SÜ İİBF Sosyal ve Ekonomik Araştırmalar Dergisi
29
Meclisi’nde yandaş bularak polisin yönetiminde etkili bir konuma
gelmesinde ne gibi bir yararı vardır? Dahası doğa ile uğraşan filozoflar,
ortak bir kabule de ulaşamamışlardır. O halde kafa karışıklığına yol açan
bu yararsız konularla ilgilenmek yerine, evrendeki en önemli varlık olan
insana dönülmeli ve onu doğrudan ilgilendiren konularla ilgili düşünce
üretilmelidir.
Protagoras’ın ünlü özdeyişi “metron antropos panton (İnsan herşeyin,
ölçüsüdür)”, sofistlerin insanı ele alış biçimlerini en yalın haliyle ortaya
koyar. Sofistlerin insancıllığı, Aydınlanma Çağı’nın hümanizmasıyla
belki çok uyuşmaz; ancak düşüncenin odak noktasına insanı
yerleştirmeleri önemlidir ve açıkçası felsefenin insanla ilgilenmeye
başlaması sofistlerin mirasıdır.
1.1.1.2.Pragmatizm
Sofistler, düşünce tarihinde “ahlak (mutluluk) sorunu”nu ilk kez ele
alan düşünürlerdir. Ahlak, “iyi ve kötü” kavramlarıyla açıklanan ve iyiyi
amaçlayan bir alandır. Bu çerçevede “insan için iyi, en iyi olan nedir?”
sorusuna sofistler, “mutluluk” yanıtını vermişlerdir. Ancak bu yanıt,
hemen şu sorunun sorulmasını zorunlu kılar: “İnsan nasıl mutlu olur?”
İşte sofistlerin mutluluk reçetesi, pratik ve pragmatik bir anlam taşır. En
açık deyişle mutlu insan, başarılı insandır.
Toplumsal ve siyasal yaşamda başarılı olmak için zorunlu bir araç
olarak gördükleri bilgiye pratik bir anlam yükleyen sofistler, kuramsal
bilginin gereksiz olduğunu ve yaşam açısından hiçbir yararının ve
öneminin bulunmadığını ileri sürmüşlerdir. Onlara göre felsefenin,
düşüncenin amacı, insana, günlük davranışlarını yönlendirecek, onur, ün,
zenginlik sağlayacak ve polisin yönetiminde yüksek görevler almasına
yardımcı olabilecek yolları göstermektir.
Diğer yandan polislerin çoğunda bu bakış açısına altyapı oluşturacak
bir değişim de yaşanmaktaydı. Daha kısa bir süre öncesine kadar
toplumsal yapıdaki kast ve siyasal yapıdaki aristokrasi, yerini yurttaşlar
arasında eşitlik ve demokrasiye bırakıyordu. Dolayısıyla her yurttaş,
kendi bireysel yaşamında gerçekleştirmek istediği, kendisine hedef olarak
koyduğu amacına –zenginlik, ün, onur ya da mevki gibi- ulaşma
olanağına sahipti.
Fatih TÜRE
30
Bu bağlamda sofistlerin hümanizm anlayışı da göz önünde
bulundurulduğunda ortaya şöyle bir mantık zinciri çıkar: Mutluluk
“başarmak”tır. Başarı, gerçekleştirilmek istenen amaca götürecek bilgi ile
elde edilebilir. Bu bilgi, evrene, evrenin yasalarına yönelik değil, insana
ve onun pratik yaşamına yönelik olmalıdır. Yurttaşlara söz konusu bilgiyi
öğretecek olanlar ise sofistlerdir.
1.1.1.3.Bilgi Kuramı
Bir doğa filozofu olan Elea Okulu’nun kurucusu Parmenides’in,
evrensel, mutlak, değişmez ve ancak akılla kavranabilen bilgi anlamında
“alethaia” (episteme) ve bireysel, göreceli, zamana ve yere göre değişen
ve duyu organlarıyla elde edilen “sanı” (doxa) ayrımı, felsefe tarihi
boyunca bilgi kuramı bağlamında tartışılagelmiş temel konudur. Bu
çerçevede sofistler, kesin, mutlak, evrensel bir bilginin olamayacağını,
çünkü bilginin duyularla elde edilen algılardan doğan sanı olduğunu ileri
sürmüşlerdir. Eğer bilginin kaynağı duyu organları ve algılar ise, bunların
kişiden kişiye değişen, göreceli kavramlar olmasından ötürü, bilgi de
görecelidir; mutlak ve evrensel değildir. Hatta Gorgias, “Hiçbir şey
yoktur. Olsa bile bilemeyiz. Bilsek bile başkalarına aktaramayız” diyerek,
bilginin değil evrensel kişisel bile olamayacağını ya da en azından kişisel
bilginin başkalarına aktarılamayacağını ileri sürmüştür. Dolayısıyla
sofistlerin idealizmi değil ampirizmi benimsedikleri de rahatlıkla
söylenebilir.
Mutlak ve evrensel bir bilgi olamayacağı biçimindeki bu bakış açısı,
doğal olarak birden çok “gerçeğin” varlığını savunur. Ortada birden çok
düşünce ve değer sisteminin bulunduğu böyle bir durumda insan,
hangisinin doğru ve geçerli olduğunu araştırma gereği duyarak, tek
düşünce sistemi –aristokratik/mitolojik- bulunan antik Yunan toplumunda
görülmeyen bir biçimde, “düşüncenin üzerine düşünme”ye başlayacaktır
ki, bu, hem epistemolojik sorunların üzerine eğilinmesine hem de
düşünüş sistemlerinin ideolojik niteliklerinin yavaş yavaş farkına
varılmasına yol açacaktır (Şenel, 1986: 164).
Bilginin algı olması ya da ancak algılanabilenlerin bilgi ve bilim
konusu olması, zorunlu olarak metafizik ya da dinsel kavramların bilimin
alanı dışında kalması sonucunu doğurur. Protagoras’ın “Tanrıların ne var
SÜ İİBF Sosyal ve Ekonomik Araştırmalar Dergisi
31
olduklarını, ne var olmadıklarını ne de nasıl olduklarını söyleyebilirim.
Sorunun karanlığı ve insan yaşamının kısalığı bunu bilmemizi engeller”
sözü, sofist düşüncenin dinsel ve metafizik konulara bakış açısını özetler.
Anlaşılacağı gibi bu sözler, tanrısal inanca değil tanrısal bilgiye ilişkindir;
başka bir deyişle tanrılara olan inanç değil, tanrıların bilinebilirliği
anlayışı eleştirilmektedir (Ağaoğulları, 1989: 57-58). Antik Yunan’ın
dinsel inancı anlamında mitoloji göz önünde bulundurulduğunda, bu
yaklaşımın yine aristokratik kültüre yönelik bir eleştiri olduğu kolayca
anlaşılır. Dahası özelde Protagoras’ın genelde ise sofistlerin, tanrıların
varlığını mutlak biçimde yadsıyan ya da doğrulayan anlayışlara karşı
insan bilgisinin sınırlarını belirtmeleri, bilimsel düşüncenin gelişimi
bakımından önemli bir adımdır.
Öte yandan gerçek konusunda subjektivizmin öncüsü olan sofistlerin,
göreceliğe bireysel değil toplumsal bir anlam yüklediklerini de söylemek
gerekir. Daha açık bir deyişle düşünce ve görüşlerin çokluğu ve farklılığı,
bir düşüncenin “yanlış” ve bir başkasının “doğru” olduğu anlamına değil,
bir düşüncenin bir başkasından daha “yararlı” ve “uygun” olduğu
anlamına gelir. Bu durumda kişinin, her ne kadar kendi doğrusu ve
gerçeği olsa da, toplumun genelinin “yararlı” ve “uygun” bulduğu yasa ve
ilkelere uyması gerektiğini ileri sürmüşlerdir.
Son olarak bilginin duyu organları ile sağlanan algı olması, bilginin ve
dolayısıyla erdemin doğuştan geldiği ve öğrenilemeyeceği biçimindeki
aristokratik düşünce ve inanca yönelik bir başka eleştiridir. Çünkü
bilginin kaynağının duyu organları olması, her şeyden önce insanın
dünyaya “boş bir sayfa” gibi geldiği anlamını taşır. Yaşamı boyunca
edindiği tüm gözlem ve deneyimler de onun bilgi düzeyini belirler.
Dolayısıyla insanlar arasında en azından doğuştan gelen bir eşitsizlik
yoktur.
1.1.1.4.Toplum Sözleşmesi
Doğadaki tüm canlılar, yaşam mücadelesini tek başlarına
yürütebilecek donanıma sahipken insan bu konuda güçsüzdür.
Dolayısıyla insanın, varlığını sürdürebilmesi için yapabileceği tek şey,
aklını kullanmak, toplu halde yaşamak ve yardımlaşmaktır. Sofistler bu
düşünceden hareketle, devletin insanlar arasında yapılan bir sözleşmeden
Dostları ilə paylaş: |