*dipnotlar yazıda nerede kullanılmışsa oraya parantez içinde yapıştırılmıştır


İşveren olarak devletin memur sendikalarına bakışı



Yüklə 1,58 Mb.
səhifə23/24
tarix08.04.2018
ölçüsü1,58 Mb.
#36691
növüYazı
1   ...   16   17   18   19   20   21   22   23   24

İşveren olarak devletin memur sendikalarına bakışı
Kanımca TC devleti memur hareketini oldukça yakından izlemektedir. 1960'lı yıllarda kurulan memur sendikalarının karşısına naylon devlet sendikaları çıkararak memur kitlesini bölmekten, sendika yöneticilerine milletvekili koltuğu sunmaya dek oldukça bilinçli ve kapsamlı bir karşı savaşım yürüten devletin uyanık olmadığını ve bin türlü oyun sergilemeyeceğini düşünemeyiz.
1990 Temmuzu'nda aniden ortaya çıkan eylemsellikler karşısında bir an çaresiz kaldığı doğrudur. Eylemlerde önceleri hiç müdahale etmemiş ya da memurların polislerle sokak çatışmasına girmesine pek istekli görünmemiştir. Ancak ardından gelen bir dizi soruşturma, açığa alma ve sürgün memurları yıldırmaya yetmemiştir. 1991 kışında birer birer kamu çalışanları sendikalarının ortaya çıkması ve hızla üye kaydetmeleri(Kam-Sen, Bem-Sen, Sağlık-Sen,Tüm-Sağlık-Sen, Tüm-Bel-Sen, Eğit-Sen o dönemde faaliyetlerini yürütmekteydiler.)nedeniyle bu kez açıktan bir saldırı yürütmüş genel merkezlerini kapamış ve bunu protesto eden memurları polislerine dövdürtmüştür.
Yönetici ve militan konumundaki unsurlarla genel memur kitlesinin arasındaki iletişimi koparmak, başka bir deyişle sendikal hareketi marjinalleştirip daha sonra desteksiz kalan aktif sendikacılara gereken cezayı uygula(249)mak... Sanırız devletin Mart ayındaki planları bunlar idi. Ancak evdeki hesap çarşıya uymamış, yukarıda da belirttiğim gibi varolan sendikalar örgütlülüklerini daha da geliştirmişlerdir.

Bugün gelinen noktada kamu çalışanlarının sendikaları bir gerçekliktir. TC devleti ister tanısın, ister tanımasın kamu çalışanları bu hakları kendi bileklerinin gücüyle kazanmışlardır. Öyle ki artık örgütlü oldukları işkollarında insiyatif kurabilecek güçtedirler. Kısacası meşruluklarını kanıtlamışlardır. İşte bu nedenle TC devleti bu örgütlülükleri kabul etmek zorundadır.


Bugünkü hükümetin memurlara yönelik politikası ikili bir özellik gösteriyor olsa da aslında oldukça açıktır. Bir yandan sendikaları tanıdığını ifade eden hatta grev ve toplusözleşme hakkının gerekliliğini savunan hükümet, öte yandan Tüm-Sağ-Sen'in basın açıklamasında olduğu gibi memurların üzerine polisi salabilmektedir. Aslında devletin işçilere yönelik politikası da aynıdır. İşçi hakları üzerine sürekli gevezelik eden hükümet en doğal ekonomik hakları için direnişe geçen Yurtiçi Kargo işçilerinin üzerine polisi sürmüş ve işçileri sıra dayağından geçirtmiştir.
Devlet, kendisini onun bir parçası gibi gören, çalışanların haklarını savunmaktan çok, daha iyi yönetim adına sürekli resmi makamlara öneriler götüren kamu çalışanlarının düzen dışı arayışlara yönelmesini engelleyecek, “yalancı meme” misali bir sendikaya artık çoktan razı durumdadır. Böylelikle hem kamu çalışanları kendilerini sendikalı hissedecekler, hem de TC devletinin üst düzey bürokratları ve kapitalistlerin yürekleri hop oturup, hop kalkmayacaktır. İşte bu nedenle Eğitim-İş, Genel-Sağlık-İş çoktan pazara sürülmüştür bile. Eğitim-İş Sendikası İstanbul İl Temsilcisi H.Selim Hacıoğlu, sendikasını anlatan bir yazısında; anayasanın II. Maddesinde “Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin demokratik ... sosyal hukuk devleti” olarak belirtildiğini anımsatarak, bunun koşullarını yerine getirmesini TC devletinden beklemektedir. Ona göre; "dün en temel insan hak ve hürriyetleri 'iktidar'mücadelesine manüple edilmiş, bu alanda sağlanan birliktelik heder edilmiştir." Ve Eğitim-İş bugün bu yanlışlığı yapmamaya özel önem vermektedir.
Eğitim-İş, "...üyelerinin ve giderek bütün kamu çalışanlarının özgürce siyaset yapma ve siyasi partilere üye olma hakkını" savunmaktadır, çünkü aksi durum, “yasal olarak kurulan dernek, sendika vb. kurumları hızla siyaset odağı haline getirmektedir. Bu durumda dernek, sendika vb. kuruluşların kuruluş amaçları dışına taşmalarına yol açmaktadır.(İktisat Dergisi, Ocak 1991, H.Selim Hacıoğlu, Kamu Çalışanlarının Sendika Hakkı, Eğitim-İş)TC devleti için bundan iyisi can sağlığı değil midir? Ancak sorun bu sendikaların bir türlü kendi işkollarındaki memurların güvenini kazanamamış olmalarıdır.
Yapılan ikili görüşmelerde bakanlar sürekli memur sendikalarına vaadlerde bulunmaktadır. Bu sözlerin yerine getirilmesi bir yana, örneğin Ocak ayı maaş zammı, (siz “belirlemesi” diye okuyun) saptanırken, bu örgütlülükler yok sayılmış, %17-20'lik sözde artış uygulamaya konulmuştur. Üstelik İstanbul, Adana, Bursa'da olduğu gibi sendikaların meşru eylemleri polis saldırısıyla karşılaşmıştır. Nitekim amaçlanan azgın devlet terörü karşısında bir yandan kamu çalışanlarını(250)yılgınlaştırmak, öte yandan ise yöneticileriyle birlikte sendikaları uslandırmaktır.
Sırf bu nedenle de olsa,bugün kamu çalışanları sendikaları oldukça önemli görevlerle karşı karşıyadır. Bu zor ve karmaşık süreçte direngenlik ve kararlılık gelecek saldırıları püskürtmede sendikaların en önemli silahlarıdır. Bir yandan kitle bağlarını güçlendirmek, sağlamlaştırmak, öte yandan onları eğitmek ve devlet terörünün sistemin kendi doğal yapısından kaynaklandığını bıkmadan usanmadan anlatmak gerekmektedir.
Bugünkü durum ve görevlerimiz
Yukarıda anahatlarıyla belirtmeye çalıştığım gibi yaklaşık genel tablo budur. Memur hareketinin hızlı bir gelişme izlemesi siyasal yelpazenin tüm akımları için bir çekim gücü oluşturmaktadır. Nitekim dinci grupların da sendikal örgütlenme hazırlıkları içerisinde olduğu kulağımıza çalınmakta...
İktidar ortağı SHP varolan sendikaların yönetici kesimine şirin gözükme çabasında. Koalisyon ortağı olmasıyla kamu çalışanlarının örgütlülüklerinin güçlenmesine hizmet edeceği imajını sürekli yaymaktadır. Öyle ki bir çok kesimde “bekleyelim, görelim” anlayışı ne yazık ki kabul görmektedir. Oysa ülkedeki ekonomik bunalım bellidir ve bunun faturasının her zaman olduğu gibi işçi ve emekçi kesime çıkartıldığı görülmektedir. Başka bir deyişle uygulanan ekonomik politikalar hükümetin bu yeni sendikalarla hiçbir şekilde kendiliğinden toplu iş sözleşmesi masasına oturmayacağını göstermektedir. Gerisi ise demagojiden başka bir şey değildir.
Eğitim-İş, Genel-Sağlık-İş gibi devletin elaltından desteklediği uzlaşmacı sendikalardan ve anlayışlardan daha önce sözetmeye çalıştım. Bunlar için burada söylenebilecek tek şey SHP'nin bile gerisine düşmüş olmalarıdır.
Daha çok “Mücadele”ci görüşe uygun bir biçimde örgütlenen kamu çalışanları içerisinde suni bir bölünme yaratan Kam-Sen, Bem-Sen, Sağlık-Sen, kendi tabanlarının dahi “Neden ayrı bir sendika?” sorusunu yanıtlayamamaktadırlar. Aceleye getirilmiş tüzükleri, anti-demokratik örgütsel yapıları,ciddi bir çalışmadan uzak sendikal politikaları, “bir gürültü koparalım, sendikamızın adı duyulsun” mantığıyla süreci götürmeye çalışmaları, her ne kadar kendileri reddetseler de, belli bir siyasi akımın yan kolları biçiminden kamuoyuna yansımaları, bu arkadaşların kimi zaman sekter, kimi zaman da oldukça sağda bir yol izlemelerine neden olmaktadır.
“İLO denetim organlarının temel hizmetler”deki ve kamu görevindeki grev kısıtlamalarına ilişkin yerleşik kararları özetle şöyledir: “Kesintiye uğraması, halkın tümünün ya da bir bölümünün yaşamını, güvenliğini ya da sağlığını tehlikeye koyabilen hizmetler, temel hizmetlerdir. Grev hakkı, kimi koşullarla temel hizmetlerde kısıtlanabilir, hatta yasaklanabilir.”(Memurlar ve Sendikal Haklar, Prof.Dr. Mesut Gülmez, s.209)
Hal böyleyken,, “657 sayılı devlet memurları yasasının kaldırılarak yerine lLO ve diğer uluslararası sözleşmeler doğrultusunda yeni düzenlemelerin yapılması"(Memur Gerçeği, Aralık-Ocak 1991, Kamu emekçilerinin Ankara görüşmelerinde hükümet sözcülerine sundukları talepler.)demokratik talepler(251)başlığı altında istemek Kam-Sen, Bem-Sen, Sağlık-Sen türü sendikalar için tam bir talihsizliktir.

Kanımca bu sendikaların, varolan meşru memur sendikalarıyla birleşmeleri örgütlülüklerin daha da güçlenmesine yolaçacaktır.


Eğit-Sen,Tüm-Bel-Sen,Tüm-Sağlık-Sen, Tarım-Sen, Tüm-Ray-Sen, Tüm-Haber-Sen, Tüm-Maliye-Sen içerisinde bir çok değişik görüşten memur bulunmaktadır. Tüm bu anlayışlar her ne kadar belli bir tüzük ve ilkeler çerçevesinde anlaşıyor olsalar da, önemli farklılıklar taşıdıkları gerçektir. Şimdilik tüm bu görüşleri iki ana gruba ayırabiliriz. Daha çok “Demokrat!” kesimin başını çektiği birinci grup, kitleselleşme adına bazı ilkelerden ödün verilebileceğini savunanlardır. Kürt sorunu, SHP'ye karşı tavır, eylemliliklerin yükseltilmesi vb. gibi konuların gündemde olması nedeniyle tartışmalar bu zeminde ortaya çıkmaktadır. Bu arkadaşlara göre, Kürtlerin ulusal kurtuluş hareketinin desteklenmesi, üstelik Kürtlere uygulanan baskı, zulüm ve asimilasyon politikalarının teşhiri sendikal örgütlülüğün dışına taşmaktadır. Kamu çalışanlarını biraraya getiren ana unsur çalışma ve yaşam koşullarının kötülüğü olduğuna göre, kitleselleşmek için sendikanın temel vurguları bunlar olmalıdır. Memur kitlesi şimdilik politika yapmaya uygun değildir vb. vb. Yine aynı şekilde SHP'nin açıktan teşhiri onun “demokrat” unsurlarından yararlanmamızı güçleştirebilir, ya da “hazırlıksız” ve “örgütsüz” olarak eylem yapmak sendikaları marjinalleştirebilir. Bu şekliyle leninist literatürde “ekonomizm” olarak adlandırılan bu görüşler, sendikaların meşrulaşmasıyla birlikte ne yazık ki, hızla taban bulabilmektedir. Eğit-Sen Genel Merkez Yönetim Kurulu'nun 20 Ekim genel seçimlerindeki tavrı, Ocak ayı maaş artışları dönemindeki yasalcı, icazetçi, pasifist tutumu bu anlayışın pratiğe yansımasıdır. Kürt halkını seven, bu düzenin değişmesini içten istediklerini belirten bu sendikacılar farklı söylemler kullanmalarının nedenini kitlelerin varolan geri bilincine dayandırmaktadırlar.
Görüşlerine katıldığım ikinci grup, uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarının temel olduğu ülkemizde emekten ve ezilenden yana sermayeye karşı direngen bir şekilde tavır almanın önemli olduğu vurgusunu yapmaktadır. Kitleselleşmeyi salt onlara ulaşmak değil, sorunların kaynağını göstererek onları eğitmek ve bu bağlamda gerçekleri kitlelerin hoşuna gitsin gitmesin, söylemek şeklinde algılamaktadırlar. Sanılanın aksine böylesi bir çaba hem kitleselleşmeyi arttırmakta, hem de kitlelerin sendikal mücadeleye daha aktif katılımının zeminini yaratmaktadır. Üstelik Kürt ve Türk kamu çalışanlarının eşit, özgür, kardeşçe birlikte örgütlülüklerinin yaratılması çabasında olumlu örnekler sergileyebilmektedirler. Ancak böylesi bir birlikteliğin Kürt çalışanlarının kendi özgürlük taleplerini sendikalarımızda rahat bir şekilde ifade edebilme olanaklarının yaratılmasıyla mümkün olduğunu savunmaktadırlar.
Bu hareketin içerisinde başından bu yana sosyalist unsurlar yeralmaktadır. Diyebiliriz ki, grevli, toplusözleşmeli sınıf ve kitle sendikacılığı anlayışının ödünsüz bir şekilde savunul(252)masında kitlelerin kendi özdeneyimleriyle devlet mekanizmasını öğrenmelerine neden olan eylemliliklerin geliştirilmesinde, gruplar arası rekabetin devrimci bir potada birleştirilmesinde sosyalistlerin önemli bir katkısı olmuştur. Bundan sonra da bu hareketi etkileyebilecek olanaklara sahip oldukları görüşündeyim.
Her şeyden önce kitleselleşmek salt onlara ulaşmak değil, sınıf bilincini götürebilmektir. Bu nedenle kamu çalışanlarının çalışma ve yaşam koşullarını çok iyi bilmek, onların en temel sorunlarına sahip çıkmak, bununla kalmayıp sorunların nihai çözümünü göstermek, kısacası anti-kapitalist bilinci götürmek sosyalistlerin bu sendikalardaki birincil görevi olmalıdır. Bu sanıldığı kadar kolay değildir. Kamu çalışanlarının zengin bir mücadele tarihi, örgütsel birikimi olmadığı gibi halen daha bazı durumlardan kendilerini devletin bekçisi gibi görebilmektedirler. Üstelik çoğu zaman “bekçilik” etmektedirler de...
Memurların düzenden ve partilerden beklentilerinin kofluğunu göstermek, kendi özgüçlerini tanımasına yardımcı olmak için eylemlilikleri gündeme getirmeleri sosyalistlerin bu sendikalardaki bir başka görevidir. Burada sözkonusu olan eylemlerin niceliği değil, örgütlülüğün ve mücadelenin öğretici ve geliştirici olmasıdır.
Kamu Çalışanları Sendikaları içerisinde Kürt ulusunun haklı savaşımının desteklenmesi için çalışma yürütmenin vazgeçilmezliğinin üç temel nedeni vardır. Her şeyden önce bu savaş haklı bir savaştır. Ayrıca hem devlet mekanizmasının teşhirini yapmada elimizde oldukça önemli bir malzemedir, hem de Kürt devrimcilerinin Türkiye devrimci hareketine güvensizliğini kırmada ve birlikte örgütlülüğün sağlam zeminini yaratmada bir adım oluşturabilmektedir.
Belirli ilkeler doğrultusunda sosyalistler kanımca devrimci-demokratlarla güçbirliğine gidebilmelidirler. Böylesi bir tavır küçük-burjuva unsurların dükkancı anlayışlarını kırdığı gibi, bu yapılar içerisindeki tek tek sosyalistlerin doğru bir perspektife yönlendirilebilmelerini sağlamaktadır.
Yalnızca tepeden gelen emirleri uygulamakla yükümlü, amirlerine itaati her şeyden üstün tutan memurların ister istemez bu tüm düşünce yapısını ve yaşamını etkilemektedir. Bu yapılar soran, tartışan, sorunlarını ortaya koyan insan tipini yaratmaya da destek olmaktadır. Kendi kendisini, devleti ve düzeni sorgulayan insanın oluşumu için örgüt içi demokrasi kurallarına sonuna dek uyulmalıdır.
Sosyalistler işyerlerindeki en temel sorunlara sahip çıkmalı, ancak verili sorunları mutlaklaştırmamalıdırlar. Çoğu zaman sendika binalarında değişik akımların politik tartışmaları, işyerlerindeki faaliyete göre çok verimsiz ve sonuçsuz kalabilmektedir. Sanırız bugün özellikle vurgu sendika içerisindeki reformist anlayışlara karşı, “şimdiye dek olduğu gibi, taleplerimizi elde etmenin yolunun yalnızca kendi mücadelelerimizden geçtiği" doğrultusunda olmalıdır. Bu bağlamda dostlarımız da bize şu ya da bu türden sözler veren SHP milletvekilleri değil, Şırnak'ta, İdil'de, Cizre'de ayaklanan Kürt halkı, Yurtiçi Kargo İşçileri, belediye işçileri, kısacası işçi sınıfının ve Kürt ulusunun haklı mücadelesidir.(253)Çünkü kamu çalışanlarının nihai kurtuluşu için proletaryaya, proletaryanın da savaşımında memurlardan gelecek desteğe ihtiyacı vardır.(254)

********************************************



Yayın Dünyası

Yeni Ülke:

Provokasyon Teorileri Devrime Hizmet Etmez

M. Can YÜCE

Son günlerde bazı dostlarımız provokasyon teorileri yazmaya başladı. Böylece, devlet terörünün sorumluluğunun bir bölümü, devrimci yurtsever mücadeleye yüklenilmeye çalışılıyor. İlginçtir; bu dostluk ve kardeşlik adına yapılıyor.

Örneğin bir dost yayın organı bu konuda şunları yazıyor:

PKK yaptığı açıklamalarla ve uluorta ayaklanma sözleri ile devlet terörüne zemin hazırlıyor.”

Devlet terörü yeni bir olgu mu? Özel savaş yıllardır yoğunlaştırılarak tırmandırılıyor. Kitlesel kırım denemeleri her dönemde gündemde olmuştur. Serhildanların kazandığı boyutlar ve kaydedeceği aşamalar özel aygıtı ürkütüyor. Devrimci mücadelenin gelişme yasalarını kavrayabiliyorlar. Bunların önüne geçmeye çalışıyorlar. Düşündükleri önlemler, özel savaşı daha da tırmandırmak ve kitlesel kırımlarla boyutlandırmak oluyor.

Devrim yasalarını kavrayanlar ve TC’yi tanıyanlar için bu, çok fazla şaşırtıcı değildir.

Bu noktada, tedip ve tenkil hazırlıklarının ve pratiğinin sorumlusu kimdir? Hiç kuşkusuz, tarihin en haksız, kuralsız ve ölçüsüz savaşını veren ve bunu daha da tırmandırmaktan çekinmeyen özel rejimin kendisidir.

Peki, provokasyon teorilerinin anlamı nedir? Bu teori, bize yabancı değildir. 12 Eylül öncesinden biliyoruz, zindanlardan tanıyoruz. “Aman provokasyon olur!” yaklaşımı, reformizmin, pasifizmin ve teslimiyetin teorik gerekçesi/mazereti yapılmıştır. 12 Eylül’ü Sol’un pratiği ile açıklamaya çalışanlar da az olmadı...

Evet, dostça eleştiriler yapılır; bu başkadır. Ancak devletin bazı yönelimlerini “bazı uluorta sözler’le açıklamaya çalışmak, sorumluluğu paylaştırmak daha başka bir şeydir. Hele bu yaklaşım “kardeşlik” gibi tutkulu sözcüklerle süslenirse daha kafa bulandırıcı oluyor.

Provokasyon teorilerine gerekçe yapılan açıklamalar nedir? Bir kez şunu çok açıkça ortaya koyalım: Hak savaşımı, kendi yasaları doğrultusunda yolalıyor. Bu anlamda gerillanın büyüyerek yaygınlaşması, hareketli savaşa doğru bir yönelim içinde olması anlaşılır bir şey değil mi? Serhildanların süreklilik kazanarak büyümesi, yeni aşamalar kaydetmesi doğal değil midir? Anılan bu iki dinamiğin tüm halkı kavraması ve mücadelenin mantıki sonucuna doğru yürümesi istenen değil midir? Bundan sevinç duymak gerekmiyor mu?

’91 Serhildanlarının ‘90’a göre büyük bir gelişme göstermesi, ‘92’deki Serhildanların katlanarak bir büyüklüğe ulaşacağının işaretidir.

Savaş hükümeti, ulusal kongre gibi projeler büyüyen mücadeleye verilmesi gereken yanıtlardır. Herhalde hiç kimse şunu diyemez: Kendinizi tekrarlayın,(255)büyümeyin, çoğalmayın, aşama kaydetmeyin, yerinizde sayın!...

Mücadelenin gelişme stratejisi biliniyor. Ancak hayat, şemaları da pek takmıyor; hesapta olmayan bir dizi gelişme yaşanabiliyor. Buna hazırlıklı olmak ve anında yanıtlar geliştirmek önderlik sorumluluğudur. Önderlik, mücadelenin dinamiklerine, potansiyellerine olası gelişmelere hazırlıklıdır...
Bahar atılımları salt ‘92’ye özgü, bu yıl ortaya çıkacak bir durum mudur? Hayır! Her yıl yaşanan bir olgu. Karşıdevrim de devrimin gelişme düzeyine göre kendini örgütlemeye çalışıyor.
Bu noktada karşı-devrimin haksız, meşru olmayan, ölçüsüz ve kuralsız savaşını teşhir ve tecrit etmek; biçimi ve düzeyi ne olursa olsun halkın ulusal demokratik atılımlarını alkışlayıp desteklemek devrimci tavırdır; gerçek kardeşlik ve devrimci enternasyonalizm budur.
Unutulmasın ki, tüm ulusal ve demokratik haklardan, dahası en basit insani yaşam koşullarından yoksun bırakılmış bir halkın verdiği onur ve insanlık kavgası kadar meşru ve haklı bir şey olamaz!
Kafalarını biraz komplo teorileriyle bozan bu dostlarımızın provokasyon teorilerini geliştirmelerinin nedeni nedir? Bir kez bu arkadaşlar, ulusal devrime ve onun zaferine inanmıyorlar; inançsızdırlar. Bu inançsızlığın teorik nedenleri var: Ulusal kurtuluşu, “üç dinamiğe sahip Türkiye devriminin bir dinamiği” olarak görüyorlar. Dolayısıyla Türkiye devrimi gerçekleşmeden devrimci yurtsever mücadelenin zafer kazanabileceğini düşünemiyorlar. Bu, ipotekçi bir anlayıştır. Aynı zamanda ertelemeciliktir. Ayaklanma teorisi ile ilgili Lenin ve Mao’yu imdada çağırmak, bu ipotekçi ve ertelemeci anlayışı gizlemiyor; kurtaramıyor da...
Bir hatırlatma yapalım: 3. Kongre kararları yeniden okunsun. Orada provokasyon teorilerine malzeme yapılabilecek çok sayıda “uluorta söz” var. O zaman o sözler, sadece bir sözdü, bugün ise gerçekliğin kendi oluyor, gerçekliğe dönüşüyor.
Yoksa, devrimci yurtsever mücadele kendilerini mi beklemelidir? Beklemek, kendini tekrarlamak, büyüme sorunlarına yanıt getirmemek imha ve tasfiyenin kendisidir. Beklemek önerilmiyorsa, o halde, bu yürüyüşe omuz vermek ertelenmez görevdir. Devrimlerin eşzamanlı olması en çok arzulanan bir şeydir. Bunun için gerekenler yapılıyor. Fakat eşzamanlılık yakalanmıyorsa, “bekleyin” denilemez!
Dostlardan istenen şudur: Özel savaş psikolojik, propaganda ve halkı ikircikliğe iterek kafa bulandıracak çabalarına destek olabilecek tavırlardan kaçınılmalı... Provokasyon teorilerinin böyle bir yönü var.

Özel savaş, hava bombardımanlarıyla, yoğun kırım hazırlıklarıyla yeni boyutlar kazandı. Dost ve kardeşçe tavır, özel savaşı bütün boyutlarıyla teşhir etmek ve karşısında demokratik bir karşı duruşu örgütlemek; bugün çeşitli biçimlerde ve düzeylerde büyüyerek süren devrimci yurtsever mücadelenin haklılığını, meşruluğunu bilinçlere kazımak; kitleleri bu temelde eğitmek, kafalardaki şovenizm zehirini akıtmanın yoğun çabası içinde olmak vazgeçilmezdir! Özetle, provokasyon teorileri ile kardeşliğe hizmet etmiyorsunuz! Tabii ki, devrime de...(256)



***********************************

Mücadele:
El Salvador'da yaşananlardan çıkarılacak dersler

Mücadele dergisinin 1 Şubat tarihli 37.sayısında yer alan "FMLN'nin Uzlaşmaya Yönelmesi El Salvador Halkına Daha Büyük Acılar Yaşatacaktır" başlıklı yazının son bölümünü yayınlıyoruz
Halka ve kendi gücüne güvensizliğin ifadesi olan reformizmin El Salvador'da gelinen aşamada uzlaşmayı seçmesi, bu politikada ısrarlı olması El Salvador'daki mevcut devrimci dinamiklere büyük darbe vuracaktır.
Bugüne kadar El Salvador halkı devrim mücadelesinin kendi oligarşileriyle olduğu kadar emperyalizmle de hesaplaşması gerektiğini yaşadı. Bugün El Salvador'da yaşananlar ise tam tersidir. ABD işgalinden korkularak devrimi belirleyen temel etmenin iç dinamikler olduğu, dış etkenlerin belirleyici olamayacağı unutulmuş, yeni bir Vietnam yaratmaktan ürküntü duyulmuştur. Oysa El Salvadorlu devrimciler, Salvador'da gerçekleşecek birdevrimin, değil Nikaragua devrimini boğmak; başta L. Amerika devrimci hareketleri olmak üzere dünya devrimci hareketlerini soluklandırıp güçlendireceği perspektifiyle hareket etmeliydiler.
El Salvador devrimini uzlaşmacılığa götüren şey, kaynağını revizyonizmden alan “sağ” politik hattır. Dağılan S.Birliği ve diğer sosyalist ülke politikaları ve bu ülkelerde yaşanan olumsuzluklar uzlaşmacı “sağ” çizgiyi iyice derinleştirmiş, sorunların çözümünü devrimde değil, faşist iktidarla “masabaşı”nda “politik çözüm”(!) de aramaya yöneltmiş, “görüşme” çağrılarına hız verdirmiştir. Devrime inançsız, kendine güvensiz bu politikanın El Salvador halkının gerçek kurtuluşunu sağlamadan uzlaşmaya varması, faşist iktidar karşısında halkı silahsızlandırmaktır. Bu durum ise El Salvador halkının en ağır bedeller ödeyerek kazandıklarını kısa sürede yitirmesini beraberinde getirecektir.
1981 saldırısı sonrasında derinleşen reformizmin bir diğer nedeni de, gelişen sağcılığa karşı ideolojik mücadeleden kaçınmak veya yeterince önemsememek, başarı sağlayamamaktır. İdeolojik mücadelenin geliştirilip, yanlış politikaların üzerine gitmede gösterilen cesaretsizlik, emperyalizmin 1980'ler sonrası gündemine aldığı “demokrasi”, “insan hakları” gibi demagojilerle dolu politikalarına angaje olmayı getirmiştir.
El Salvadorlu devrimcilerin yanılgılarından biri de, uzun süreli halk savaşı söylemlerine karşın, Nikaragua benzeri devrim beklentilerinin üst boyutlara tırmanmasıdır. Bu amaçla gerçekleştirilen saldırılar ya kitlelerin ayaklanma çağrılarına yanıt vermemesi nedeniyle, ya da kitlesel eylemlilikte kabarışın yaşandığı koşullarda saldırı yerine, yönetimi “Ulusun çoğunluğunun katıldığı bir seçim yenilgisine uğratmak” sevdasına kapıldıkları için kitlelerle buluşmalarının önünde engel oluşturmuştur. Yanlış politikalarının(257)sonucu olan bu durum umutsuzluğu, umutsuzluk da daha da sağa kaymalarının zeminini oluşturmuştur.
El Salvador'un ABD'nin “arka bahçesi” olması dolayısıyla emperyalizmin devrimi boğmak için olağanüstü güç harcaması, uluslararası durum vb. gibi dış etkenler de El Salvador Devrimi'nin uzlaşmayı seçmesinde etken olsa da, belirleyici olan devrimci cephenin iç durumu, reformizmin iktidar perspektifini yitirmesidir. Yenilgiyi esas olarak burada aramak gerekir.
El Salvador halkının gerçek kurtuluşu masa başında değil savaş alanlarında kazanılacaktır
Bugün El Salvador'da yaşananlar emperyalizmin “yeni dünya düzeni” politikasıyla çakışmaktadır. Çünkü ABD emperyalizmi kendi çıkarlarını tehdit eden ulusal ve halk kurtuluş mücadelelerini silahsızlandırmak istiyor. Bu amaçla silahlı-silahsız her türden yöntemi deniyor, deneyimlerini ve hatta gücünü işbirlikçilerinin hizmetine sunuyor.
Salvador'da silahlı mücadele ile elde edilen mevziler ve kitle desteği iktidarın alınmasını çabuklaştırmak yerine “diplomasi”ye yöneldiğinde, emperyalizmin ve işbirlikçilerinin oyunlarına gelmek kaçınılmazdır. El Salvador'da FMLN'nin ülkenin 1/3'ünü kontrolü altında tutması ve silahlı güçlerinin varlığı yönetimle masaya oturmalarının koşullarını sağlamıştır. “Demokratik açılımlar”ın yapılacağı da vaat edilmiş, anlaşma protokolünde yer almıştır. FMLN'nin “kazanç” olarak değerlendirdiği “değişimler”in belli başlıları şunlardır:
“Silah bırakışma”, “ordunun küçültülüp yeniden örgütlenmesi”, “ordu dışı sivil kolluk kuvvetlerinin kurulması”, “FMLN'nin denetiminde olan bölgelerdeki mülkiyet biçiminin korunması”, “FMLN'nin legalleşmesi”...
Evet, “değişim”lere ilk bakıldığında bunlar kazanım gibi görünebilir. Ancak gerçekler bu yönde değildir. En başta FMLN'nin silah bırakması, yapılacağı vaat edilen değişimlerin dahi takipçisi olmasını engelleyecektir. Diğer yandan, FMLN'nin 1984'den bu yana halkta oluşturduğu “ateşkes” ve “uzlaşma” düşüncelerinin de etkisiyle devrimci dinamiklerin yokolup halkın büyük bir bölümünün düzene entegre olması tehlikesi vardır. “Ordunun küçültülüp, yeniden örgütlendirilmesi” vb. şeyler, halk nezdinde ve hatta dünya kamuoyu nezdinde fazlasıyla teşhir-tecrit olan Ölüm Mangalarının yerine yeni militarist kurumların oluşturulmasından başka bir sonuç doğurmayacaktır. Burjuva basında yer aldığı gibi Ölüm Mangaları vd. militarist kurumlar, mevcut konumları nedeniyle emperyalizmin ve işbirlikçilerinin çıkarlarını korumaktan ziyade tehlikeye soktuğu için “reform”a ihtiyaç duyulmaktadır. O nedenle, FMLN'nin 6 bin kişilik jandarma ve vergi polisinin dağıtılacağından hareketle, bunun “Ölüm Mangalarının temel sığınağının kaldırılması”nı getireceği değerlendirmeleri bir anlam ifade etmemektedir.
Uzlaşma sonrası oluşacak “demokratik ortam”da “seçimler aracılığıyla yeni toplumu inşa etme”yi (FMLN İngiltere Temsilcisi D.Victor Amaya, aktaran: Özgür Halk Dergisi, sayı:3, s.39, 15 Ocak 1991) amaçlayan(258)FMLN”nin böylesi bir şansının olmadığı ise açıktır. Bu bir çok nedenden dolayı böyledir. Başta, “yeni toplumu inşa etmek” için yukarıdan aşağıya iktidarın ele geçirilmesi ve bunun için de iktidarı koruyacak güçlerin olması gerekir. İkincisi, yüzyılların devlet/iktidar bilincine sahip El Salvador burjuvazisinin iktidarı seçimlerle teslim etme gibi bir hataya düşmesinin zemini geçmişte de yoktu, bugün ise hiç yoktur.
El Salvador egemenleri ve emperyalizm siyasi bir zafer kazanmıştır, taktik olarak güçlenmişlerdir. El Salvador halkına kimi demokratik hak ve özgürlükler tanınacağı söylense de bunların kalıcılığı yoktur. Çünkü El Salvador oligarşisinin böylesi hak ve özgürlüklere uzun vadede tahammül göstermesi düşünülemez, buna gücü de yoktur.
El Salvador'da yaşananlar ve yaşanacak olanlar tüm dünya devrimcileri için derslerle doludur. İç savaş koşullarında Yunan Komünist Partisi'nin, 1975'lerde İKDP'nin, bugün FKÖ'nün, L. Amerika'da M-19 vb. birçok hareketin yaşadığı trajedinin yaşanması istenmiyorsa, uzlaşmacı politikalardan vazgeçilmelidir. Silah seslerinin gürültüsü kimi zaman reformizmin ürkek adımlarının sesini bastırmakta, savaşan bir gücün uzlaşmaya boyun eğmesi anlaşılamamaktadır. Oysa savaş meydanlarında uzlaşma çağrılarının yükselebileceğine en yakın örnek El Salvador devrim mücadelesidir.
Halkların gerçek kurtuluşunun masa başlarında değil, savaş alanlarında kazanıldığı unutulmamalıdır.

Yüklə 1,58 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   16   17   18   19   20   21   22   23   24




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©www.genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə