Yazınından yapıtlar kazandırdı. Yürekte Bukağı ile 1980, Yaza



Yüklə 245,32 Kb.
Pdf görüntüsü
tarix06.10.2018
ölçüsü245,32 Kb.
#72678
növüYazı


BÜTÜN ÖYKÜLERİ

Tomris Uyar (İstanbul, 15 Mart 1941 - 4 Temmuz 2003) İlko-

kulu Taksim’deki Yeni Kolej’de (1952); ortaokulu İngiliz High 

School’da (1957); liseyi Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’nde 

(1961) okudu. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ne bağ-

lı Gazetecilik Enstitüsü’nü bitirdi (1963). 1987’de Boğaziçi 

Üniversitesi’nde Çağdaş Öykü ve Türk Öykücülüğü adıyla 

seçmeli bir ders verdi. 

Papirüs dergisinin yayınına katıldı, 

İngilizceden altmıştan fazla kitap çevirerek Türkçeye dünya 

yazınından yapıtlar kazandırdı. 

Yürekte Bukağı ile 1980, Yaza 

Yolculuk ile 1987 Sait Faik Hikâye Armağanı’nı; Güzel Yazı 

Defteri ile 2002 Sedat Simavi Edebiyat Ödülü’nü kazandı. 

2011’de 70. yaşı dolayısıyla Mimar Sinan Üniversitesi’nde 

bir sempozyum düzenlendi.

Yapıtları

Öykü: 

İpek ve Bakır (1971), Ödeşmeler ve Şahmeran Hikâyesi 

(Nedim Günsür’ün resimleriyle, 1973), 



Dizboyu Papatya-

lar (1975), Yürekte Bukağı (1979), Yaz Düşleri / Düş Kışları 

(1981), 


Gecegezen Kızlar (1983), Diz Boyu Papatyalar (Toplu 

Öyküler, 1984),



 Dön Geri Bak ve Rus Ruleti (Toplu Öyküler: 

2 cilt, 1985), 



Yaza Yolculuk (1989), Sekizinci Günah (1990), 

Otuzların Kadını (1992), İki Yaka İki Uç (Gençlik Öyküleri: 

Seçmeler, 1992), 



Aramızdaki Şey (1997), Güzel Yazı Defteri 

(Ali Arif Ersen’in resim ve fotoğraflarıyla, 2002), 



Metal Yor-

gunluğu (Haz.: Handan İnci, Doğan Kardeş Seçme Öyküler, 

2009), 


Bütün Öyküleri (Delta, 2014).

Düzyazı: 

Gündökümü 75 (1976; eklemeler yapılarak Sesler, 

Yüzler, Sokaklar adıyla 1981’de, Gündökümü (1975-1980): Bir 

Uyumsuzun Notları, adıyla 1990’da yeni basımları yapıldı), 

Günlerin Tortusu: Bir Uyumsuzun Notları (1985), Yazılı Günler 

(1985-1988) (1989), Tanışma Günleri / Anları (1989-1995) 

(1995), 


Yüzleşmeler:  Bir  Uyumsuzun  Notları  (1995-1999) 

(2000), 


Gündökümü: Bir Uyumsuzun Notları (2 cilt toplu 

günlükler/yazılar, 2003), 



Kitapla Direniş: Yazılar, Söyleşiler, 

Soruşturmalar (Haz.: Handan İnci, 2011), Aşkın Yıpranma 

Payı: Elele Dergisindeki Yazılar ve Söyleşiler 1976-1985 (Haz.: 

Handan İnci, 2015), 



Bütün Yazıları (Delta, 2016).

 

 




Tomris Uyar’ın

YKY’deki kitapları:

İpek ve Bakır (



2002)

Güzel Yazı Defteri (



2002)

Ödeşmeler ve Şahmeran Hikâyesi (



2003)

Gündökümü, Bir Uyumsuzun Notları I (



2003)

Gündökümü, Bir Uyumsuzun Notları II (



2003)

Yürekte Bukağı (



2004)

Dizboyu Papatyalar (



2004)

Gecegezen Kızlar (



2005)

Yaz Düşleri Düş Kışları (



2005)

Otuzların Kadını (



2005)

Sekizinci Günah (



2005)

Aramızdaki Şey  (



2006)

Yaza Yolculuk (



2006)

Kitapla Direniş (



2011)

Bütün Öyküleri (Delta, 



2014)

Aşkın Yıpranma Payı - Elele Dergisindeki Yazılar ve 

Söyleşiler 1976-1985 (

2015)

Bütün Yazıları (Delta, 



2016)

Doğan Kardeş

Metal Yorgunluğu - Seçme Öyküler (



2009)

 



Tomris Uyar

BÜTÜN ÖYKÜLERİ

 

 




Yapı Kredi Yayınları - 4264

Delta - 19

Bütün Öyküleri / Tomris Uyar

Kitap editörü: Murat Yalçın

Kapak tasarımı: Nahide Dikel

Uygulama: İlknur Efe

Baskı: Acar Basım ve Cilt San. Tic. A.Ş.

Beysan Sanayi Sitesi, Birlik Caddesi, No: 26, Acar Binası

34524, Haramidere - Beylikdüzü / İstanbul

Tel: (0 212) 422 18 34 Faks: (0 212) 422 18 04

www.acarbasim.com

Sertifika No: 11957

1. baskı: İstanbul, Kasım 2014

2. baskı: İstanbul, Mart 2017

ISBN 978-975-08-3074-7

© Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık Ticaret ve Sanayi A.Ş., 2014

Sertifika No: 12334

Bütün yayın hakları saklıdır.

Kaynak gösterilerek tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında

yayıncının yazılı izni olmaksızın hiçbir yolla çoğaltılamaz.

Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık Ticaret ve Sanayi A.Ş.

Kemeraltı Caddesi Karaköy Palas No: 4 Kat: 2-3 Karaköy 34425 İstanbul

Telefon: (0 212) 252 47 00 (pbx) Faks: (0 212) 293 07 23

http://www.ykykultur.com.tr

e-posta: ykykultur@ykykultur.com.tr

İnternet satış adresi: http://alisveris.yapikredi.com.tr

Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık

PEN International Publishers Circle üyesidir.



 

 

 



İçindekiler

İPEK VE BAKIR

Çiçek Dirilticileri • 13  

Temmuz • 19  

Kuytuda • 23  

Konuk • 28  

Rüzgârı Düşün • 34 

“Da€lar Sada Verip Seslenmelidir” • 40 

“Bir Günün Sonunda Arzu” • 45 



Mazi Kalbimde Bir Yaradır

 

I./ Dü€ün • 51 



II./ Gün Döndü • 58 

III./ Uzaktan Yoldan • 63 

IV./  Biraz Daha • 68  

Yürek Hakkı • 71 

Ovasız • 76

Kurban • 81  

Allı Turna • 86

Evin Sonu • 89 

“Sarmaşık Gülleri” • 97 

Sonsöz Yerine • 101 




6

 

BÜTÜN ÖYKÜLERİ



ÖDEŞMELER VE ŞAHMERAN HİKÂYESİ

ÖDEŞMELER

Önsöz • 107

Köpük • 114 

Çiçeklerle • 119 

Güler Yüzlü Bir Komşu • 130

Dön Geri Bak • 137 

Elişi Göllerde • 148



Eptalikos Üçlüsü

Köpek Gezdiricileri • 155 

Derin Kazın • 161

Sağlar • 166 

Yusuf ile Zeliha • 177

Sevdadır • 182

Ormanların Gümbürtüsü • 186 

ŞAHMERAN HİKÂYESİ 

• 197

 

DİZBOYU PAPATYALAR



Hakların En Güzeli • 247

Emekli Albay Halit Akçam’ın İki Günü • 253

Yaz Suyu • 269

Şen Ol Bayburt • 277 

Dizboyu Papatyalar • 285

Ömür Biter Yol Biter • 296

Limanda • 302

Aykırı Dal Üstüne • 313



YÜREKTE BUKAĞI

Anlat Bana • 323 

Güneşli Bir Gün • 331 

Süt Payı • 337 

Ayşe, Haklı • 352 

Akan Sularla • 360 




 

 İÇİNDEKİLER

 

7

Düş Satmak • 367 



Ilık, Yumuşak, Kahverengi Şeyler... • 377

Dikkat! Kırılacak Eşya • 385 

Uzun Ölüm • 395 

Yürekte Bukağı • 402 



YAZ DÜŞLERİ / DÜŞ KIŞLARI

Kuskus • 415 

Filizkıran Fırtınası • 422 

Metal Yorgunlu€u • 432 

Beyaz Bahçede • 444 

Oyun • 451 

Bayırdaki Ilgım • 458 

Zula • 467 

Rus Ruleti • 471 

Kuşluk Rakısı • 484 

 

GECEGEZEN KIZLAR

Öykülere Girerken • 493

Sonucu Belki • 495

Ormandaki Ayna • 504 

Geriye Kalan Günlerimizin İlki • 515 

Kavalın Parmak İzi • 523 

Gecegezen Kızlar • 530 

Sonsuza Dönüş • 537 

Sue Ellen ile Recep’in Kaçınılmaz Karşılaşması • 547 

Alien • 553

Yalnızağaç Durağı • 561 

Düşkırıcı • 572



YAZA YOLCULUK

Gülümsemeyi Unutma • 581

Son Sanrı • 588

Kalenin Bedenleri • 595 

Küçük Kötülükler • 607 

Bol Buzlu Bir Aşk Lütfen! • 615 




8

 

BÜTÜN ÖYKÜLERİ



Yaz Şarabı • 626

Kedibalı • 637

Ölen Otelin Müşterileri • 643 

Düzbeyaz Bir Çağrı • 652 



SEKİZİNCİ GÜNAH

Kişisel Sorgulamalar • 663

Kelepir • 667 

Dondurma • 673  

Yapayalnız Bir Gök • 681  

Mavikan Kokusu • 692   

Alte Liebe: Küçük Akşam Müzi€i • 699  

Pasaport • 705 

Manastırlı Hilmi Bey’e Beşinci Mektup • 712 

OTUZLARIN KADINI

Pentimento • 723 

Otuzların Kadını • 736 

Sarpsarı Dönüş Yolu • 743 

Fal • 753 

Gelgit • 769 

Pençe • 784 

Alatav • 799 

Çivi • 813 

ARAMIZDAKİ ŞEY

Aramızdaki Şey • 823 

Tazı Payı • 834 

Güz Kızılı • 841 

Yavruağzı • 849 

Tahin-Pekmez Günleri • 858 

Pıhtı • 869 

Lal • 875 

Akşam Alacası • 882 

Öykülerin Başı-Sonu • 889 




GÜZEL YAZI DEFTERİ

güzin • 894

olcay • 900

bülent • 906

kenan • 916

sema • 923

 

 İÇİNDEKİLER



 

9




İPEK VE BAKIR 



Çiçek Dirilticileri

 

Yağmur  bütün  gün  yağdı.  Damdaki  kiremitler  tıkırdadı. 

Rüzgâr  oluklara,  pervazlardan  içerilere  savruldu.  Başları  ör-

tülü  kadınlar  geçti  yoldan.  Taşlar  su  sıçratarak  kurudular. 

Bulutların  arasından  bir  halka  geçirdi  güneş.  Zayıf  ve  titrek. 

Üç araba geçti. “İkisi özel, sayılmaz. Sonuncusu benim,” dedi 

Şükrüye, “sayılır!” Pencereye dayalı dirseklerini tükürükledi.

“Baban  birazdan  gelir.”  Annesi  köşedeki  sedire  oturmuş, 

bacaklarını altına almıştı. Elindeki aynada yüzünü inceliyordu. 

“Baban birazdan gelir.” Şükrüye, annesinin güzel mi çirkin 

mi olduğunu düşündü. Babasına sormuştu; “Güzeldir,” demişti 

babası. Annesi çenesindeki sivilceyi sıktı, elini önlüğüne sildi. 

Şükrüye bir karara varamadan pencereden yana döndü. 

“Babam  birazdan  gelir.”  Hava  iyiden  iyiye  açmıştı  şimdi; 

sokaktan geçen adamlar, yağmurdan sonra eskimiş görünüyor-

lardı. Paçaları çamur içindeydi. “Her pazar sinemaya gideriz, 

arada bir de babaanneye.” Annesi duymasın diye sustu. Sesini 

azıcık yükselterek tekrarladı –arada bir de babaanneye– anne-

si bir kere daha duymasın diye. Sonra dönüp baktı. Annesi ba-

şındaki topuzu firketelerle dengeliyor, deliyordu. Şükrüye’nin 

dişleri  kamaştı.  Konuşacak  şey  bulamazdı  annesiyle  kalınca. 

Yalnızken hep susarlardı. “Baban nerdeyse gelir.” Şükrüye bık-

tı, masadaki sürahiden bardağına su boşalttı, iş olsun diye içti. 

— Sen de gelecek misin bizimle? 

—  Yok,  işim  var  benim,  dedi  annesi,  sonra  Raşit  beylere 

gideceğim. 



Demek biz babaanneye gidiyoruz. Şükrüye küçük bir kırmı-

zının boğazına yerleştiğini duydu. Şimdiye kadar kaç kere ağ-

ladığını saydı. On dört çıktı. Yirmiye kadar ağzını açmamaya 



14

 

BÜTÜN ÖYKÜLERİ



karar verdi. Yoldan şemsiyeli adamlar geçti, kapkara şemsiye-

ler. Yağmura yetişememişlerdi. 

Kapı açıldı. Babası girdi içeri. 

— Yine unuttun yağlamayı, dedi annesi. Ne var ne yok? 

— Geciktim,  kusura  bakma.  Hadi  Şükrüye,  Nazan,  sine-

maya.


— Ben  gidemem,  dedi  annesi.  İşim  var.  Evde  otursanız 

olmuyor mu yani? Çocuğu üşüteceksin. 

Şükrüye kaç kere üşüttüğünü saydı; dokuz çıktı. 

Kapıdan  çıkınca  elini  tuttu  babasının,  bir-iki  kere  burnunu 

kaşıması  dışında,  yol  boyunca  da  hiç  bırakmadı.  Babaanne 

deyince  babaannenin  önce  evini  düşünürdü,  sonra  yüzünü. 

Babaanne güzeldi. Saçlarını ortadan ayırır, limon kolonyasıyla 

yatıştırırdı. Yakasında iki anahtarlı bir deste asılı dururdu hep. 

Şükrüye yolun ıslak taşları üstünde yürünecek bir çizgi bul-

du.  Her  sokakta  yürünecek  en  rahat  çizgiyi  bulmada  üstüne 

yoktu. Şiir söyleyemezdi. 

“H’ye kadar sayarım, sonra sayamam,” 

diye  düşündü.  Babaanne  H’ye  kadar  saydırırdı  ona  konuklar 

varken. Şükrüye utanırdı. “Ne güzel de sayıyor!” diye bağırır-

lardı konuklar. 

Babaannenin  yeşil  çiçekli  fincanları  vardı.  Babası  ayağa 

kalkardı alırken. “Zahmet ettin. Gelecek hafta Nazan da gelir,” 

derdi. Oysa üçü de onun gelmeyeceğini bilirlerdi. 

Annem gelseydi üşütürdü, değil mi? Şükrüye babasına bak-

tı. Annesini severdi ama babasını daha çok. Babasının eli sert, 

tırnakları sarıydı. Filiz’in babasından daha uzun boyluydu. Ne 

sinir kız! Derslerini iki kere yazıyor, bir de temize çekiyordu: 

üç.  Ama  babası  çok  yaşamazdı  besbelli.  Saçları  dökülmeye 

başlamıştı.

— Simit ister misin? 

— Yok. 

Akşam yemek yemezse annesi kızardı. Arada yedikleri sa-



yılmazmış. Babaanne koca bir tabakta beyaz bir tatlı getirirdi: 


 

İPEK VE BAKIR

 

15

çevirme.  Bir  bardak  da  su.  Fincanlar,  bardaklar  yeşil  sabun 



kokardı.  Babası  az  şekerli  içerdi  kahvesini.  Şükrüye  içsin 

diye  tabağına  dökerdi  biraz.  Babaanne  boyuna  mutfağa  girip 

çıkardı.  “Evleri  bizimkinden  küçük,”  diye  düşündü  Şükrüye, 

“çünkü mutfak taşlığa bakıyor.” Bir kapı daha vardı taşlığa ba-

kan ama Şükrüye hiç açmamıştı o kapıyı. Üç ay önce o odanın 

ampulünü değiştirmişti babası. “Ne zahmeti anne. İşimiz bu.” 

O cebinden tornavidasıyla kontrol kalemini çıkarırken koltuk-

ları kabarmıştı Şükrüye’nin. 

Bakkalın  oraya  gelince  babası  durur,  “Annene  sinemaya 

gittiğimizi  söylersin,”  derdi.  “Babaannelerde  üşütürsün  diye 

korkuyor.” İnanmadan, babasının söylediklerini dinlerdi Şük-

rüye,  onunla  gizli  bir  şey  paylaştığı  için  gönenirdi.  Akşam 

yemeğe  oturduklarında  masanın  altından  onun  elini  tutardı. 

“Filim  güzeldi,”  derdi  annesine,  “Üç  kişi  öldü.  Öyle  ağladım 

ki.” Babasını güldürmek için daha inandırıcı ayrıntılar bulur-

du. “Baştaki miki renkliydi,” derdi. O zaman babası H’ye kadar 

saymış gibi gülerdi. Gözleri birbirine yakındı, kaşları kalın bir 

çizgiyle birleşmişti, ama gülünce dişlerinden başka hiçbir yeri 

görünmezdi. 

Kapıya biraz kala sekmeye başladı Şükrüye. Oraya kadar koşsa 

bile son yedi metreye gelince gecikmek, yolu uzatmak ister, tek 

ayakla sekmeye başlardı. Çok sevindiğine utandığı için mi ne? 

Kapıda biraz beklediler. “Hoş geldin oğlum,” dedi babaanne 

içerden. “Geliyorum.” Kapıdan girdiklerinde, “Pabuçlarını çı-

karmayı unutma kızım Şükrüye,” dedi. Taşlıkta Şükrüye, doya 

doya bir daha baktı babasına. 

— Baban hasta, yatıyor. 

Babaannenin sesi musluk gibi açıldı taşlığa. Gençleşmişti. 

Taşlığın  dört  yanında  çiçekler  duruyordu.  Sepet  sepet.  Zam-

baklar, süsenler, şebboylar, güller, menekşe.... 

— Bir karanfil kopar Şükrüye, dedi babaanne.

Saçına  pembe  bir  gül  iliştirmişti.  Yüzü  de  pembeydi.  De-

denin  hastalığıyla  çiçekler  arasında  bir  ilinti  kurmaya  çalıştı 

Şükrüye. Babasının yüzü kızarmıştı. Dedesini hiç görmediğini 




16

 

BÜTÜN ÖYKÜLERİ



düşündü Şükrüye. Onlar oda kapısını açarlarken çiçekler hep 

birden koktular. 

Kimse  yoktu  içerde.  Babaanne,  omuzlarına  siyah  bir  atkı 

sarmıştı. Mutfağa kahve yapmaya koştu hemen. Şükrüye bacak 

bacak  üstüne  atarak  kahvesini  üfledi,  dudağının  üstündeki 

tüylerin kıpırtısı durunca da içmeye başladı. Babaanne sessiz-

liği  bozmak  için,  “Nazan  nasıl?”  diye  sordu.  “Şükrüye  kızım 

taşlıkta oynasana. Biz de babanla konuşalım. Yalnız çiçeklere 

dokunma.” 

— Nazan iyi, işi varmış, dedi babası. Ne oldu babama?

— Üşütmüş. 

Taşlık karanlıktı. Kokulu karanlıkta çiçeklerin renkleri baba-

annenin  ince  uğultusuna  karışıyordu:  “Elini  öpüver  oğlum. 

Baba oğul arasında olmaz dargınlık.” 

Çiçeklerden  çok  taşlığın  öte  yanındaki  kapı  çekiyordu 

Şükrüye’yi.  Açsa  mıydı?  Dede  orada  mıydı  ki?  Yüreği  çarpa-

rak  kapının  tokmağını  çevirdi.  Bir  süre  hiçbir  şey  göremedi. 

Odada  bir  nezle  kokusu  vardı  yalnız.  Gözleri  alışınca  yatağı 

seçti. İki iskemleyle tahta bir masa duruyordu yatağın yanında. 

Karşıki  duvara  babaannenin  beyaz  elbiseli  bir  gençlik  resmi 

asılmıştı.  Saçları  örülüydü.  Bir  iskemleye  dayanıyordu.  Çiz-

meli  bir  adam  oturuyordu  iskemlede.  Eski  bir  oda  görmenin 

ezikliği  çöktü  Şükrüye’nin  üstüne.  O  sırada  yataktaki  gölge 

doğruldu: “Kimsin sen?”

Şükrüye karşılık vermek istedi, olmadı. Yerinde kalakaldı. 

Elini uzattı ihtiyar. 

—  Sen  Şükriye’sin  herhalde?  Gel  bakalım.  Yaklaş.  Ama 

önce pencereyi aç da yüzünü göreyim. 

Şükrüye  çekinerek  pencereye  yanaştı,  ayaklarının  ucuna 

basarak  camı  itti.  Yukardan  vuran  ışık,  ihtiyarın  kırçıl  saç-

larını,  aşağı  doğru  yaylanmış  kara  kaşlarını,  gür  bıyıklarını 

aydınlattı. 

— Ne zaman geldin sen Şükriye? 

— Biraz önce. 

Böyle diyerek suçunu hafifletmeyi umdu. 



 

İPEK VE BAKIR

 

17

İhtiyarın yüzünde suçlayıcı bir öfke gizliydi sanki. Özellik-



le ağzının ucundaki kıvrımlarda. 

— Otur bakalım, dedi. Otur bakalım şöyle. 



“İhtiyar  bir  adamın  küçük  bir  kıza  soracağı  şeyleri  bilmiyor,” 

diye düşündü Şükrüye. Konuşmayı zorladı. 

—  Okula  gelecek  yıl  başlıyorum.  Adım  Şükriye  değil 

Şükrüye’dir. Hasta mısınız? 

— Ya, üşüttüm. 

— Üşütmek kötüdür, annem...

Dedenin hoşlanmayacağını sezerek sustu. Sonra: 

— Çiçekler sizin mi? 

— Benim. 

— Hepsi mi? 

— Hepsi. 

— Ne yaparsınız bu kadar çiçeği? 

— Satarım. 

— Peki, ya beğenmezlerse? 

— Beğendiririm.  Neden  beğenmesinler?  Bunca  ter  dökü-

yorum.  Bak:  her  akşam  geniş  bir  kova  alırım.  Çiçeklerin  çü-

rümüş  saplarını,  kararmış  yapraklarını  ayıklarım.  Köklerini 

biraz  keserek  kovadaki  suda  dinlendiririm.  Yüzlerine  sık  sık 

su serperim. Sabaha dirilirler. 

— Demek  siz  çiçek  dirilticisisiniz?  dedi  Şükrüye.  Bizim 

köşede  öyle  birine  rastlamıştım.  Bir  de  vazo  satan  bir  adam 

görmüştüm; koca bir vazoyu kucağında dolaştırıp duruyordu. 

Param olsaydı alacaktım. 

İhtiyar duygulanmıştı. 

— İyi kızsın Şükrüye, dedi. Babana çekmişsin. İçerde mi? 

Çok oldu görmeyeli eşşeği. 

Şükrüye utandı ama kızmadı. 

İhtiyarın bıyıkları titriyordu. 

— Sen müthiş bir kız olacaksın Şükrüye. Öyle gözüküyor. 

Çabuk alışacaksın. Bilir misin, önceleri satamazdım çiçekleri-

mi, kıyamazdım. O zaman gençtim. Güzelliği kanıksamamış-

tım daha. Zamanla alışıyor insan. 

— Ben de kökleri, yaprakları tanıyabilir miyim? 

— Tanırsın, dedi ihtiyar, tanırsın. Hem sonra malını elden 




18

 

BÜTÜN ÖYKÜLERİ



çıkarmayı  öğrenmelisin.  Arasıra  için  yanacak,  ama  geçer. 

Soğukkanlı olmalısın. Güç iş bizimki. Başka işlere benzemez. 

Gazetelerin küçük ilânlarında adı geçen mesleklerden değildir. 

—  Babam  bana  gazete  okur,  dedi  Şükrüye.  Sabahları  işe 

gitmeden. Hem biliyor musunuz, sizin işinizi herkes yapamaz. 

İhtiyar  coşmuştu.  Göğsü,  yırtık  pijamasının  altından  inip 

inip kalkıyordu. 

— Rozet satıcılığı gibi, dedi soluk soluğa. 

— Sabun-köpüğü-üfleyiciliği gibi! diye haykırdı Şükrüye. 

— Kulunç çıkarıcılığı gibi, dedi ihtiyar. 

— Vazo dolaştırıcılığı gibi, dedi Şükrüye. 

— Ayrıntıcı bir meslek... dedi ihtiyar. Herkes nasıl para ka-

zandığıma şaşar. İşin ucunda bel bağladığın şeyin yok olması 

da var çünkü. Baban gibi. Kapıyı vurup gittiği gün nasıl sar-

sılmıştım. O tüccar kızıyla evlenmeyi aklına koymuş bir kere. 

Dinlemedi. Elimi bile öpmedi hâlâ. 

Şükrüye burnunu kaşıdı ağlamamak için. 

— Ne diyordum? dedi ihtiyar. Soylu mal satıyorum, ama ne 

yaparsın ki mesleğim önemsiz. Soylu ve önemsiz. 

Yatağında  doğruldu.  Şükrüye,  onun  gövdesine  göre  çok 

cılız olan kollarına baktı. 

— Yoruldum artık, dedi dede. Hadi git de merak etmesin-

ler. İyi kızsın. Gene uğra bana, olmaz mı? 

— Uğrarım, dedi Şükrüye. Söz. 

İhtiyar öksürerek yatağına uzandı. Yorganın altına gömüle-

ne kadar ona baktı Şükrüye. 

Yolda  babasıyla  hiç  konuşmadılar.  Şükrüye  hep  dedeyi  dü-

şündü.  Eve  girdiklerinde  annesi  sedire  oturmuş,  tırnaklarını 

boyuyordu. 

— Raşit  beyler  babamla  ortak  oluyorlar,  dedi.  Sermaye 

meselesi çözümlendi böylece. Siz ne yaptınız? Filim nasıldı? 

— Babaannelere gittik, dedi Şükrüye, dedeyi çok sevdim. 

1965



 

Temmuz


Kendini  ne  zaman  düşünse,  bir  merdivenden  iner  görüyor-

du.  Eli,  annesinin  elinde;  küçük  tırnakları  yenmiş,  kirli; 

kirler  kurşun  kalemle  çıkarılmış,  kalem  kaymış 

(Anne,  öyle 

derinden kesme, sızlıyor sonra), tırnağı çevreleyen deri kapkara 

olmuş o yüzden, ağza acı geliyor, bir şey tutarken kıpırdıyor, 

belli  belirsiz  sancıyor.  Neyse,  annesinin  avucunda  gizli  ya, 

kimseler  göremez.  Azalan  günün  tarazlı  uçları  (yıpranmış, 

tutamaksız) darmadağın yayılmış göğe. Yaz, bu demekti biraz 

da  o  günlerde:  el,  annenin  eli  içinde,  denizli  akşam  kokusu, 

kum,  ıslak  lokantalar,  iskeleye  giden  yol.  Sabah  kalkılınca 

hava güneşli. Parmaklarının ucuna basa basa perdeyi açarsın. 

Muşamba  soğuktur.  Ahşap  evin  kapısındaki  demir  indirilir: 

Artık  gelen  gelsin.  Mutfak  penceresinden  sarmaşık  görünür. 

Mutfak  bahçesi  beyazdır,  geceden  kalma  bilgiçliğini  sürdü-

rür, ceviz ağaçlarını salar. Bu temmuzu gözden kaçırmamalı, 

her  ayrıntıyı  bir  yana  çivilemeli.  Şaşkın.  Önce  babanın  tıraş 

suyu  ısıtılacak.  “Kırmızı  ibriği  ocağa  koyuver  kızım,  çabuk.” 

Demek denize gidiyoruz. (Denizde karpuz kabukları... Kıyıya 

inen yol buğuyla örtülüdür, gül fidanlığından geçilir, bir adam 

kasketlerle mayolar satar; biz yokuştan inerken bir eziklik çö-

ker üstümüze. Sıcaktan.) Suyun başında bekleyeyim de çabuk 

kaynasın.  İçimden  şarkı  tuttururum,  şarkının  bir  yerinde  su 

nasılsa ısınır. Önce kenarları kabarcıklanır. “Haydi! Çabuk ol 

kızım.”  Sonra  sofraya  geçilir.  “Çaydanlığı  getiriver.”  Kahvaltı 

örtüleri damalı olur. “Ekmeği elle koparmak ayıptır.” 

İşte  böyle  bir  günün  (ya  da  o  günün)  sonunda,  dediği  mer-

divenden  iniyordu.  Saçı  örülmüş,  iki  kurdeleyle  bağlanmıştı. 

Kurdelelerinden özellikle hoşnuttu, çünkü uçlarındaki biçim-



20

 

BÜTÜN ÖYKÜLERİ



siz şerit kesilmişti; üstelik örgüler sıkıydı, başını iki yana sal-

layabilirdi korkmadan. Merdiven, geniş, eğik bir yola iniyordu. 

Ta uzakta vapur. Babası son çıkanlardandı. “Bizimkiler bekler 

nasıl  olsa.”  Elini  annesinin  avucundan  kurtardı,  örgüsünü 

çekeledi. Daha istediği kadar uzamamıştı saçı. Aslında saçının 

uzunluğunu merak ettiğinden değil, günün bu saatinde saçını 

ellerse  akşam  iyi  geçerdi  onca,  yoksa  ‘merak’  kendine  karşı 

bulduğu bir özürdü. Hem bu kural sağlam mı acaba? Arasıra 

yançizmek gelirdi içinden, ellememek, sonra yançizmenin de 

kurallaşacağını düşünürdü. (Demek sağlam.) 



Bugün, yani yıllar sonra, aynı akşam saatinde, topuzuna bir firkete 

sokarken  anlıyor  bunu,  kuralını  buluyor.  Tek  başına  bir  pastanede 

oturmuş mektup yazıyor şimdi. Her mektup kuraldışıdır, çünkü ek-

siktir, söylenmemiş kalır, deneycidir. (Daha sağlam.) Durdu. Önün-

deki  listede  çay:  150  krş.  Garsonun  suda  dinlenmiş  çilli  eli  camın 

üstüne bir fincan çay bırakıyor. Kapıdan giren rüzgâr, renksiz suyun 

yüzeyini  dalgalandırıyor.  Pastane,  yarı  ıslak  bir  kesme  şeker  gibi 

tabağında dağılıyor, eriyor, masalara ayrılıyor. Çayın tadı ne gibi? 

“Kızım yesene, lokmalar ağzında büyüyor bu çocuğun.” Vişne 

reçeli  çiğnendikçe  eskir,  akşamsa  yoğurdun  üstüne  dökülür; 

damalı örtüdeki taze ekmek kırıntıları nedense midemi bulan-

dırır. Oysa akşamları deniz kıyısındaki çaycıda annemle otu-

rurken  rüzgâr  örtüleri  savurur.  Temizlik  kokar.  Bacaklarıma 

bir  kedinin  utangaç  burnu  değer.  Bakışırız.  Dengeyi  benden 

yana bozmamak için onu kucağıma almaya kalkmam. Bırakı-

rım yalansın, okşarım... 

—  Kızım  sürme  elini  şu  hayvana.  Pire  içinde...  Efendim? 

Evet çay, ama birazdan. Birini bekliyoruz da. 

— Anne, kışın niçin babaanneye yolluyorsunuz beni? 

— Sıkılıyor musun orada? 

— Yoo, ama siz de gelseniz. 

— Bakalım. 

Babaannelerde  bir  oda  var.  Bu  kış  o  odada  yatacakmışız. 

Basamakları çıkıp sağa kıvrıldın mı hemen orada. Daha kolay 



 

İPEK VE BAKIR

 

21

ısıtılıyormuş.  Kışın  camlar  buğulanır.  Akşam  radyoda  fasıl 



heyeti vardır: Ne dökmek istesem yaş var. Sözlerini anlamam, 

ama üzülürüm. Masanın altında oynarım. Tek başıma. 

— Anne, yalnız o evde merdivenler çok gıcırdıyor. 

Bir gece babaanneyle uyurken bir patırtı duymuştum; birile-

ri üst kata çıkıyordu. Hemen tavandaki ışığa bakmıştım, sallan-

mıyordu. Yatakta dikilip öksürdüm. Boğmacaydım; hep ayağa 

kalkardım öksürük tutunca. “Uyu kızım, uyu canım.” “Annem-

ler geldi sandım babaanne. Perdeleri çek, ay görünmesin.” 

Annesine belli etmeden örgüsünü bir daha elledi. Durdu bir 

süre. Ansızın karar verdi: 

—  Anne,  utanıyorum  söylemeye  ama  aydan  korkuyorum 

ben. Hem merdivenler çok gıcırdıyor o evde. 

— Koca kız oldun artık. Korkmak yakışmaz sana. Korkmu-

yorum  de  kendi  kendine...  Öcü  filan  da  öğretmedik.  Nerden 

çıktı  bu  korku  bilmem.  “Geçer.”  Bir  kadın  sesi.  (İkindileri, 

annesinin kolunda kabul günlerine.) 

— Gece uyanıyorum, siz geldiniz sanıyorum. 

— Ondan mı korkuyorsun, biz geldik diye mi? 

— Yoo. 

— Bak canım. Bu gece babaannenle kalacaksın, sakın beni 



utandırma.  Babanla  gelecek.  Bizde  tabii.  Bizim  evde.  Suzan 

hanımlara gidiyoruz da. Seni yalnız bırakmak istemedik. Yatı-

ya yokuz. Babaanneyle güzel güzel oturursunuz. Korkmazsın 

değil mi? 



Korkmazsın. Korkmazsın. Mazsın. Mazsın. Değil mi? Mi? Ha? 

Ha? Ha? Ha... 

Kasanın  çıngırağı  fiyatları  çalıyor.  Başını  kaldırıyor  ansızın.  Pas-

tanenin  sigara  dumanı  arasından  yapışık  yüzler  uzanıyor:  Korku. 

Korkuluklu köprüler, can simitleri, tahlisiye sandalları, kilitli kalmış 

dolmuş kapıları, dörtnala denize inen ahşap evler, yolların tuzak-

ları, ölü kedi gibi kıvrılmış kese kâğıtları, üst kattan pencereye inen 

urgan,  bilek  kesilip  çıkarılan  altın  bilezik,  suda  eriyen  muska... 

Bitmiyor.  Beyaz  bir  gecelik  giy.  Lâvanta  çiçeği  koksun.  Yüzünü 

ov. Yastığı kabart. Çarşafı ger. Sonra banyoyu doldurursun. Sıcak 

musluk: kırmızı. Karnına kırmızı bir ılıklık dolar. Göbeğin, göğüs 


22

 

BÜTÜN ÖYKÜLERİ



uçların kesinleşir. Sıcaktan titrersin. Soğuk bir yere dayarsın başını. 

Önünde diş macunu, fırça, briyantin duran aynada yüzünün sırları 

dökülür.  Dilini  çıkarırsın,  burnunu  kırıştırırsın.  Ayaklarından  su 

sızar yere. Tıp. Tıp. Ufacık bir göl. Bir yerlerde bir zil sesi. 

—  Bak  baban  geliyor.  Hiç  belli  etme  korktuğunu,  kızar 

sonra.  Babaanne  ocakta  ızgara  köfte  pişirecek  sana,  oracıkta 

yedirecek. Yemekten sonra şiir okuyacak. Söz verdi. Hem yarın 

çabucak olur. Uyandın mı biz ordayız. 

— Peki anne. 

— Çabuk ol, karşıla onları, babaannenin elini öp. 

Mektubu bitirdi. Tamamlayamadan. Yine yarım, eksik kaldı. Yine 

sağlam. Banyoda uğultulu, döne döne büyüyen, yayılan, kızaran bir 

damla kan. Bacaklarını ellerinle bastır, uğuldamasınlar, yerleşsin-

ler. Eriyen, yüzen bir şey. Soğuk su: mavi musluk. Ohh! 

— Suzanlar beş buçukta bekliyorlar. Çocuğa söyledin mi? 

Hazır mısın? Buradan doğrudan gidelim. Onlar eve dönerler. 

Sabah erkenden arabayla bırakacaklarmış bizi. 



Zarfın  ağzı  yapışmıyor.  Uzuyor.  Uzun  merdivenden  bir  daha 

iniyorum.  Ben  iniyorum.  Aşağıda  bastonuna  dayanmış  babaanne 

duruyor.  Sırtını  rüzgâra  vermiş.  Saçları  havada.  Yüreğimde  kesik 

bir güvercin kanat çırpıyor. Acısa. 

Aynı günün gecesi, babaanne: 

—  Kızım,  babanla  konuştum,  seni  bize  yollamayacaklar 

bu  kış.  Onların  yanında  kalacaksın.  Yaramazlık  etme  sa-

kın............  Bu  çocukluğun  var  ya,  hiç  yitirme  onu,  bazıları 

yitirmezler. Sen öyle bir çocuğa benziyorsun. Korun. 

— Olur, söz. 

1966



 

Kuytuda


İhtiyar, takma dişlerini başucundaki cam kâseden çıkardı. Bir 

silkeledi, sonra titreyen parmaklarıyla ağzına götürdü. Konuş-

mak gerekecekti birazdan; nerdeyse uyanırlardı. 

Gün ağarırken akşam alacakaranlığının hüznünden daha mavi bir 

duman  sarar  ortalığı.  Arka  bahçelerin  ağaçlarına  çökelir,  dizleri 

ağrıtır. Gençler bilmiyor, ama yıllar birbiri üstüne hiç aksamadan 

yığılınca alışıyor kişi, sis kalkar diyor ve gün ışımayı nasıl olsa be-

cerir. Korkmak yersiz. İhtiyarlık budur işte: yeni bir günü bir organ 

haline  getirmek,  saatleri  kendiliğinden  sıraya  koymak.  Her  sabah 

böyledir.  Yumuşak  terliklerimle  evi  dolanırım.  Sızan  muslukları 

kaparım,  su  şişelerinin  örtülerini  kaldırırım  ki  içilsinler,  peynirin 

suyunu dökerim. Yürüyüşüm kimseyi uyandırmaz çünkü, ben yıl-

lardır yürümeyi bilirim. Usulca. Öyle halıları, tahtaları eskitmem, 

taşlarda iz bırakmam. Ben gerekliyim evi sürdürmede. Ben olmasam 

onu kim hazırlar sabaha? Kim karşılar? Ama kalkar kalkmaz önce 

aynayı alırım elime. 

İhtiyar  önce  aynayı  aldı  eline.  Küçük,  çatlak  bir  aynaydı  bu; 

arkasında  yanağına  kocaman  bir  ben  yapıştırmış  pembe 

elbiseli  bir  markizle  çok  düzgün  bacaklı  –nasıl  da  becerikli 

Tanrım–,  her  adımını  bilen  bir  marki  dans  ediyorlar.  Üstleri 

başları  tertemiz,  yakalarının  fırfırları  kolalı.  Çevrelerinde  de 

Fransız  ağaçları  var,  ne  yazık  ki  bir  yerde  kesintiye  uğruyor 

yeşillik.  Kara,  iri  bir  leke.  Dalgınlıkla  sigara  söndürmüşler 

üstünde. Geçende çeyiz sandığından çıkarıp ovmuştu. Elişleri 

de var sandıkta. 



Elişleri var var olmasına, hem de ne güzelleri, yalnız sarı lekeler 


24

 

BÜTÜN ÖYKÜLERİ



kaplamış bezleri, bir bilen olsa bu lekeler nasıl çıkar. Sandık lekeleri 

çıkar.  Şu  markinin  kollarındaki  danteller  sözgelimi,  şimdi  nerden 

bulacaksın?  Elişleri  bile  para  etmiyormuş  diyorlar,  uğraşacak  va-

kit  yokmuş.  Eskiden  günler  uzundu;  kararında,  tutumluydu.  Ben 

kaç  günler  işledim  bunları,  perdeleri  azıcık  aralardım,  o  kadar. 

Ekrem’in annesi anlardı; beğenmişti. Aynayı o vermişti galiba. Bir 

de yüz görümlüğü altın saat.

İhtiyar, aynayı ağzına tuttu, takma dişleri her sabah koyup her 

akşam çıkarmaktan, dudak uçlarındaki yaralar derinleşiyordu 

gitgide, yapışıyordu. Kaşınan, kırmızı, vitaminsiz yaraları in-

celedi. Ağzı, hep belli saatlerde ve belli amaçlarla kullanıldığı 

için kendiliğinden bir ağız değildi artık. Olsa olsa bir yokluk 

kapansın  diye  başka  birinin  ağzı,  gerekli  kesintiler  ve  ona-

rımlar yapıldıktan sonra, bu eti, pembesi ve öpüşü tüketilmiş 

deriye (kendi renksiz derisine) yamanmıştı. Yüzündeki iğreti-

liğin  üstüne  varmadan,  hafifçe  araladı  dudaklarını;  şaşılacak 

bir ustalıkla, her günkü ustalığıyla bir kerede yerleştirdi diş-

liği. A- A- A- dedi; iki sıra salya aktı yaralardan. Takma dişler 

tok bir sesle takırdadı, depreşti, sustu, en sonunda kalakaldı. 

Ellerindeki yapışkan sıvıyı önlüğüne sildi ihtiyar. Aynayı yine 

başucuna koydu. Yapılması gereken sürüyle iş var şeyden önce. 

Ben hiç uyumam, ya da az uyurum. İki saat. Uykum çok hafif diye 

hiç  uyumadım  sayıyorum.  Kapıda  bir  anahtar  tıkırdadı  diyelim, 

hemen  ışığımı  yakarım.  Lambam  başucumdadır.  Giderken  prize 

takıyorlar.  Geceleri  yalnızımdır  çoğunlukla.  Yatağıma  uzanır  ta-

vanı gözlerim, sedirin çiçekli örtüsüne bakarım. Dolaplardaki dikiş 

iğnelerini,  firketeleri,  kol  düğmelerini,  tek  küpeleri  ve  makbuzları 

düzene sokarım. Bir anahtar bulurum bazan, beyaz bir zarfın içine 

koyarım,  anahtar  diye  yazarım  üstüne.  Hepsi  eve  dönene  kadar, 

evdekiler  yatana  kadar  uyuyamam.  Işıklar  sönmüş  olmalı.  Yoo 

karıştığımdan değil; karışmam onlara, tek kelime sormam, bekledi-

ğimi de belli etmek istemem, ama kendiliğinden oluyor. Kızıyorlar. 

Bir şeylerin dışındayım biliyorum. Daha doğrusu bir şeyler bensiz 

sürüp gidiyor. Sandık örtüleri de para etmiyormuş dediklerine göre. 

Ben yine her gün silkeliyorum, yılmıyorum. Balkona çıkınca karşı 



 

İPEK VE BAKIR

 

25

balkonlardaki  ihtiyarlar  çarpıyor  gözüme.  Bu  saatte  yalnız  onlar 



uyanıktır.  Gizlice  gülüşüyoruz.  Yüksek  sesle  hatır  sormak  ayıp 

kaçacak.  Hem  mahalleyi  neden  telâşa  verelim?  Biz  az  gülüyoruz, 

sabahların tadını çıkarıyoruz, balkonlarda az yer tutuyoruz küçüle 

küçüle, yük olmuyoruz. Zaten gençler dayanamaz sabah havasına. 

Biz kaç yıl yaşadık, dile kolay, ölüm artık altedemez bizi. Kaç yıl 

yaşadıktan sonra hâlâ yaşamak öyle olağan ki...

Balkon  kapısı  kapanınca  oda  yenilenmişti.  Tokmakları  ko-

puk,  yıllardır  cilâsız,  derileri  pörsük  dolaplara  yeni  bir  yüz 

geçirilmişti: sabah havası. Sandığın üstünde pembe bir yorgan 

duruyor, bir çiçekli örtü, hepsinin üstünde de odaya evin ge-

nel havasına göre göstermelik bir çekidüzen, bir uyum veren 

çağdaş  siyah  örtü.  İhtiyar,  siyah  örtüyü  düzelttikten  sonra 

önlüğünün  cebindeki  anahtar  destesini  çıkardı,  en  kocaman 

anahtarı  ayırarak  sedire  yakın  dolabı  açtı,  bir  portakal  aldı 

içinden  (kendi  portakalını),  naylon  torbaya  sarılı  tuzsuz 

ekmeği  (kendi  ekmeğini),  çekmeceden  de  bir  havlu  parçası. 

Kapıya  doğru  ufak  adımlarla  sarsıla  sarsıla  yürüdü,  koridora 

bir gözattı. Uyanmamışlar daha. Kapıyı kilitledi güzelce, hiçbir 

şey  yapmayacakmış  gibi,  telâşsız  adımlarla  odanın  ortasına 

kadar geldi, şaşırttı sonra, birden eteğini kaldırdı (geceliğinin 

eteği  uzundu,  top  oynayan  küçük  köpekler  vardı  üstünde), 

etleri  boşalmış  bacaklarından  çabucak  sıyırdı  donunu.  Gece 

boyunca  sararmış  havlu  parçasını  kurtardı  bacaklarının 

arasından,  yerine  bu  temizini  koydu.  Donunu  çekti,  eteğini 

indirdi.  Karnının  tam  ortasına  bir  temizlik  duygusu  yer-

leşmişti.  Bozmamak  için  öbür  havluyu  hemen  bir  gazeteye 

sarıp iyice buruşturdu. Önemsiz. Artık kalkabilirler. İhtiyar, 

mutfağa doğru yürüdü, sızmayan muslukları ne olur ne olmaz 

sıkıştırdı, su şişelerinin örtüleri unutulmuş yine, geceden ya-

ğını, tuzunu gidermek için suyla doldurduğu peynir tabağını 

boşalttı. Sokak kapısının oraya geldiğinde dizlerini zorlayarak 

eğildi, dışardan sızan siyah ışıkta sıkışıp kalan gazeteye uzan-

dı. Hem peynir tabağını, hem gazeteyi odasına taşıması gere-

kiyordu bir kerede. Sedire çöktüğünde yorgunluktan bitmişti, 

boynunu aşağı çeken kaslara bıraktı başını, kambur ve rahat 




26

 

BÜTÜN ÖYKÜLERİ



oturdu.  Gazetede  ne  haberler  var:  “...gipur  dantel  elbisesi  ve 

lame pabuçlarıyla çok güzel bir gecesindeydi.... ilgiyle izleni-

yor...  Ankara  grubuna  yol  göründü...  üzgünmüş  ve  her  gece 

bir  başka  kulüpte  avunuyormuş  diyorlar...”  Çatalını  peynire 

değdirdi; peynir yarıldı, cıvıdı. 

Boğazımın deliği küçüldü. Lokmalar gitmiyor, diyorum gülüyorlar. 

Uyumadığıma da inanmıyorlar. Belki o yüzden tetikteyim, ışıkta-

yım,  uykusuzum.  Boş  bulunmamalıyım;  hiç  inandıramam  sonra. 

Evet, portakal işe yarıyor, sürüklüyor ama çok ekşi. Küçükken ekşi 

portakalları yememe izin vermezlerdi annemle babam. Yengelerin 

evi  Ada’daydı.  Limon  ağaçları  istediğin  kadar.  Okul  dönüşü  yol-

da  portakal  yerdik.  Ama  yaz  akşamları  Ekrem  de  gelirdi.  Bizde 

kaçgöç yoktu derim de inanmazlar; oturma odasında hep birlikte 

otururduk işte. Nişanlandık. Sonra bir şey oldu. Ekrem hastalandı, 

yok canım öldü, öldü ama ölmeden önce hastalandı diye bizimkiler 

nişanı  bozdular,  sonra  öldü,  yıllar  sonra.  Biriyle  evlenmiş  dedi-

lerdi.  İncecikti,  attığı  adımı  bilirdi.  Elişlerini  bir  markiye  satmalı 

en  iyisi.  Gipur  dantel  giyiliyor.  Gelinliğim  danteldendi.  Karnım 

bembeyazdı. İnanmazlar şimdi söylesem, çünkü geçende yıkadılar 

beni,  memelerimin  altındaki  pütürleri  keselemeden,  çabucak.  ‘Si-

lin,’  dedim,  ‘kazıyın,’  dedim;  ‘deri  katılmış,  pörsümüş,  kir  değil,’ 

dediler.  Ama  onu  söylemiyordum.  Karnım  bembeyazdı,  şimdiki 

gibi  sarı  çizgiler  yoktu  üstünde,  doğurdukça  da  beyaz  kaldı.  Her 

kadın kocasını sever. Hem ben paradan yana sıkıntı çekmedim hiç. 

İyi oldu. Çocuklar, şimdi olmasam, duyarlar yokluğumu. Ben nasıl 

kocamın  yokluğunu  duyuyorum,  tamtamına  öyle.  Yalnız  bir  şey-

lerin  dışındayım.  Örtüleri  silkelemek  yetmiyor.  Ada  resimlerinde 

bacaklarımın  ne  güzel  olduğuna  bakıyorum.  Dolapları  istediğim 

odaya  koyardım  o  sıralar.  Oysa  bu  odadayım  şimdi.  Yüzümü  bir 

sonraki güne taşıyorum, bozulmuyor artık, kırışması bitti, tanıyan 

kimse kalmadı ki bozulsun. Kıllarım döküldü, kokmuyorum. Hep 

böyleydim sanki. İğrendirmedim. 

Sabah, iki çocuklu becerikli bir anadır; onları paklar, yedirir, 

sokaklara yollar. Çevik bacaklar otomobillere atlar. İhtiyar bu 

yüzden çalar saatin sesini duyunca odasının kapısını kilitledi. 




 

İPEK VE BAKIR

 

27

Mutfaktan, fokurdayan çaydanlığın sesi geliyor, dolaplar açılıp 



kapanıyor,  ekmek  kızarıyor,  çatallar,  bıçaklar.  Ne  kargaşa! 

Bunları  bir  sıraya  sokmalı.  Dolapların  hepsini  birden  açma-

malı sözgelimi. Kahvaltı örtüsü masaya geceden serilse, sabah, 

peynir konulur, çanta yapılır, kalemler unutulmaz. 



1967

Yüklə 245,32 Kb.

Dostları ilə paylaş:




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©www.genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə