BÜTÜN ÖYKÜLERİ
Tomris Uyar (İstanbul, 15 Mart 1941 - 4 Temmuz 2003) İlko-
kulu Taksim’deki Yeni Kolej’de (1952); ortaokulu İngiliz High
School’da (1957); liseyi Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’nde
(1961) okudu. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ne bağ-
lı Gazetecilik Enstitüsü’nü bitirdi (1963). 1987’de Boğaziçi
Üniversitesi’nde Çağdaş Öykü ve Türk Öykücülüğü adıyla
seçmeli bir ders verdi.
Papirüs dergisinin yayınına katıldı,
İngilizceden altmıştan fazla kitap çevirerek Türkçeye dünya
yazınından yapıtlar kazandırdı.
Yürekte Bukağı ile 1980, Yaza
Yolculuk ile 1987 Sait Faik Hikâye Armağanı’nı; Güzel Yazı
Defteri ile 2002 Sedat Simavi Edebiyat Ödülü’nü kazandı.
2011’de 70. yaşı dolayısıyla Mimar Sinan Üniversitesi’nde
bir sempozyum düzenlendi.
Yapıtları
Öykü:
İpek ve Bakır (1971), Ödeşmeler ve Şahmeran Hikâyesi
(Nedim Günsür’ün resimleriyle, 1973),
Dizboyu Papatya-
lar (1975), Yürekte Bukağı (1979), Yaz Düşleri / Düş Kışları
(1981),
Gecegezen Kızlar (1983), Diz Boyu Papatyalar (Toplu
Öyküler, 1984),
Dön Geri Bak ve Rus Ruleti (Toplu Öyküler:
2 cilt, 1985),
Yaza Yolculuk (1989), Sekizinci Günah (1990),
Otuzların Kadını (1992), İki Yaka İki Uç (Gençlik Öyküleri:
Seçmeler, 1992),
Aramızdaki Şey (1997), Güzel Yazı Defteri
(Ali Arif Ersen’in resim ve fotoğraflarıyla, 2002),
Metal Yor-
gunluğu (Haz.: Handan İnci, Doğan Kardeş Seçme Öyküler,
2009),
Bütün Öyküleri (Delta, 2014).
Düzyazı:
Gündökümü 75 (1976; eklemeler yapılarak Sesler,
Yüzler, Sokaklar adıyla 1981’de, Gündökümü (1975-1980): Bir
Uyumsuzun Notları, adıyla 1990’da yeni basımları yapıldı),
Günlerin Tortusu: Bir Uyumsuzun Notları (1985), Yazılı Günler
(1985-1988) (1989), Tanışma Günleri / Anları (1989-1995)
(1995),
Yüzleşmeler: Bir Uyumsuzun Notları (1995-1999)
(2000),
Gündökümü: Bir Uyumsuzun Notları (2 cilt toplu
günlükler/yazılar, 2003),
Kitapla Direniş: Yazılar, Söyleşiler,
Soruşturmalar (Haz.: Handan İnci, 2011), Aşkın Yıpranma
Payı: Elele Dergisindeki Yazılar ve Söyleşiler 1976-1985 (Haz.:
Handan İnci, 2015),
Bütün Yazıları (Delta, 2016).
Tomris Uyar’ın
YKY’deki kitapları:
İpek ve Bakır (
2002)
Güzel Yazı Defteri (
2002)
Ödeşmeler ve Şahmeran Hikâyesi (
2003)
Gündökümü, Bir Uyumsuzun Notları I (
2003)
Gündökümü, Bir Uyumsuzun Notları II (
2003)
Yürekte Bukağı (
2004)
Dizboyu Papatyalar (
2004)
Gecegezen Kızlar (
2005)
Yaz Düşleri Düş Kışları (
2005)
Otuzların Kadını (
2005)
Sekizinci Günah (
2005)
Aramızdaki Şey (
2006)
Yaza Yolculuk (
2006)
Kitapla Direniş (
2011)
Bütün Öyküleri (Delta,
2014)
Aşkın Yıpranma Payı - Elele Dergisindeki Yazılar ve
Söyleşiler 1976-1985 (
2015)
Bütün Yazıları (Delta,
2016)
Doğan Kardeş
Metal Yorgunluğu - Seçme Öyküler (
2009)
Tomris Uyar
BÜTÜN ÖYKÜLERİ
Yapı Kredi Yayınları - 4264
Delta - 19
Bütün Öyküleri / Tomris Uyar
Kitap editörü: Murat Yalçın
Kapak tasarımı: Nahide Dikel
Uygulama: İlknur Efe
Baskı: Acar Basım ve Cilt San. Tic. A.Ş.
Beysan Sanayi Sitesi, Birlik Caddesi, No: 26, Acar Binası
34524, Haramidere - Beylikdüzü / İstanbul
Tel: (0 212) 422 18 34 Faks: (0 212) 422 18 04
www.acarbasim.com
Sertifika No: 11957
1. baskı: İstanbul, Kasım 2014
2. baskı: İstanbul, Mart 2017
ISBN 978-975-08-3074-7
© Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık Ticaret ve Sanayi A.Ş., 2014
Sertifika No: 12334
Bütün yayın hakları saklıdır.
Kaynak gösterilerek tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında
yayıncının yazılı izni olmaksızın hiçbir yolla çoğaltılamaz.
Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık Ticaret ve Sanayi A.Ş.
Kemeraltı Caddesi Karaköy Palas No: 4 Kat: 2-3 Karaköy 34425 İstanbul
Telefon: (0 212) 252 47 00 (pbx) Faks: (0 212) 293 07 23
http://www.ykykultur.com.tr
e-posta: ykykultur@ykykultur.com.tr
İnternet satış adresi: http://alisveris.yapikredi.com.tr
Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık
PEN International Publishers Circle üyesidir.
İçindekiler
İPEK VE BAKIR
Çiçek Dirilticileri • 13
Temmuz • 19
Kuytuda • 23
Konuk • 28
Rüzgârı Düşün • 34
“Da€lar Sada Verip Seslenmelidir” • 40
“Bir Günün Sonunda Arzu” • 45
Mazi Kalbimde Bir Yaradır
I./ Dü€ün • 51
II./ Gün Döndü • 58
III./ Uzaktan Yoldan • 63
IV./ Biraz Daha • 68
Yürek Hakkı • 71
Ovasız • 76
Kurban • 81
Allı Turna • 86
Evin Sonu • 89
“Sarmaşık Gülleri” • 97
Sonsöz Yerine • 101
6
BÜTÜN ÖYKÜLERİ
ÖDEŞMELER VE ŞAHMERAN HİKÂYESİ
ÖDEŞMELER
Önsöz • 107
Köpük • 114
Çiçeklerle • 119
Güler Yüzlü Bir Komşu • 130
Dön Geri Bak • 137
Elişi Göllerde • 148
Eptalikos Üçlüsü
Köpek Gezdiricileri • 155
Derin Kazın • 161
Sağlar • 166
Yusuf ile Zeliha • 177
Sevdadır • 182
Ormanların Gümbürtüsü • 186
ŞAHMERAN HİKÂYESİ
• 197
DİZBOYU PAPATYALAR
Hakların En Güzeli • 247
Emekli Albay Halit Akçam’ın İki Günü • 253
Yaz Suyu • 269
Şen Ol Bayburt • 277
Dizboyu Papatyalar • 285
Ömür Biter Yol Biter • 296
Limanda • 302
Aykırı Dal Üstüne • 313
YÜREKTE BUKAĞI
Anlat Bana • 323
Güneşli Bir Gün • 331
Süt Payı • 337
Ayşe, Haklı • 352
Akan Sularla • 360
İÇİNDEKİLER
7
Düş Satmak • 367
Ilık, Yumuşak, Kahverengi Şeyler... • 377
Dikkat! Kırılacak Eşya • 385
Uzun Ölüm • 395
Yürekte Bukağı • 402
YAZ DÜŞLERİ / DÜŞ KIŞLARI
Kuskus • 415
Filizkıran Fırtınası • 422
Metal Yorgunlu€u • 432
Beyaz Bahçede • 444
Oyun • 451
Bayırdaki Ilgım • 458
Zula • 467
Rus Ruleti • 471
Kuşluk Rakısı • 484
GECEGEZEN KIZLAR
Öykülere Girerken • 493
Sonucu Belki • 495
Ormandaki Ayna • 504
Geriye Kalan Günlerimizin İlki • 515
Kavalın Parmak İzi • 523
Gecegezen Kızlar • 530
Sonsuza Dönüş • 537
Sue Ellen ile Recep’in Kaçınılmaz Karşılaşması • 547
Alien • 553
Yalnızağaç Durağı • 561
Düşkırıcı • 572
YAZA YOLCULUK
Gülümsemeyi Unutma • 581
Son Sanrı • 588
Kalenin Bedenleri • 595
Küçük Kötülükler • 607
Bol Buzlu Bir Aşk Lütfen! • 615
8
BÜTÜN ÖYKÜLERİ
Yaz Şarabı • 626
Kedibalı • 637
Ölen Otelin Müşterileri • 643
Düzbeyaz Bir Çağrı • 652
SEKİZİNCİ GÜNAH
Kişisel Sorgulamalar • 663
Kelepir • 667
Dondurma • 673
Yapayalnız Bir Gök • 681
Mavikan Kokusu • 692
Alte Liebe: Küçük Akşam Müzi€i • 699
Pasaport • 705
Manastırlı Hilmi Bey’e Beşinci Mektup • 712
OTUZLARIN KADINI
Pentimento • 723
Otuzların Kadını • 736
Sarpsarı Dönüş Yolu • 743
Fal • 753
Gelgit • 769
Pençe • 784
Alatav • 799
Çivi • 813
ARAMIZDAKİ ŞEY
Aramızdaki Şey • 823
Tazı Payı • 834
Güz Kızılı • 841
Yavruağzı • 849
Tahin-Pekmez Günleri • 858
Pıhtı • 869
Lal • 875
Akşam Alacası • 882
Öykülerin Başı-Sonu • 889
GÜZEL YAZI DEFTERİ
güzin • 894
olcay • 900
bülent • 906
kenan • 916
sema • 923
İÇİNDEKİLER
9
İPEK VE BAKIR
Çiçek Dirilticileri
Yağmur bütün gün yağdı. Damdaki kiremitler tıkırdadı.
Rüzgâr oluklara, pervazlardan içerilere savruldu. Başları ör-
tülü kadınlar geçti yoldan. Taşlar su sıçratarak kurudular.
Bulutların arasından bir halka geçirdi güneş. Zayıf ve titrek.
Üç araba geçti. “İkisi özel, sayılmaz. Sonuncusu benim,” dedi
Şükrüye, “sayılır!” Pencereye dayalı dirseklerini tükürükledi.
“Baban birazdan gelir.” Annesi köşedeki sedire oturmuş,
bacaklarını altına almıştı. Elindeki aynada yüzünü inceliyordu.
“Baban birazdan gelir.” Şükrüye, annesinin güzel mi çirkin
mi olduğunu düşündü. Babasına sormuştu; “Güzeldir,” demişti
babası. Annesi çenesindeki sivilceyi sıktı, elini önlüğüne sildi.
Şükrüye bir karara varamadan pencereden yana döndü.
“Babam birazdan gelir.” Hava iyiden iyiye açmıştı şimdi;
sokaktan geçen adamlar, yağmurdan sonra eskimiş görünüyor-
lardı. Paçaları çamur içindeydi. “Her pazar sinemaya gideriz,
arada bir de babaanneye.” Annesi duymasın diye sustu. Sesini
azıcık yükselterek tekrarladı –arada bir de babaanneye– anne-
si bir kere daha duymasın diye. Sonra dönüp baktı. Annesi ba-
şındaki topuzu firketelerle dengeliyor, deliyordu. Şükrüye’nin
dişleri kamaştı. Konuşacak şey bulamazdı annesiyle kalınca.
Yalnızken hep susarlardı. “Baban nerdeyse gelir.” Şükrüye bık-
tı, masadaki sürahiden bardağına su boşalttı, iş olsun diye içti.
— Sen de gelecek misin bizimle?
— Yok, işim var benim, dedi annesi, sonra Raşit beylere
gideceğim.
Demek biz babaanneye gidiyoruz. Şükrüye küçük bir kırmı-
zının boğazına yerleştiğini duydu. Şimdiye kadar kaç kere ağ-
ladığını saydı. On dört çıktı. Yirmiye kadar ağzını açmamaya
14
BÜTÜN ÖYKÜLERİ
karar verdi. Yoldan şemsiyeli adamlar geçti, kapkara şemsiye-
ler. Yağmura yetişememişlerdi.
Kapı açıldı. Babası girdi içeri.
— Yine unuttun yağlamayı, dedi annesi. Ne var ne yok?
— Geciktim, kusura bakma. Hadi Şükrüye, Nazan, sine-
maya.
— Ben gidemem, dedi annesi. İşim var. Evde otursanız
olmuyor mu yani? Çocuğu üşüteceksin.
Şükrüye kaç kere üşüttüğünü saydı; dokuz çıktı.
Kapıdan çıkınca elini tuttu babasının, bir-iki kere burnunu
kaşıması dışında, yol boyunca da hiç bırakmadı. Babaanne
deyince babaannenin önce evini düşünürdü, sonra yüzünü.
Babaanne güzeldi. Saçlarını ortadan ayırır, limon kolonyasıyla
yatıştırırdı. Yakasında iki anahtarlı bir deste asılı dururdu hep.
Şükrüye yolun ıslak taşları üstünde yürünecek bir çizgi bul-
du. Her sokakta yürünecek en rahat çizgiyi bulmada üstüne
yoktu. Şiir söyleyemezdi.
“H’ye kadar sayarım, sonra sayamam,”
diye düşündü. Babaanne H’ye kadar saydırırdı ona konuklar
varken. Şükrüye utanırdı. “Ne güzel de sayıyor!” diye bağırır-
lardı konuklar.
Babaannenin yeşil çiçekli fincanları vardı. Babası ayağa
kalkardı alırken. “Zahmet ettin. Gelecek hafta Nazan da gelir,”
derdi. Oysa üçü de onun gelmeyeceğini bilirlerdi.
Annem gelseydi üşütürdü, değil mi? Şükrüye babasına bak-
tı. Annesini severdi ama babasını daha çok. Babasının eli sert,
tırnakları sarıydı. Filiz’in babasından daha uzun boyluydu. Ne
sinir kız! Derslerini iki kere yazıyor, bir de temize çekiyordu:
üç. Ama babası çok yaşamazdı besbelli. Saçları dökülmeye
başlamıştı.
— Simit ister misin?
— Yok.
Akşam yemek yemezse annesi kızardı. Arada yedikleri sa-
yılmazmış. Babaanne koca bir tabakta beyaz bir tatlı getirirdi:
İPEK VE BAKIR
15
çevirme. Bir bardak da su. Fincanlar, bardaklar yeşil sabun
kokardı. Babası az şekerli içerdi kahvesini. Şükrüye içsin
diye tabağına dökerdi biraz. Babaanne boyuna mutfağa girip
çıkardı. “Evleri bizimkinden küçük,” diye düşündü Şükrüye,
“çünkü mutfak taşlığa bakıyor.” Bir kapı daha vardı taşlığa ba-
kan ama Şükrüye hiç açmamıştı o kapıyı. Üç ay önce o odanın
ampulünü değiştirmişti babası. “Ne zahmeti anne. İşimiz bu.”
O cebinden tornavidasıyla kontrol kalemini çıkarırken koltuk-
ları kabarmıştı Şükrüye’nin.
Bakkalın oraya gelince babası durur, “Annene sinemaya
gittiğimizi söylersin,” derdi. “Babaannelerde üşütürsün diye
korkuyor.” İnanmadan, babasının söylediklerini dinlerdi Şük-
rüye, onunla gizli bir şey paylaştığı için gönenirdi. Akşam
yemeğe oturduklarında masanın altından onun elini tutardı.
“Filim güzeldi,” derdi annesine, “Üç kişi öldü. Öyle ağladım
ki.” Babasını güldürmek için daha inandırıcı ayrıntılar bulur-
du. “Baştaki miki renkliydi,” derdi. O zaman babası H’ye kadar
saymış gibi gülerdi. Gözleri birbirine yakındı, kaşları kalın bir
çizgiyle birleşmişti, ama gülünce dişlerinden başka hiçbir yeri
görünmezdi.
Kapıya biraz kala sekmeye başladı Şükrüye. Oraya kadar koşsa
bile son yedi metreye gelince gecikmek, yolu uzatmak ister, tek
ayakla sekmeye başlardı. Çok sevindiğine utandığı için mi ne?
Kapıda biraz beklediler. “Hoş geldin oğlum,” dedi babaanne
içerden. “Geliyorum.” Kapıdan girdiklerinde, “Pabuçlarını çı-
karmayı unutma kızım Şükrüye,” dedi. Taşlıkta Şükrüye, doya
doya bir daha baktı babasına.
— Baban hasta, yatıyor.
Babaannenin sesi musluk gibi açıldı taşlığa. Gençleşmişti.
Taşlığın dört yanında çiçekler duruyordu. Sepet sepet. Zam-
baklar, süsenler, şebboylar, güller, menekşe....
— Bir karanfil kopar Şükrüye, dedi babaanne.
Saçına pembe bir gül iliştirmişti. Yüzü de pembeydi. De-
denin hastalığıyla çiçekler arasında bir ilinti kurmaya çalıştı
Şükrüye. Babasının yüzü kızarmıştı. Dedesini hiç görmediğini
16
BÜTÜN ÖYKÜLERİ
düşündü Şükrüye. Onlar oda kapısını açarlarken çiçekler hep
birden koktular.
Kimse yoktu içerde. Babaanne, omuzlarına siyah bir atkı
sarmıştı. Mutfağa kahve yapmaya koştu hemen. Şükrüye bacak
bacak üstüne atarak kahvesini üfledi, dudağının üstündeki
tüylerin kıpırtısı durunca da içmeye başladı. Babaanne sessiz-
liği bozmak için, “Nazan nasıl?” diye sordu. “Şükrüye kızım
taşlıkta oynasana. Biz de babanla konuşalım. Yalnız çiçeklere
dokunma.”
— Nazan iyi, işi varmış, dedi babası. Ne oldu babama?
— Üşütmüş.
Taşlık karanlıktı. Kokulu karanlıkta çiçeklerin renkleri baba-
annenin ince uğultusuna karışıyordu: “Elini öpüver oğlum.
Baba oğul arasında olmaz dargınlık.”
Çiçeklerden çok taşlığın öte yanındaki kapı çekiyordu
Şükrüye’yi. Açsa mıydı? Dede orada mıydı ki? Yüreği çarpa-
rak kapının tokmağını çevirdi. Bir süre hiçbir şey göremedi.
Odada bir nezle kokusu vardı yalnız. Gözleri alışınca yatağı
seçti. İki iskemleyle tahta bir masa duruyordu yatağın yanında.
Karşıki duvara babaannenin beyaz elbiseli bir gençlik resmi
asılmıştı. Saçları örülüydü. Bir iskemleye dayanıyordu. Çiz-
meli bir adam oturuyordu iskemlede. Eski bir oda görmenin
ezikliği çöktü Şükrüye’nin üstüne. O sırada yataktaki gölge
doğruldu: “Kimsin sen?”
Şükrüye karşılık vermek istedi, olmadı. Yerinde kalakaldı.
Elini uzattı ihtiyar.
— Sen Şükriye’sin herhalde? Gel bakalım. Yaklaş. Ama
önce pencereyi aç da yüzünü göreyim.
Şükrüye çekinerek pencereye yanaştı, ayaklarının ucuna
basarak camı itti. Yukardan vuran ışık, ihtiyarın kırçıl saç-
larını, aşağı doğru yaylanmış kara kaşlarını, gür bıyıklarını
aydınlattı.
— Ne zaman geldin sen Şükriye?
— Biraz önce.
Böyle diyerek suçunu hafifletmeyi umdu.
İPEK VE BAKIR
17
İhtiyarın yüzünde suçlayıcı bir öfke gizliydi sanki. Özellik-
le ağzının ucundaki kıvrımlarda.
— Otur bakalım, dedi. Otur bakalım şöyle.
“İhtiyar bir adamın küçük bir kıza soracağı şeyleri bilmiyor,”
diye düşündü Şükrüye. Konuşmayı zorladı.
— Okula gelecek yıl başlıyorum. Adım Şükriye değil
Şükrüye’dir. Hasta mısınız?
— Ya, üşüttüm.
— Üşütmek kötüdür, annem...
Dedenin hoşlanmayacağını sezerek sustu. Sonra:
— Çiçekler sizin mi?
— Benim.
— Hepsi mi?
— Hepsi.
— Ne yaparsınız bu kadar çiçeği?
— Satarım.
— Peki, ya beğenmezlerse?
— Beğendiririm. Neden beğenmesinler? Bunca ter dökü-
yorum. Bak: her akşam geniş bir kova alırım. Çiçeklerin çü-
rümüş saplarını, kararmış yapraklarını ayıklarım. Köklerini
biraz keserek kovadaki suda dinlendiririm. Yüzlerine sık sık
su serperim. Sabaha dirilirler.
— Demek siz çiçek dirilticisisiniz? dedi Şükrüye. Bizim
köşede öyle birine rastlamıştım. Bir de vazo satan bir adam
görmüştüm; koca bir vazoyu kucağında dolaştırıp duruyordu.
Param olsaydı alacaktım.
İhtiyar duygulanmıştı.
— İyi kızsın Şükrüye, dedi. Babana çekmişsin. İçerde mi?
Çok oldu görmeyeli eşşeği.
Şükrüye utandı ama kızmadı.
İhtiyarın bıyıkları titriyordu.
— Sen müthiş bir kız olacaksın Şükrüye. Öyle gözüküyor.
Çabuk alışacaksın. Bilir misin, önceleri satamazdım çiçekleri-
mi, kıyamazdım. O zaman gençtim. Güzelliği kanıksamamış-
tım daha. Zamanla alışıyor insan.
— Ben de kökleri, yaprakları tanıyabilir miyim?
— Tanırsın, dedi ihtiyar, tanırsın. Hem sonra malını elden
18
BÜTÜN ÖYKÜLERİ
çıkarmayı öğrenmelisin. Arasıra için yanacak, ama geçer.
Soğukkanlı olmalısın. Güç iş bizimki. Başka işlere benzemez.
Gazetelerin küçük ilânlarında adı geçen mesleklerden değildir.
— Babam bana gazete okur, dedi Şükrüye. Sabahları işe
gitmeden. Hem biliyor musunuz, sizin işinizi herkes yapamaz.
İhtiyar coşmuştu. Göğsü, yırtık pijamasının altından inip
inip kalkıyordu.
— Rozet satıcılığı gibi, dedi soluk soluğa.
— Sabun-köpüğü-üfleyiciliği gibi! diye haykırdı Şükrüye.
— Kulunç çıkarıcılığı gibi, dedi ihtiyar.
— Vazo dolaştırıcılığı gibi, dedi Şükrüye.
— Ayrıntıcı bir meslek... dedi ihtiyar. Herkes nasıl para ka-
zandığıma şaşar. İşin ucunda bel bağladığın şeyin yok olması
da var çünkü. Baban gibi. Kapıyı vurup gittiği gün nasıl sar-
sılmıştım. O tüccar kızıyla evlenmeyi aklına koymuş bir kere.
Dinlemedi. Elimi bile öpmedi hâlâ.
Şükrüye burnunu kaşıdı ağlamamak için.
— Ne diyordum? dedi ihtiyar. Soylu mal satıyorum, ama ne
yaparsın ki mesleğim önemsiz. Soylu ve önemsiz.
Yatağında doğruldu. Şükrüye, onun gövdesine göre çok
cılız olan kollarına baktı.
— Yoruldum artık, dedi dede. Hadi git de merak etmesin-
ler. İyi kızsın. Gene uğra bana, olmaz mı?
— Uğrarım, dedi Şükrüye. Söz.
İhtiyar öksürerek yatağına uzandı. Yorganın altına gömüle-
ne kadar ona baktı Şükrüye.
Yolda babasıyla hiç konuşmadılar. Şükrüye hep dedeyi dü-
şündü. Eve girdiklerinde annesi sedire oturmuş, tırnaklarını
boyuyordu.
— Raşit beyler babamla ortak oluyorlar, dedi. Sermaye
meselesi çözümlendi böylece. Siz ne yaptınız? Filim nasıldı?
— Babaannelere gittik, dedi Şükrüye, dedeyi çok sevdim.
1965
Temmuz
Kendini ne zaman düşünse, bir merdivenden iner görüyor-
du. Eli, annesinin elinde; küçük tırnakları yenmiş, kirli;
kirler kurşun kalemle çıkarılmış, kalem kaymış
(Anne, öyle
derinden kesme, sızlıyor sonra), tırnağı çevreleyen deri kapkara
olmuş o yüzden, ağza acı geliyor, bir şey tutarken kıpırdıyor,
belli belirsiz sancıyor. Neyse, annesinin avucunda gizli ya,
kimseler göremez. Azalan günün tarazlı uçları (yıpranmış,
tutamaksız) darmadağın yayılmış göğe. Yaz, bu demekti biraz
da o günlerde: el, annenin eli içinde, denizli akşam kokusu,
kum, ıslak lokantalar, iskeleye giden yol. Sabah kalkılınca
hava güneşli. Parmaklarının ucuna basa basa perdeyi açarsın.
Muşamba soğuktur. Ahşap evin kapısındaki demir indirilir:
Artık gelen gelsin. Mutfak penceresinden sarmaşık görünür.
Mutfak bahçesi beyazdır, geceden kalma bilgiçliğini sürdü-
rür, ceviz ağaçlarını salar. Bu temmuzu gözden kaçırmamalı,
her ayrıntıyı bir yana çivilemeli. Şaşkın. Önce babanın tıraş
suyu ısıtılacak. “Kırmızı ibriği ocağa koyuver kızım, çabuk.”
Demek denize gidiyoruz. (Denizde karpuz kabukları... Kıyıya
inen yol buğuyla örtülüdür, gül fidanlığından geçilir, bir adam
kasketlerle mayolar satar; biz yokuştan inerken bir eziklik çö-
ker üstümüze. Sıcaktan.) Suyun başında bekleyeyim de çabuk
kaynasın. İçimden şarkı tuttururum, şarkının bir yerinde su
nasılsa ısınır. Önce kenarları kabarcıklanır. “Haydi! Çabuk ol
kızım.” Sonra sofraya geçilir. “Çaydanlığı getiriver.” Kahvaltı
örtüleri damalı olur. “Ekmeği elle koparmak ayıptır.”
İşte böyle bir günün (ya da o günün) sonunda, dediği mer-
divenden iniyordu. Saçı örülmüş, iki kurdeleyle bağlanmıştı.
Kurdelelerinden özellikle hoşnuttu, çünkü uçlarındaki biçim-
20
BÜTÜN ÖYKÜLERİ
siz şerit kesilmişti; üstelik örgüler sıkıydı, başını iki yana sal-
layabilirdi korkmadan. Merdiven, geniş, eğik bir yola iniyordu.
Ta uzakta vapur. Babası son çıkanlardandı. “Bizimkiler bekler
nasıl olsa.” Elini annesinin avucundan kurtardı, örgüsünü
çekeledi. Daha istediği kadar uzamamıştı saçı. Aslında saçının
uzunluğunu merak ettiğinden değil, günün bu saatinde saçını
ellerse akşam iyi geçerdi onca, yoksa ‘merak’ kendine karşı
bulduğu bir özürdü. Hem bu kural sağlam mı acaba? Arasıra
yançizmek gelirdi içinden, ellememek, sonra yançizmenin de
kurallaşacağını düşünürdü. (Demek sağlam.)
Bugün, yani yıllar sonra, aynı akşam saatinde, topuzuna bir firkete
sokarken anlıyor bunu, kuralını buluyor. Tek başına bir pastanede
oturmuş mektup yazıyor şimdi. Her mektup kuraldışıdır, çünkü ek-
siktir, söylenmemiş kalır, deneycidir. (Daha sağlam.) Durdu. Önün-
deki listede çay: 150 krş. Garsonun suda dinlenmiş çilli eli camın
üstüne bir fincan çay bırakıyor. Kapıdan giren rüzgâr, renksiz suyun
yüzeyini dalgalandırıyor. Pastane, yarı ıslak bir kesme şeker gibi
tabağında dağılıyor, eriyor, masalara ayrılıyor. Çayın tadı ne gibi?
“Kızım yesene, lokmalar ağzında büyüyor bu çocuğun.” Vişne
reçeli çiğnendikçe eskir, akşamsa yoğurdun üstüne dökülür;
damalı örtüdeki taze ekmek kırıntıları nedense midemi bulan-
dırır. Oysa akşamları deniz kıyısındaki çaycıda annemle otu-
rurken rüzgâr örtüleri savurur. Temizlik kokar. Bacaklarıma
bir kedinin utangaç burnu değer. Bakışırız. Dengeyi benden
yana bozmamak için onu kucağıma almaya kalkmam. Bırakı-
rım yalansın, okşarım...
— Kızım sürme elini şu hayvana. Pire içinde... Efendim?
Evet çay, ama birazdan. Birini bekliyoruz da.
— Anne, kışın niçin babaanneye yolluyorsunuz beni?
— Sıkılıyor musun orada?
— Yoo, ama siz de gelseniz.
— Bakalım.
Babaannelerde bir oda var. Bu kış o odada yatacakmışız.
Basamakları çıkıp sağa kıvrıldın mı hemen orada. Daha kolay
İPEK VE BAKIR
21
ısıtılıyormuş. Kışın camlar buğulanır. Akşam radyoda fasıl
heyeti vardır: Ne dökmek istesem yaş var. Sözlerini anlamam,
ama üzülürüm. Masanın altında oynarım. Tek başıma.
— Anne, yalnız o evde merdivenler çok gıcırdıyor.
Bir gece babaanneyle uyurken bir patırtı duymuştum; birile-
ri üst kata çıkıyordu. Hemen tavandaki ışığa bakmıştım, sallan-
mıyordu. Yatakta dikilip öksürdüm. Boğmacaydım; hep ayağa
kalkardım öksürük tutunca. “Uyu kızım, uyu canım.” “Annem-
ler geldi sandım babaanne. Perdeleri çek, ay görünmesin.”
Annesine belli etmeden örgüsünü bir daha elledi. Durdu bir
süre. Ansızın karar verdi:
— Anne, utanıyorum söylemeye ama aydan korkuyorum
ben. Hem merdivenler çok gıcırdıyor o evde.
— Koca kız oldun artık. Korkmak yakışmaz sana. Korkmu-
yorum de kendi kendine... Öcü filan da öğretmedik. Nerden
çıktı bu korku bilmem. “Geçer.” Bir kadın sesi. (İkindileri,
annesinin kolunda kabul günlerine.)
— Gece uyanıyorum, siz geldiniz sanıyorum.
— Ondan mı korkuyorsun, biz geldik diye mi?
— Yoo.
— Bak canım. Bu gece babaannenle kalacaksın, sakın beni
utandırma. Babanla gelecek. Bizde tabii. Bizim evde. Suzan
hanımlara gidiyoruz da. Seni yalnız bırakmak istemedik. Yatı-
ya yokuz. Babaanneyle güzel güzel oturursunuz. Korkmazsın
değil mi?
Korkmazsın. Korkmazsın. Mazsın. Mazsın. Değil mi? Mi? Ha?
Ha? Ha? Ha...
Kasanın çıngırağı fiyatları çalıyor. Başını kaldırıyor ansızın. Pas-
tanenin sigara dumanı arasından yapışık yüzler uzanıyor: Korku.
Korkuluklu köprüler, can simitleri, tahlisiye sandalları, kilitli kalmış
dolmuş kapıları, dörtnala denize inen ahşap evler, yolların tuzak-
ları, ölü kedi gibi kıvrılmış kese kâğıtları, üst kattan pencereye inen
urgan, bilek kesilip çıkarılan altın bilezik, suda eriyen muska...
Bitmiyor. Beyaz bir gecelik giy. Lâvanta çiçeği koksun. Yüzünü
ov. Yastığı kabart. Çarşafı ger. Sonra banyoyu doldurursun. Sıcak
musluk: kırmızı. Karnına kırmızı bir ılıklık dolar. Göbeğin, göğüs
22
BÜTÜN ÖYKÜLERİ
uçların kesinleşir. Sıcaktan titrersin. Soğuk bir yere dayarsın başını.
Önünde diş macunu, fırça, briyantin duran aynada yüzünün sırları
dökülür. Dilini çıkarırsın, burnunu kırıştırırsın. Ayaklarından su
sızar yere. Tıp. Tıp. Ufacık bir göl. Bir yerlerde bir zil sesi.
— Bak baban geliyor. Hiç belli etme korktuğunu, kızar
sonra. Babaanne ocakta ızgara köfte pişirecek sana, oracıkta
yedirecek. Yemekten sonra şiir okuyacak. Söz verdi. Hem yarın
çabucak olur. Uyandın mı biz ordayız.
— Peki anne.
— Çabuk ol, karşıla onları, babaannenin elini öp.
Mektubu bitirdi. Tamamlayamadan. Yine yarım, eksik kaldı. Yine
sağlam. Banyoda uğultulu, döne döne büyüyen, yayılan, kızaran bir
damla kan. Bacaklarını ellerinle bastır, uğuldamasınlar, yerleşsin-
ler. Eriyen, yüzen bir şey. Soğuk su: mavi musluk. Ohh!
— Suzanlar beş buçukta bekliyorlar. Çocuğa söyledin mi?
Hazır mısın? Buradan doğrudan gidelim. Onlar eve dönerler.
Sabah erkenden arabayla bırakacaklarmış bizi.
Zarfın ağzı yapışmıyor. Uzuyor. Uzun merdivenden bir daha
iniyorum. Ben iniyorum. Aşağıda bastonuna dayanmış babaanne
duruyor. Sırtını rüzgâra vermiş. Saçları havada. Yüreğimde kesik
bir güvercin kanat çırpıyor. Acısa.
Aynı günün gecesi, babaanne:
— Kızım, babanla konuştum, seni bize yollamayacaklar
bu kış. Onların yanında kalacaksın. Yaramazlık etme sa-
kın............ Bu çocukluğun var ya, hiç yitirme onu, bazıları
yitirmezler. Sen öyle bir çocuğa benziyorsun. Korun.
— Olur, söz.
1966
Kuytuda
İhtiyar, takma dişlerini başucundaki cam kâseden çıkardı. Bir
silkeledi, sonra titreyen parmaklarıyla ağzına götürdü. Konuş-
mak gerekecekti birazdan; nerdeyse uyanırlardı.
Gün ağarırken akşam alacakaranlığının hüznünden daha mavi bir
duman sarar ortalığı. Arka bahçelerin ağaçlarına çökelir, dizleri
ağrıtır. Gençler bilmiyor, ama yıllar birbiri üstüne hiç aksamadan
yığılınca alışıyor kişi, sis kalkar diyor ve gün ışımayı nasıl olsa be-
cerir. Korkmak yersiz. İhtiyarlık budur işte: yeni bir günü bir organ
haline getirmek, saatleri kendiliğinden sıraya koymak. Her sabah
böyledir. Yumuşak terliklerimle evi dolanırım. Sızan muslukları
kaparım, su şişelerinin örtülerini kaldırırım ki içilsinler, peynirin
suyunu dökerim. Yürüyüşüm kimseyi uyandırmaz çünkü, ben yıl-
lardır yürümeyi bilirim. Usulca. Öyle halıları, tahtaları eskitmem,
taşlarda iz bırakmam. Ben gerekliyim evi sürdürmede. Ben olmasam
onu kim hazırlar sabaha? Kim karşılar? Ama kalkar kalkmaz önce
aynayı alırım elime.
İhtiyar önce aynayı aldı eline. Küçük, çatlak bir aynaydı bu;
arkasında yanağına kocaman bir ben yapıştırmış pembe
elbiseli bir markizle çok düzgün bacaklı –nasıl da becerikli
Tanrım–, her adımını bilen bir marki dans ediyorlar. Üstleri
başları tertemiz, yakalarının fırfırları kolalı. Çevrelerinde de
Fransız ağaçları var, ne yazık ki bir yerde kesintiye uğruyor
yeşillik. Kara, iri bir leke. Dalgınlıkla sigara söndürmüşler
üstünde. Geçende çeyiz sandığından çıkarıp ovmuştu. Elişleri
de var sandıkta.
Elişleri var var olmasına, hem de ne güzelleri, yalnız sarı lekeler
24
BÜTÜN ÖYKÜLERİ
kaplamış bezleri, bir bilen olsa bu lekeler nasıl çıkar. Sandık lekeleri
çıkar. Şu markinin kollarındaki danteller sözgelimi, şimdi nerden
bulacaksın? Elişleri bile para etmiyormuş diyorlar, uğraşacak va-
kit yokmuş. Eskiden günler uzundu; kararında, tutumluydu. Ben
kaç günler işledim bunları, perdeleri azıcık aralardım, o kadar.
Ekrem’in annesi anlardı; beğenmişti. Aynayı o vermişti galiba. Bir
de yüz görümlüğü altın saat.
İhtiyar, aynayı ağzına tuttu, takma dişleri her sabah koyup her
akşam çıkarmaktan, dudak uçlarındaki yaralar derinleşiyordu
gitgide, yapışıyordu. Kaşınan, kırmızı, vitaminsiz yaraları in-
celedi. Ağzı, hep belli saatlerde ve belli amaçlarla kullanıldığı
için kendiliğinden bir ağız değildi artık. Olsa olsa bir yokluk
kapansın diye başka birinin ağzı, gerekli kesintiler ve ona-
rımlar yapıldıktan sonra, bu eti, pembesi ve öpüşü tüketilmiş
deriye (kendi renksiz derisine) yamanmıştı. Yüzündeki iğreti-
liğin üstüne varmadan, hafifçe araladı dudaklarını; şaşılacak
bir ustalıkla, her günkü ustalığıyla bir kerede yerleştirdi diş-
liği. A- A- A- dedi; iki sıra salya aktı yaralardan. Takma dişler
tok bir sesle takırdadı, depreşti, sustu, en sonunda kalakaldı.
Ellerindeki yapışkan sıvıyı önlüğüne sildi ihtiyar. Aynayı yine
başucuna koydu. Yapılması gereken sürüyle iş var şeyden önce.
Ben hiç uyumam, ya da az uyurum. İki saat. Uykum çok hafif diye
hiç uyumadım sayıyorum. Kapıda bir anahtar tıkırdadı diyelim,
hemen ışığımı yakarım. Lambam başucumdadır. Giderken prize
takıyorlar. Geceleri yalnızımdır çoğunlukla. Yatağıma uzanır ta-
vanı gözlerim, sedirin çiçekli örtüsüne bakarım. Dolaplardaki dikiş
iğnelerini, firketeleri, kol düğmelerini, tek küpeleri ve makbuzları
düzene sokarım. Bir anahtar bulurum bazan, beyaz bir zarfın içine
koyarım, anahtar diye yazarım üstüne. Hepsi eve dönene kadar,
evdekiler yatana kadar uyuyamam. Işıklar sönmüş olmalı. Yoo
karıştığımdan değil; karışmam onlara, tek kelime sormam, bekledi-
ğimi de belli etmek istemem, ama kendiliğinden oluyor. Kızıyorlar.
Bir şeylerin dışındayım biliyorum. Daha doğrusu bir şeyler bensiz
sürüp gidiyor. Sandık örtüleri de para etmiyormuş dediklerine göre.
Ben yine her gün silkeliyorum, yılmıyorum. Balkona çıkınca karşı
İPEK VE BAKIR
25
balkonlardaki ihtiyarlar çarpıyor gözüme. Bu saatte yalnız onlar
uyanıktır. Gizlice gülüşüyoruz. Yüksek sesle hatır sormak ayıp
kaçacak. Hem mahalleyi neden telâşa verelim? Biz az gülüyoruz,
sabahların tadını çıkarıyoruz, balkonlarda az yer tutuyoruz küçüle
küçüle, yük olmuyoruz. Zaten gençler dayanamaz sabah havasına.
Biz kaç yıl yaşadık, dile kolay, ölüm artık altedemez bizi. Kaç yıl
yaşadıktan sonra hâlâ yaşamak öyle olağan ki...
Balkon kapısı kapanınca oda yenilenmişti. Tokmakları ko-
puk, yıllardır cilâsız, derileri pörsük dolaplara yeni bir yüz
geçirilmişti: sabah havası. Sandığın üstünde pembe bir yorgan
duruyor, bir çiçekli örtü, hepsinin üstünde de odaya evin ge-
nel havasına göre göstermelik bir çekidüzen, bir uyum veren
çağdaş siyah örtü. İhtiyar, siyah örtüyü düzelttikten sonra
önlüğünün cebindeki anahtar destesini çıkardı, en kocaman
anahtarı ayırarak sedire yakın dolabı açtı, bir portakal aldı
içinden (kendi portakalını), naylon torbaya sarılı tuzsuz
ekmeği (kendi ekmeğini), çekmeceden de bir havlu parçası.
Kapıya doğru ufak adımlarla sarsıla sarsıla yürüdü, koridora
bir gözattı. Uyanmamışlar daha. Kapıyı kilitledi güzelce, hiçbir
şey yapmayacakmış gibi, telâşsız adımlarla odanın ortasına
kadar geldi, şaşırttı sonra, birden eteğini kaldırdı (geceliğinin
eteği uzundu, top oynayan küçük köpekler vardı üstünde),
etleri boşalmış bacaklarından çabucak sıyırdı donunu. Gece
boyunca sararmış havlu parçasını kurtardı bacaklarının
arasından, yerine bu temizini koydu. Donunu çekti, eteğini
indirdi. Karnının tam ortasına bir temizlik duygusu yer-
leşmişti. Bozmamak için öbür havluyu hemen bir gazeteye
sarıp iyice buruşturdu. Önemsiz. Artık kalkabilirler. İhtiyar,
mutfağa doğru yürüdü, sızmayan muslukları ne olur ne olmaz
sıkıştırdı, su şişelerinin örtüleri unutulmuş yine, geceden ya-
ğını, tuzunu gidermek için suyla doldurduğu peynir tabağını
boşalttı. Sokak kapısının oraya geldiğinde dizlerini zorlayarak
eğildi, dışardan sızan siyah ışıkta sıkışıp kalan gazeteye uzan-
dı. Hem peynir tabağını, hem gazeteyi odasına taşıması gere-
kiyordu bir kerede. Sedire çöktüğünde yorgunluktan bitmişti,
boynunu aşağı çeken kaslara bıraktı başını, kambur ve rahat
26
BÜTÜN ÖYKÜLERİ
oturdu. Gazetede ne haberler var: “...gipur dantel elbisesi ve
lame pabuçlarıyla çok güzel bir gecesindeydi.... ilgiyle izleni-
yor... Ankara grubuna yol göründü... üzgünmüş ve her gece
bir başka kulüpte avunuyormuş diyorlar...” Çatalını peynire
değdirdi; peynir yarıldı, cıvıdı.
Boğazımın deliği küçüldü. Lokmalar gitmiyor, diyorum gülüyorlar.
Uyumadığıma da inanmıyorlar. Belki o yüzden tetikteyim, ışıkta-
yım, uykusuzum. Boş bulunmamalıyım; hiç inandıramam sonra.
Evet, portakal işe yarıyor, sürüklüyor ama çok ekşi. Küçükken ekşi
portakalları yememe izin vermezlerdi annemle babam. Yengelerin
evi Ada’daydı. Limon ağaçları istediğin kadar. Okul dönüşü yol-
da portakal yerdik. Ama yaz akşamları Ekrem de gelirdi. Bizde
kaçgöç yoktu derim de inanmazlar; oturma odasında hep birlikte
otururduk işte. Nişanlandık. Sonra bir şey oldu. Ekrem hastalandı,
yok canım öldü, öldü ama ölmeden önce hastalandı diye bizimkiler
nişanı bozdular, sonra öldü, yıllar sonra. Biriyle evlenmiş dedi-
lerdi. İncecikti, attığı adımı bilirdi. Elişlerini bir markiye satmalı
en iyisi. Gipur dantel giyiliyor. Gelinliğim danteldendi. Karnım
bembeyazdı. İnanmazlar şimdi söylesem, çünkü geçende yıkadılar
beni, memelerimin altındaki pütürleri keselemeden, çabucak. ‘Si-
lin,’ dedim, ‘kazıyın,’ dedim; ‘deri katılmış, pörsümüş, kir değil,’
dediler. Ama onu söylemiyordum. Karnım bembeyazdı, şimdiki
gibi sarı çizgiler yoktu üstünde, doğurdukça da beyaz kaldı. Her
kadın kocasını sever. Hem ben paradan yana sıkıntı çekmedim hiç.
İyi oldu. Çocuklar, şimdi olmasam, duyarlar yokluğumu. Ben nasıl
kocamın yokluğunu duyuyorum, tamtamına öyle. Yalnız bir şey-
lerin dışındayım. Örtüleri silkelemek yetmiyor. Ada resimlerinde
bacaklarımın ne güzel olduğuna bakıyorum. Dolapları istediğim
odaya koyardım o sıralar. Oysa bu odadayım şimdi. Yüzümü bir
sonraki güne taşıyorum, bozulmuyor artık, kırışması bitti, tanıyan
kimse kalmadı ki bozulsun. Kıllarım döküldü, kokmuyorum. Hep
böyleydim sanki. İğrendirmedim.
Sabah, iki çocuklu becerikli bir anadır; onları paklar, yedirir,
sokaklara yollar. Çevik bacaklar otomobillere atlar. İhtiyar bu
yüzden çalar saatin sesini duyunca odasının kapısını kilitledi.
İPEK VE BAKIR
27
Mutfaktan, fokurdayan çaydanlığın sesi geliyor, dolaplar açılıp
kapanıyor, ekmek kızarıyor, çatallar, bıçaklar. Ne kargaşa!
Bunları bir sıraya sokmalı. Dolapların hepsini birden açma-
malı sözgelimi. Kahvaltı örtüsü masaya geceden serilse, sabah,
peynir konulur, çanta yapılır, kalemler unutulmaz.
1967
Dostları ilə paylaş: |