının ucuna basarak yürüyordu. Önderimizi yitirirsek
halimiz nice olur, diye ağlaşıyorlardı. Snowball'un en sonunda Napoléon'un
yemeğine zehir katmayı başardığı yolunda bir söylenti dolaşıyordu. Saat on
birde Squealer kapının önüne çıkarak bir açıklama daha yaptı. Napoléon Yoldaş,
ölüm döşeğinde son bir yasa daha çıkarmıştı: İçki içenler idam cezasına
çarptırılacaktı.
Ne var ki akşama doğru Napoléon'un biraz daha iyi göründüğünü bildiren
Squealer, ertesi sabah Önder'in sağlığının hızla iyiye gittiğini açıkladı. O günün
akşamı yeniden işinin başına dönen Napoléon'un, ertesi gün mayalandırma ve
damıtma yöntemleriyle ilgili bazı kitapçıklar satın alması için Whymper'ı
Willingdon Çiftliği'ne gönderdiği öğrenildi. Napoléon, bir hafta kadar sonra,
meyve bahçesinin arka tarafında bulunan ve artık çalışamayan hayvanlara otlak


olarak ayrılması düşünülen küçük çayırın sürülmesi için emir verdi. Çayırın
yozlaştığı ve yeniden çimen ekilmesi gerektiği söylendiyse de, çok geçmeden
Napoléon'un oraya arpa ekmek niyetinde olduğu anlaşıldı.
İşte tam o günlerde, kimsenin anlayamadığı tuhaf bir şey oldu. Bir gece on
iki sularında avludan gelen bir çatırtı üzerine bütün hayvanlar dışarı fırladılar.
Mehtaplı bir geceydi. Büyük samanlığın Yedi Emir'in yazılı olduğu uzun
duvarının dibinde, iki parçaya ayrılmış bir merdiven duruyordu. Squealar da
merdivenin yanı başında yerde yatmaktaydı; sersemlemiş görünüyordu. Az
ileride bir fener, bir boya fırçası ve devrilmiş bir beyaz boya kutusu göze
çarpıyordu. Köpekler hemen Squealer'ın çevresini aldılar, az biraz yürüyebilecek
duruma gelir gelmez onu çiftlik evine götürdüler. Bu işe kimse akıl sır
erdiremedi. Bir tek, bilgiççe başını sallayan yaşlı Benjamin her şeyi anlamış
görünüyor, ama hiçbir şey söylemiyordu.
Ama birkaç gün sonra Muriel, Yedi Emir'i kendi başına bir kez daha okurken
hayvanların emirlerden birini daha yanlış anımsadıklarını fark etti. Beşinci
Emir'i, "Hiçbir hayvan içki içmeyecek!" diye biliyorlardı, demek bir sözcüğü
unutmuşlardı. Doğrusu şöyleydi: "Hiçbir hayvan aşırı içki içmeyecek."


Dokuzuncu Bölüm
Boxer'ın yarılan toynağının iyileşmesi uzun sürdü. Zafer kutlamaları sona
erdikten bir gün sonra yel değirmenini yeniden yapmaya başlamışlardı. Boxer
bir gün bile izin almaya yanaşmamıştı; acı çektiğini kimseye belli etmemeyi bir
onur sorunu olarak görüyor, toynağının çok ağrıdığını akşamları yalnızca
Clover'a itiraf ediyordu. Clover, Boxer'ın yarasını, çeşitli otları çiğneyerek
hazırladığı lapalarla iyileştirmeye çalışıyordu. Clover ile Benjamin, kendini fazla
yormaması için Boxer'a yalvarıyorlardı. Clover,"Atlar da yorulur," diyor, ama
Boxer kulak asmıyordu: Artık tek bir amacı kalmıştı, o da emekliye ayrılmadan
yel değirmeninin çalışmaya başladığını görmekti.
Başlangıçta, Hayvan Çiftliği'nin yasaları ilk kez hazırlanırken, emeklilik yaşı
atlar ve domuzlar için on iki, inekler için on dört, köpekler için dokuz, koyunlar
için yedi, tavuklar ve kazlar için de beş olarak belirlenmişti. Emekli aylıklarının
yüksek tutulması kararlaştırılmıştı. Gerçi henüz hiçbir hayvan emekliye ayrılmış
değildi, ama son zamanlarda bu konu gittikçe daha çok tartışılır olmuştu. Meyve
bahçesinin arka tarafındaki küçük çayırın arpa ekimine ayrılmasından sonra,
büyük çayırın bir köşesinin çitle çevrileceği ve emekliliği gelen hayvanlar için
otlak olarak kullanılacağı yolunda bir söylenti dolaşıyor; emekli atlara günde iki
buçuk kilo tahıl, kışın yedi buçuk kilo ot, bayramlarda da bir havuç ya da
mümkün olursa bir elma verilmesi gerektiği söyleniyordu. Boxer, gelecek yıl yaz
sonuna doğru on iki yaşına basacaktı.
Hayatın zorlukları bitmek bilmiyordu. Bu kış da bir önceki kadar soğuktu,
yiyecekler daha da azalmıştı. Domuzlar ve köpeklerin tayınları dışında bütün
tayınlarda bir kez kısıntıya gidilmişti. Squealer'ın açıklamasına bakılırsa,
tayınlarda çok katı bir eşitlik, Hayvancılığın ilkelerine aykırıydı; yiyecek
sıkıntısı varmış gibi görünebilirdi, ama gerçek hiç de öyle değildi. Squealer
gönüllere su serpmeyi çok iyi beceriyordu. Kuşkusuz, şimdilik, tayınları yeniden
ayarlamak zorunda kalmışlardı (Squealer, hiçbir zaman "kısıntı" sözcüğünü
kullanmıyor, '"yeniden ayarlama" demeyi yeğliyordu), ama gene de Jones'un
dönemiyle kıyaslandığında çok büyük bir ilerleme söz konusuydu. Rakamları en
küçük ayrıntısına kadar, tiz bir sesle hızlı hızlı okuyarak, Jones'un dönemine
oranla daha çok yulaf, daha çok ot ve daha çok şalgam yediklerini, çalışma
saatlerinin daha aza indirildiğini, içme sularının daha nitelikli olduğunu, daha
uzun yaşadıklarını, ölen yavruların sayısında büyük bir azalma görüldüğünü,


ahırlarda daha fazla saman bulunduğunu ve eskisi kadar pirelenmediklerini bir
bir ortaya koyuyordu. Hayvanlar, ne dese inanıyorlardı. Doğrusunu söylemek
gerekirse Jones'un zamanında olup bitenler, belleklerinden neredeyse bütünüyle
silinmişti. Şimdilerde yoksul ve çetin bir hayat yaşadıklarını, çoğu zaman aç
kalıp soğuktan donduklarını, uyku uyumak dışında her dakikalarını çalışmakla
geçirdiklerini biliyorlardı. Ama eski günlerin daha da beter olduğuna inanıyorlar
ve bundan mutluluk duyuyorlardı. Kaldı ki, Squealer'ın da durmadan vurguladığı
gibi, eskiden köle olmalarına karşılık şimdi özgürdüler; bütün fark da buradaydı.
Beslenecek boğazlar da artmıştı. Sonbaharda dört dişi domuz da aşağı yukarı
aynı sıralar toplam otuz bir yavru doğurmuştu. Çiftlikteki tek erkek domuz
Napoléon olduğundan, hepsi de alacalı olan yavruların babalarının kim olduğunu
kestirmek hiç de güç değildi. İleride, tuğla ve kereste alındığı zaman, çiftlik
evinin bahçesinde bir derslik yapılacağı açıklanmıştı. Ama şimdilik küçük
domuzlara çiftlik evinin mutfağında Napoléon kendisi ders vermekteydi. Beden
eğitimi ve gezinti için bahçeye çıkıyorlardı, ama öteki hayvanların yavrularıyla
oynamalarına izin yoktu. Gene o sıralar, yeni kurallar getirilmişti: Bir domuz ile
başka bir hayvan yolda karşılaştıklarında öteki hayvan kenara çekilerek domuza
yol verecek ve bütün domuzlar pazar günleri kuyruklarına yeşil kurdele takma
ayrıcalığına sahip olacaklardı.
O yıl çiftlikte işler yolunda gitmesine karşın, hâlâ para sıkıntısı çekiliyordu.
Derslik için tuğla, kum ve kireç almak, yel değirmeninin aygıtları için de para
biriktirmek zorundaydılar. Ayrıca, ev için gazyağı ve mum, Napoléon'un sofrası
için şeker (şişmanlamasınlar diye şekeri öteki domuzlara yasaklamıştı) almaları
gerekiyordu; araç gereç, çivi, ip, kömür, tel, hurda demir ve köpek bisküvisi de
cabası. Samanların ve patateslerin bir bölümü satılmıştı; sözleşmedeki yumurta
sayısı haftada altı yüze çıkarıldığından, o yıl tavuklar yeterince civciv
çıkaramamışlardı. Aralık ayında azaltılmış olan tayınlara şubatta yeniden
kısıtlama getirilmiş, fazla gazyağı gitmesin diye ahırlarda fener yakmak
yasaklanmıştı. Ama domuzların rahatı yerindeydi; dahası, semirdikleri bile
söylenebilirdi. Şubat sonlarına doğru bir akşamüstü, mutfağın arkasında bulunan
ve Jones'un zamanında hiç kullanılmayan küçük bira imalathanesinden avluya,
hayvanların o güne kadar hiç duymadıkları, ılık, nefis, iştah açıcı bir koku
yayıldı. Hayvanlardan biri, bunun pişirilmekte olan arpa kokusu olduğunu
söyledi. Kokuyu içlerine çeken aç hayvanlar, yoksa akşam yemeğine sıcak bir
lapa mı hazırlanıyor, diye düşünmekten kendilerini alamadılar. Ama sıcak lapa
şöyle dursun, ertesi pazar artık tüm arpanın domuzlara ayrılacağı açıklandı.
Meyve bahçesinin arkasındaki tarlaya çoktan arpa ekilmişti. Çok geçmeden bir


haber yayıldı: Artık her domuza günde yarım litre, Napoléon'a ise dört litre bira
veriliyor, Napoléon birasını Crown Derby takımının çorba kâsesinden içiyordu.
Gerçi güçlüklerin ardı arası kesilmiyordu, ama hayvanlar artık eskisine göre
çok daha onurlu yaşadıklarını düşünerek bir ölçüde avutuyorlardı kendilerini.
Daha çok şarkı söyleniyor, daha çok konuşma yapılıyor, daha çok tören
düzenleniyordu. Napoléon, haftada bir, Hayvan Çiftliği'nde verilen savaşımları
ve 
kazanılan 
zaferleri 
kutlamak 
amacıyla 
Kendiliğinden 
Gösteriler
düzenlenmesini buyurmuştu. Hayvanlar, belirlenen saatte işi bırakıyor, çiftliğin
çevresinde askeri düzende yürüyüşe geçiyorlardı: en önde domuzlar, onların
arkasında atlar, sonra inekler, koyunlar, en arkada da kümes hayvanları...
Köpekler geçit alayının iki yanında yürüyor, Napoléon'un siyah horozu da başı
çekiyordu. Üzerinde hayvan ayağı ve boynuz resmi bulunan, "Yaşasın Napoléon
Yoldaş!" yazılı bir bayrağı her zaman Boxer ile Clover taşıyorlardı. Daha sonra,
Napoléon'un onuruna yazılmış şiirler okunuyor, ardından Squealer gıda
maddeleri üretimindeki son artışları ayrıntılarıyla açıklayan bir konuşma
yapıyor, zaman zaman da bir el silah atılıyordu. Kendiliğinden Gösteriler'in en
büyük tutkunu koyunlardı; içlerinden biri vakit kaybettiklerinden ve soğukta
dikilip durmaktan başka bir şey yapmadıklarından yakınmaya kalksa (bazı
hayvanlar, gerçekten de, domuzlar ve köpekler ortalıkta görünmediği zamanlar
yakınıyorlardı), koyunlar o saat bir ağızdan, "Dört ayak iyi, iki ayak kötü!" diye
avazları çıktığı kadar meleyerek onu susturuyorlardı. Ama hayvanlar bu
törenlerden genellikle hoşnuttular. Ne de olsa, kendi kendilerinin efendisi
olduklarının ve yalnızca kendi yararları için çalıştıklarının anımsatılması,
yüreklerini ferahlatıyordu. Böylece şarkılarla, tören alaylarıyla, Squealer'ın
sıraladığı rakamlarla, tüfeğin gümbürtüsüyle, horozun ötüşleriyle ve bayrağın
dalgalanışıyla, ara sıra da olsa, açlıklarını unutabiliyorlardı.
Nisan ayında Hayvan Çiftliği'nde Cumhuriyet ilan edildi. Bir başkan seçmek
gerekiyordu. Tek aday olan Napoléon oybirliğiyle başkan seçildi. Aynı gün,
Snowball'un Jones'un suç ortağı olduğuna ilişkin ayrıntılı bilgileri gün ışığına
çıkaran yeni belgeler bulunduğu açıklandı. Belgeler, Snowball'un, hayvanların
ilk başta sandıkları gibi yalnızca Ağıl Savaşı'nın kaybedilmesi için savaş hilesine
başvurmakla kalmadığını, açıktan açığa
Jones'un safında dövüştüğünü ortaya koyuyordu. Üstelik, İnsan kuvvetlerinin
komutanlığını üstlenmiş ve, "Yaşasın İnsanlık!" diye haykırarak saldırıya
geçmişti. Snowball'un sırtındaki yaraları kendi gözleriyle gördüklerini
anımsayanlar ise, yepyeni bir şey öğreniyorlardı: Meğer bu yaraları Napoléon


dişleriyle açmıştı.
Kaç yıldır ortalıkta görünmeyen kuzgun Moses, yaz ortalarına doğru birden
çiftliğe geri döndü. Neredeyse hiç değişmemişti; elini sıcak sıcak sudan soğuk
suya sokmuyor, eskisi gibi Balbadem Diyarı masalları okuyup duruyordu. Bir
kütüğün üstüne tünüyor, kara kanatlarını çırpıyor; dinleyecek birini
bulmayagörsün, saatlerce konuşuyordu. Koca gagasıyla gökyüzünü göstererek
çok ciddi bir sesle, "İşte orada, yoldaşlar," diyordu. "Balbadem Diyarı, biz
zavallı hayvanların tüm sıkıntılarımızdan kurtulup sonsuza dek huzur içinde
yaşayacağımız ülke orada, şu gördüğünüz kara bulut var ya, onun hemen
ardında!" Dahası, bir gün çok yükseklerden uçarken oradan geçtiğini,
alabildiğine uzanıp giden yonca tarlalarını, keten tohumu küspesi ve
kesmeşekerlerle kaplı çalılıkları gözleriyle gördüğünü ileri sürüyordu.
Hayvanların birçoğu ona inanıyordu. Bu dünyada açlık ve yokluk içinde
yaşıyorlardı; başka bir yerlerde daha iyi bir dünyanın bulunmasından daha
doğru, daha anlaşılır ne olabilirdi? Asıl anlaşılması zor olan, domuzların Moses'a
karşı tutumuydu. Hem onu aşağılayarak Balbadem Diyarı'yla ilgili masallarının
palavra olduğunu söylüyorlar, hem de hiç çalışmadan çiftlikte kalmasına ses
çıkarmıyorlar, dahası her gün bira içmesine izin veriyorlardı.
Boxer, ayağı iyileştikten sonra, her zamankinden daha sıkı çalışmaya
başlamıştı. Aslında, o yıl, tüm hayvanlar köle gibi çalışıyorlardı. Çiftliğin
gündelik işleri ve yel değirmeninin yeniden yapımının yanı sıra, bir de mart
ayında genç domuzlar için bir derslik yapılmaya başlanmıştı. Az yiyip çok
çalışmak dayanılır gibi değildi, ama Boxer asla pes etmiyordu. Konuşmalarından
da, çalışmasından da, artık eskisi kadar güçlü olmadığını anlamak mümkün
değildi. Yalnızca görünüşü biraz değişmişti; tüyleri eskisi kadar parlak değildi,
kocaman sağrısı içine göçmüştü. Herkes, "İlkbahar otları bir yeşersin, Boxer
kendini toparlar," diyordu. İlkbahar otları yeşerdi, ama Boxer toparlanamadı.
Bazen, taşocağına çıkılan yamaçta, iri bir kaya parçasının altında kasları
titrediğinde, onu ayakta tutan tek şey kararlılığı oluyordu. Böyle durumlarda,
sesini tümden yitirmesine karşın, dudaklarından: "Daha çok çalışacağım,"
sözcükleri okunabiliyordu. Clover ile Benjamin, sağlığını koruması için onu
sürekli uyarıyorlar, ama Boxer kulak asmıyordu. On ikinci yaş günü
yaklaşıyordu. Sağlığı umurunda değildi; tek isteği, kendisi emekliye ayrılmadan
yel değirmeni için yeterince taş toplanmasıydı.
Bir yaz akşamı, birden çiftlikte bir söylenti yayıldı: Boxer'a bir şey olmuştu.
Yel değirmeni için tek başına bir araba taş taşımaya kalkışmıştı. Söylenti hiç


kuşkusuz doğruydu. Az sonra, iki güvercin yarışırcasına haberi yetiştirdi: "Boxer
yere yıkılmış! Kalkamıyor!"
Çiftlikteki hayvanların neredeyse yarısı, yel değirmeninin bulunduğu küçük
tepeye koştu. Boxer orada, arabanın okları arasında, boynunu uzatmış yatıyor,
başını bile kaldıramıyordu. Gözleri cam gibi olmuş, gövdesi tepeden tırnağa tere
batmıştı. Ağzından ince bir kan sızıyordu. Clover, yanı başına diz çöktü.
"Boxer!" diye bağırdı. "Ne oldu sana?"
Boxer, duyulur duyulmaz bir sesle, "Ciğerlerim dayanmadı," dedi. "Dert
değil. Yel değirmenini bensiz de bitirebilirsiniz. Epeyce taş toplandı. Hem bir
ayım kalmıştı. Doğrusu, emekliliğimi dört gözle bekliyordum. Benjamin de
yaşlandı artık; belki de onu da emekliye ayırırlar da bana arkadaşlık eder."
Clover, "Hemen yardım istemeliyiz," dedi. "Koşun, Squealer'a haber verin."
Hayvanlar, olup biteni Squealer'a anlatmak üzere hep birlikte çiftlik evine
koştular. Yalnızca Clover'la Benjamin kalmıştı; Benjamin, Boxer'ın yanına
uzanmış, uzun kuyruğuyla sinekleri kovuyordu. On beş dakika kadar sonra,
Squealer belirdi; üzgün ve kaygılı görünüyordu. Napoléon Yoldaş'ın, çiftliğin en
sadık işçilerinden birinin başına geleni çok büyük bir üzüntüyle öğrendiğini,
Boxer'ın tedavi için Willingdon'daki hastaneye gönderilmesini sağlamaya
çalıştığını söyledi. Hayvanlar biraz tedirgin oldular. O güne kadar Mollie ve
Snowball dışında hiçbir hayvan çiftlikten ayrılmamıştı; hasta yoldaşlarının
insanların eline bırakılacak olmasından hiç hoşlanmamışlardı. Ama Squealer,
onları kolayca yatıştırmakta gecikmedi: Willingdon'daki baytar, Boxer'ı çok
daha iyi tedavi edebilirdi. Yarım saat kadar sonra Boxer biraz toparlanıp
güçlükle ayağa kalktı; topallayarak ahırına gidip Clover'la Benjamin'in
hazırladıkları saman döşeğe uzandı.
Boxer, iki gün ahırında kaldı. Domuzlar, banyodaki ilaç dolabında buldukları
büyük bir ilaç şişesi göndermişlerdi. Clover, şişenin içindeki pembe ilacı Boxer'a
günde iki kez yemeklerden sonra içiriyordu. Akşamları Boxer'ın ahırında kalıp
onunla konuşuyor, Benjamin de sinekleri kovuyordu. Boxer, başına gelenlere
üzülmediğini söylüyordu. Bir iyileşirse, en azından üç yıl daha yaşayabilir,
büyük otlağın bir köşesinde huzurlu günler geçirebilirdi. Belki de hayatında ilk
kez okumaya, bir şeyler öğrenmeye vakit ayırabilecekti. Son yıllarını alfabenin
tümünü öğrenmeye ayırmayı düşünüyordu.


Ne var ki Benjamin'le Clover, Boxer'la ancak iş saatlerinden sonra
ilgilenebiliyorlardı. Üstü kapalı bir yük arabası Boxer'ı götürmeye geldiğinde,
öğle saatleriydi. Bir domuzun gözetiminde, şalgam tarlasındaki ayrıkotlarını
ayıklamakta olan hayvanlar, Benjamin'in çiftlik binalarının oradan avazı çıktığı
kadar anırarak dörtnala geldiğini görünce çok şaşırdılar. Benjamin'i hayatlarında
ilk kez telaşlı görüyorlardı; aslına bakılırsa, o güne değin dörtnala koştuğunu da
gören olmamıştı. "Çabuk! Çabuk!" diye bağırdı Benjamin. "Hemen gelin!
Boxer'ı götürüyorlar!" Hayvanlar, domuza aldırış etmeden, işi bırakıp çiftlik
binalarının oraya koştular. Gerçekten de, avluda, iki atlı, üstü kapalı büyük bir
yük arabası duruyordu. Yan tarafında bir yazı bulunan arabanın sürücü yerinde,
melon şapkalı, şeytan bakışlı bir adam oturuyordu. Boxer'ın ahırı boştu.
Hayvanlar, arabanın çevresini almış, hep birlikte, "Güle güle, Boxer!" diye
bağırıyorlardı. "Yolun açık olsun!"
Benjamin ise, hayvanların çevresinde hoplayıp zıplıyor, küçük ayaklarını
yere vurarak, "Salaklar! Salaklar!" diye bağırıyordu. "Kör müsünüz? Arabanın
üstünde ne yazıyor, görmüyor musunuz?"
Benjamin'i duyan hayvanlar durakladılar; ortalığı bir suskunluk kapladı.
Muriel, yazıyı sökmeye çalışıyordu. Benjamin, onu kenara itti ve ölüm
sessizliğinin ortasında yazıyı okudu:
"Alfred Simmonds, At Kasabı ve Tutkal İmalatçısı, Willingdon. Hayvan
Derisi ve Kemik Tozu Taciri. Köpek kulübesi temin edilir. Şimdi anladınız mı?
Boxer'ı at kasabına götürüyorlar, köpek maması yapacaklar!"
Hayvanlar, dehşet içinde bağrıştı. Tam o sırada, sürücü yerinde oturan adam
atları kamçıladı, tırısa kalkan atların çektiği araba avludan çıktı. Tüm hayvanlar,
yeri göğü çınlatarak arabanın ardına düştüler. Clover var gücüyle en önden
gidiyordu. Araba hızlanmaya başladı. Clover, güçlü bacaklarıyla dörtnala
kalkmaya çalıştıysa da, ancak eşkine erişebildi. "Boxer!" diye bağırıyordu.
"Boxer! Boxer! Boxer!"Tam o sırada, dışarıda kopan gürültüyü duymuşçasına,
arabanın arkasındaki küçük pencerede Boxer'ın yüzü belirdi.
Clover, "Boxer!" diye haykırdı yürekleri dağlayan bir sesle. "Boxer! Çık
oradan! Çabuk çık! Boğazlamaya götürüyorlar seni!"
Hayvanlar da, "Çık oradan Boxer! At kendini dışarı!" diye bağırıyorlardı.
Ama araba iyiden iyiye hızlanmış, arayı gittikçe açıyordu. Boxer'ın, Clover'ın ne


dediğini anlayıp anlamadığı da belli değildi. Ama çok geçmeden yüzü camdan
kayboldu ve arabanın içinden korkunç tepinmeler duyuldu. Çifteler atarak kapıyı
açmaya çalışıyordu. Eskiden olsa, arabanın kapısını birkaç çiftede paramparça
ederdi. Ama ne gezer! O eski gücünün yerinde yeller esiyordu. Biraz sonra,
tepinmeler yavaş yavaş hafifledi ve sonunda tümden kesildi. Umarsızlığa kapılan
hayvanlar, bu kez, arabayı çekmekte olan atlara seslendiler: "Yoldaşlar!
Yoldaşlar! Kardeşinizi ölüme götürmeyin!" Ama olup biteni kavrayamayan aptal
beygirler, kulaklarını arkaya yatırıp biraz daha hızlandılar. Boxer'ın yüzü bir
daha camda belirmedi. İçlerinden biri, önden koşup çiftliğin kapısını kapatmayı
düşündü, ama artık çok geçti; araba kapıdan çıkarak yola daldı ve hızla gözden
kayboldu. Boxer'ı bir daha hiç görmediler.
Üç gün sonra Boxer'ın, gösterilen her türlü özene karşın Willingdon'daki
hastanede öldüğü haberi geldi. Haberi açıklayan Squealer, son anlarında
Boxer'ın yanında bulunduğunu söylüyordu.
Squealer, ön ayağını kaldırıp gözyaşlarını silerek, "Böylesine dokunaklı bir
sahne görmemiştim!" dedi. "Son ana kadar başucundaydım. Konuşacak gücü
kalmamıştı. Son nefesinde, kulağıma, tek üzüntüsünün yel değirmeninin bittiğini
görememek olduğunu fısıldadı. 'İleri, yoldaşlar!' dedi güçlükle. 'Ayaklanma
adına ileri! Yaşasın Hayvan Çiftliği! Yaşasın Napoléon Yoldaş! Napoléon her
zaman haklıdır!' Son sözleri bunlar oldu, yoldaşlar."
Derken, Squealer'ın tavrı ansızın değişiverdi. Bir an durdu, ufacık gözleriyle
çevresine kuşkulu bakışlar fırlattıktan sonra başladı anlatmaya.
Boxer götürüldükten sonra çiftlikte saçma ve aşağılık bir söylenti yayıldığını
duymuştu. Söylentiye bakılırsa, bazı hayvanlar Boxer'ı götüren arabanın
üzerinde "At Kasabı" yazdığını görmüşler ve hemen Boxer'ın kesilmeye
gönderildiği sonucuna varmışlardı. Bir hayvanın bu kadar salak olması inanılır
gibi değildi. Ter ter tepiniyor, öfkeyle bağırıyordu. Sevgili Önderleri Napoléon
Yoldaş'ı hiç mi tanımıyorlardı? Napoléon Yoldaş, hiç böyle bir şeye göz yumar
mıydı? Oysa işin aslı çok basitti. Eskiden bir at kasabının kullandığı araba, kısa
bir süre önce baytar tarafından satın alınmış ama baytar arabanın üstündeki
yazıyı silmeye vakit bulamamıştı. Sorun buradan kaynaklanıyordu.
Hayvanlar, işin aslını öğrenince, yüreklerindeki sıkıntıyı biraz olsun
atmışlardı. Hele Squealer, Boxer'a ölüm döşeğinde ne kadar büyük özen
gösterildiğini, Napoléon'un o pahalı ilaçları en küçük bir duraksama


göstermeden hemen aldırttığını ayrıntılarıyla anlatınca, kafalarındaki son
kuşkular da dağıldı; Boxer'ın hiç değilse mutlu öldüğü düşüncesi, yoldaşlarının
ölümüyle içlerine çöken acıyı dindirdi.
Ertesi pazar, sabahleyin düzenlenen toplantıya Napoléon da katıldı ve
Boxer'ı göklere çıkaran kısa bir söylev çekti. Acısını yüreklerinde duydukları
yoldaşlarının cenazesini gömülmek üzere çiftliğe getirtmek mümkün olmamıştı.
Ama Boxer'ın cenazesine, çiftlik evinin bahçesindeki defne dallarından
yaptırttığı kocaman bir çelenk göndermişti. Domuzlar, birkaç güne kadar Boxer
için bir anma şöleni düzenleyeceklerdi. Napoléon, söylevini, Boxer'ın en sevdiği
iki özdeyişle bitirdi: "Daha çok çalışacağım" ve "Napoléon Yoldaş her zaman
haklıdır". Bu özdeyişleri her hayvan kafasına iyice kazımalıydı.
Şölenin verileceği gün Willingdon'dan gelen bir bakkal arabası, çiftlik evine
kocaman bir sandık bıraktı. O gece büyük bir şamatayla şarkılar söylendiği
duyuldu, ardından tepişme ve boğuşma sesleri geldi, en sonunda on bire doğru
bir şangırtı koptu. Ertesi gün öğleye kadar, çiftlik evinde kalanların hiçbirinden
ses çıkmadı. Çiftlikte bir söylenti dolaşıyordu: Domuzlar, parayı nereden
bulmuşlarsa bulmuşlar, bir kasa viski daha almışlardı


Onuncu Bölüm
Yıllar geçti, mevsimler devrildi, hayvanların kısa ömürleri bir bir sona erdi.
Artık Ayaklanma'dan önceki günleri Clover, Benjamin, kuzgun Moses ve birkaç
domuzdan başka anımsayan kalmamıştı.
Muriel ölmüştü, Bluebell, Jessie ve Pincher ölmüştü. Jones da hayatta değildi
artık; uzaklardaki bir düşkünlerevinde bu dünyadan göçmüştü. Snowball
unutulmuştu. Onu tanımış olan birkaç hayvanı saymazsak, Boxer da
unutulmuştu. Clover, yaşlanıp şişmanlamıştı; eklemleri sertleşmiş, gözleri
sulanmaya başlamıştı. Emekliliği geleli iki yıl olmuştu, ama o güne değin hiçbir
hayvanın emekliye ayrıldığı görülmemişti. İyice yaşlanan hayvanlar için otlakta
bir köşe ayırma tasarısının çoktandır sözü bile edilmiyordu. Napoléon, neredeyse
yüz elli kiloluk bir domuz azmanı olup çıkmıştı. Squealer, yağ tulumuna
dönmüştü; gözleri yumuk yumuktu, güçlükle görebiliyordu. Bir tek yaşlı
Benjamin pek değişmemişti; yalnızca yelesine hafif kır düşmüştü; bir de,
Boxer'ın ölümünden sonra daha da somurtkanlaşmış, ağzı dili bağlanmıştı.
Gerçi nüfus artışı ilk başta beklendiği kadar yüksek olmamıştı, ama gene de
çiftlikteki hayvanların sayısı artmıştı. Yakın yıllarda doğmuş olan birçok hayvan
için Ayaklanma, ağızdan ağıza aktarılan bir masaldan başka bir şey değildi;
dışarıdan satın alınan hayvanların çiftliğe gelinceye kadar Ayaklanma'dan
haberleri bile olmamıştı. Çiftlikte, Clover'dan başka üç at daha vardı. Bunlar
temiz yürekli, dürüst, gönülden çalışan hayvanlardı; yoldaşlıklarına diyecek
yoktu, ama çok aptaldılar. Alfabenin B harfinden ötesini sökememişlerdi.
Ayaklanma ve hayvancılığın temel ilkeleri konusunda kendilerine söylenen her
şeyi hiç tartışmadan kabul ediyorlardı; özellikle de derin bir saygı duydukları
Clover'ın ağzından çıkmışsa... Ama bu söylenenlerden pek bir şey anladıkları
söylenemezdi.
Çiftlik artık daha zenginleşmiş, daha iyi örgütlenmişti; Bay Pilkington'dan
satın alınmış olan iki tarlayla daha da büyümüştü. Yel değirmeni en sonunda
başarıyla tamamlanmış, çiftlik bir harman makinesine, saman ve ot ambarına
kavuşmuş, yeni binalar yapılmıştı. Whymper, kendine tek atlı ufak bir araba
almıştı. Ama yel değirmeninden elektrik üretimi için hiç yararlanılmamıştı. Un
öğütmekte kullanılan değirmen oldukça iyi para getiriyordu. Şimdi hayvanlar var
güçleriyle bir yel değirmeni daha yapmaya çalışıyorlardı. Söylenenlere bakılırsa,


bu yeni yel değirmeni tamamlandığında, dinamolar takılacaktı. Ama elektrik
ışığıyla aydınlatılan, sıcak ve soğuk suyu eksik olmayan ahırlar ve haftada
yalnızca üç gün çalışmak gibi, bir zamanlar Snowball'un hayvanlara ballandıra
ballandıra anlattığı düşler artık belleklerden silinmişti. Napoléon, bu tür
düşüncelerin, Hayvancılığın ruhuyla bağdaşmadığını açıklamıştı. Önder'e göre
gerçek mutluluk, çok çalışmak ve yalın yaşamakta yatıyordu.
Bu arada çiftlik zenginleşmiş, ama her nedense hayvanların hayat koşulları
değişmemişti; tabii domuzlarla köpekleri saymazsak. Bu, belki biraz da
kalabalık olmalarından kaynaklanıyordu. Gerçi onlar da kendilerince
çalışıyorlardı. Squealer'ın bıkıp usanmadan anlattıklarına bakılırsa çiftliğin
denetim ve yönetimi, durmamacasına çalışmalarını gerektiriyordu. Bu işlerin
çoğu, öteki hayvanların bilgi ve becerisini aşan uğraşlardı. Örneğin, domuzlar
her gün sabahtan akşama kadar "fişler", "raporlar", "tutanaklar" "dosyalar" gibi
kimsenin akıl sır erdiremediği işlere kafa patlatmak zorundaydılar. Bunlar, sık
yazılarla doldurulan, doldurulduktan sonra ocağa atılıp yakılan çarşaf çarşaf
kâğıtlardı. Squealer, bunun, çiftliğin dirlik ve düzeni açısından büyük önem
taşıdığını söylüyordu. Ama gene de, domuzların da, köpeklerin de, kendi
emekleriyle yiyecek ürettikleri yoktu; üstelik, hem çok kalabalıktılar, hem de
iştahları her zaman yerindeydi.
Öteki hayvanlara gelince; gördükleri kadarıyla, hayatlarında pek değişen bir
şey yoktu. Çoğu zaman karınları açtı, samanların üstünde yatıyorlar, sularını
gölcükten içiyorlar, tarlalarda çalışıyorlardı; kışın soğuktan donuyorlar, yazın
sineklerin saldırısına uğruyorlardı. Daha yaşlıca olanlar, belleklerini zorlayarak
Jones'un çiftlikten yeni kovulduğu Ayaklanma'nın ilk günlerindeki durumun
şimdikinden daha mı iyi, yoksa daha mı kötü olduğunu çıkarmaya çalışıyorlar;
ama pek bir şey anımsayamıyorlardı. Şimdiki hayatlarıyla karşılaştıracak hiçbir
şey kalmamıştı ellerinde; önlerinde yalnızca Squealer'ın durumun her geçen gün
daha iyiye gittiğini gösteren rakamlarla dolu listeleri vardı. Bir türlü işin içinden
çıkamıyorlardı; kaldı ki, artık bu tür şeylere uzun uzadıya kafa yoracak vakitleri
de yoktu. Uzun hayatının tüm ayrıntılarını anımsadığını ileri süren tek hayvan,
yaşlı Benjamin'di; o da, durumun hiçbir zaman daha iyi ya da daha kötü
olmadığını ve böyle sürüp gideceğini söylüyordu. Benjamin'e göre, açlık, zorluk
ve hayal kırıklığı hayatın değişmez yasalarıydı.
Gene de, hayvanlar umutlarını asla yitirmiyorlardı. Daha da önemlisi,
Hayvan Çiftliği'nin üyesi olmanın ne kadar onurlu ve saygın bir nitelik olduğunu
bir an bile akıllarından çıkarmıyorlardı. Hayvan Çiftliği, koca ülkede –tüm


İngiltere'de!– hayvanların malı olan ve hayvanlar tarafından yönetilen tek
çiftlikti hâlâ. En gençleri, dahası yirmi otuz kilometre uzaklıktaki çiftliklerden
yeni getirilmiş olanlar bile bunu bir mucize olarak görüyorlardı. Tüfek sesini
duyduklarında, yeşil bayrağın gönderde dalgalandığını gördüklerinde göğüsleri
kabarıyor; söz dönüp dolaşıp mutlaka eski kahramanlık günlerine, Jones'un
çiftlikten kovuluşuna, Yedi Emir'in kaleme alınışına, çiftliği ele geçirmeye
kalkan insanların bozguna uğratılışına geliyordu. Eski düşlerin hiçbirinden
vazgeçmemişlerdi. Koca Reis'in müjdelediği, İngiltere'nin yemyeşil çayırlarına
tek bir insan ayağının basmayacağı Hayvan Cumhuriyeti'ne olan inançlarını
yitirmemişlerdi. 
Bir 
gün 
mutlaka 
gerçek 
olacaktı; 
belki 
hemen
gerçekleşmeyecekti, belki şimdi hayatta olanlar o günleri göremeyeceklerdi, ama
düşleri bir gün mutlaka gerçek olacaktı. İngiltere'nin Hayvanları şarkısının ezgisi
bile orada burada gizlice mırıldanılıyordu; hiçbiri yüksek sesle söylemeye
cesaret edemese de, çiftlikteki her hayvanın şarkıyı ezbere bildiği kesindi. Zor
bir hayat yaşıyor olabilirlerdi, umutlarının tümü gerçekleşmemiş olabilirdi, ama
öteki hayvanlardan farklı olduklarının bilincindeydiler. Açlık çekiyorlarsa, zorba
insanları doyuralım diye çekmiyorlardı; çok çalışıyorlarsa, hiç değilse kendileri
için çalışıyorlardı. Hiçbir hayvan iki ayak üstünde yürümüyordu. Hiçbir hayvan,
hiçbir hayvanın "efendi"si değildi. Bütün hayvanlar eşitti.
Yaz başlarıydı. Bir gün Squealer koyunlara ardından gelmelerini emretti ve
onları çiftliğin öbür ucunda, körpe huş ağaçlarıyla kaplı bir yere götürdü.
Koyunlar, Squealer'ın gözetiminde, akşama kadar ağaçların yapraklarını yediler.
Squealer, akşam çiftlik evine dönmeden, koyunlara orada kalmalarını
tembihledi; hava da sıcaktı zaten. Koyunlar bütün bir hafta orada kaldılar; bu
süre boyunca öteki hayvanlar koyunlarla hiç karşılaşmadılar. Squealer her gün
oraya gidiyor, günün büyük bölümünü koyunlarla geçiriyordu. Onlara yeni bir
şarkı öğretmekte olduğunu, rahat çalışabilmeleri için gözlerden uzak olmaları
gerektiğini söylüyordu.
Koyunların çiftliğe yeni döndükleri güzel bir akşamüstü, hayvanlar işlerini
bitirmişler, çiftlik binalarına yönelmişlerdi. Birden, avlunun oradan, korkunç bir
kişneme duyuldu. Hayvanlar ürkerek oldukları yerde kaldılar. Clover'ın sesiydi.
Bir kez daha kişneyince, tüm hayvanlar dörtnala avluya daldılar. Ve Clover'ın
gördüğünü onlar da gördüler:
Arka ayakları üzerinde yürüyen bir domuz.
Squealer'dı bu. Koca gövdesini arka ayaklarının üzerinde taşımaya alışık


olmadığından güçlükle ilerliyor, ama gene de dengesi bozulmadan avlunun
ortasında gezinebiliyordu. Biraz sonra çiftlik evinin kapısından bir sürü domuz
çıktı; hepsi de arka ayaklarının üzerinde yürüyorlardı. Daha beceriklileri de
vardı, dengelerini korumakta güçlük çekenler de; ama hepsi de avlunun
çevresinde yere yıkılmadan dolanıp duruyorlardı. Sonunda, köpekler ürkünç
sesler çıkararak havladılar, kara horoz kulakları sağır edercesine uzun uzun öttü
ve kapıda Napoléon belirdi: Olanca görkemiyle dimdik yürüyor, sağına soluna
kibirli bakışlar fırlatıyordu; köpekleri de çevresinde sıçrayıp duruyorlardı.
Ön ayaklarından birinde bir kırbaç vardı!
Ortalığı ölüm sessizliği kaplamıştı. Hayvanlar, şaşkınlık ve korku içinde
birbirlerine sokulmuşlar, avlunun çevresinde ağır ağır yürüyen domuzları
izliyorlardı. Sanki dünya tersine dönmüştü. İlk şaşkınlıkları geçer geçmez,
köpeklerden korkmalarına, uzun yıllardır ne olursa olsun hiçbir şeyden
yakınmama, hiçbir şeyi eleştirmeme alışkanlığını edinmiş olmalarına karşın,
domuzlara karşı seslerini yükseltmek üzereydiler ki, koyunlar birinden işaret
almışçasına hep bir ağızdan melemeye başladılar:
"Dört ayak iyi, iki ayak daha iyi! Dört ayak iyi, iki ayak daha iyi! Dört ayak
iyi, iki ayak daha iyi!"
Meleme aralıksız beş dakika sürdü. Koyunların sesi kesildiğinde, domuzlar
çoktan çiftlik evine dönmüştü; protesto etme fırsatı kaçırılmıştı.
Benjamin, birinin burnuyla omzuna dokunduğunu fark edince dönüp baktı.
Clover'dı. Yaşlı gözleri her zamankinden daha donuktu. Hiçbir şey söylemeden,
Benjamin'i usulca yelesinden çekip büyük samanlığın Yedi Emir'in yazılı olduğu
duvarına götürdü. Bir süre öyle durup katran kaplı duvardaki beyaz yazılara
baktılar.
Sonunda, Clover, "Gözlerim artık iyi görmüyor," dedi. "Gerçi gençken de
doğru dürüst okuyamazdım ya. Ama bana öyle geliyor ki, yazılarda bir
değişiklik var. Yedi Emir eskisi gibi duruyor mu, Benjamin?"
Benjamin, ilk kez ilkesini bozdu ve duvardaki yazıyı Clover'a okudu.
Duvarda tek bir emir yazılıydı:
BÜTÜN HAYVANLAR EŞİTTİR
AMA BAZI HAYVANLAR


ÖBÜRLERİNDEN DAHA EŞİTTİR
Ertesi gün, çiftlik işlerini denetleyen bütün domuzların kırbaçlı olmaları
kimseye tuhaf gelmedi. Domuzların kendilerine bir radyo aldıkları, telefon
bağlatmaya hazırlandıkları, John Bull ve Tit-Bits dergileriyle Daily Mirror
gazetesine abone oldukları işitildiğinde, kimse şaşırmadı. Napoléon'un, çiftlik
evinin bahçesinde ağzında piposuyla dolaşması, kimsenin garibine gitmedi.
Domuzların, Bayan Jones'un giysilerini gardıroptan alıp giymeleri, Napoléon'un
siyah ceket, külot pantolon ve deri tozluklarla gezinmesi, gözdesi olan dişi
domuzun da Bayan Jones'un bir vakitler pazar günleri giydiği şanjanlı ipek
elbiseyle dolaşması bile hiç kimseyi şaşırtmadı.
Bir hafta kadar sonra, bir öğleden sonra, çiftliğe tek atlı ufak arabalar geldi.
Komşu çiftliklerden bir temsilciler kurulu, bir denetleme gezisi için çağrılmıştı.
Tüm çiftliği gezen çiftçiler, gördükleri her şeye, özellikle de yel değirmenine
hayran kaldıklarını belirttiler. Hayvanlar, şalgam tarlasındaki ayrıkotlarını
yolmaktaydılar. Kendilerini tümüyle işlerine vermişlerdi; daha çok domuzlardan
mı, yoksa çiftliğe konuk gelen insanlardan mı korkmak gerektiğini
kestiremediklerinden başlarını bile kaldırmıyorlardı.
Akşamleyin, çiftlik evinden kahkahalar ve şarkılar yükseldi. Birbirine
karışan sesleri duyan hayvanlar birden kulak kesildiler. İlk kez eşit koşullarda bir
araya gelen hayvanlarla insanlar orada ne yapıyorlardı acaba? Hep birlikte, hiç
ses çıkarmamaya çalışarak çiftlik evinin bahçesine yaklaştılar.
Bahçe kapısının önüne geldiklerinde ürkerek duraksadılarsa da, Clover'ın
öne düşmesiyle içeri girip parmaklarının ucuna basarak eve yöneldiler. Boyları
yetişen hayvanlar, yemek odasının penceresinden içeri baktılar. Uzun masanın
çevresinde, altı çiftçi ile önde gelen altı domuz oturuyordu. Napoléon ise
masanın başına geçmiş, onur koltuğuna kurulmuştu. Domuzlar, sandalyelerinde
hiç de rahatsız görünmüyorlardı. Hep birlikte kâğıt oynarken oyunu kesmişler,
şerefe kadeh kaldırıyorlardı. Büyük bir sürahi elden ele dolaşıyor, bardaklara
bira dolduruluyordu. Hiçbiri, pencereden içeri bakan hayvanların şaşkın
yüzlerini fark etmemişti.
Foxwood Çiftliği'nin sahibi Bay Pilkington, elinde bardağı, ayağa kalktı.
Birazdan herkesi şerefe kadeh kaldırmaya davet edeceğini, ama daha önce birkaç
söz etmeyi görev bildiğini söyledi.


Uzun süren bir güvensizlik ve anlaşmazlık döneminin artık sona ermiş
olması, kendisi ve hiç kuşkusuz orada bulunan herkes için büyük bir mutluluk
kaynağıydı. Komşu çiftliklerdeki insanlar, Hayvan Çiftliği'nin saygıdeğer
sahiplerine, bir süre, düşmanlık duygularıyla değilse de kuşkuyla yaklaşmışlardı;
ama kendisi ve orada bulunanlar, insanların bu kuşkucu yaklaşımını bile
paylaşmamışlardı. Talihsiz olaylar meydana gelmiş, yanlış düşüncelere
kapılanlar olmuştu. Domuzların sahip olduğu ve yönettiği bir çiftliğin hiç de
olağan 
olmadığı 
düşünülmüş, 
çevredeki 
çiftliklerde 
tedirginliğe 
yol
açabileceğinden korkulmuştu. Çiftçilerin birçoğu, en küçük bir araştırma
yapmaksızın, böyle bir çiftlikte başına buyrukluk ve başıbozukluğun kol
gezeceği sanısına kapılmıştı. Hayvan Çiftliği'nde olup bitenlerin, yalnız kendi
hayvanlarını değil, çiftliklerinde çalışan insanları da etkileyebileceğini
düşünerek tedirgin olmuşlardı. Ama bu tür kuşkuların tümü dağılmıştı artık.
Bugün kendisi ve dostları, oraya gelerek Hayvan Çiftliği'nin dört bir yanını gezip
incelemişler ve yalnızca en yeni yöntemlerle değil, aynı zamanda bütün çiftçilere
örnek olması gereken bir disiplin ve düzenle karşılaşmışlardı. Hayvan
Çiftliği'ndeki aşağı kesimlerden hayvanların, ülkenin bütün hayvanlarından daha
çok çalışıp daha az yediklerini söylemek herhalde yanlış olmayacaktı. Bugün
gerçekten de, kendisi ve dostları, Hayvan Çiftliği'nde öyle şeyler görmüşlerdi ki,
bunları kendi çiftliklerinde de hemen uygulamaya koymayı düşünüyorlardı.
Sözlerini, Hayvan Çiftliği ile komşuları arasında var olan ve sürmesi gereken
dostluk duygularını bir kez daha vurgulayarak bitirmek istiyordu. Domuzlar ile
insanlar arasında en küçük bir çıkar çatışması yoktu, olması için bir neden de
göremiyordu. Verdikleri uğraşlar da, karşılaştıkları güçlükler de birdi. İşçi
sorunu her yerde aynı değil miydi? Bay Pilkington, tam önceden hazırladığı
anlaşılan zekice bir espri yapacaktı ki, gülmesini tutamayınca konuşmasını
kesmek zorunda kaldı. Tombul yanakları mosmor kesilinceye kadar kahkahalar
attıktan sonra, espriyi patlattı: "Sizler aşağı kesimlerden hayvanlarınızla
uğraşmak zorundaysanız," dedi, "bizler de bizim aşağı sınıflardan insanlarımızla
uğraşmak zorundayız!" Espri, masayı kahkahayı boğdu. Bay Pilkington, Hayvan
Çiftliği'nde tayınları düşük tuttukları, iş saatlerinin her yerdekinden daha fazla
olmasını sağladıkları ve hayvanları aşırı bolluğa boğarak şımartmadıkları için
domuzları bir kez daha kutlamaktan kendini alamadı.
En sonunda, herkesi ayağa kalkmaya ve bardaklarını doldurmaya davet eden
Bay Pilkington, "Haydi, beyler!" dedi. "Şerefe! Hayvan Çiftliği'nin şerefine!"
Herkes coşkuyla bağırıp çağırıyor, ayaklarını yere vuruyordu. Napoléon, o


kadar keyiflenmişti ki, yerinden kalkıp masayı dolandı, Bay Pilkington'la bardak
tokuşturduktan sonra birasını bir dikişte bitirdi. Bağırıp çağırmalar dinince, hâlâ
ayakta olan Napoléon, kendisinin de birkaç sözü olduğunu belirtti.
Her zaman olduğu gibi, kısa ve öz konuştu. Anlaşmazlık dönemi sona erdiği
için kendisi de çok mutluydu. Uzun bir süre, kendisinin ve arkadaşlarının tutum
ve davranışlarının yıkıcı, dahası devrimci olduğu yolunda söylentiler dolaşmıştı.
Bu dedikodular, kötü yürekli düşmanlarından biri tarafından çıkartılmış olsa
gerekti. Komşu çiftliklerdeki hayvanları ayaklanmaya kışkırttıkları söylenmişti.
Yalanın böylesi görülmemişti doğrusu! Oysa, onların tek isteği, her zaman
komşularıyla barış içinde yaşamak, iş ilişkilerini düzgün bir biçimde sürdürmek
olmuştu. Yönetmekten onur duyduğu bu çiftlik, bir kooperatif girişimiydi.
Elindeki tapu senetlerinin ortak sahipleri domuzlardı.
Gerçi eski kuşkuların hâlâ sürdüğüne asla inanmıyordu, ama gene de son
zamanlarda çiftliğin işleyişinde kendilerine duyulan güveni daha da artıracak
bazı değişikliklere gidildiğini belirtmekte yarar görüyordu. Bugüne kadar,
çiftlikteki hayvanlar arasında, birbirlerine "Yoldaş" demek gibi salakça bir
alışkanlık söz konusuydu. Bu alışkanlığa son verilecekti. Nereden
kaynaklandığını bilmedikleri tuhaf bir alışkanlık da, her pazar sabahı, bahçedeki
kütüğe takılı domuz kafasının önünden tören yürüyüşüyle geçmeleriydi. Bu
alışkanlığa da son verilecekti. Domuz kafasını toprağa gömmüşlerdi bile.
Konuklar, gönderde dalgalanan yeşil bayrağa dikkatle bakmışlarsa bayrağın
üzerindeki beyaz toynak ve boynuzun kaldırılmış olduğunu fark etmiş
olmalıydılar. Bundan böyle, bayrak, düz yeşil olacaktı.
Yalnız, 
Bay 
Pilkington'ın 
dostluk 
duygularıyla 
dolu, 
olağanüstü
konuşmasında küçük bir düzeltme yapmak istiyordu. Bay Pilkington, konuşması
boyunca, çiftliklerinden "Hayvan Çiftliği" diye söz etmişti. Hiç kuşku yok ki,
"Hayvan Çiftliği" adının kaldırıldığını bilmesi olanaksızdı, çünkü bunu şimdi
orada ilk kez açıklıyordu. Çiftlik bundan böyle yeniden asıl adıyla, "Beylik
Çiftlik" adıyla bilinecekti.
Napoléon, sözlerini bitirirken, "Beyler," dedi. "Bir kez daha şerefe
kaldıracağız bardaklarımızı, ama bu kez Hayvan Çiftliği'nin şerefine değil!
Bardaklarınızı ağzına kadar doldurun. Haydi bakalım, beyler: Beylik Çiftlik'in
şerefine!"
Gene yürekten bir coşkuyla, "Şerefe!" diye haykırdılar; biralar bir dikişte


bitirildi. Ne ki, dışarıdaki hayvanlar bu sahneyi seyrederlerken, bir tuhaflık
sezinlediler. Domuzların yüzlerinde değişen bir şey vardı, ama neydi? Clover'ın
yaşlı donuk bakışları, yüzler üzerinde bir bir geziniyordu. Domuzlardan
bazılarının çeneleri beş kat, bazılarının dört kat, bazılarının da üç kat olmuştu.
Ama eriyip değişmekte olan şey neydi? Biraz sonra haykırışlar kesildi,
masadakiler kâğıtlarını alıp yarım kalan oyunlarına yeniden başladılar; hayvanlar
da sessizce uzaklaştılar oradan.
Daha yirmi otuz metre kadar uzaklaşmışlardı ki, oldukları yerde kalakaldılar.
Çiftlik evinde bir gürültüdür kopmuştu. Geri dönüp hızla eve koştular ve
pencereden içeri baktılar. Evde korkunç bir kavga patlak vermişti: bağırıp
çağırmalar, masaya vurmalar, kuşkulu sert bakışlar, küfür kıyamet... Anlaşıldığı
kadarıyla kavganın nedeni, Napoléon ile Bay Pilkington'ın aynı elde maça ası
çıkarmış olmalarıydı.
İçeride on ikisi de öfkeyle bağırıyor, on ikisi de birbirine benziyordu. Artık
domuzların yüzlerine ne olduğu anlaşılmıştı. Dışarıdaki hayvanlar, bir
domuzların yüzlerine bir insanların yüzlerine bakıyor; ama onları birbirlerinden
ayırt edemiyorlardı.
Kasım 1943 - Şubat 1944

Document Outline

  • İç Kapak
  • Sunuş
  • Birinci Bölüm
  • İkinci Bölüm
  • Üçüncü Bölüm
  • Dördüncü Bölüm
  • Beşinci Bölüm
  • Altıncı Bölüm
  • Yedinci Bölüm
  • Sekizinci Bölüm
  • Dokuzuncu Bölüm
  • Onuncu Bölüm

Yüklə 375,8 Kb.

Dostları ilə paylaş:




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©www.genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə