A'dan Z'ye Felsefe


BİLGİ TEORİSİ (EPİSTEMOLOJİ)



Yüklə 1,64 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə15/77
tarix20.01.2022
ölçüsü1,64 Mb.
#83020
1   ...   11   12   13   14   15   16   17   18   ...   77
A\'dan Z\'ye Felsefe - Alexander Moseley ( PDFDrive )

BİLGİ TEORİSİ (EPİSTEMOLOJİ)
BİLİM
Bilim, bilgi demektir, yani bilginin anlam, referans ve
doğruluk açılarından incelenmesi olan epistemoloji ile
yakından ilgilidir. Bilim (doğa bilimleri) fiziksel dünyayı ele
alır, kimya, fizik ve biyolojiyi kapsar. Sonuçları açısından
bakıldığında bilim muazzam başarılı olmuştur. Bundan kuşku
duyacak biri varsa, biraz çevresine bakması ve bu kitap dahil
gözüne çarpan ürünler üzerinde birkaç dakika düşünmesi
yeterli olacaktır.
Bu açıdan bakıldığında, bilimin epistemolojisi başarılı
olmuştur. Bu başarılar doğal olarak ilgi çekmiştir: Felsefeciler
ve başka türden aydınlar bu yöntemleri kendi alanlarında
tekrarlamaya çalışmışlardır. Ama bu tür bir yaklaşım doğa
bilimlerinin yöntemlerinin uygulama bakımından evrensel
olduğunu ima eder ki bu hiç de zorunlu değildir. Bilimsel
yöntem bir teorinin deney yapma yoluyla test edilmesine ve
bu deneyin tekrarlanması ve aynı sonuçların alınmasına
dayanır. Deneyler büyük ölçüde yapay koşullarda yapıldığı
için çıkarılan sonuçlar kesin değildir. Ne var ki, kontrollü ve
tekrarlanabilir deneylere yaslanan muazzam miktardaki
çalışma etkileyici bir yapı gibi yükselmektedir. Ama bu yapı
dogmatik temellere dayanmaz. Çünkü bilimsel yöntem bugün
kavranmış olan şeyin yarın gözden geçirilmeye açık olmasını
sağlamak için sağlıklı bir kuşkuculuk gerektirir.


Bilim felsefesi tümevarım ve tümdengelim, olaylarda
nedenselliğin statüsü ve araştırılacak meseleleri kavramada
zihnin ve duyuların rolü gibi konular üzerinde durur. Bir
deney tekrarlandığında sonuç doğrulanmakta mıdır, yoksa
Popper’m belirttiği gibi teori yanîışlanana kadar ayakta mı
kalır? Buna bağlı olarak bilimde doğruluktan söz. edebilir
miyiz? Neyi kanıt olarak görebiliriz ve bunun kriterleri
nelerdir?
Bilimi her zaman bilim camiasından, insanlardan ve
kişiliklerden, laboratuvar asistanlarından ve yenilikleri
yaratanlardan ayırmak gerekir. İnsanlar hata yapmaya,
sonuçları kendi çıkarlarına veya bütçelerine uyacak biçimde
değiştirmeye veya bilim adı altında bir dogmayı savunmaya
yatkındır. Ama bilimsel yönteme sadık kalan başkaları
mevcut oldukça, yanlı ya da özel amaçlarla üzerinde
oynanmış sonuçların, bilimsel propagandanın, sahte bilimsel
teorilerin ve bilim dışı iddiaların maskesi indirilebilir. Ancak,
bilimin, devletlerin ve büyük şirketlerin projeleri (örneğin
kitlesel aşılama) fonlaması yoluyla politizasyonu-nun, has
niyetlerle çalışan bilimcilerin çabalarını zayıflatacağı
ve yöntemi siyasal bakımdan olumlu sonuçlar lehine
yozlaştıracağı konusunda kaygılar vardır. Bu, 16. yüzyıl
Avrupasında kilisenin uyguladığı kontrolün yarattığı tuzaklara
yakın bir şeydir. İktidarla ilişkisi askeri-sınai komplekse
benzeyen bir tıbbi-sınai kompleksin yaratılması söz konusu
olabilecektir. İyimserler “sonunda hakikatin kazanacağına
inanabilirler, ama bu dünyada o kadar çok şey insan çabasına
ve cesaretine ihtiyaç gösteriyor ki, bu zorunlu olarak doğru
olmayabilir.


Kuhn bilimin paradigmalar çerçevesinde çalıştığını ileri sürer.
Bunlar doğa ve yöntem konusunda bir dizi inancı içerir ve
periyodik olarak bu inançlar yenilikçi düşünürlerce
paramparça edilince yeni bir paradigma yükselir. Bu, popüler
ama hiç test edilmemiş de olmayan bir teoridir: Kuhn sadece
bilim camiasında işleyen birtakım sosyolojik faktörler
üzerinde durmaz; bunu bilimin kendisini tartışmak için ortaya
atar. Bu durumda, bilimde doğru olan, bilimsel fikirlerin
kendisine ve bunların açıklamaya çalıştıkları olgu ve olaylarla
kurduğu ilişkiye değil, toplumsal paradigmalara bağlıdır. Bir
paradigmayı oluşturan, belirli insanlardır, bu paradigmayı
destekleyenlerin sayısıdır. Bir paradigma, yeni bir muhalif
grup tarafından devrilene kadar kendi kendini yeniden
üretecektir. Sonra, yeni muhalif grubun sayısı kritik
bir kütleye ulaşır. Bir bakıma her bilimsel paradigmanın
sahipleri tarihi yeniden yazar. Öte yandan, Popper, bilim
konusunda hakikatin bizatihi bilim camiasına bağlı olarak
göreli olduğunu kabul etmek yerine, bilim camiasının geçerli
ve doğru saydıklarını herhangi bir insanın sorgulayabileceği
eleştirel bir bakış açısı geliştirmiştir. Herkes bir teori ileri
sürebilir, mesele bu teorinin yanlışlanmaya, yani test
edilmeye açık olmasıdır. Yanlışlanma, teorinin reddedilmesi
için bir gerekçedir. İnsanlar dünya hakkın-daki görüşlerini
bilimsel camiayı oluşturan şahsiyetler değiştiği için değil,
yeni bir düşünce tarzı onları ikna ettiği için değiştirirler. Kuhn
açısından, camia vizyonu konusunda bir sınıra dayanır, yeni
bir vizyon ve camia gerekli hale gelir. Bunlar, sadece bilimi
neyin oluşturduğu konusunda değil, ayrıca bilimin nasıl
ilerlediği konusunda da köklü biçimde farklı görüşlerdir.


Bu iki felsefenin nasıl karşıt olduğunu, bir bakıma, 11 Eylül
olayları temelinde görebiliriz. Popper için, ortaya atılan her
teori yanlışlanabilir olmalıdır; bir kez yanlışlandığında da
reddedilmelidir. Bilim konusunda Platonik bir bakış açısına
sahip olan (bilim, insanları mutlu kılmak için kullanılmalıdır)
Kuhn için, resmi teoriler paradigmayı oluşturur; yalnızca
uzmanların söz hakkı olduğuna göre, resmi teorileri
savunanların sayısı yeterince kabarık ise, hiç kimse ortodoks
düşünceyi sorgulayamaz. Popper internet temelli gazeteciliğin
çoğulluğundan memnuniyet duyardı, çünkü bu, toplumu
daimi bir eleştiriye açık kılar; Kuhn ise bunu kontrol altına
almaya çalışırdı.
Popper ve Hayek her ikisi birden bilimin, başka konularda
uygun olmayan bir yöntem olarak kullanılması anlamında
suis-timaline karşı çıkmışlardır. Bilimcilik, bütün insan (ve
hayvan) davranışlarının ve olayların doğa bilimcileri
tarafından kullanılan bilimsel araştırma yöntemine
indirgenebileceğim ileri süren teoridir. Tıp örneği
düşünmemizi teşvik etmek açısından bize güçlü bir örnek
sunuyor. Laboratuvar koşullarında bir ilacın bir hücre kültürü
üzerindeki etkisi, gözlemlenebilir, analiz edilebilir. Deney
farklı araştırmacılar tarafından benzer koşullar
altında yürütülebilir. Sonuçlar uyuşursa bulguların belirli bir
hipotezi desteklediği konusunda mutabakata ulaşılabilir.
Şimdi bunu bir çocuğa uygulamaya gelince, indirgemeci
düşünüş tarzı çocuk üzerindeki etkilerin ekstrapolasyon
yoluyla Öngörülebileceğini veya hücre kültürü üzerindeki
etkilerle benzer olacağını varsayar. Oysa çocuk (bırakın
ahlaki bakımdan, fiziksel açıdan bile) laboratuvar değildir.
Çünkü yapay koşullarda test edilmiş neden-sonuç ilişkisinin


yalınlığını altüst edecek sayısız başka faktör ortaya çıkacaktır.
Çocuk, hücreleri sürekli olarak sağlıklı bir çevreyi yeniden
oluşturmaya ve çocuğun çevre ile ilişkisinin, beslenmenin,
hatta tutumunun yardımı ile yeniden üremeye çabalayan canlı
ve dinamik bir organizmadır. Bu gösteriyor ki, tıbba
disiplinler arası bir yaklaşım bilimsel yöntemin bir parçası
olmalıdır.
Tıpta bilimsel yöntemin kullanılmasını talep edenler
genellikle bütüncül yaklaşımları reddederler. Oysa aynı ilacın
iki farklı insan üzerinde kullanılması ve gözlemlenmesi farklı
sonuçlar doğuracaktır. Çünkü bunların özgül koşulları,
beslenmeleri ve kafa yapılan sabit tutulamaz. Bu yüzden,
uygulamalı tıp, ilaçların ve tedavilerin performansını istatistik
olarak ölçerek korelasyonlar kurmaya çalışır. Bunun anlamı,
yalın neden-sonuç ilişkilerinin, prosedürlerin ortalamasının
alınması tarafından gözlerden gizlendiğidir.
Bilimsel meselelerin ahlak boyutu, suyun içine flor
katmaktan, kitlesel aşı programlarından, genetik
mühendislikten, bilimcilerin ahlaki sorumluluğuna ve devletin
bilimi yönlendirmesine ve kontrol etmesine izin verilip
verilmeyeceği tartışmasına kadar uzanan engin bir alandır.
Denebilir ki, devlet böyle bir kontrol uygulamış olsaydı ben
bu satırları bir dizüstü bilgisayarında yazıyor olmayacaktım!
BİLİNÇ
Bir canlı varlık ne zaman bilinç sahibi olur ya da cansız
madde ne zaman bilinç kazanır? Bir varlık bilinçli olarak
görülüyorsa, bu zorunlu olarak bu varlığın özbilinç de


taşıdığını gösterir mi yoksa bilinç genellikle çevrenin farkında
olmak anlamına geldiğine göre, bir şey bilinçli olup kendi
hakkında bilince sahip otamayabilir mi?
Bilincin ortaya çıkış alanının, bir dizi kritere yanıt gerektiren
bilimsel bir mesele olduğu ileri sürülebilir. Şu ve şu koşul
yerine gelirse, o zaman bilinç vardır. Ama oyun bu kriterleri
tanımlamaya giriştiğimizde başlar.
Kendi bilincimiz bir veri gibi görünür: Çevremizde var olan
bir dünya ve kendi içimizdeki bir dünya (düşler, anılar, yani
bir benlik sahibi olduğumuzu kabul edebiliriz) hakkında bir
farkın-dalık sahibi olduğumuzu varsayarız. Ancak, bilincimizi
bu kitaba bakmamız söylendiği gibi algılamamız istenirse,
mantık baş aşağı gitmeye başlar: Farkındalığm farkında
olunur mu? Belki yalnızca kendi davranışlarımızı içeriden
seyretmenin öz farkın-dalığı veya başkalarının bize verdiği
tepkiler aracılığıyla.
Bir dış dünyanın bilincinde olmak çok geniş bir canlılar
kategorisini içerir, çünkü dış dünya hakkında farkındalık
birçok yaratık için betimlenebilir: Tek hücreliler bile bu
anlamda bilinçlidir, çünkü çevrelerine tepki verirler, beslenme
ve işgalcilerle başa çıkma yöntemleri insanlara benzer.
Bazılarına bir hücreye bilinçli demek kabul edilemez gibi
görünebilir; bunun hareketleri kimyasal ve fiziksel süreçlere
indirgenebilir denebilir, her ne kadar dirimselciler bu itiraza
karşı çıksalar da. Ama eğer hayatın o büyük evrim ağacında,
“bilinçli” varlıkların ortaya çıktığı bir dal varsa, şu soru hâlâ
sorulmalıdır: Neyi yalnızca kimyasal reaksiyonlar içinde
olmaktan bilinçli olmaya geçiş olarak görmeliyiz? Belirli
süreçlerin birleşmesi sonucunda ortaya işlevden ziyade amaç


içeren süreçler çıkması mı yoksa işin içine ruhun girmesi mi?
Bu sonuncusu işi daha da karıştıracaktır.
Hiç kuşku yok ki hayvanlar daha karmaşıklaştıkça çevreleri
ve geçmiş bağlantılar konusunda artan bir bilinç sergilerler.
At binicisini tanır, bitki kendine su vereni tanır mı (her ne
kadar bitkilerle konuşmanın büyümeleri üzerinde olumlu bir
etki yaptığı söyleniyorsa da)? Ölümle birlikte beden kendisine
karakter kazandıran şahsiyeti yitirir: Öyle görünmektedir ki
bilinç ebediyen yok olmuştur. Örtülü olarak, bilincin biricik
ve kınlgan olduğunu kabul ederiz ve böylece yalnızken başka
canlılara doğru bilinç içinde bir dayanışma halinde çekiliriz.
Ama bu, aşkın bir ruhun hepimizi birleştirdiği türünden
mistik bir anlamda bütün bilinçlerin Tek olduğu anlamına mı
gelir? Mantıksal açıdan bu sonucun doğması gerekmez:
Bilinçler hâlâ biricik ve bağımsız olabilirler.
Etik açıdan bakıldığında bilinç felsefesi bazı çok zor alanlara
girmek zorundadır. Etikçiler özbilinç ufkunu manevi
kişiliğin tanımının temeli yapabilirler: Bir kez özbilinç
kazanıldı mı, o varlık ahlaken önemli olmaya başlar. Yani bu
varlık (yunuslar veya büyük maymunlar) ya manevi şahsiyet
ya da onun bir benzerini kazanır ve kimilerine göre insanlara
verilen ahlaki korumaya benzer bir davranışı hak eder. Öte
yandan, yeni doğmuş bebeklerin özbilince sahip olduklarını
söylemek çok zordur. Öyleyse onlara ahlaki bakımdan bir
tanınma sağlamayacak mıyız? Kişi bilincini yitirirse, insana
genellikle sağlanan koruma ona verilmeyecek midir?
Bırakalım ölsün mü? Hayat destek ünitelerini kapatalım mı?
Yakın zamanda (2007) komadaki bir adamın talamusuna
verilen elektrik uyarılar aracılığıyla bilinci “yeniden


uyandırıldı”. Bu, zihin hakkında materyalist bir bakış açısının
ya da bilincin fiziksel olana bağımlılığının altını çizmiştir.
Ama bilince geleneksel bilimsel yöntemin talep ettiği tarafsız
açıdan bakarsak, ayağımızı sağlam basma olanağını yitiririz:
Bilinç başkalarının erişemeyeceği öznel bir vizyona sarılı
kalır. Yani yalnızca yarasa olmanın ne anlama geldiğini hiçbir
zaman öğrenememekle kalmayız (Nagel), birbirimizin ne
olduğunu bile asla öğrenemeyiz.

Yüklə 1,64 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   11   12   13   14   15   16   17   18   ...   77




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©www.genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə