GöNÜlden esiNTİler: ÎMÂn ve îKÂN: necdet ardiç terzi BABA necdet ardiç İrfan sofrasi tasavvuf seriSİ (72)



Yüklə 0,99 Mb.
səhifə8/10
tarix25.06.2018
ölçüsü0,99 Mb.
#51702
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10

Sohbet (8)

Euzübillahimineşşeytanirracîm

Bismillâhirrahmânirrahîm

Bu akşam 25/05/2008 Pazar günü akşamı İzmir Buca Şirinyer bölgesindeyiz. Sohbetimize kaldığımız yerden devam edelim. Bu akşam ki sohbet mevzuunun konusu, Îmânın özelliklerinin devamı Vahiy ve Cebrâîl kitabı sayfa 16 îmânın diğer özellikleri diye başlığı vardır.

Daha evvelki sohbetlerimizde mesnevi şeriften bir bölüm, bir paragraf alarak îmânın bazı hakikatlerinden bahsedilmişti. Daha sonra aynı kitaptan af’al mertebesi îmânı esmâ mertebesi îmânı sıfat mertebesi ve zat mertebesinde oluşan îmânlardan bahsedil-mişti.

Burada biraz daha değişik yönü ile mevzumuza devam edelim. Îmânın diğer özellikleri:

İnsanlık seyrinin gelişiminde îmânında seyr mertebelerini görmekteyiz. Yani Âdem (a.s.) devrindeki Allah bilinci ne kadar ise, o mertebenin îmân bilincide o kadardı. Yani kendinden sonraki mertebeler henüz daha oluşmadığından îmân haliyle o mertebesi kadardı.

Biz ümmeti Muhammed olmak üzere, îmânın bütün mertebe-lerini bilen bir ümmetiz. Neden? Çünkü son ümmet olduğumuzdan başkada yeni bir hukuk gelmeyeceğinden, bu günlere kadar gelmiş olan bu mertebeler ise İslâmın içinde mevcuttur.

Muhammediyet gelmeden evvel, en yüksek îmân anlayışı Îseviyette idi. Îseviyet gelmeden evvel en yüksek îmân anlayışı museviyette idi. Ondan evvel ibrâhîmiyet mertebesinde idi.

Ama işte bizlerin özelliği ve güzelliği, bütün meratibi İlâhiye de olduğu gibi en üst yerden bakıp, bütün îmân mertebelerini müşahede etmektir. İşte kemâli bir îmâna sahip olmak için bize lâzım olanda aslında budur.

Îmânı dörde bölmüştük. Af’al mertebesi îmânı esmâ mertebesi îmânı sıfat ve zat mertebesi itibarıyle ki, zat mertebesinde îmânın aldığı isim îkân olmakta idi. Nerde bahsediliyordu Cibril hadîs-inde ve onun devamında bir sürü Kurân-ı Kerîm âyetlerinde açık olarak belirtiliyordu.

Yavaş yavaş yolumuza yine devam edelim. İnsanlık seyrinin gelişiminde îmânında seyir mertebelerini görmekteyiz. Âdem (a.s.) îmânı günahlarından arınmak için rablarına yalvarma yolunda idi. ”Rabbena zâlemnâ enfüsenâ………….” gibi.

İbrâhîm (a.s.)a kadar îmân dua mahiyetinde idi. Yani Allahı idrak etme şuurlanma şeklinde dua mahiyetinde geçti. İbrahim (a.s.) ile tevhid hakikatleri ortaya çıkmaya başladı, onun mertebesi tevhidi af’al, kendisi de tevhidin babası ünvanını aldı. Îmânı tevhidi af’alin îmânı oldu.

Mûsâ (a.s.) ile tenzih hakikatleri ortaya geldi. O mertebede Allah sadece göklerdedir bilinmez ve ulaşılmaz haldedir, tenzih mertebesi itibarıyle. Bu yüzden Mûsâ (a.s.) ın îmânı tenzih oldu. Ve kendisinden bahsedilirken Mûsâ’nın rabbı diye ifade edildi. Neden Mûsâ (a.s.) anladığı ve kavmine öğrettiği bir îmândı. Buna ne diyorlar yahovalar, yahve adını verdiler. Bu arada firavun boğulurken ne dedi? Ben Mûsâ’nın rabbine îmân ettim dedi. Allaha îmân ettim demedi de Mûsâ’nın rabbine dedi. Neden, Mûsâ kendi rabbına nasıl îmân etmişse, bende öyle îmân ettim dedi. Yani oradaki îmânın en ileri derecesine ulaşan Mûsâ (a.s.) dır.

Îsâ (a.s.) ile teşbih hakikatleri ortaya geldi. Benzetmeli ifadelerle gerçekler izah edilmeye başlandı. Meselâ bir şeyi genel ma’nâ sı ile anlamak anlatmak mümkün değil iken, onu daha küçük vasıflı bir şeye benzeterek, misallerle anlatmak. Bunun neticesinde üçlü Allah anlayışı îmânı ortaya çıktı. “Ebâ-ebi ve ruhul Kudüs” anlayışı ortaya çıktı. Yani “Baba oğul ve ruhul Kudüs” ile ifade edilmeye çalışıldı.

Muhammed (s.a.v.) de ise, museviyetin tenzihi, yani ötelerde bir Allah inanışı, Îsevilerinde teşbih misallendirilmesi birleştirilip tevhid oluşturuldu.

Yani museviler Allahı yukarılara attılar tenzih yaptılar aşağıda görmediler, hıristiyanlar ise, o gökte değil yerdedir Allahın oğlu da buradadır dediler ve Allahı aşağıya indirdiler gökte olan Allahı kaldırdılar.

Ama Cenâb-ı Hakk hem gökte hem yerde, ve her yerdedir. “Vel evvelü-vel âhiru-vezzâhiru-vel bâtın.) (57/3) bütün âlemleri ihâta etmiş olduğundan Muhammed (s.a.v.) ın şahsında da tevhid dediğimiz gerçek îmân ortaya çıktı ki, aslı ve kemâli îkân’dır.

Tevhid dediğimiz zaman “Lâ ilâhe illâllah Muhammedün rasülullah” dediğimiz sadece kelâmi olan yönüdür. Halbuki bunlar çok gerçekçi yaşanacak meselelerdir.

Tenzih ve teşbihi birleştirip tevhid oluştuğunda “evvel, âhir, zâhir, bâtın,) hepsi odur diyerek gerçek îmânın ne olduğunu açık olarak ortaya getirdi.

Tek’i ifade eden “Bismillâhirrahmânirrahîm” bakın diğer bütün anlayışlardan onların üstünde bir idrak ve şuur ile Allahın rahmân ve rahîm isimleriyle, tek olarak ifadesi oldu. Ve kelime-i tevhid ile de bu îmân netleştirildi.

Mûsâ (a.s.)ın kavmi, birçok ilâhlar üreterek kesrete, yani şirke düştüler. Romalılar da birçok erkek ilâh ve kadın ilâheler ürettiler. Îsâ (a.s.) mertebesinde ilâhlar üçe düşürüldü. Yani batının, romanın çok ilâhları üçe düşürüldü. Bir anda onu teke düşürmek mümkün değildi, zâten onlar bunu anlayamazlardı. Üçe düşürüldüğü halde gerçek ma’nâ da anlayamadılar. Yani “baba oğul ve kutsal ruh” olarak üçe indirdiler.

Halbuki Îsâ (a.s.) bunlarında tek olduğunu söyledi, ama çokluğa alışmış olanlar bir anda teke gelemediler, çoğun en azı anlayışı 3 olarak bakmaya başladılar.

İslâmın zâhirinde ise, kimlikler ikiye indirilerek yani iseviyet mertebesinde, üçlü Allah inancı var iken, İslâmiyetin zâhirinde bu ikiye indirildi. Nasıl oldu? kul ve rab hükmüyle. İslâmiyetin zâhiri ikilik üzere bina edildi. Yani yukarıda Allah aşağıda kul anlayışı ile oluştu.

İslâmın özünde bulunan mutlak tevhidin oluşması için, az önce söylediğimiz lâfzi tevhid, ama bu lâfzı tevhidin içerisinde mutlak tevhid de vardır. İşte o mutlak olan tevhid anlayışında ikiye yer yoktur. İslâmın zâhirinde ikiye yer vardır, ancak bâtınında hakikatinde iki ye yer yoktur. İşte bu mutlak tevhid’in oluşması için ikiden birinin ortadan kaldırılması lâzımdır. Bu kaldırılması gerekecek olanında tabi ki rab değil kul olması lâzım gelecektir.

O halde bizler evvelâ kendimizi varlık sahasından dışarıya çekmemiz gerekmektedir, aksi halde ben var Allah da varsa, bu gizli de olsa bir şirk hükmündedir. Gerçi suç unsuru o mertebede oluşturmamaktır. Ama kişi seyrine devam edip, yukarılara doğru çıkmak istiyorsa, yukarılara doğru çıkacağı zaman üstündeki ağırlıklarını atması gerekecektir, üzerinden ne kadar çok ağırlığı atarsa, yukarıya doğru kolay çıkacağı aşikar olduğundan, o zaman kendi varlığının maddesel ve bedensel yönünü terkedip lâtif tarafıyla hareket etmesi gerekmektedir.

O lâtif tarafı da, Hakk’tan gayri bir şey değildir. “Ve nefahtü fihi min ruhi” (15/29) Bizim varlığımızda mevcut ve var olanı bulup Hakka ulaştırıp bu şekilde bedensel nefsi benliğimizi de ortadan kaldırdığımızda işte o zaman “tevhîd/birlik/îkân” oluşmuş olmaktadır.

Çık aradan kalsın yaradan” ifadesi ile, çok açık basit ve lâtif olarak telâffuz edilen, bu kısa cümle büyük bir ma’nâ hakikatini ortaya koymaktadır. Kişi kendi varlığında bulunan nefs ve hevasından ne derece sıyrılabilirse o derece kendisinde ki Hakk meydana çıkacaktır.

Bakın bizle Hakk arasına rabbımız arasına perde olan tek varlık, hayal ve vehim zan’dır. O nedir? Kendi varlığımızın bir gerçek olduğunu zannetmektir. Halbuki bizim her birerlerimiz, bir hayelden ibaretiz. İşte bu zannımızı aradan çıkardığımızda kalacak olan Hakk’ın ta kendisidir.

Böylece kendinde, beşeri kendinden bir şey kalmadığıdan, gerçek tevhide tevhidin îmânına-îkâna ulaşmış olacaktır. Yani zat mertebesindeki îmânın hakikati îkân’dır.

İseviyette îmân teslis, yani “Hak âlem ve kul” üçlüsü mahiyetindedir. Yani “ebâ-ebî ve ruhul Kudüs” teslis-üçlü Allah ma’nâ sınadır. İşte teslisin bir diğer ifadesi bir Hakk var bir âlem var bir de kul vardır. Bu üçlü anlayıştır. Yani âlem ayrı, Allah ayrı, kul ayrı, bakın birliktelik yok tevhid yoktur.

İslâmın şeriat mertebesindeki îmânı, şeriat mertebesi ikilik üzere vâz edildiğinden kul ve Hakk ikilisi üzere binâ edilmiştir. Aradan ne kaldırıldı âlem kaldırıldı. Yani iseviyet teslisinde Hak var, âlem var, âdem vardır.

Ama İslâmiyetin zâhiri âlemi kaldırıyor, sadece rab ve kul ikilisini bırakıyor. İmân esmâ mertebesinde duygusallık ve muhabbet üzerine binâ edilmiştir. Esmâ tarikat mertebesinde duygusallık ve muhabbet üzerine binâ edilmiştir.

Îmân hakikat-sıfat mertebesinde ikilikteki tekliği bulmaktır. Yani Cenâb-ı Hakk’ın zâtında var olan insan vasfını, insandan kasıt beşer özellik vasfını ortadan kaldırıp iki gibi görünenin aslında bir tek olduğu şuuruna ulaşmaktır. İnsanı ortadan kaldırmak demek tabancayla vurup mezara sokmak ma’nâ sında değildir, vasfının ne olduğunu hakikatinin ne olduğunu idrak etmek suretiyle yokluğunu anlamaktır.

Yani bizim, bize ait olan bir varlığımızın olmadığını, bütün bizde görünenlerin, Cenâb-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarının zuhurundan başka bir şey olmadığını anladığımızda, “çık aradan” dediği hakikat meydena gelmekte, biz ortadan kalkmaktayız, bizde var olan Hakkı müşahede ettiğimizde bize verilmiş olan emaneti, Hakk’a teslim etmiş olmaktan mülk sahipliğimizden vazgeçtiğimizden mülkü sahibine iade ettiğimizden, kendi varlığımız kalmamış, bu şekilde bizde var olanın, Hakk olduğu ortaya çıkmış olur. Ve bu sıfat mertebesindeki ikilikteki tekliği anlamak olur. Yukarıda Allah, aşağıda kul, gibi olan ikiliği kulun kalkmasıyle tekliğe, sadece Allahın kalmasıyla sıfat mertebesindeki îmân anlayışı oluşmaktadır.

Îmân marifet mertebesinde, bunun biraz daha ilerisi olarak, kendindeki uluhiyyet ve abdiyyet mertebelerinin Hakk’ını vererek tek olarak yaşamaktır. Bu sıfat mertebe-sindeki îmâna biraz benzemektedir, yalnız şu farkı vardır. Îmân, sıfat mertebesinde ikilikteki tekliği bulmaktır. Yani şuur olarak ikilikteki tekliği bulmak, ve bunu Allaha vermektir. Yani kişinin idraki kendi yokluğu bunu Allaha vermektir.

Îmân marifet zat mertebesinde ise, kendindeki ulûhiyyet ve abdiyyet mertebelerinin Hakk’ını vererek tek olarak yaşamaktır. Bakın şimdi, sıfat mertebesindeki îmânda kişi kendini kaldırıyor her şeyi Hakka veriyor, her şeyi. Ama zat mertebesindeki îmânda yine aynı teklik vardır ama, bu defa kul kendindeki Hakk’la, kendi beşeriyetiyle abdiyyetiyle, uluhiyyet ve abdiyyet metre-belerini birleştirerek onun Hakk’ını vererek, Hakk olarak yaşamakta, kul olarak değildir. Tabi ki ismi de görüntü-süde kuldur ama, bâtıni ma’nâ da hakikati İlâhiyyeye ulaşmış ve onunla yaşadığı için, artık kendisinin varlığı söz konusu olmadığından, bu îmân diğer îmâna göre bir mertebe üstte olan ve yaşayarak bilinen yaşanan bir îmân/îkân’dır.

Ulûhiyyet ve abdiyyet, bakın burada ifade edilen beşeriyet değil abdiyyettir. Peygamber efendimizin ilk Muhammedün rasulüllah tan sonra “abdühû ve rasulühû” İşte bahsedilen abd, bu mertebede velilik-velâyet mertebesi olmaktadır. Kul bu hakikati idrak ettiği zaman, Allahın velisi ve tek bir varlık olarak yaşamakta, Hakkani vücudu ile ve Hakkın velisi olarak yaşamaktadır. Bunun diğer tarifi ise, “zuhur hâlinin kadîm hâline dönüşmesi” şekliyledir.

İşte burada, Cenâb-ı Hakk, zat-Allah sıfatı ile kendisinden razı olmakta, “râzıye-merzıyye” (89/28) mertebesinin kemâli buradadır. Bakın burada Allah esmâsı ile teknik bir konu vardır.

Cenâb-ı Hakk o kulunda abdında, yani kemâli ile zâhir olduğun-dan, velisi olmaktadır, peygamberlik süresi zâten geçtiğinden velisi olmaktadır. Veli ise zâten, en yakını demektir, ve bu halkıyyeti ile Cenâb-ı Hakk’ın Allah sıfatının ondan razı olması, mertebeyi rıza halinin oluşmasıdır.

Esmâlarının rızası değil, bakın zâtının rızası olmakta ve o zaman da kul da merzıyye yani râzı olunmuşlardan olmaktadır. Neden? Allah esmâsının, ma’nâsı’nı zuhura çıkardığından dolayıdır.

Tek olarak böylece yaşanmakta, işte “abduhû” bu hakikati itibarıyle, ve “rasüluhû” işte bu mertebenin kişileride, risâlet mertebesinin zuhurlarıdır. Bu yüzden Peygamberimizin vârisleri olarak Nübüvvet risâlet-i devam etmekte ancak mühürsüz olaraktır.

Peygamberlik kaldırıldı, ancak Peygamberin vârisleri olarak risâlet devam etmekte, yani habercilik devam etmektedir, eğer bu kesilmiş olsa idi insanlık sona ererdi. İnsanlığın sona erdiği devrede bu kesilecek, risâlet tamamen kesilecektir. Ancak bu risâlet mühürlü bir risâlet değil batında olan bir risâlettir. Ve yeni hükümler getirmez, gelmiş olan İlâhi hükümlerin ilhâmi olarak açılımlarını zuhura getirirler.

Herkesin bulup bilip peygamber hazretleri gibi tanıyabileceği bir risâlet değildir. Ama risâlet bu yüzüyle devam etmektedir.

Zat mertebesinin iki özelliği vardır. Yani zat mertebesinde yaşanan îmânın iki özelliği vardır.

1... Zat-ı Mutlak

2... Zat-ı Mukayyed

Zat-ı Mutlak aynı zamanda gaybı mutlaktır. Ve burası mutlak tenzihtir Bu mertebeyi anlamaya yol yoktur. Hani diyoruz, Yukarıda mevzu oldu, ”yü’minune bil gaybi” Onlar gayba îmân ederler.

Oranın gayb-ı’nı kendi gaybımızı idrak etmek suretiyle Allahın gayb-ı’nıda kolayca idrak ederiz gibi bir bilinçlendirme geçmişti. Bunun bir mertebe sonrası daha var vakti gelince bakacağız demiştik şimdi orası geldi.

Belki daha önceki sohbetlerde bir miktar konuşulmuş olabilir. Ancak, bir kez daha tekrarda yarar vardır. Mutlak ma’nâ da tenzih gaybı mutlaktır, ve burası mutlak tenzihtir.

Daha evvel yapılan, museviyet mertebesi tenzihi önceden de konuştuğumuz gibi lâfzi tenzihtir. Mutlak tenzih değildir. İşte burada zât-ı mutlak gaybı mutlak, yani Cenâb-ı Hakk ehadiyet ve a’mâiyyet mertebeleri itibarıyle mutlak gaybta’dır. Mutlak tenzih de orasıdır. Mutlak gayb’ta orasıdır.

Çünkü orada ne bir akıl ne bir fikir ne herhangi bir şey ne peygamberlere, nede bir başka varlıklara haber bilinç yoktur. A’mâ, deniyor bilinmezlik hâli kendi kendinde, dışarıya gizli ama, kendine gizli değil, olduğu âlem burasıdır. İşte burası bilinemediğinden mutlak gayb, diğerleri izâfi gayb isimlendirilmiş gayb’dır.

Oraya ermek mümkün olmadığından kendimizdeki ne ruh tarafından ne akıl tarafından ne de duygular nefsimiz tarafından kıyas yaparak orayı bilmek mümkün değildir.

Ancak yü’minune bilgaybi deki var olan âlemin gaybi düşünüldüğünde orayı kıyasla anlamak mümkündür, ama mutlak gaybı kıyaslada anlamak mümkün değildir. Çünkü benzetmesi yoktur

Bu mertebeyi anlamaya yol yoktur. İşte sadece burası için îmânı gaybi-gayba îmân hükmü mevcuttur. Âyet-i kerîmede bahsedilen esmâ mertebesi olarak gayba îmân oraya ulaşımak mümkün çünkü kendimizde karşılığı var nispetleri var. Ruh bizde var âlemde de var, Oradan yola çıkarak, gayba îmân kolay olmakta, o zaman müşahedeye şuhuda îmân olmaktadır.

Ama burada ne ruhtan ne nefisten ne nurdan ne duygulardan, hiç bir şeyden haberi olunmayan, haber verilmeyen bilinmeyen, bir sahaya müşahedeli îmân etmek mümkün değildir. İşte burası mutlak surette gayba îmân yeridir. Neden? Hiç bir şey bilinmiyor. Peki neye îmân ediyoruz? Bize bildirilenlere itimat ederek. . Onlar diyorlar ki burası böyledir buraya îmân edeceksiniz, tamam amennâ ve saddaknâ işte burası sıddıkıyet mertebesini gerektiriyor.

Dört tane halifemiz vardır. Halifelerimizin her birerleri İslâmiyette bize birer mertebeyi bildiriyor. Tarihi bir vakıa değil sadece, yaşanacak bir hadisse, bu da ayrı bir konu yeri gelmişken kısaca bahsedelim.

Her birerlerimizde olması gereken ilk şey tasdik’tir. Neyi tasdik, Allahın varlığını birliğini peygamberimizi, evliyaullahı pirlerimizi hakiki ma’nâ da olan, evvelâ bunları tasdik etmek gerekiyor. Tasdik etmeden peşlerinden gitmek mümkün değildir.

Tasdik ettikten sonra ne mertebesi geliyor, Fâruk-fark edicilik-ayırıcılık vasfı geliyor. İşte kişi bu vasfa da bürünmesi lâzımdır. Karşısına gelen her şeyi tam olarak kabul etmesi, farukiyet mertebesini anlamamaktır.

Teslim olmak derken, bir şey önümüze konacak. Bu hayatımızın herhangi bir sahasında da olabilir. İtimat ettiğimiz şey ise bunu alacağız ama ihtiyata bırakacağız. Sonra farukiyet devreye girecek aldık ama, meselâ bize bir çek verdiler, o çeki işleme koymadan önce araştırmaya başlayacağız. Mutlak kabul etmeden önce araştırma yapacağız, farukiyet ortaya çıkacak. Soracağız ilgili birimlere ona ona ona tamam ise o zaman mesele yok. Değilse al kardeşim çekini sen, bu sende kalsın deriz. Akıllıca olan iş bilen budur, bu hususları sadece ticarete değil hayatımıza da uygulamamız gerekiyor.

Tamam tasdik ettik, farukiyeti de çalıştırdık oldu. Ama buda daha yetmiyor. O zaman bunu tatbik sahasına koyduğumuzda mutedil ve muhabbetli olacağız, O zaman iki nurlu zinnûreyn devreye girecek. İki nurlu zâhir ve bâtın ve muhabbet ehli...

Hz Osmanın özelliği oymuş, halim selim çok yumuşak bir insanmış, ve bu yüzden de yüzü tutmuyormuş, kendi yakın akrabalarını devlet işlerine getirmiş, bu yüzden de fitneye sebep olmuş, zâten ömrü de öyle yumuşaklıkla gitmiş. Bu da bir vasfımız olacak, ondan sonrada Hz Ali efendimizin de vasıflarıyla vasıflanmış olacağız.

Hz Ali efendimiz ise, şeceat, doğruluk mertlik ve ilimdir. En büyük vasfı peygamberimizin buyurduğu Hz Ali efendimiz için “Ben ilmin şehriyim Ali kapısıdır.” (Ali bâbuhâ) O halde yolumuz onun ayak izi ile devam ederek, dört halife dönemini böylece bünyemizde yaşamamız gerekecek.

Bunlar rast gele, şöylece böylece oraya konmuş isimler değildir. Hem tarihi vakıa gerçekler olarak, hem de onlardan sonra gelenlerin, yani dervişin bir Hakk yolcusunun kendisindeki ahlâkları olarak düzenlenmiş gerçek yaşam hadiseleridir.

Ve kendi irâdi halimizde, aleyhisselâtü vesselâm efendimizin, yani akıl ve irademizde onun tecelli mahalli olacak, O zaman biz beşli bir ayak üzere durmuş sağlam ayaklarla basmış, her iki dünyaya da tatbik edilebilir, gerek ticarete, gerek maneviyata, tatbik edilebilir bir sistemi, kendimizde oluşturmuş olacağız. İnşallah böyle olunca da ne dünya da ne ahirette hiç bir zarar çekmeden tedbirli davranıp, ve zaman vakit kaybetmeden her iki dünyada da saadet üzere olmuş olacağız.

Tabiki bu bir temennidir. Cenâb-ı Hakk’ın da bir kazâ ve kaderi vardır. Biz istediğimiz kadar bu sistemi oturtmaya çalışalım, tatbik etmeye çalışalım Cenâb-ı Hakk’ın kazâ ve kaderi bizim üzerimizde olacaktır. Ancak, kazayı mübrem, kazayı muallak, diye bir özellik vardır. Biz kendi irademizi de kullanmak ve bu yolda yürümek zorundayız. Bütün bunları kullandıktan sonra başımıza bir eksi hâdise gelirse, o zaman bu kaderdendir diyerek boyun bükmemiz daha kolay olacaktır. Ama bütün bu tedbirleri almadan, hiç araştırma yapmadan, gerek dünya için gerek tarikat yaşantısı üzerinde olsun körü körüne girdiğimiz bir hâdise o zaman bizim hatamız olmaktadır. O zaman Cenâb-ı Hakka diyemeyiz ki, sen bunu bana yazmışsın diye! Bu yanlış olur.

İşte böylece dört halifenin hakikatlerini de yaşamamız gerekmektedir. İşte ancak sadece burası îmânın gaybi îmân hükmü mevcuttur. Gaybe îmânda sıddıkıyet mertebesi yani tasdik mertebesidir.

Buradan sonraki tecelliler, idrak edilir hallerde olduğundan, yani a’mâiyyet ahadiyyet vâhidiyyetten sonraki tecelliler idrak edilebilir hallerde olduğundan, ilmi îmân, şuhudi îmân, ve bunların toplamını bünyesinde bulunduran “îkân” dır.

Îkân yakîn-kurb kelimesi ile ifade edilen yakınlık değildir. Biz bunu karıştırıyoruz Yakın ile yakîni birbirine karıştırıyoruz. Yakînlik dendiği zaman yakınlık akla geliyor bunun arapça karşılığı yakının arapça karşılığı kurb-kurbiyyet kurban denilen hâl dir

Kurb’an niye diyorlar? O koç, ne kurban ne bir şey, yanlış ifade edilmektedir. Kurb’an olan koyun değil oradaki ameldir. Yani kurb’an kesmeye niyet etmiş bir kimse, bazı fedakârlıklar yapması gerekiyor. Evvelâ kurb’anı alacak parayı tedarik etmesi gerekiyor, bunu cebinden çıkarması gerekiyor. İkinci kesimi sırasında bir çok sıkıntı sıra beklemesi getirmesi götürmesi gibi işlemler gerekiyor. İşte bu işlemler neticesi Allaha yaklaşması kurb’an! Kesilen koç kurban değil. Ama biz o hayvanı kurb’an zannetmişiz. O, muamele içinde yapılan bir vasıtadır. Yoksa kesilen o kurb’anın ne eti ne kemikleri ne kanı Hakk’ın huzuruna gider. Ona giden yaptığımız hareketler fiillerimiz niyet ve düşüncelerimiz olmaktadır, kurb’an budur.

Kurb, ama yinede ikilik gerektiren bir hadise bir kurb’an eden var, bir de kurb’an edilen vardır. İkilik vardır. Ancak yakîn kelimesinde ikilik yok teklik vardır, ikiliği ortadan kaldıran bir teklik anlayışı vardır.

Kurb kelimesi ile ifade edilen yakınlık değil, yakınlık iki varlık gerektirir. Îkân ise, böyle bir şeyi kabul etmez. Yani ikiliği kabul etmez. Îkân ikiliği kabul etmez. İkiliği kaldıran en keskin kılıçtır.

Îkânı tarif ederken şöyle demişler El yakînü hüvel Hakk” “Yani yakîn, zatıyla sıfatıyla af’aliyle her şeyiyle Hakk’tır.” Tefsirler bazı yerlerde yakîni ölüm ile tercüme etmişlerdir. Kısmen bu da doğrudur. Ölmeden evvel ölen kimselerin varlığında Hakk’tn başka bir şey kalmadığından ikilikte düşer teklik olan yakînlik kalır. Bu dolaylı bir benzetmedir.

Şimdi tefsirlerde ölüm ifadelerinde, yakîn ifadelerinde ölüm yorumu var öyle kullanıyorlar. ”Fesebbih bihamdi rabbike ve kün minessâcidîn Va’büd rabbeke hattê ye’tiyekel yakîn” Hicir 98/99

Fesebbih-tesbih et: Tesbih edecek kişide diyor, ya rabbi neyi tesbih edeyim. Tabi sorulacak. Şimdi birisi gelse bunu yap? Dense. . O zaman diyecek ki ne yapayım nereye götüreyim adresi neresi diyecektir. Tabi bunlar sorulacak.

Biz diyoruz ki şimdi yahut kul neyi tesbih edeyim? Neyle nasıl tesbih edeyim?



Bihamdi rabbike Rabbının hamdınla tesbih et, senin hamdınla beni tesbih etme diyor, neden? Çünkü sen beni hayal, zan ve vehimle tesbih edersin, o bana ulaşmaz diyor. Benim hamdımla, yani rabbının hamdınla tesbih et. Fesebbih, ne kadar açık âmir hüküm emir fiili ve oradaki “fe” ise hemen acele tesbih et ma’nâ sınadır.

Soruyor kişi nasıl tesbih edeyim, yahut ne diyeyim, on tana mi, yirmi tane mi, yüz tane mi? O zaman yolunu açıyor “Bi hamdi rabbike” rabbının hamdıyle tesbih et. O zaman ortaya neler çıktı. Evvela rabbımızı bilmek şart oldu, ve rabbımız nasıl hamd ediyor, onuda öğrenmek şart oldu, onu öğren de ondan sonra tesbih et diyor.

Fesebbih bihamdi rabbike ve kün minessâcidîn ve secde ehli ol. İşte ondan sonra Va’büd rabbeke hattê ye’tiyekel yakîn” Yakîn gelinceye kadar rabbine ibadet et. Burayı tefsirlere baktığımız zaman ölüm gelinceye kadar rabbine ibadet et hükmünü çıkartırlar.

Ama yakîn ehli ise burada ölüm gelinceye kadar rabbine ibadet hükmünü çıkarmaya gerek yok, bunu söylemeye bile gerek yoktur. Zâten ölüm geldiği zaman o kişi ibadet etmesi mümkün değildir. O halde bunu söylemek tam bir anlayış değildir, bunu söylemenin bile gereği yoktur. Yani Kurân-ı Kerîmin aslı öyle demiyor.

Şimdi küçük bir benzetme yapalım. ”Küllü nefsin zâikatül mevt” yerine “Küllü nefsin zâikatül yakîn niye denmemiş?

Küllü nefsin zâkatül mevt :Her nefis ölümü tadacaktır. Bakın burada ölüm mevt olarak geçiyor. Cenâb-ı Hakk ayıramıyormu ki burada” Va’büd rabbeke hattê ye’tiyekel mevt” diyemezmiy di. Açık olarak hiç bir tereddüt kalmazdı orada. Ama bakın buraya yakîn halini koymuş. İşte buradaki mevt ile yakînin hâli, aslında yakînlik bir bakıma ölümdür, ama fiziki ölüm değildir, kulunun rabbında “fâni onun la bâki” olmasıdır. Ölümlede yorum-lanabilir ama fiziki ölüm değildir.

Peki nasıl bir ölüm! “Va’büd rabbeke” Rabbine ibadet et ne zaman kadar? Yakîn gelinceye kadar. Ölüm gelinceye kadar demiyor. Ne zaman ki biz yakîn hakikatini hayatımızın bir bölümünde idrak ettik, 45 yaşımızda idrak ettik veya 30 veya 60 veya 80 yaşında ettik. İşte bizim süremiz oraya kadardır.

Va’büd rabbeke” “Rabbına ibadet et.” Hangi rabbına, O da rabbı hassına, Allaha değil, Rabbül erbaba değil. .

Va’bud rabbeke” Onun rabbına diyor. Allaha rahmana demiyor

Yani hangimizin rabbı hası ne ise hangisi ise, biz genelde oraya ibadet etmekteyiz çünkü ilk önümüzdeki odur. Hani çocuğun annesi varken, ne padişaha ne valiye gitmiyor, anne diyerek annesine gidiyor. Baba diye gitmiyor gitse de annesini bulamadığı zaman babasına gidiyor. İlk gideceği yer annesi oluyor neden çünkü rabbı o terbiye edicisi de o.

Va’büd rabbeke” Rabbına ibadet et bunun süresi, sana yakîn gelinceye kadardır diyor. Ölüm gelinceye kadar değil. Kişi bu idrake erdiği zaman, bu idrakten kastım, bütün varlıkta Hakk’ın varlığı olduğunu, kendinin hayali bir varlık olduğunu, kendi gerçeğinin Hakk’ın varlığı olduğu, gerçeğini idrak ettiğinde, yani kendi kimliğinin, hiçliğini anladığında kendinin sıfır noktada olduğunu, kendi diye bir varlığının olmadığını anladığında “Câel Hakku ve zehakul bâtıl” (17/81) İşte o zaman beden mülkün de, “gerçek zâtın olan Hakk geldi, hayal vehim, ve bâtıl olan nefsi kimliğin gitti,” hakikati sende oluşmaktadır. Ve bunun gelmesi ile de, yakîn hali hasıl oldu. Ondan sonra işte sen, gerçek rabbına ibadet üzeresin. Yani kendin olmadan hakikatin itibarıyle ibadettesin,

Eğer bundan, yakîn geldikten sonra, sen tekrar eski anladığın, rabbına ibadet edersen yine geriye kalmışlardansın, geriye düşmüşlerden olmaktasın. İşte yakîn gelinceye kadar, ibadet et dediği budur, yoksa ölüm gelinceye kadar ibadet et değildir,

Ölüm geldiği zaman, bu söylenmese de, zâten ibadet yapılamıyor. Neye bunu bildirsin ki, bu mantık işi değil ki. Ama ömrümüzün belirli bir süresi içerisinde bize yakîn geldiğinde, ondan sonra yakîn gelmeden evvelki, ibadet türünü artık yapamazsın. O zamana kadar da mazursun denmek istiyor.

Sana yakîn geldi ! eyvah benim eski hallerim ne olacak diye, onu da düşünme, bir daha geriye dönme bundan mazursun, diyor. Cenâb-ı Hakk’ın lütfu ne kadar fazla.

Tefsirlerde yakîni ölüm ile tercüme etmişlerdir. Kısmen bu da doğrudur. Ölmeden evvel ölen kimselerin varlığında Hakk’tan başka bir şey kalmadığından ikilikte düşer, teklik olan yakînlik kalır. Bu halin tabii süresi oluşumudur.

Kişinin batınında kendi yoktur ki, îmânı olsun. Kimlik olarak bizler ortadan kalkmış isek, şuur ve anlayış olarak ortadan kalkmış isek o zaman bizim neyimiz kalır ki! iflâs etmişiz, bu halde, ne îmân kalır ne bir şey kalır.

İşte burada îmân terakki ederek inkılâb ederek bu halde yaşayanın îmânı ikân-yakîn olmaktadır.

Daha evvelki mertebelerde îmânı kaldırmak küfrün ta kendisidir, yani inkârın ta kendisidir, ama burada îmânı kullanmak şirkin ta kendisidir. Biraz ağır mı oldu.

Allahın birliğine ulaştıktan sonra, o idrake ulaştıktan sonra, tekrar geriye eski haline dönüp, benim diye ortaya çıktığımız zaman, şirkin ta kendisi olmaktadır.

Çünkü Allah tektir mülküde tektir. Mülkünde olan varlıklar ona aittir. Benim diye ortaya çıktığımız zaman putpereslerden hiç farkımız kalmaz.

Daha evvelki bunları idrak etmediğimiz devrelerde, zâten hayali vehmi yaşadığımızdan, îkân da söz konusu olmadığından, Cenâb-ı Hakkı anlamanın, ilk en iyi yolu ikili anlayıştır, o da îmânla ortaya çıktığından burada mazuruz. Burada bir şey yoktur.

Ama yukarıya doğru çıkmaya başladığımız zaman, terketmemiz gereken ikili îmân anlayışı vardır. O zaman birisi çıkacak, ortadan çıkanda bizim hayali ve vehmi zannımız olduğundan, ortada da bize ait bir şey kalmadığından îmân hükmüde düşmektedir.

Şimdi aklımıza bir soru gelecektir. Peki îmân hükmü düştü, ibadet hükmü düşmeyecek mi? Biz yokuz o zaman ibadet nereye olacaktır. Hayır o düşmeyecek, neden düşmeyecek? Çünkü o ibadeti bizden yapan Hakk artık kendisi olacaktır. Bu mertebedeki fiilin ismine de tasavvuf lisanın da, “Ubûdet” diyorlar.

İbadet” kulun fiili, “ubûdet” Hakk’ın fiilidir. Namaz oruç bunların hepsi var. Ama biz yapıyoruz ben yapıyorum hükmüyle değil. İşte ben sen şu bu ortadan kalktığı, zaman o zaman kişinin îmânıda kalkmış oluyor. Ama yerine daha değerlisi olan îkân konmuş oluyor.

Sohbet (9)

Euzübillahimineşşeytanirrahîm

Bismillâhirrahmânirrahîm

Evet kaldığımız yerden devam edelim, gece epey ilerledi, geç kalmayalım. Özetle, tefsirler yakîni ölüm ile tercüme etmişlerdir. Kısmen bu da doğrudur. Ölmeden evvel ölen kimselerin varlığında Hakk’tan başka bir şey kalmadığından ikilik düşer böylece teklik olan yakînlik kalır.

Kişinin batınında kendi yoktur ki îmânı olsun. Zâhirinde ise vücut heykeli ile hayal gibi dolaşıp durmaktadır. Yani kendi varlığını Hakka veren kişinin, dolaşması hayal gibi, ruh gibi dolaşır, durur.

Öyle perdelenmiştir ki tanımak mümkün değildir. Öyle âşikârdır ki, tanımamak mümkün değildir. Burada bir hadîs-i şerif var iaman Hakk’ında onuda görelim.

Ebu hureyre radiyallahu anhu, dan rivâyetle, Peygamber efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur.

İmân 70 veya 60 bâb’a ayrılmıştır en üstünü Lâilâhe illâllah sözüdür”

Hani bahsediyorduk ya bugün, Lâilâhe illâllah diyoruz, ama kelâmi olarak söylüyoruz. En üst mertebeyi kelâmla söylüyoruz şuhudla/müşahedeli değil.

İşte o mertebenin şuhudla söylenmesi için evvela Lâ fâile illâllah seyrinden tevhidi af’al ki sekizinci mertebede başlıyor, Lâ mevcude illâllah, Lâ mevsûfe illâllah ... . .

Lâ mevcûde illâllah-Mevcutta Allahtan başka hiç bir ilâh yoktur

“Fe eynemâ tüvellü fesemme vechullah “ âyet-i açık olarak bunu gösteriyor.

Lâ mevsûfe ilâllah, sıfat mertebesi itibarıyle vasıflanmış hiç bir varlık yoktur. Bütün vasıflar sıfatlar Hakk’ın vasıflarıdır.

Lâ ma’bûde illâllah Mabud, ibadet edilen ilâh yoktur ancak Allah vardır.

Lâ ma’bûde illâllah-Lâ ilâhe illâllah, aynı mertebede bununda kemali, Kelime-i tevhidin kemali Lâ ilâhe illâllah Muhammedürrasûlullah’tır

Lâ ilâhe illâllah, zati ma’nâ da idrak edip fâni olmak kelime-i tevhidin içinde ama bunun tekrar dönüşü yaşanması vardır, Muhammedürrasulüllah ilavesiyle. Böylece ne devam etmiş oluyor; Risâlet mertebesi devam etmiş oluyor.

İşte böylece, “abduhû” ve “rasuluhû” hükmü lâfzan kelâmen, söylediğimiz hüküm, hakikate geçmiş oluyor. Aleyhisselâtü vesselâm efendimizin “abduhû” bülümü veliliğini, “ve rasûluhû” bölümü de risâletini anlatıyor. Çünkü velâyet olmadan risâlet olmaz. Yani abd hükmü velâyet-i, rasül hükmüde risâletidir.

Bizlerde bunu idrak ettiğimizde, kendi mülkümüzün velisi, kendi mülkümüzün rasulü olmaktayız. Ne şekilde; Cenâb-ı Hakk ilham gönderdiği vakit o ilhamı gaybtan alıp, şuhudumuza açmak getirmek risalettir.

Îmânın en üstünü Lâ ilâhe illâllah sözüdür. En aşağısı da insanlara eziyet eden şeyleri yoldan kaldırıp atmaktır.”

Bakın insanlara eziyet eden şeyleri yoldan kaldırıp atmak dediğimiz zaman ne geliyor aklımıza. taş toprak vs. Yoldan kaldırmak değil mi !

Oysa ki bu işin zâhiridir. Bâtını ise. Hakk yoluna giderken, akılda gönülde lüzumsuz taşlar, topraklar, ne varsa onları açıp yolu serbestleştirmek. Gönül yolunda muhabbet yolunda manialar varsa bunları yoldan kaldırıp atmak oradan geçenleri rahatlatmak içindir.

Meselâ birçok sorular sualler vardır, şüpheci düşünceler vardır. Bunların hepsi Hakk yolunda mani, taşlar topraklar duvarlar çukurlar engellerdir. Bunları yoldan kaldırmak çukurları doldurmak Hakk yolunda bu hadîs-in hükmünü bâtın olarak yerine getirmektir.

Efendimiz (s.a.v.) “Haya da îmânın ayrılmaz bir parçasıdır” diye buyurmuştur. Bu hadîs-in kaynağı hac xxxx? cilt 1 sayfa 24 hadis no 10

Efendimiz (s.a.v.) bu hadîs-i ile îmânın bütün mertebelerini toplu olarak ifade buyurmuşlardır. Burada anlatılan, daha evvelde anlatılan, kıyamete kadar anlatılacak olan, burada da özetle bahsedilen, bütün îmânın mertebelerini bu hadis içerisine toplamıştır.

Ne kadar tabi bir anlatımla, en alt mertebesini hem de, zirvesini bildirmiş. Îmânın kemâli “Lâilâhe illâllah,” en alt mertebesi de Hakka giden yolda, taşları temizlemek yolu açmak. Ve haya da îmândan bir şübedir demek suretiyle osman zinnureyn hakikatine de temas etmektedir Çünkü o çok edeb ve haya sahibi insandır.

Hani demişti ya îmân 70 yada 60 bab –kapı şubedir. Bunların genelde 70 bâb kapı olması 7 nefs mertebesini her mertebesinde 10 özelliği ile idrak etmektir.

Lâ ilâhe illâllah, kelime-i tevhid, isimli kitabımızda belirttiğimiz anlayışla, ifade etmektir. Bu Lâilâhe illâllah kelimesinin hakikatine, biraz daha derinlemesine girebilmemiz için, vaktimiz olsa da Kelime-i tevhid kitabını baştan sona okuyabilsek. Ama herbirerlerimizin elinde olduğundan herbirerlerimiz onu gözden geçirip bir seyr edelim.

İnsanlara eziyet eden şeyleri yoldan kaldırmak: Hakk ve tevhid seyrü süluk yolunda kendisine mâni olan her türlü şeylerin kaldırılıp yolunun açılmasına yardımcı olmaktır. Ayrıca taş kalpli olan nefsi emmâremizi ortadan kaldırmak lâzım gelmektedir. Haya utanma sıkılma Allah korkusu ise, kendinde olan tüm varlığını Hakka teslim edip kendi nefsine mal etmekten, utanma sıkılma ve Allah korkusudur diyebiliriz.

İşte Cenâb-ı Hakk’ın bize emanet olarak vermiş olduğu, bu varlığa sahib çıkarsak, hayanın dışına utanmanın sıkılmanın dışına çıkıyoruz. Bu varlığı Hakka teslim ettiğimizde haya hükmü bizde faaliyete geçmiş ve yaşanmış olmaktadır.

Varlığını Hakka teslim edip, kendi nefsine mal etmekten utanmak, sıkılmak. Hani deniyor ya utanmadan sıkılmadan bir de buna sahip çıkıyorsun gibilerden.

Cenâb-ı Allah (c.c.) den, cümlemize mutlak gerçekleri idrak ettirecek akıl ve irfaniyet vermesini niyaz ederiz. Amin

Bu hususta küçük bir hatıramızıda belirtelim. Gerçi zaman zaman belirtilmişti, ama burada tahkik olarak yani kaynağıda belli olarak tekrar edelim.

Küçük bir hatıramıda anlatmaya çalışacağım. 1997 senesinde idi. Yeni tanıştığımız B... Bey isimli arkadaşımız ile bir kaç defa görüşmüş idik. Bu arkadaşımız bakın zamanın mehdisi olduğunu söylediği bir zâta gönülden bağlı idi. Değiştirerek söylemek gerekirse nefsinden bağlı idi. Samimi bağlı idi ama bu samimilik gönül bağı değil, nefsi ma’nâ da idi. Neden? Çünkü hepsinin nefisleri kabarıyordu...

Bu arada bizlere de mutlaka bu zat’a bağlanmamız gerektiğini, kendisinin zamanın sahibi olduğunu bu durumda herkesin kendisine biat etmek zorunluluğu bulunduğunu adeta manevi bir baskı kurmak isteyerek bizleri zorlamakta idi.

Aramızda karşılıklı birçok mevzular oldu. ( Sefer kardeşimizin annesinin evinde olan hâdıse) 16 saat konuştuk çıkardığım netice( 1-2 fasıl görüşmede) Ne kadar büyük bir hayel vehim ve cüret içinde bulundukları yolunda idi.

İşte bu kişi diyor ki, B... bey, bizim efendimizin mertebesi çok yüksek hâşâ ! o kadar edebsizce cüretle konuşuyor ki peygamberimiz onun arkasında namaz kıldı diyor. Bu kadar büyük iddialarda bulunuyor idi.

Dedim dur kardeşim! Sen ne yapıyorsun yaaa! Bir de, tekrar söylüyor; B... bey olmaz mı ? Neden olmasın diye israr ederek cevabını da şöyle açıklıyor idi. Hz Peygamberimiz Hz Ebubekirin arkasında namaz kılmadı mı? Kıldı O halde neden kılamasın diyede onu mesnet gösteriyordu.

Aaa dur dedim o iş öyle senin anladığın gibi değil. O sahabeyi kiramın büyüklerinden, Hz Rasulullahın nazargahı, kayın pederi, can yoldaşı, dert yoldaşı, bütün varlığını onun yolunda sarf etmiş, ve yinede geçmek istemedi. Yani Ebu bekir namazı kıldırsın dediği zaman kaçtı Ebu bekir efendimiz. Uzaklaştı oradan kıldırmadı namazı. . Haya etti

Ama ikinci defa Ebu bekir kıldırsın namazı, dediğinde efendimiz, Emir olarak yaptı kıldırdı namazı. Orada önde durması, görünürde namazı kıldıran Hz Ebubekir, ama ma’nâ da Hz Muhammed idi. Muhammedin önünde durdu Ebu bekir değildi orada duran namazı kıldıran. Amir olan hükümle yaptığından, memur mazurdur, oraya geçmek âmirin hükmü ile olduğu için, yani Ebubekir kisvesi ile namazı kıldıran Hz Peygamberin âmir hükmüdür. Hükümde sahibinin olduğuna göre, o namazı manevi vasfı ile kıldıran Hz Peygamberdi.

Ve emir olarak yaptı. İstek gereği veya emir almadan değil, peygamberimiz rahatsız olmasın ben kıldırayım gibi şahsi bir iş yapış fiil değildir.

Dedim ki ona, peygamber efendimiz emrettiği için o orada vardı, bunu kendinizle kıyas etmeyin dedim.

Peki ! dedim . Farzı muhal böyle bir hadise oldu. Nerde oldu bu hadise. Ma’nâ âleminde mi madde âleminde mi?

Ee ben bilmiyorum dedi.

Kardeşim bak. Bilmediğin şeyi söyleme o zaman, biliyorsan konuşma, bir şeyi müşaheden varsa konuş. Bakın konuşmanın en mühim hâli budur. Bildiğin bir şeyi sağlam olarak bildiğini konuş. Müşahede ettiğin inandığın bir şeyi konuş.

Eğer bilmiyorsan mertçe söyle, ben bunu bilmiyorum de. Küçülmez ki insan, herkes herşeyi bilmek zorunda değildir. Ama biliyorsan da doğru olanını söyle hayalden söyleme. Nerde kıldırdı onu da bilmiyorum diyor.

Farzı muhal diyelim olmayacak şey ama, hadi oldu diyelim. Nerde kıldırdı. Eğer dünyada kıldırdı ise, mümkün değil. Neden. Çünkü senin efendim dediğin kişi taş gibi ortada duruyor madde varlık, Aleyhisselatü vesselâm efendimiz ruhani, nasıl gelecek onun arkasına. Yok ki cismi yok. Dünyada kıldırılsa bu mümkün değil. .

Diyelim esmâ âleminde kıldırdı. Esmâ âleminde aleyhisselatü vesselâm efendimiz lâtif haliyle mevcut, ama senin efendin burada taş gibi, bünye halinde mevcut. Oraya gitmesi mümkün değil ki.

Dedim, bak dikkatli olun, bu kadar abartılı cür’etli şeyler söylemeyin yazık günah gerçekten kendinize yazık.

Bu hali edepsizce ve pervasızca söyleyen ve savunan kimseye bu küstahlığın hesabını sormazlar mı.

Bu görüşmelerden sonra, sonunda daha fazla görüşmeye lüzum görmeden baktı ki, olacak gibi değil kendini dinleyen kimse de yok, bir müddet sonra kalktı gitti ve bir daha da aramadı.

Zâten anlaşıldığı kadarı ile, gönülleri, nefisleri tarafından istilâ edilmiş, kurtarılamaz vadiler- ümitsiz vak’alar halinde, farkında olmadan, benlik ve hayal deryası içinde, yaşayıp durdukları, açık olarak görülüyor idi.

Bizle onun adına görüşen B. Bey istanbul temsilcisi, birde C. . bey vardı Türkiye temsilcisi imiş o da geldi T……ğa davetiye verdiler. Gittik merak ettik nedir ne değildir diye. . Kişinin hâli, dini bir tarafa koyun tam bir benlik deryası halinde idi. Cenâb-ı Hakk hepimize selâmet versin.

Zamanın mehdisi imamı, diye o kişi bağlı olduğu yeri bizlere anlatırken, evvelâ şeyh mürşit diye bilinen kimselerin ona tabi olmalarını istiyor, kendinse evvelâ sizlerin biat etmeniz lâzım diyor böyle bir de baskı yapıyordu .

Bunun üzerine ben onlara dedim ki, o kişiye, size bir soru sorabilirmiyim dedim. Buyurun dedi.

Soru-“İrfan ehlinde, îmân ömür boyu sürer mi”? dedim. Bakın îmân’dan îkân’dan bahsediyoruz.

-Evet sürer diye cevap verdi. Hiç bir izahta yapmadı-ğından, bu cevap neticesinde gerçekten irfaniyetten ve seyri sülukten hiç haberleri olmadığı açık olarak anlaşılmış oluyordu. Yani kesret ehli şirk ehli oldukları açıktı.

Herhangi birinde değil, “İrfan ehlinde” eğer bir kişi gerçekten Ârif ise îmân bir ömür boyu sürer mi? Sürmez çünkü “îmân” bir vesile vasıtadır. Yerine “îkân” gelir.

îkân” îmân” ın kemâlidir. “îmân” sızlık değildir.

Şimdi biz buraya gelip oturmuşuz burayı müşahede etmişiz. Buranın varlığına tekrardan îmân ettim burası varmış denir mi!

Ama evin dışında iken, evin adresini alırız bütün yollarını öğreniriz, o zaman o bizim îmânımız olur. Evin orada varlığına îmân etmiş kabullenmiş oluruz. Neden? Ev sahibine veya bize tarif edilenlere itimat ettiğimiz için, bu evin varlığına, dışında iken îmân ederiz. Kabullenmek demek îmân etmek demektir.

Şimdi hani eve bir arkadaş geldi, dışarıda iken ona evi tarif ettiler o da dışarıda iken varlığına îmân etti değil mi; Başka yolu yok çünkü. Ama şüpheye düşse idi, Muzaffer kardeşim oralarda ev mevcut olmaz, benim aklım ermez dese idi, inkâr etmiş olacaktı.

Ama görmeden tasdik edip sıddık oldu. Herhangi birimize de yapılan tarif aynı bu ma’nâ da. Dışarıda olduğumuzda bize adresi verene güvenimiz olduğundan orada vardır diye îmân ettik varlığını kabul ettik.

Ama adres elimizde geldik, kapıya tak tak kapıya vurduk, girdik içeriye buyrun dediler, ev ile birleştik artık dışarıda olan bir kimse yok. O halde bu eve îmân etmeye gerek yoktur. Neden? Müşahede geldi çünkü yakîn hasıl oldu. Artık birlikte olduk dışarıda kalan ayrı bir şey kalmadı.

İrfan ehli, Hakk’ın içinde kendini bulduğu zaman, îkân-yakîn-müşahede hâlinde olmuş olmaktadır. İşte yakîn hali budur.

-------------------

Onların, bu hallerin hiç birinden haberleri 0lmadığı açık olarak anlaşılmış oluyordu. Bu görüşmemizden sonra başka bir görüşme-miz de olmadı. Ne ben aramayı arzu ettim. Ne de onlar aradılar. Allah cümlemize hayırlar versin âmîn.

-------------------

Îmân hakkın da şu âyet-i kerîmeye de bir bakalım. (2/165.)

Vellezîne âmenü eşeddü hubben lillâh.”

Îmân edenlerin, Allah için sevgileri en şiddetli sevgidir.”

-------------------

Şiddetli sevgi,” Çünkü aşk bir sevginin şiddetinden ibarettir. Bu durumda olan bir kimse ise, Hak’ta mahv/fani olduğundan kendisi ortadan kalkmış ve Hak’ta fâni, “fenâfillâh” olduğundan kendi de kalmamıştır. Kendi dahi kalmadığından tabî olarak îmân-ı da kalmamıştır.

Bu hâl içinde bir süre yaşamına devam eden sâlik, tekrardan ”sahve/uyanıklık” “bakâbillâh” haline dönünce, ve kendi gerçek ilâhi hakikatine ulaşınca, “Vellezîne âmenü eşeddü hubben lillâh.” Hükmü faaliyete geçmiş olur. Şiddetli sevgi,” den kasıt, bütün bu mertebeleri ile “îmân, Îkân, İhsân” hükümlerini birlikte yaşamaya başlar. Hayatının yaşam düzeyine göre bahsedilen üç özellikleri bünyesinde bulundurur, ve yeri geldiğinde hepsi ile amel eder. Bunların hepsi birer irfaniyyet idrak ve yaşamlarıdır.

-------------------

Şimdi bu hususta bir başka kardeşimizin bir tecellisi var. Onu da ilâve edelim. T.B.

-------------------



B. G. İ.

Tecelli

02/05/2003 Cuma’yı Cumartesi’ne bağlayan gece

Gönlümde

Deryâyı-i Deryâ” “Deryâmın Deryâsı” beyanı zuhûr etti.

Bilâhare şühûd açıldı ve namütenahi, kenarları olma-yan bir deryâ şühûd ettim. Rengi yeşil, çok hafif lâciverte çalan temiz ve sessiz, canlı ve diri bir görünümdeydi. Sukünet veriyordu.

(Daha evvelki kendimi Nûh olarak gördüğüm muaz-zam dalgalı deniz rengi olarak koyu lâcivert olmadığı şühûd ettirilerek hatırlatıldı)

Görünümü ve renkleri itibariyle, boyutları olduğu bel-liydi. Sonra o deryânın tam ortasında, içi görülebilecek derecede tamamen renksiz, saf, katıksız ufak yuvarlak görünümlü bir su belirdi. Deryânın tam ortasında olan bu su, bütün deryanın anasıydı, onu var eden, onu boyutlandırandı, bir diğer deyişle, şühûd ettiğim deryâ, o ortada bulunan saf suyun görünmesiydi. O olduğu halde ona karışmıyor; onu boyutlandırdığı halde, kendinde boyut yoktu. Bu öyle bir su idi ki, içi görülüyordu, ama içi yoktu. Dikkat edersem derinlemesine hortum gibi bir dikeylik kazanıyor. İçinde birşey yok diyorum, ama zerrelerinin her biri o deryâ gibi daha nicelerinin anası olacak gibiydi. Bu hal bende tefekkür ve sohbet halinde bir müddet devam etti.

Bilâhare bunu Necdet Bey Sultân’a nakledeyim diye düşündüm. Hanımım G… Hanıma bu durumu danıştığımda, “vaktin geç olduğunu rahatsız etmememi” salık verdi. “İstersen Rabb’ine danış” dedi. Ben de “Bu danışma edeb-i tevhîde uymaz” dedim.

Bir müddet sonra Rabb’im, Necdet Bey Sultânı kastederek, “an’da kemâlimden yeni bir kemâl zuhûrda-dır” dedi. Devam ederek;

kadiri’yül kadiri” “kadiriyet ne ise, ben onun kadiriyim sırrı. ” Devam ederek,

sen neden elinin hem üstünü, hem de elinin içini öpüyorsun? elinin üstünü öpmekle, ell vesile sırrını” “sırrı Âdemiyeti”, tasdik ediyorsun;

(buradaki ellsehven değil, beyan ile böyledir)

elinin içini öpmekle, “sırrı kadiriyeti” “kadiri’yül kadiriyeti” tasdik ediyorsun. ”

Ene Gavsül Azamı Muazzama Abdülkadir Gey-lani” “Bahşı Ata-yı mübareke”

Şimdi bu geçişten sonra, îmânla ilgili bir mevzu var onun için bunu okudum

RÜYA 23/04/2003

Büyük bir muhabbet ile küçük bir erkek çocuğunun himayesi ve bakımı ile meşgul olduğumu görüyorum.

Sonra bana üç harf gösterdiler



() “elif”, ( ) “mim”, ( ) “nun”

(  ) “Bu nedir ?” dediler; - “emin” dedim

( ) “mim”in yanına bir () “elif” koydular

(  ) ve “nedir” dediler, - “îmân” dedim.

bu sefer o konan () “elif” in üstüne “hemze” koydular () (  ) (  ) Bu sefer cevap vermedim.

Devam ederek, ( ) “mim” yanındaki (  ) “elif” ve “hemze” yi kaldırıp, başka başka seçemediğim sonsuz harfler konup süratle kalkmaya başladı. Ben sadece seyrettim. Şu anda zuhûr eden “himmet-i muzaffer selâmün aleyküm”

Müsaadenizle hürmetle ellerinizden öper; içini dahi öperek sırrı tasdik ederim

-------------------



B. G. İ. (Bâtından Gelen İkram) Bu kardeşimizin rumuzu B. G. İ Yani batından gelen ikram. O günlerdeki bilgisayar kayıtlarını o yapıyordu ilgisi de vardı.

Ayrıca çok faydalı ve gayretli olarak o günlerdeki birkaç kitabımızında bilgisayar yazılımlarını yapmış idi.

Burada Batından gelen ikram derken aşağı yukarı bu arkadaşımızın gelmesinden 35 yıl önce ma’nâ âleminde gördüğüm bir zuhurat vardı Terzi Baba 1 kitabında bahsediliyordu. Rastlayan varsa görmüşsünüzdür.

“İki tane erkek evlâdımızın olacağı yeni evlendiğimiz de belirtilmişti, zâhirende öyle olmuştu, ancak ben bunları ma’nâ yönünden de bekliyordum, hâdiselerin ve işaretlerin zuhuruyla işte onlardan birisi bu kardeşiniz di, 35 sene evvel bildirilen kişiydi. Biriside doktor kardeşiniz bu daha uzun bir mevzu şimdilik bu kadarını bildirelim.

Onun için lâkabı “batından gelen ikram.” Yani kendi ismi de zâten E…... Yani Cenâb-ı Hakk’ın bize batından gönderdiği ikram. Fiziki ma’nâ da değil bâtıni ma’nâ da. Bize ulaşmışlar idi.

Tabi yanlış anlaşılmasın bu kadar değil, herkes bizim evlâdımız, kardeşimiz, dostumuz, muhabbet olarak kimse kimseden ayrı farklı değildir. Herkese olan muhabbetimiz en üstünündendir.

-------------------

Şimdi, îmânın harfleri yönüyle izahı, ve bu kardeşimizin gördüğü rü’yanın izahına, ya da biraz açılımına bakalım.



Îman’ın Harfleri Yönüyle İzahı

(B. G. İ. ) rumuzlu kardeşimizin görmüş olduğu yukarıda kayıtlı olan zuhûratını, kitabımızın îmân bahsi bölümüyle ilgili olması cihetiyle, mümkün olabilen izâhını yapmağa çalışarak, bu bölüme ilâve etmeği uygun buldum. Cenâb-ı Hakk cümlemize akıl ve gönül genişliği versin. T.B.

-------------------

Zuhûratta gösterilen üç harf,

() “elif”, ( ) “mim”, ( ) “nun” dur.

Evet bunlar ilk okunduğunda () “emin” olur,

doğrudur.

() “mim”in önüne bir () “elif” konduğunda

() “îmân” olur, doğrudur.

İkinci () “elif” in önüne ( ) “hemze” konduğu zaman () “ima’en” olur, ki izâh gerektirir.

Bu harflere “ebced” hesabıyla baktığımız zaman

() “elif” 1

( ) “mim” 40

ilâve gelen () “elif” 1

ve ( ) “hemze” 1

( ) “nun” 50

toplamı 93 olur.



93 sayısını kendi arasında toplarsak (9 + 3) = 12 eder, ki bu da seyr-i sülûk mertebelerinin tamamıdır.

Bu değerden, “Hakikat-i Muhammedi” değeri olan “mim”i yani 40'ı çıkardığımızda (93 - 40) = 53 kalır, ki bu gerçekten bizi şaşırtan ve oldukça da duygulandıran bir netice olmuştur. Çünkü 53, bizim mânâ âlemindeki şifre sayımızdır.

Netice olarak kalan 53 sayısından, 40 sayısını tekrar çıkarırsak, yani (53 - 40) = 13 eder, ki böylece bu mertebenin dahi “Hakikat-i Muhammediye” ye bağlı olduğunu görmekteyiz

Rabb'ım “îmâ’en”  “mim”in, “nun”da

yani (40) ın (53) te bâtınen gizli olduğunu ifâde etmiş oldu.

Bilindiği gibi (40) ve (13) “Hakikat-i Muhammedi ye”yi ifâde etmektedir.

Ancak, bu oluşum ve değerlendirme “umumi” değil “husûsi”dir.

İlâve gelen “elif” ve “hemze” harflerinin tekrar kal-dırılması aslına dönüş, yani “Muhammed-ül emin” oluştur. Daha sonra gelen harfler, gerçek îmânın ve “Hakikat-i Muhammedi”nin diğer yönlerini ifâde etmektedirler.



Bir başka yönden mevzûumuza baktığımızda;

( -  - ) “elif - lam - mim”in, zâhir âlemin koordinatları olduğunu ki,

() “elif” “ehadiyyet”,

( ) “lâm” “lâhut”,

( ) “mim” “Hakikat-i Muhammedi”dir

( -  - ) “elif - mim - nun” ise, bâtın âlemimizin koordinatları olduğunu idrâk etmemiz zor olmayacaktır. Onlar da,

() “elif” “ehadiyyet”,

( ) “mim” “Hakikat-i Muhammedi”

( ) “nun” “nûr-u ilâhi”dir

Ehadiyyet mertebesinin zuhûru olan, “Hakikat-i Muhammediyye”;

onun görünmesini, şühûda gelmesini sağlayan da “Nûr'u ilâhi”dir.

İşte bütün mevcûdat gerek bireyler olarak, gerek tümden bu sistem içerisinde var oluşlarını ortaya “îmân” kelimesi sırrı ile koyabilmektedirler.

Şu mevzu îmânın çok daha değişik bir halidir. Biz îmânı hep bireysel bir yaklaşım ve anlayış olarak bakmaktayız. Ama “elif, lâm , mim” deki tahkikat, “elif, mim , nun” şifresinde de vardır. Ama bâtın olarak.

Bütün varlık fertlerinde, îmân” yani “elif, mim, nun” hakîkatlerinden başka birşey yoktur ve varlıkları bunlara bağlıdır.

Bütün varlık fertlerinde çiçek hayvan, madde insan tür, ayırmadan birbirinden bütün varlık mertebelerinde af’al-esmâ-sıfat-zat dahil ve “tafsilâtı şehadiyye,” yani şehadet mertebesindeki tafsilâtlarda, bütün zerrelerde bu vardır.



Vücûd-u mutlak bu sistem içerisinde görünümünü sağlayıp zuhûr etmiştir.

Îmân olgusu, aslı itibariyle her varlıkta mevcûttur, ancak genellikle perdelidir.

Bu sır evvelâ zâhiri olarak “kelâm îmânı” ile zuhûra çıkmaya başlayarak, yukarıda izâh edilmeye çalışıldığı şekilde “îkân”a yani bütün âlemi kendi bünyesinde toplayan gerçek “bâtın-i îmân”, “elif - mim - nun”un hakîkatine ulaşılmış olur. Bu ise gerçek İslâmiyyettir.

Aleyhisselâtu vesselâm efendimiz bir hadis-i şerifle-rinde, îmân’ın başlıca şartı:

Her nerede olursan ol Cenâb-ı Hakk’ın seninle olduğunu bilmendir, ” diye buyurmuşlardır.

Kişi bu hakîkati bilse de, bilmese de bu böyledir.

Zâhiren bilen, “zâhir ehli”; bâtınen bilen “bâtın ehli”dir.

Böylece “zât-ı mutlak”ın bireyde ve bütün âlemdeki varlığı “îmân” olgusu içerisinde “ima’en” en güzel bir biçimde zuhura çıkarılmış olmaktadır. Hamdından aciziz

Yukarıda bahsi geçen (  ) “hemze” Hakk’ında biraz daha malûmat almak isteyenler, "Kelime-i Tevhid" isimli kitabımızın (Uhud savaşı) bölümüne bakabilirler.



(  ) “hemze” ve () “elif”, aslında aynı sesleri, “e, i, ü” vermekle birlikte, “hemze”nin kendine has bir özelliği vardır, ki o da sekte yani içinde bulunduğu mânâya göre kelimeyi bazen kesik okutmaktadır.

Meselâ, îmân edene ( ) “mü’'min” dendiği gibi, eğer biz kelimeyi düz “mümin” şekliyle okursak, aslından uzaklaştırmış oluruz.



(  ) “hemze”, () “elif”in şekillenmiş halidir.

Hazret-i ehadiyyet’in Hazret-i şehâdet”te şeenler halinde zuhûra çıkmasından başka bir şey değildir.

Kelime içerisinde ifâde ettiği “sekte” mânâsı, ehadi-yetin oradaki varlığına dikkat çekilmesi içindir.

Îmân hakîkatinin ortaya çıkardığı gerçek () “mü’min” bu ifâde ve mânâ ile yaşayan kimse demektir.



Ebced hesabıyla ( ) “mü’min” kelimesine baktığımızda

( ) “mim” 40

( ) “vav” 6

() “hemze” 1

( ) “mim” 40

( ) “nun” 50

Toplarsak 137 değer çıkar, ki yine şaşırtıcıdır. Görüldüğü gibi 13 ve 7 sayısı burada da zuhûra çıkmaktadır. Bilindiği gibi;



(13) “hakîkat-i Muhammed-i”nin şifre sayısı

(7) ise, nefis mertebelerini ifâde etmekle beraber; efendimizin yukarıda belirtilen îmân hadîsinde bildirdikleri îmân 70 küsur mertebe, bab/dal'a ayrılmıştır

En üstünü “lâ ilâhe illâ Allah”sözüdür.

En aşağısı da insânlara eziyet eden şeyleri yoldan kaldırıp atmaktır.

Hayâ” da îmânın ayrılmaz bir parçasıdır, buyurmuşlardır. İşte böylece “îmân hakîkati” “îmâ’en” “mü’min”de zuhûra çıkmaktadır. Bu yüzden bütün peygamberlerin tabiilerine “mü’min” denildi, çünkü mertebelerine göre hepsi aynı asıl ve kanaldan meydana gelmektedirler ve özleri “Hakikat-i Muhammedi”dir.

Bu seyrin kemâli, “Hakikat-i Muhammedi”de “ümmet-i Muhammedi” ismi altında zuhûra çıkmıştır.

Mevzuumuz olan “Vâhy” ve “Cebrâil” hakîkatlerini daha açık ve kolay anlayabilmemiz için hangi mertebelerden zuhûra geldiklerini idrâk etmemiz gerekmektedir.

Bu mertebeler birçok Tasavvuf kitaplarında uzun uzadıya anlatılmıştır; gayemiz bunların tekrarı değil, özet olarak daha kolay anlaşılmalarını sağlamaya çalışmaktır.

“Vücûd mertebeleri” diye ifâde edilen bu tecellileri ne kadar açık, seçik idrâk edebilirsek, rabbımızı o derece güzel ve sıhhatlı bir anlayışla “taassub takıntısı”nda kalmadan, ayrıca gereksiz “hayâli rabb”lar da oluşturmadan, tanımamız mümkün olacaktır.

Cenâb-ı Hakk cümlemize kolaylıklar ihsân etsin bütün bu anlatmaya çalışılan hakikatleri anlamaya çalışalım cümlemize kolaylıklar ihsân eylesin.

-------------------



Şimdi burada, bu kişinin hazin sonun dan bahsedeceğim.

-------------------

Yukarıda bahsedilen zuhuratı gören, bahsi geçen kişi ile (2,000) senesinde bir vesile ile tanışmıştık, daha sonraları bize olan ilgisi arttıkça arttı. Çünkü eski devam ettiği yerden uzaklaştırılmış, bu yüzden maddi ma’ne vi yıkılmış bir vaziyette idi. Daha sonraları kendi ifadesine göre o günlerde intiharı bile düşündüğünü ifade etmişti.

Bizimle tanıştıktan sonra ailece hayatları kısmen düzene girmişti, bu arada yazılarımı bilgisayar kayıtlarına alarak yardımcı da oluyordu, dervişliğine de devam ediyordu, ancak kimseleri olmadığından çok yalnız bir hayat yaşıyorlar idi. Böylece seneler, (2,006) civarlarında idi, kendisinin iyi davranışları yüzünden bizim çevremize yeni gelen birkaç kişi ile birlikte arada bir buluşmalarını ve bizim sistemimiz ve bizim kitaplarımızı okumak sureti ile hareket etmelerini söylemiş idim. Bunun üzerine yavaş, yavaş bazı kişilerle ayın belirli günlerinde toplanmaya başladılar, bende yalnızlıktan kurtuluyorlar diye de memnun oluyordum.

Bir müddette böyle geçti, ancak tarih (2,0010) yıllara doğru gelmeye başladığında, kendisinden bazı şikâyetler gelmeye başladı, ve bazı tevhid mevzularının gerçeğini değiştirerek güya kendisine “İlham” geliyormuş gibi ifade ederek, “evham” lar içinde çok tehlikeli bir sahaya geçtiği anlaşılmaya başladı, kendisini bu hallerinden dolayı ikaz ederek bir müddet bu işleri bırak ne zaman ki, normal hale döneceksin o zaman haber vererek tekrar buluşmalarına devam edersin diye ikaz etmiştim. Ve bunun üzerine ayrıca kendi “varidat” diye belirttiği yazıların neyi ifade ettiği ve nasıl bir küfür hükmünde olduğunu, “Hayal vâdisinin çıkmaz sokakları” ismi ile yazdığım kitabımı da kendisine göndermiş idim.

Verdiği cevapta ne dendi ise bütün bunları aynen yapacağını ifade ederek söz vermişti. Ancak daha sonra kendi aklına estiği gibi hareketlerine devam ettiği, kendini hiçbir şekilde değiştirmediği gibi, çevresinde oluşmaya başlayan ve bizim ismimizle ve mes’uliyetimizle oraya devam eden kişilere tasavvuf budur diye ne kadar eziyet edip onları maddi manevi kullanmış olduğu daha sonra yapılan araştırmalar ile ortaya çıkmıştır.

(2011/2013) senelerinde gene ikaz edilmiş, olduğu halde gene kendini düzeltmemiş ve nihayet kendisi hakkında bu husları anlatan iki kitap daha yazılmıştır ancak kendisi artık ümitsiz vakıa olduğundan (2015) senesinde verilen bütün emanetleri kendisinden alınmıştır.

Bunun üzerine bize hakkımızda “firavunluk” dahil söylemediği edepsizlik kalmamıştır. Kendisine hiçbir beklentimiz olmadan (15) sene hizmet vermiş, ve belirli bir yerlere getirmiş olan bir yere, böyle bir muamelede bulunması, kendisine nasıl bir mes’uliyet yüklemiştir zaman içinde görülecektir.

Bu hadiseden sonra çevresinde olan kişilere isterlerse bizle devam edebileceklerini isterlerse bulundukları yerde kalabilecek-lerini isterlerse başka bir yer bulup oraya gidebileceklerini bildirerek verecekleri kararlarını kendilerine bırakmış idim, bunun üzerine zaten orada rahatsız olan kimseler asıl yerlerine geldiler, diğerlerinin bir kısmı herhalde orada kaldılar diğerlerinin de ne yaptıkları zaten bizi ilgilendirmiyor kim ne yaptı ise canı sağ olsun.

Şimdi bunlar özetle niye anlattım derseniz. Bahsi geçen kişi o zor ve sıkıntılı hallerinin safiyeti ile bu ve benzeri daha birçok zuhuratları var idi. Bize olan hitap ve saygısı, yukarıda bahsedildiği gibi, “Bilâhare bunu “Necdet Bey Sultân”’a nakledeyim diye düşündüm.”

Ve diğer isimlerim ile hitab etmekte idi. Safiyet halinde idi. Aşağıda ki zuhuratında da görüldüğü gibi.

Büyük bir muhabbet ile küçük bir erkek çocuğunun himayesi ve bakımı ile meşgul olduğumu görüyorum.”

Veled-i kâlb”ini/gönül oğlunu oluşturduğunu ve büyütmeye çalıştığını açık olarak görmüş olduğunu ifade etmekte idi.

(02/05/2003) tarihlerinde görmüş olduğu bu zuhuratını, buraya ve isyanın dan daha evvelce diğer kitabıma almış olmamda benim için bir mahsur yoktur, çünkü bu zuhuratlar o evvelki safiyet hallerinde yaşadığı gerçek olan halleri idi. Ancak daha sonra halini değiştirmesi, isyan ve inkârda olması benim hakkımda bir şeyi değiştirmez ancak onun hakkında bütün bu veya benzeri hakkımızdaki düşüncelerinin hepsi kendi yönünden hükümsüz ve karşılıksız kalmıştır. Yani bunlardan hiçbir olumlu ma’nâ da karşılık alamayacak ve ayrıca da bütün yaptıklarının ve kendisine verilen (15) senelik hizmetin diyetini de ödemek zorunda kalacaktır.

Böylece. (B.G.İ.) ile gelen, (Z.G.E.) ile giden hükmüne dönüşmüş oldu. Bunların hepsi yaşanmış ibretlik tecrübelerdir Rabbım hepimizi “Îmân ettikten sonra küfre dönenlerden eylemesin” (3/8) Âminn.

-------------------

Özetle bu hadiseden de bahsettikten sonra mevzûmuzla ilgili olması dolayısı ile (7) nci kitabımız olan, GÖNÜLDEN ESİNTİLER dizisinden (VII) yi de ilâve etmeyi uygun gördüm İnşeallah faydalı olur.

-------------------



GÖNÜLDEN ESİNTİLER (VII)

İSLâM

ÎMÂN

İHSÂN

ÎKÂN

TASAVVUF
NECDET ARDIÇ


Necdet Ardıç
"Serisi VII"

Alemde tek kurtuluştur İslâm,

Getirdi yüce aleyhisselâm,

Uyanlar huzur bulur vesselâm, İslâm ile oluşur muhabbetullah.


Yücelmek iste, yolu îmân'dır, Nefs-i'ni gemle sana düşmandır, Venefahtü varlığında can'dır, İmân ile asılır sıratullah.

Hakk'tan gelince yüce bir ihsân, Mest olur bunu anlayan insan, Gayriyı çıkarınca aradan,



İhsân ile belirir ruyetullah.

Sende zuhur bulduğunda ikan, Cümle varlığını odur yakan,

İki gözünden âleme bakan,

Îkân ile bulunur marifetullah.

ÖNSÖZ


Yüklə 0,99 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©www.genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə