GöNÜlden esiNTİler: ÎMÂn ve îKÂN: necdet ardiç terzi BABA necdet ardiç İrfan sofrasi tasavvuf seriSİ (72)


Muhterem okuyucum, bu kitapçık bazı kimselerin



Yüklə 0,99 Mb.
səhifə9/10
tarix25.06.2018
ölçüsü0,99 Mb.
#51702
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10

Muhterem okuyucum, bu kitapçık bazı kimselerin "îmân" hakkındaki söz ve kanaatlerine cevap olarak hazırlanmıştır.Bilindiği gibi îmânın muhtelif mertebeleri vardır, ve sonu da "îkân"dır. Biz müslümanların en iyi bilmemiz gereken ilk şey'in îmân, ve îmân mevzuu olması tabiidir. Ancak ne yazık ki bu ilkeyi genelde alışkanlık ve taklid üzere ilgisiz bir şekilde değerlendirmekteyiz. ALLAH ile insan arasında zâten mevcud, fakat perdelenmiş olan batındaki ezeli birlik, İslâm ile zuhura çıkmaya başlar, îmân ile güçlenir, ihsân ile müşahede edilir, îkân ile de birlik ve teklik tekrar meydana gelir. Îmândan gaye ikilikte, (îmân eden ve edilen) yaşayıp Hak'tan ayrı kalmak değil, o yoldan tek'liğe ulaşmaktır.

Cenâb-ı Hak'tan cümlemize gerçek dinimizi anlamaya yetecek zekâ ve gönül genişliği vermesini dilerim. (Rabbi zidni ilmâ).

İlâhi bu kitaptan meydana gelecek manevi hasılayı Pirimizin muhterem eşleri Halvai bacı validemizin ve o zamanın dergâhında hizmeti geçmiş bütün hanımefendilerin ruhlarına hediye eyledim.

Sevgili okuyucum. Bu kitabın yazılışında, dizilişinde, basılışında, bastırılışında emeği ve hizmeti geçenleri saygı ile yadet, geçmişlerine hayır dua et, ALLAH c.c. gönlünde feyz kapılan açsın.

Necdet ARDIÇ UŞŞAKİ
TEKİRDAĞ



İSLÂM, ÎMÂN, İHSâN, ÎKÂN, BAHSİ


Euzü billâhi mineşşeytanirracîm. Bismillâhirrahmâmnirrahîm.

Elhamdüllillâhi Rabbil alemîn, vessalâtu vesselâmu alâ Resulina Muhammedin ve alâ alihi ve eshabihi ecmain.

Muhterem okuyucum, evvela Cenab-ı Hak'tan cümlemiz için akıl, fikir, zeka ve gönül genişliği niyaz ederim.

Konumuz İslam, iman, ihsan ve ikan'dır.

Bu düşündürücü kelimelerin açıklanmasında Yahya bin Ya'mur'dan, rivayet edilen bir Hadis-i şerifle, yüce kitabımızın 2'inci süresi olan, Bakara süresinin ilk beş ayeti ve ihsân'dan bahseden diğer bazı âyetlerden de yararlanmak istiyoruz.

Daha ziyâde dikkatimizi çeken "İHSÂN" kelimesidir.

Yahya bin Ya'mur; Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anh)dan, o da babası Ömer İbnu'l-Hattab (radıyallahu anh)dan rivayet ediyor.

Babam bana şunu anlattı: (Özetle) "Ben Hz. Peygamber (aleyhisselâtu vesselâm)ın yanında oturuyordum. Derken elbisesi bembeyaz, saçları simsiyah bir adam yanımıza gelip Hz. Peygamber (aleyhisselâtu vesselâm)ın önüne oturduktan sonra sormaya başladı:

Ey Muhammed! Bana İslâm hakkında bilgi ver!

Hz. Peygamber (aleyhisselâtu vesselâm) açıkladı;

"İslâm", Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in O'nun kulu ve elçisi olduğuna şehadet etmen, namaz kılman, zekât vermen, Ramazan orucu tutman, gücün yettiği takdirde Beytullah'a haccetmendir".

Yabancı: "Doğru söyledin" diye tasdik etti.

Sonra tekrar sordu:

"Bana îmân hakkında bilgi ver!"

Hz. Peygamber (aleyhisselâtu vesselâm) açıkladı:

Allah'a, meleklerine, kitablarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Kadere yani hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna da inanmandır!

Yabancı yine: "Doğru söyledin!" diye tasdik etti.

Sonra tekrar sordu:

"Bana ihsân hakkında bilgi ver!"



Hz. Peygamber (aleyhisselâtu vesselâm) açıkladı:

"İhsân" Allah'ı sanki gözlerinle görüyormuşsun gibi Allah'a ibadet etmendir. Sen O'nu görmesen de 0 seni görüyor."

Adam tekrar sordu:

"Bana kıyametin ne zaman kopacağı hakkında bilgi ver!"

Hz. Peygamber (aleyhisselâtu vesselâm) bu sefer "Kıyamet hakkında kendisinden sorulan, sorandan daha fazla birşey bilmiyor" karşılığını verdi.

Yabancı: "Öyleyse kıyametin, alâmetinden haber ver!" dedi.

Hz. Peygamber (aleyhisselâtu vesselâm) şu açıklamayı yaptı.



(Bir cariyenin efendisini doğurması, yalın ayak, üstü çıplak, fakir, davar çobanlarının yüksek binalar yapmada yarıştıklarını görmendir."

Bu söz üzerine yabancı çıktı gitti.

Hz. Peygamber (aleyhisselâtu vesselâm) Ey Ömer, sual soran bu zâtın kim olduğunu biliyor musun? dedi. Ben; "Allah ve rasulu daha iyi bilir" deyince şu açıklamayı yaptı: "Bu Cebrâîl aleyhisselâmdı. Size dininizi öğretmeye geldi: dedi" "ilâ ahır" (1) .

(1) Kütüb-i sitti C.1, Sahife 50, 15. No. Hadis

Çok büyük anlam ve incelik taşıyan bu hadis"e "Cibril hadisi" de denmektedir.

Aziz kardeşlerim. Yukarıda "hadis" içinde geçen "ihsân" "Allah'ı sanki gözlerinle görüyormuşsun gibi Allah'a ibadet etmendir. Sen O'nu (şimdilik) görmesen de o seni görüyor, bilincine mutlaka erişmemiz gerekmektedir.

Allah'ı bilmek, müşahede etmek konusunda aşılması gereken üç önemli merhale vardır. Bunlardan birincisi Allah'ı bilmek yani Allah'ın var olduğunu bilmektir. ikincisi Allah'ın nasıl bir varlık olduğunu daha geniş şekilde anlayarak bilmek, îmân etmektir. üçüncüsü ise Allah'ı müşahede etmeye yolun açılışını bilmektir. Böylece müşahede, "şâhit olma" olgusuna yol açar ki bu da "eşhedü" kelimesiyle ma’nâsını bulur.

Cibrîl hadisindeki "ihsân" sorusu ya da konusu, biraz daha şûmullendirilirse, şu eklemleri yapmak gerekecektir: İhsân kelimesinin biri fiziksel yaşamdaki zahiri yani maddi, görünür mertebede, diğeri de batınî yani ma’nevî, ibret ve irfan bakımından olmak üzere iki anlamı vardır.

Bunlardan maddî mertebedeki zahirî anlamı ihsân, vermek, lütfetmek, elindeki ile karşısındakine yardım etmektir. Ma’nevî mertebedeki bâtıni anlamı ihsân (ise) Allahü tealâyı görememekle birlikte onun tarafından görüldüğünü bilmek ve bu şekilde düşünmek demektir.

İşte bu hakikati yakalayan kimse, Cenâb-ı Allah'a giden yolun başlangıcını bulmuş olur. Cibril hadisindeki özellik, bu hususu vurgulamakta ve bizlere bütün açıklığı ile sergilenmektedir.

Şimdi, namaz kılmakta olan kişinin Cenâb-ı Allahı görmesi veya Cenâb-ı Allah tarafından görülmesi olayına şöyle bir şekilde yaklaşalım.

Genelde bir kişi, diğer bir kişiyi veya bir şeyi görüyorsa hedef tutmuş demektir. Bu takdirde o görünen kişinin veya şeyin de kendisini görmesi gerekir. Ya da daha ihtiyatlı bir ifadeyle, burada görebilirlik hükmü geçerlidir. Ancak genelde böyle olmakla beraber çeşitli sebeblerle hedefler kitlenemeye bilir. Bunun pek çok sebebleri olabilir. Hatıra gelebilen olasılıklar; a) kişinin gözündeki gözlük uygun değildir. b) gözde katarakt, miyop, hipermetrop veya astigmat rahatsızlığı vardır, c) hava kararmış veya sisli olabilir, d) göz kapağı kapalıdır, e) kördür v.s.



Bu varsayımlara daha pek çokları eklenebilir. Ama inkârı mümkün olmayan bir gerçek vardır ki o da Allah-ı azimüşşanın bizleri ve her şeyi her daim görmekte oluşudur. İşte biraz evvel ifade ettiğimiz hedef kitlenmesi olayı Allah (c.c.) tarafından gerçekleştiğine göre, bizlerin de O'nu görebilirlik hükmü gereğince görmemiz icabeder.

İnsanlığın ezeli arzusu olan, Allah-ı görmek sırrının kapısı, ihsân ifadesindeki gizli ma’nâ ile aralanmıştır. Ama buna rağmen o kapıdan girerek O'nu göremiyorsak yukarda sıraladığımız veya daha sıralayamadığımız hallerle malülüz demektir. İşte başlangıçtan beri "İhsân" nedir? Ne demektir? diye açmaya çalıştığımız konunun önemi şimdi biraz daha artmıştır sanırım.

İlerdeki bölümlerde "İhsân" ile ilgili izahatımıza devam edecek olmakla beraber, başlangıçta bu konu için yararlanacağımızı söylediğimiz Bakara suresinin ilk ayetlerine değinelim.

-------------------

Yukarıda da kısmen bahsedilmişti.

-------------------

Bakara suresi, bilindiği gibi Kur'an-ı Kerîm'in 2'nci suresidir. İçerisinde Hz. Musa’nın inekle ilgili bir hikâyesi bulunduğundan Bakara yani inek suresi diye adlandırılmıştır.

Bak-Ara şeklinde telâffuz edilmesi halinde bizleri başka bir gerçekle karşı karşıya getiren bu sure, sanki okuyucuyu ikaz etmekte, başından sonuna kadar bak-ara demekte hatta daha geniş ma’nâ sıyla da bütün Kur'an-ı Keriym-i başından sonuna kadar bakıp aramamız istenmektedir. Yoksa onu süslü, işlemeli muhafazalara koyup duvarlara asmamız tabii ki değil. Bakıp aranılacak bir kitabın öncelikle açılmasının gerekeceği pek tabiidir.

Açma olgusu da işte "Fatiha" suresiyle, açmak ma’nâ sına gelen "Fatiha" kelimesiyle yerine getirilmektedir. Tesadüfle açıklanamayacak bu oluşumların hatırlanmasından sonra Bakara suresinin ilk ayetlerine şöyle bir göz atalım.

"Elif Lam Mim" (Sûre 2 Ayet 1) huruf-u mukattaa diye tabir olunan, bugünkü bilgilerimizle açıklayamadığımız bu harfler Kâmil insanın isimlerinden bir isimdir. Bunlardan (ا ) elif Ahadiyet mertebesini, (ل ) Lâm Lâhut mertebesini, (م ) mim de makam-ı Muhammediyyeyi temsil ediyor. Ayrıca bir bakıma bu âlemlerin koordinat noktalarını da belirtmektedirler.

Elif dediğimiz zaman - eski bilgilerimizi tazelemeye çalışırsak - bunun 12 noktadan oluştuğunu, ilk 7 noktasının ettur-u seb'a (yedi tur) denilen nefsin 7 mertebesini, sonra gelen 5 noktanın da hazarat-ı hamse (beş hazret) mertebesini ifade etmekte olduğunu hatırlarız. (2)

-------------------

(2) İrfan mektebi adlı kitabımızda anlatıldı.



-------------------

Cenâb-ı Allah'ın elif, yani Ahadiyyeti ile tenezzülünden sonra Lâhut âlemini, diğer bir ifadeyle Vahidiyet ve sıfat alemlerini, sıfat âlemi de bu âlemleri meydana getiriyor. Böylece hakikat-i Muhammedi bütün mertebeleriyle zuhura gelmiş bulunuyor. Bu bakımdan elif, Lâm, mim'in her biri ayrı bir kitap; Kur'an-ı Keriym'in kendisi bir kitap, İnsân-ı kâmil dahi bir kitaptır. "Zalikel kitabü la raybe fihi hüden lilmüttekın" (Sûre 2/Ayet 2) "Bu o kâmil kitaptır ki ALLAH tarafından gönderildiğine şek ve şüphe yoktur. Takva sahiplerine (şirk, günah, ve kötülüklerden korunanlara, ALLAH'tan korkan, .sakınan ve gereği gibi kulluk edenlere) hidayettir, yol göstericidir."

Buradaki ittikayı yani sakınmayı ma’nevi yönüyle yorumlamak, kendi varlığının hakikatinin, Hakk'ın hakikati olduğunu unutmaktan sakınmak, gaflete ve nefsaniyetine yenik düşmekten sakınmak, varlığındaki mevcudun bizatihi Hakk'ın varlığı olduğunu idrak ederek hayatını sürdürmek şeklinde anlamalıdır.

"Ellezine yü'minüne bilgaybi ve yükımünessalâte ve mimma razeknahüm yünfikun" (Sûre-2 Ayet 3)

Evvelâ bunu, hemen bütün Kur'an-ı Keriym'lerin Türkçe açıklamalarındaki izah şekliyle tercümesini yapalım ve sonra da bu izahlardaki bir eksikliği ve hemen de çok önemli bir eksikliği dile getirelim. Genelde bu ayet "O takva sahipleri, yani ittika edenler, sakınanlar ki gaybe iman edenler ve namazı dosdoğru kılanlar ve onlara verdiğimiz nimetlerden, rızıklardan ALLAH yolunda sarf ederler, şeklinde açıklanmaktadır. Ve ilk okumada da ne demek istendiğinin anlaşıldığı sanılır. Oysa ki burada küçücük bir takı ile oynayarak manâ başka bir zemine kaydırılmaktadır.

Arapçada "be" takısı, "ile" "birlikte" lik anlamında kullanılır. "Bil gaybi" deyince de, "gaybı ile" diye tercüme edip "gaybı ile îmân ederler" demek yerine, cümle düşüklüğü yapıldığı zannı ya da gayba îmânın daha inandırıcı bulunması nedeniyle "gayba îmân ederler" şeklinde tercümelerle karşılaşılmaktadır.

Eğer "gayba îmân ederler" denmek istenseydi "yü'mimüne bil gaybi" yerine "yü'minünelgaybe" denirdi. Demek ki burada yüce ALLAH'ımız tarafından vurgulanmak istenen sadece "gaybe îmân" değil kişinin kendi gaybı ile îmân ve gaybı tasdik söz konusudur.

Az yukarıdaki izah tarzı ALLAH'ın gâipte olduğunu düşünenler için doğrudur. Ama... acaba... ALLAH (c.c.) gerçekten sadece gaipte midir?

"ALLAH'u nurussemavati vel ardı" (Sûre 24/Ayet 35) "ALLAH c . c . göklerin ve yerin nurudur."

"Velillâhil meşriku vel mağribu fe eynema tüvellu fesemme vechullahi, innellahe vasiun alîm" (Sûre 2 Ayet 115)

"Doğu da batı da ALLAH'ındır c.c. nereye dönerseniz ALLAH'ın vechi orasıdır. ALLAH (c.c.) herşeyi kaplar ve herşeyi bilir:

"Bunlar ve benzeri birçok âyetler ALLAH'ın c.c. sadece gaipte olmadığının açık ifadeleridir.

"Alimül gaybi veşşehede" (Sûre 59 Ayet 22).

"O, görüleni de görülmeyeni de bilendir." Dendiğinde alemlerin; biri gaip alemi, diğerinin de şehadet yani müşahade alemi olmak üzere iki türlü olduğunu öğreniyoruz. Eğer bir şey görülmüyor veya görülemiyorsa ona îmân söz konusu olabilir. Ama görünüyorsa ona îmân edilmez, şahitlik edilir veya müşahede edilir. O da “îkân” dır.

İşte cennet, cehennem, alın yazısı, melekler, arş, sırat köprüsü, mahşer v.s gibi varlıklara îmân söz konusudur. Ama maddi olan varlıklara şehâdet edilir, müşâhede edilir. Peki "Eşhedü en lâ ilâhe illâllah" deyince ne oluyor? Yani "ALLAH'tan (c.c.) başka ilâh olmadığına şahidim" dediğimizde, yukarda gâiplik ve şâhitlik diye vasıflandırdığımız hallerden ikincisini yani, görüyormuşçasına şâhit olma halini kabullenmiş oluyoruz. Eğer o niyetle söylemesek "şâhidim" yerine "îmân ediyorum dememiz gerekecekti.

Âlemler düzeyindeki, bu gâiplik ve müşâhede, aynen insanlar için de geçerlidir. Her birimizin eti, kemiği, derisi, saçı zahirimiz yani şehâdet alemimiz; ruhi durumumuz, aklımız, nefsimiz, gönlümüz de gayb âlemimiz olmaktadır. Her halükârda gerçek olan şudur ki müşâhede âlemi —insanın kendisi dahil— sınırlı yani sonlu, gâip âlemi —yine insanınki dahil— sınırsızdır, sonsuzdur.

Bütün bu anlatılanları bir cümle ile özetlersek gerekirse diyebiliriz ki; îmân gaybedir, şehâdete îmân gerekmez. Bu bakımdan eğer biz bu âlemde Hakıın varlığını müşahede ediyorsak îmâna gerek kalmıyor, îmân düşüyor, îmân görevini yerine getirmiş müşahedeye dönüşmüş oluyor. Bu halin diğer ifadesi ise “îkân” dır.



Belirli çalışmalar ve riyazatları sonunda Hakk'ı müşahede edemeyip ALLAH'a hâlâ îmân yollu yaklaşmaya çalışıyorsak ondan epeyce uzaktayız demektir.

Hazır olana îmân garip bir iştir. Ama eğer biz ALLAH'ı müşahade etmeden "Eşhedü" kelimesini söylüyorsak, affınıza sığınarak biraz yalancı ve gaflet ehli olmuyor muyuz? Bizler bu âleme Cenâb-ı ALLAH'ı müşahede etmek ve onu tanımak için gönderildik. Yoksa Hak Tealâ bizleri esmâ âleminde bırakırdı. Yani ruhlar âleminde kalırdık. Oradan da cennete veya cehenneme gönderilirdik.

Demek ki bizler zâhirimizle şehâdet âleminin ve orada rabbımızı müşahede ediyoruz. Gaybımızla da Hakk'ın varlığını gayb âleminde idrak ediyoruz. Neticede bunu başarabilen veya başaramayan yine insanın kendisi oluyor.

Yani kendini bilen, nefsini bilen, Rabbini de bilmiş oluyor, Efendimizin buyurdukları gibi. "Men arefe nefsehu fekat arefe rabbehu" "Kim ki nefsine arif oldu o ancak rabbine arif oldu."

Ayetin "gaybe îmân" veya "gaybı ile îmân" diye çevrilen bölümünün kısa izahından sonra "Namazlarını dosdoğru kılarlar" ifadesini ele aldığımızda bunun da biri zâhiri, diğeri bâtıni iki anlamı bulunduğunu görüyoruz. Zâhiri anlamda namazın kılınışı sırasında "tadil-i erkân"a (namazın hareketlerinin düzenli olması) uyulması gerektiği vurgulanmaktadır. Namazın şekli olarak dosdoğru bir şekilde nasıl kılınacağı çok önemli bir husus olmakla beraber, bâtıni yönden düşüncedeki fikirdeki doğruluk da bir o kadar, belki de daha fazla önemlidir''. Gerçekten istediğimiz kadar namazın rükünlerine tamamen uyalım, elimizi, ayağımızı, yani dışımızı düzgün tutalım, ama ya içimiz eğriyse, düşüncelerimiz başka yerlerde ise namazımızın sıhhatinden emin olabilir miyiz? (3)

-------------------

(3) Bu husuta (5) Salât, Namaz kitabımızda izahat verildi.

-------------------

Âyetin devamında,

"Ve onlara verdiğimiz nimetlerden, rızıklardan yerli verince infak ederler" mevcuttur.

Demek ki nafaka verecek kadar bir varlığa sahip olan bir müslüman, bu rızkından diğer ihtiyaç sahiplerini de rızıklandıracaktır. Bu rızık maddi olabileceği gibi kendini tanıma bilgisi, Marifetullah bilgisi gibi ma’nevi yönleri de olabilir. Çünkü verilen bu çeşit bilgide ruhun rızkını temin etmiş oluyor ki, bu ebedi bir rızıktır. Karnı doyan bir kimsenin bir kaç saat sonra acıkması mukadderdir. Ama Marifetullah olan rızık ebedi olarak verilmiş veya kazanılmış rızıktır.

"Vellezine yü'minüne bima ünzile ileyke vema ünzile min kablike, ve bil ahiratihüm yükînüne" “yakîn” (Sûre 2 Ayet 4)

Yani "Onlar sana indirilen Kur'an'a senden önce indirilen kitaplara îmân ederler ve ahireti şeksiz “yakîn” haliyle bilirler."

Buradaki "îmân" kelimesinin de biraz açılmasında fayda vardır. Îmân'ın; taklidi îmân, tahkiki îmân, ve yakîn "îkân" olmak üzere birbirini takip eden 3 aşaması vardır. Bunlardan taklidi olan îmân aileden, yakın çevreden, okuldan vs.’ den genelde daha çocukken işitilerek öğrenilir. Böylece kişide, ALLAH'ın varlığı ve bilinci oluşmaya başlar. Yaş ilerledikçe düşünce ve idraktaki gelişmeye paralel olarak çevredeki varlıklar müşahede edilmeye başlanır. Bunların varoluşları, yaşam ve gelişme tarzları, bir süre sonra şekil değiştirmeleri dikkati çeker. Sebep sonuç ilişkileri kurulmaya başlanır. Bütün bu oluşumların kaynağının bulunması, ALLAH bilincini iyice geliştirir. Bütün bu çalışmalar, insanın tahkik safhasını oluşturur. Bundan da ileri gidildiğinde "îkân" denilen "yakân" mertebesine ulaşılır, varlığın hakikatine vakıf olunur.

Gaybe, îmân ile yaklaşılır, müşahede de ise şehadet edilir. Yani gözle görülene şahitlik, görülmeyene de îmân edilir.



Îmândaki 3 safhayı Kur'an-ı Kerîm'le somutlaştırırsan birinci haldeki yani taklidi îmân safhasındaki kişi.

"evet bu Kur'an-ı Kerîm'dir der ve öperek başının üzerine koyar, hörmet eder ve bir köşeye bırakır.

İkinci halde ki, yani tahkiki îmân safhasındaki kişi Kur'an-ı Kerîm'i alır, açar, okur, hükümlerini yerine getirmeye çalışır yapabildiği kadarını yapar hayli gayret sarfeder.

Üçüncü haldeki yani îkân, yakîn safhasındaki kişi îmânı, îmânı demeyelim de îmân üstü yaşamı, hadis-i şerifte belirtilen "el insan-ü vel kur'an-ü tev emânü" dedikleri hakikatin zuhura çıkmasıyla olur. Yani "insan ve kur'an bir(4) batında doğan ikiz kardeş gibidirler" (4) Lübb-ül Lüb, Özün Özü, Sayfa 30.

tabii ki buradaki batın, insanın zahiri için ana rahmi, batınî yönü ve Kur'an-ı Kerîm için ise "Bismillâhirrahmânirrahîm" deki Rahman'ın rahmidir, yani "Ulûhiyettir" .

Hakkın zatından doğmak yani (zuhura gelmek) nedeniyle ikiz kardeş olan Kur'an ve insandan; Kur'an-ı Kerîm'e ALLAH'ın kelâmı kelâmullah denmesine karşılık insana da habibullah, ALLAH'ın habibi ve "Kur'an-ı natık" yani "konuşan Kur'an" denmektedir.

Sen ona korkma de kur'an-ı nâtık,

Gönül kâ'besine gir ol mutabık,

Devreyle ol kâ'benin etrafını,

Devrederler bir gün gelir şems-i zâtını.



Şehadet âleminde zuhura gelen bu iki zâti tecelli îmân yoluyla birbirlerine yaklaşıp hakikatlerini idrak ederler, böylece (likâ) mülâki buluşma yakîn meydana gelmiş olur.

Yakîn mertebesinde îmândan söz edilemez, çünkü îmân, biri îmân eden, diğeri de îmân edilen olmak üzere ikiliği gerektirir.

Diğer yönü ile ise, “îmân, îmân eden, ve îmân edilen, olmak üzere üçlü bir husus vardır işte bunların teke düşmesi, yani ortada sadece Hakk’ın kalması îkân’dır”

Halbuki tasavvufta tevhid yani birlik esas olduğuna göre bu ikilik ne şekilde tekliğe indirilecektir? Bir düşünürün "çık aradan, kalsın yaradan" diye çok derin ve özlü bir sözü vardır. Yani kulun kendisini idrak mertebesinde aradan çıkarması gerekmektedir. Bu takdirde "kul" var zannettiği kendi varlığını, kafasındaki, zihnindeki izâfi benliğini, nefsi benliğini ortadan kaldırabilirse ortada sadece "İlâhi benlik" kalacaktır.

İşte bu bakımdan gerçek tevhide ulaşılınca îmân düşmektedir. Îmân ile hareket etmeye çalışılıyorsa ikiliğin hüküm sürdüğü bir yaşam tarzına devam ediliyor demektir. Ancak burada özellikle belirtmek gerekir ki, kişi, kendi bulunduğu yeri bilmeli, derecesini aşan durumlara tevessül etmemeleridir. Zira zemin kaygandır, kılavuzsuz yola çıkılmamalıdır. Meselelerin iyi anlaşılması ve yerinde değerlendirilmesi lâzımdır, şeriat ve tarikat mertebelerinde mutlaka îmân vardır, hakikat ve marifet mertebelerinde îkân meydana geldiğinden îmân kendiliğinden müşahedeye dönüşmektedir. Devam ediyoruz "Ve bil ahirati hüm yükınün” "Yani" ahirete de yakîn bir îmânla, îmân ederler." Diye çevirebileceğimiz âyetin son bölümünde "yakîn ifadesiyle yaklaşırlar ve öyle müşahede ederler" de diyebiliriz. Yani Hazret-i Rasulüllahın Kur'an ve hadislere dayanarak bildirmiş olduğu âhiret hukukunu sanki görüyorlarmış gibi yakîn olarak müşahede ederler.

Şurası bilinmelidir ki yakîn bilgisinin dışındaki bütün bilgiler naklidir. nakledilen bilgilerle sağlanılan yakınlığa, "bilmel yakın" denilirse bunun da ilerisi, "ilm-el yakîn, ayn-el yakîn, ve Hakk-el yakîn olmak üzere 3 aşaması vardır. Bunlardan ilm-el yakîn, konuya akliyle, bilgisiyle, ruhuyla o bilgiye varmak özüne ulaşmak demektir. Kısacası ilimle yaklaşmaktır. Ayn-el yakîn, görerek yaklaşmayı ifade eder. Hakk-el yakîn ise bilginin sahibi olmak, kendisi olmak demektir. Buna şekeri misal gösterirsek:

Birincisi şekeri tarif etmektir. İkincisi şekeri tatmaktır, yemektir, görmektir. Üçüncüsü de şekerin kendisi olmaktır, yani şeker olmaktır.

İşte âyette bahsedilen yakîn, (yakın) değil, gerçek yakîn hüve hüvesine o olmaktır. Ariflerden birisine "yakîn nedir"? diye sorulduğunda "el yakînü hüvel Hak" yani "O Haktır" cevabını vermiştir. Böylece âhireti de yakîn haliyle yaşamaktadır her an ölecekmiş gibi yaşamaktır. Yaşantısını bu düzen üzerine oturtmuş olan kimseler yani yakînlar müşahade ehlidirler, her şeye o mertebeden değerlendirirler.

5'inci âyete geldiğimizde "ülâike alâ hüden min rabbihim ve ülâike hümül müflihun" yani.

Yüklə 0,99 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©www.genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə