Namus Cinayetlerini Düşünme Şekillerimiz Üzerine


Gelenek ve Toplumsal Dönüşüm



Yüklə 153,97 Kb.
səhifə2/3
tarix06.05.2018
ölçüsü153,97 Kb.
#42622
1   2   3

Gelenek ve Toplumsal Dönüşüm:
Türkiye kalkınmacı devletindeki kurucu ayrım eğitimli ve akılcı olduğu düşünülen bir devlet seçkinleri kadrosu ile bu kadronun dışında hayatlarını gelenek çerçevesinde kurduğu düşünülen bir toplum idi. Burada eğitim öğrenimin ötesinde bir çeşit dönüşmüşlüğü ifade ediyor, üstünlüğü teslim edilmiş bir grubun işareti olarak taşınıyor ve yaşanıyordu. Eğitimli cumhuriyet aydını toplumun geri kalanını dönüştürerek, cumhuriyetin akılcı, eşitlikçi aydınlanmacı ideallerini yerleştirecekti,. Savaş, akıl ile gelenek arasındaki savaştı. Bu savaş bireysel olarak bu seçkinlerin cahil halkı eğitmeleri ile veriliyordu. . Eğitim daha genel seviyede kalkınma ile paralel gidiyordu. Zaten eğitim kalkınmayı, kalkınma da eğitimi getirecekti. Ayrıca devletin seçkinleri tam da devlet tarafından eğitimli olmaya çağrılmış, bu şekilde dönüştürülmüş oldukları için kalkınmanın aktörleriydiler. Aslında toplumsal kökenleri kendilerine benzeyen bu halktan farklılıkları ve kendi statülerinin sebebi tam da bu eğitim idi. Dolayısıyla eğitim üzerinden kurulan bu kalkınmacı farkı sonuna dek savunuyorlardı.
Kalkınmacı devlet eliti bir taraftan cumhuriyetin prensipleri ve onların temsilcileri olan kendilerini aydınlanmanın evrensel ve eşitlikçi aklıyla tanımlıyordu. Öte yandan bu bağlama siyasi eşitlikçiliğin yöntemi olan demokratik usullerle girmeye çalışanların suratlarına kapılar kapanıyordu. Türk demokrasisi henüz bu isteklere hazır değil deniyordu. Kadınlar, sakatlar, Kürtler, Aleviler gibi farklı azınlıklar, farklı yaşam tercihleri ve duyarlılıkları olan ve bunları kimlikleri ile de belirtmeye çalışan muhafazakar kesimler, ya da toplumdaki eşitsizliklerin üzerinden politika yapmak isteyen sol kesimler bu istekleri siyasete çevirdiklerinde kalkınmanın bekleme odasına sevk ediliyorlardı. Kalkınmanın zamana ihtiyacı vardı. Bu bağlamda devletin kalkınmacı yüzüyle totaliter yüzü birbirini tamamlıyordu. Kalkınmacı ideolojiyle ikna olmayıp bekleme odasındaki yerlerinde uslu uslu oturmayanları, her zaman daha sert şekilde, darbelerle ve darbelerin gündelikleşmiş polis mekanizmalarıyla yerlerine oturtmak mümkün oluyordu26. Kalkınmacı devlet aydın varoluşunun iletilmesi anlamında kullanılan eğitim ve kalkınma ideolojisi ile muhalifleri şiddet kullanarak bastırmak arasında arasında yer alan bir çok farklı ideolojik tekniği ve şiddet yöntemini içeriyor, böylece toplumu ‘düzen’ içinde tutuyordu. Böyle bir ortamda kalkınmanın ne zaman ve nasıl geleceği, kalkınmanın aklı ile geleneğin karanlığı arasındaki zıtlık gibi kavramların kendileri kamusal alanda tartışma konusu olmadı. Tartışma konusu olan bu zıtlık etrafında kurulan müdahalenin önceliği ve de kalkınma sağlanana kadar dezavantajlı kesimlerin yapmaları gereken ‘fedakarlıklar' oldu.
Bu bekleme odası sembolü Chakrabarty’nin betimlediği şekliyle sömürgeci söylemlerde Batı medeniyetinin sömürge edilene söylediğine benzer bir şekilde çalışıyordu (2000). Türkiye’de yerleştirilen cumhuriyet ideolojisi ve pratiği kendisini batılı sömürgecilerin tam da sömürgeleştirdikleri halk için kullandıkları oryantalist ayrımlar üzerinden anlar oldu27. Bir yanda aydınlar ve akıl, öbür yanda aklı tehdit eden, kendisinin iyiliğini dahi bilemeyecek derecede cahilleşmiş ve geçmişin bağnazlığından yani gelenekten henüz kendini kurtaramamış bir “halk.” Geçmiş, gelenek içinde tutulmuş bir karanlıktı ve başka hiçbir şey değildi. Geçmişle gelecek, halkla, aydın, akıl ile cehalet ve gelenek arasında yapılmış olan ayırım toplumsal olduğu kadar siyasi bir anlamda ifade ediliyordu. Halk ve halkın savunduğu herşeyin karanlık birer gelenek olarak tanımlanmış olduğu bir ideoloji Cumhuriyetin seçkinlerini geçmiş pratiklerini (örneğin imparatorluk, hilafet, aşiret ya da tarikat) “şimdi”nin içinde akıtarak siyasi bir alternatif haline getirebilecek tüm aktörlerden koruyordu.
Ancak ve ancak kalkınma adına verilecek topyekün bir savaşla bertaraf edileceği düşünülen ve geçmişin karanlığını temsil eden gelenek genelde aile ve kadınlar aracılığı ile somutlaştırılabiliyordu. Kadınlar geleneğin asal mağdurlarıydı. Kadınların geleneğin hedefi olması da bir taraftan onların hem vatan hem aile içinde yüceliklerini kuruyor hem de bu yüceliğin gerektirdiği fedakarlığı da onlardan beklememizi sağlıyordu.
“Geleneğin pençesindeki kadınlar” söyleminin en ilginç özelliği ciddi anlamda hiçbir şey söylememesiydi. Bu gelenekler nasıl, nereden çıkıyorlar, tam olarak ne yapıyorlar, neden ‘hala’ oradalar gibi sorular konuşulmadı. Kadınların yaşadıklarına gelenek demek bir sessizliğin adıydı. Bu şekilde sorgulanmayacak bir alan oluşuyor, kalkınmacı devletin öncelikleri tekrar tekrar kuruluyordu. Bir taraftan da kadınların yaşamakta oldukları deneyimler siyasi istemlere dönüşmeden kadınların düzene ve aileye olan bağlılıkları sağlanıyordu. Böylece ataerkillik sorunsalları kalkınma meselesine tercüme ediliyor, indirgeniyordu. Ataerkillik konuşulmayınca da cumhuriyetin bahsi geçen geleneklerin yeniden üremesine yaptığı katkılar, cumhuriyet rejiminin ataerkil toplumsal cinsiyet ilişkileri ile iç içe geçmesi görünmez kılınıyordu.
“Geleneğin” cumhuriyet Türkiye’sinde ataerkillikten ayrı bir şekilde konuşulmasının kadınlara etkisi çok çeşitliydi. Bu şekilde kadınlar iki ayrı gruba ayrılıyordu. Birinci grupta kalkınmadan şimdiden yeterince yarar görmüş, eğitimden ve yasal eşitlik gibi cumhuriyetin verdiği ‘imtiyazlardan’ yararlanan, Yeşim Arat’ın Cumhuriyetin Kızları dediği kadınlar vardı (2000). Bunlar devamlı Osmanlı geçmişi, diğer Müslüman ülkelerdeki kadınlar, ve de seçkin olmayan kadınlar ile kıyaslanıyor, cumhuriyetin onlara verdiği haklar için şükretmeleri bekleniyordu. Bu bağlamda daha önceki kadın hareketleri, çabaları ve kotardıkları unutuluyordu. Unutulanlar arasında sadece 19. yüzyılda aktif olan,Rum, Ermeni, Müslüman ve Yahudi Osmanli kadın hareketleri değil daha geç dönemde cumhuriyetin ilk yıllarında son derece önemli olan Türk feminist hareketi de vardı Bu hareketlerle beraber kadınların kadınlık tecrübeleri üzerinden örgütlenerek siyasete katılmaları fikri de unutuldu. Toplumsal cinsiyet eşitliği meselesi kalkınmacı devletin kendi sıralamasıyla ‘bahşedeceklerine ’ endekslendi. Bu kadınların sahip oldukları ‘şanslarından’ ötede kendileri için isteyebilecekleri bir şey yoktu. Zaten ne zaman böyle bir şeyden bahsedecek olsalar hep ‘öteki’ kadınlar hatırlatılıyor, bu şekilde buradan gelecek muhalefet önlendiği gibi, gayet sadık ve çalışkan bir kadro cumhuriyet seçkinlerine ekleniyordu (Kadıoğlu, 1994).
Gelenek söylemi üzerinden yaratılan ayrımın kurduğu ikinci grup geleneğin nesnesi haline getirilmiş olan kadınlardı. Bu kadınlar ve onların geldikleri cemaatler geleneğin pençesinde olarak kuruldukça kalkınmanın müdahale alanına giriyordu. Şimdilik geleneğin pençesindeydiler ve de kurtarılmaya ihtiyaçları vardı. Bir iki tanesi kalkınmacı seçkinlerin idealistleri tarafından her zaman kurtarılabilirdi. Bu kadınlar hakkında fazla bilgi de üretilmedi zira onların öznelliklerinin tümünün gelenek tarafından belirlendiği düşünülüyordu. Kalkınmanın toplumsal etkisi yaygınlaştıkça içi boş bırakılan ya da her an doldurulabilecek gelenek ortadan kalkacak ve bu kadınlar da seçkin kızkardeşlerine benzeyeceklerdi. Bu sebeple tüm siyasi enerji devletin kalkınmacı projesine eklemlenmeliydi. Böylelikle hem devlet ve seçkinlerinin iktidarı meşrulaşıyor hem de kadınlar arası, kadınlık üzerinden kurulabilecek siyasi örgütlenmeler engellenmiş oluyordu. Siyaset erkeklerin tekeline ve yukarıda bahsettiğim tarz siyasetlerle yaptıklarına bırakılıyordu. Tüm bunlarla beraber gelenek söylemi sayesinde kalkınmacı seçkinler ile toplumun diğer kesimleri arasındaki ilişki bir fark olarak kodlandı. Gelenek söylemi bu ilişkinin eşitsizlik, sömürü, çatışma gibi terimlerle anlaşılmasına karşı kullanılabildi. Bu şekilde de bu terimlerin giderek marjinalleşmesinde önemli rol oynadı.
Son yıllarda gördüğümüz ana değişiklik adı konmayan ve de her zaman açık bir kategori olarak bırakılan geleneğin şimdi giderek bilinebilir bir nesne haline gelmesi. Kalkınmacı devlet döneminde bu fark açıklanmaz, üzerine bilgi üretilmez iken bu dönemde geleneği bilmek, özellikle kültür terimi üzerinden onu incelemek, tartışmak istiyoruz. Bu dönüşümün yeni iktidar biçimlerinin ortaya çıkışı ve eskilerin örneğin kalkınmacı devletin ekonomi, siyaset ve kültür alanlarında tek ve tartışılmaz olma halinden uzaklaşması ile ilintili olduğunu düşünüyorum.
Bu değişimler birkaç koldan ilerliyor. Bir taraftan Kürt ve İslamcı hareket genelde kendileri ile bağdaştırılan cahillik ve geri kalmışlığa karşı bir kimlik söylemi oturtmaya çalışıyorlar. Bu hareketler kalkınmacı devletin aydın/cahil, gelişmiş/gelişmemiş ayrımında aşağıda kalan kesimlerden kendilerine çağırdıkları kişilere bir kimlik önerdiler ve de hareketlerini bu kimliğin görünür olması, hakların bu kimlik üzerinden kazanılması ve de bu kimlikten yeni yaşam alanları kazanması üzerinden yaptılar. Kültür terimi bu farklılıkları ve oradan doğan aidiyetleri anlamlandırmak için kullanılmaya başladı.
Yalnız burada altının çizilmesi gereken bir nokta 80lerin ortasına doğru bu arayış oluşurken kültür ve kimlik terimlerinin şu anda olduklarından daha farklı şekillerde kullanılmış olduğu. İlk başlarda kimlik terimi klasik sol sorgulamaların –özellikle kalkınmacılık ile kesiştiği yerlerde- bir kenara ittiği iktidar ilişkilerini eleştirinin içine katmanın bir yolu olarak görülüyordu. O dönemde örneğin Kürt kimliği derken cumhuriyet döneminde Kürtlerin yaşadığı şiddet ve tahakküm bu tartışmaya katılan hem Kürt hem de Kürt olmayanlar tarafından tartışılıyordu. Ancak son yıllarda özellikle Kürt hareketine dışardan bakanlarda bu arayışın içinden düzen ve hiyerarşinin sorgulanması olarak algılayabileceğimiz sol temaların çıktığını görüyoruz. Giderek kültür söylemi çok kültürlülük ile, çok kültürlülük de dünyayı yan yana hiyerarşisiz şekilde duran kültürler arası ‘diyalog’dan oluşmuşmuş gibi yapan ideolojik bir kurgu ile ilintilendirildi. Böylece kültür teması etrafında oluşan tartışmalar ile iktidar analizlerinin özellikle merkeze yakın duranlarında kültürü anlamak ile iktidarın farklı biçimlerini anlamak arasındaki bağlantı giderek zayıfladı. Yani belki seksen ortalarından beri kültür tartışıyoruz ama ama kültür tartışmalarımız giderek iktidar ilişkilerini sorgulamanın bir yolu olmaktan çıkıp bir alternatifi haline geliyor.
Kültürün radikal sorgulamalardan ayrı ve onlara alternatif bir kategori olarak kullanılır hale gelmesi gerek Türkiye’de gerekse dünyada sol siyasetin güç kaybetmesi ile ilintili. Bildiğimiz gibi ülkemizde seksen darbesi sadece siyasi değil aynı zamanda ekonomik bir müdahale idi. Cumhuriyetin başından beri azınlıkların yerine oluşturulmaya çalışılan milli burjuvazi sonunda oluşmuş, orduyla el ele en önemli düşmanını eziyordu. Sol hem özgürlükçü hem eşitlikçi siyaset arayışlarından kurulu olduğu ölçüde bu ittifakın doğal düşmanı kabul edildi(Zurcher, 1998). Sendikasından, üniversitesine, siyasi partisinden, entelektüel altyapısına, yerel örgütlenmesine kadar her bağlamda ciddi şekilde temizlenilmeye çalışıldı. Zaten büyük kan kaybetmiş olan sol 1989’da alternatif üretebileceğine dair tasavvurunu ve güvenini de kaybetti. Bundan sonra sol temalar kimlik temelli hareketlerin, örneğin Kürt hareketinin içinde yer aldı. Çevreci ve feminist hareketler ile İslamcı hareketin avangard denilecek bir kısmı ise özgürlükçü ve eşitlikçi sol arayış temaları ile belli sorunsallar çerçevesinde bağlantılar kurdu. Yani hiyerarşi ve düzenin sorgulanması olarak kimlik ve kültür konularını gündeme getirmiş olan sol, giderek kimlik ve kültür tartışmalarının içinde bir alt kümeye indi.
Bu noktada ekonomideki yeniden yapılanma ile beraber ortaya çıkan söylemlerde de finanssal sermayeyi Türkiye’ye çekmenin önemi, sık sık alternatifi düşünülemez bir olgu olarak sunulmaya başladı. Böyle bir ortamda sol düşüncenin getirebileceği anti-emperyalist duruş fazlasıyla tehlikeliydi ve dışlandı. Türkiye’de yaşanan ekonomik ve toplumsal yeniden yapılanma bir ‘demokratikleşme/demokratikleşememe’, ‘Avrupa birliği’ne entegre olma/olmama’ meselesi olarak ele alındı. Çok daha temel bir dönüşüm içeren bu yeniden yapılanmanın temel koordinatları, hangi grupların bundan ne aldığı, ne gibi yeni iktidar alanları kurulduğu halen kamusal tartışmaların konusu olaadı.
Kamusal alan tartışmalarının ana eksenini ekonomik ve toplumsal yeniden yapılanma sonucunda bir çok alandaki iktidar tekelini yitiren devletin bekası ile devlete eleştirel yaklaşan kimlik temelli hareketlerin getirdiği tehlikeler oluşurdu. İslamcı hareketin kalkınmacı ulus-devletin tahayyül sınırlarını aşan türbanlı kadın bedenlerini kamusal alana sokmak istemesi sonu gelmez döngüsel kamusal tartışmalarla ana mesele olarak kuruldu. Kürt hareketinin bir kısmının Türk ordusu ile silahlı çatışmaya girmesi de kamusal gündemi belirledi. Hareketin bastırılması, ulus devletin varlığa devamının işareti sayılır oldu. Böylelikle demokratikleşme ve Avrupa Birliği meselelerinin yanına devletin tehlikelerden korunması teması da eklendi.
Bu süreçte ulus-devlete bağlı eskinin ‘aydın, eğitimli’ seçkinlerinin devamı olan grupların doğallaşmış devlet ideolojileri giderek milliyetçiliğe dönüşüyor. Her ne kadar bir çok çelişki ve ayrışmayı içinde barındırsa da bu grupların harekete geçirilmeleri genellikle Kürt ve İslam tehlikesi algısında beslenen reaksiyoner bir milliyetçileşme ile oluyor. İlginç olan bu milliyetçiliğin gerek solun, gerekse demokratikleşme tartışmalarının siyasetin merkezine taşıyamadığı –veya taşımadığı- kapitalizmin dönüşüm meselesini de kendisine eklemlemesi. Şu anda neoliberal kapitalizmin farkına varış ve de ona karşı direnmek istemeyi de tekelleştirerek milliyetçi eksene çekmeye çalışan bir seri hareket var. Bu hareketlerin ortak varsayımı emperyalizmin kolayca işaretlenebilir bir seri problemli fon, Avrupa Birliği gibi bir takım kurumlar tarafından gerçekleşeceği ve de bunlara direnilirse emperyalizme de direnilmiş olacağı. Basitleştirilerek, popülistleştirilerek milliyetçileştirilmiş bir çeşit anti emperyalist duruşun, Kürt ve İslamcı karşıtı bir sentezle harmanlandığı bir dönemde yaşıyoruz.
Görünen o ki gelenek üzerinden tanımlanan kültür kategorisi hem neoliberal yeniden yapılanmaya taraf olan gruplar, hem de kendisini milliyetçilikle tanımlayan grupların söylemlerine eklemlenebilen kullanışlı bir kavram haline geliyor. Hakkında çokça konuşulan bu kültür kategorisi de yukarıda belirttiğim gibi kalkınmacı devletin “ulusuna” alternatif bir yönetim birimi olarak acilen çok kültürlülük rejimine entegre edilmek isteniyor. Son dönemde çok kültürlülük içinde bulunduğumuz neoliberal ekonomik yeniden yapılanmanın siyasi paraleli ve yeni bir vatandaşlık ideolojisi olarak kurgulanmaya çalışılıyor. Demokratik rejim içinde yaratılacak bir takım kapsayıcı kurumsal düzenlemelerle bir çok demokratik meselenin üstesinden gelinebileceği varsayılıyor. Burada kalkınmacı devletin yekpare bir şekilde ulusal kimliği koruyan, yeniden üreten ve de onun dışındaki kimlikleri yadsıyan ve bastıran pratikler haklı olarak eleştiriliyor. Buna çözüm olarak ise bir taraftan ekonomik dönüşümün alternatifsiz olarak kurgulanırken diğer taraftan da siyasi alanda bu ekonomik dönüşümle uyuşabilir ve onu kolaylaştırıcı hak ve özgürlükler destekleniyor. İşte kültür bu hak ve özgürlüklerin istenme ve tartışılma terimleri arasında giderek önem kazanıyor.
Namus cinayetlerine gelenek denip, bir kültür meselesi olarak adlandırıldığında tam da iktidarın son dönemdeki yeniden yapılanması ile uyumlu bir müdahale nesnesi yaratılmış oluyor. Ne kalkınmacı devletin kurmuş olduğu hiyerarşiler, ne son dönemdeki silahlı çatışma yahut fakirleşme ve yerinden edilme ne de İslamcı veya Kürt ideolojilerinin etkilerinin tartışılmasına gerek kalmıyor. Mesele teknik bir meseleye dönüşüyor, daha önce denenmiş çeşitli modellerden bir sentez yapılarak namus cinayetlerine müdahale edilmesi öngörülüyor. Çeşitli kurumlar aracılığıyla bu müdahaleyi mümkün kılabilecek şekilde bilgiler toplanıyor.
Bu müdahaleyi yapan aktörler de yapılma şekilleri de kalkınamcı seçkinlerden ve yöntemlerinden farklılık içeriyor. Finanssal sermayenin çalışma şekli, yani para ve para ile ilgili düzenlemelerden değer yaratılması beraberinde sembol ve bilgi üretimi ile uğraşan, bilgi ağlarına entegre ve de hem ulusal hem uluslarüstü düzlemde hareket eden yeni bir seçkin sınıfının doğmasını getiriyor. Dünya üzerinde esnek ve kendisi bir sembol şekilde dolaşan finanssal sermayenin her bulunduğu yerde finansal ağlardan, çok uluslu şirketlere, uluslararası örgütlerden, reklamcılık şirketlerine, sivil toplum kuruluşlarından akademiye kadar diğerlerinin ulaşamadığı bilgi ve semboller üretip bu yeni uluslarüstü düzenin aktörü olan uluslarüstü profesyonel bir kesim oluşuyor. Bu yeni seçkinler tam da meseleleri farklılık olarak kodlayıp bunların profesyonel tekniklerle ayrıştırılıp idaresi ile belirliyor kendi üstün konumunu. İşte gelenek söylemi üzerinden kurulan kültüre teknik ve profesyonel yaklaşımlarla müdahale edilmesi tasavvuru tam da bu grup ile onların müdahale nesnesi haline gelen kesimler arasındaki iktidar ilişkilerini görünmez kılınıyor. Namus cinayetleri söylemsel olarak gelenek ve kültüre bağlanarak nesneleştirilerek hayatlarına müdahale edilen toplumsal gruplar ile onların hayatına müdahale etmekte olan profesyonel seçkinlerin arasında iktidarın ve kaynakların nasıl bölüşüldüğü sorusu görünmez kılınıyor. Bu görünmezlik yeni müdahaleleri mümkün kılıyor.
Diğer taraftan miliyetçiliklerini popülistleştirerek tanımladıkları Kürtçülüğe, İslamcılığa ve emperyalizme karşı kuran çevreler için kültür söylemi çok daha net bir şekilde dönüştürülmesi gereken problemin adını koyuyor. Kürtlerin milliyetçiliği eleştiren bir şekilde istedikleri tanınma ironik bir şekilde tam da Kürt kimliğini dondurup onu tarihin, toplumsal mücadele, dönüşüm ve iktidar ilişkilerinin dışına itilerek veriliyor. Bu şekilde de kalkınmacılığın ötekisi olan ‘cahillerden’ daha da sert ve giderek etnikleşen bir söylemle projesi olmayan popülist bir milliyetçiliğin ötekileri tanımlanıyor. Namus cinayetleri ve de onun üzerinden kurulan bu söylem aslında Kürtlerin kültürleri söylemi tam da etnikleştirerek ötekileştirmenin yolu oluyor28.
Yukarıda bahsettiğim gibi gelenek söylemi Türkiye Cumhuriyeti tarihinde kadınları daha önce ayırdı. Gelenek kategorisi üzerine eleştirel bilgi üretmemek kalkınmacı dönemde bir takım kadınların bir takım başka kadınların dönüştürme nesnesi haline gelmesi, bu yüzden kadınlar arası siyasi bir birlik kuramamaya sebep oldu. Aynı zamanda da bu kategoriler üzerinden seçkinler ile seçkin olmayanlar arasındaki ayrım doğallaştı. Öte yandan feminizm 80 sonrası Türkiye’sinde –yukarıda belirttiğim gibi kimlik demenin daha çok şey demek olduğu bağlamda- bir çeşit kimlik hareketi olarak doğdu. Kendisini kadın tecrübesi ve farklılığı üzerinden tanımlarken geliştirdiği siyaset genel olarak eşitlik temaları etrafında döndü. Ancak eşitliği de yasalarda ve siyasi kurumlarda eşitliğe endeksledi. Bu bağlamda Türkiye toplumunun ortasından geçen ekonomik ve siyasi yeniden yapılanma konusunda da bilgi üretemedi.29 Aynı zamanda ortaya çıkan Kürt ve İslami hareketin kimlik konusundaki sorgulamaları ile ciddi anlamda diyaloga giremedi. Feministler olarak gene bir yol ayrımındayız. Kadınlar arası bir başka bölünme ve bir takım kadınların bir takımlarını ötekileştirmesi ve/veya müdahale nesnesi haline getirmesinin içinde mi yer alacağız? Yoksa buna alternatif mi yaratacağız?
Kurulmaya çalışılan neoliberal rejim yanlıları da milliyetçiler de namus cinayetlerini gelenek olarak görüp buradan da kültür tanımları yapıyorlar, böyle tanımlar yapıldığında iki kesimin de işine yarıyor. Hatta bu iki kesimin arasındaki tartışmanın ana koordinatlarının bu olduğu söylenebilir. Ancak feministler olarak bu iki kesim arasında adı ‘geleneğin pençesindeki kadınlar’ı kurtarmak üzerinden dönen bu savaşın aslında iki kesimin de kendi iktidarlarını yerleştirmek için olduğunu görmek zor değil. Eğer feministler olarak bu iki kesimin de kadınları sembol olarak kullanıp gerçek hayatta yaşayan kadınları siyasi konjunktur elverdiğinde nasıl yok sayabileceklerini hissedebiliyorsak o zaman tartışmanın henüz başındayız gibi geliyor. Feministler olarak bu kesimleri ve kendimizi ciddi olarak eleştirmenin bizi bu iki kesimin önerdiği tercihlerden öteye götürebileceği kanaatindeyim. Bu noktaya kadar içinde yaşadığımız erkek egemenliğin kalkınmacılık ve neoliberallik ile nasıl karşılıklı olarak birbirini kurduğunu tartışmaya çalıştım. Bu bağlamda gerek kalkınmacılığı gerekse neoliberalliği kapsayacak bir terim olarak sömürgecilik sorunsalı ile toplumsal cinsiyet konusundaki hassasiyetimizi birleştirmenin önemli olduğunu düşünüyorum. Bu şekilde hem giderek yerleşen milliyetçiliğe hem de neoliberalliğin kurduğu teknik araçsallığın baskınlığına karşı iyi bir cevap oluşturabileceğimiz kanısındayım. Makalenin sonuç bölümünde sömürgecilik ekseninde toplumsal cinsiyet ilişkileri ve gelenek söylemini tartışacağım.
Sonuç: Sömürgecilikten Ne anlıyoruz?
Burada sömürgecilik terimini hem modernlik öncesi imparatorluk biçimlerini, hem klasik anlamda modern ve kapitalist özellikler gösteren 18. 19. yüzyıl sömürgeciliğini, hem de idari anlamda kurum kurmadan ilerleyen emperyalist süreçleri kapsayacak şekilde, bir toplumsal grubun bir başka toplumsal grup üzerinde kurduğu değişik tahakküm biçimleri anlamında şekilde kullanıyorum. Terim bu geniş anlamı ile kullanıldığında sömürgecilik dünyada hemen hemen her dönemde varolmuş ancak biçimleri yani etrafında kurulup rejimi mümkün kılan söylem ve pratikler açısından farklılıklar gösteren bir olgu olarak karşımıza çıkıyor30.
Günümüzdeki sömürgeciliği kapitalizm ve modern bürokrasinin yakın coğrafyalarda ortaya çıkıp dünyada şimdiye kadar görülmemiş büyüklükte zenginlik ve iktidar asimetrileri yaratması olarak tanımlayabiliriz. Ekonomik bağlamda kapitalizmin icadı ve ticari, sanayi ve finansal olarak değişik evrelere geçişi hep daha fazla artı değer toplanıp insanların emeklerinin ve doğal kaynakların daha yoğun şekillerde sömürülebilmesi anlamına geliyor. Siyasi bağlamda da akılcı bürokrasinin doğuşu ve gelişmesi ile sürekli olarak daha fazla toplumsal olgu akıl etrafında oluşan araçsallığın çözebileceği varsayılan teknik sorular haline getirilebiliyor. Bu şekilde iktidar ilişkilerinin tartışılma alanı daraltılabiliyor. Bu bağlamda neoliberal kapitalizm hem ekonomik hem kurumsal yapıların en gelişmiş hallerinin birleşimi.
Modern sömürgeciliğin kurucu boyutlarından biri de kültürel. Kültürel tanımlamalar ve oluşumlar, ekonomik ve siyasi sömürgeciliğin sadece etkisi değil aynı zamanda ekonomik ve siyasi sömürgeciliği kuruyor ve meşrulaştırıyor, yeni alanlara girebilmesini sağlıyor. Modern Batı Aydınlanma mirası ışığında kendisini akıl çerçevesinde tarihi deneyimleyen ana aktör olarak kuruyor. Kendisinin insanlık adına bilgi ve tecrübe ürettiğini tasavvur edip bunun etrafında kurduğu kültürel anlamlar üzerinden sömürgeleştiriyor dünyanın geri kalanını.
Özetle kapitalizm ve bürokrasi üzerinden dünya sömürgeleştirilirken yaratılan eşitsizlikler çoğu zaman medeniyetçi bir farklılık ekseninde tartışılarak siyasi sorgulamanın dışına çıkarılmaya çalışılıyor. Dünya medeniyeti ve insanlık adına konuşma hali yüzünden gelenek ve akıl arasında, medeniyet ve kültür arasındaki ayrım farklılık olarak kalmıyor, birinci grubun ikinci gruba üstünlüğü savlarına dönüşüyor. Bu da bu grubun diğerlerinin hayatına müdahale etmesini çağıran söylemleri üretiyor. Belli bir tarihsel bağlamda gelenek olarak adlandırılan pratikler bir süre sonra tam da müdahale edilen toplumun ne kadar akıl ve medeniyetten uzak olduğunu, tam da ne kadar kurtarılmaya, müdahale edilmeye ihtiyacı bulunduğunu kuran kurgular haline geliyor.
Bu ikilem gerek Batı ile Batı olmayan arasında gerekse batı medeniyeti –ve çoğu zaman buna eşlik eden kapitalist ve bürokratik kurumlar- etrafında kendi iktidarlarını kurmaya çalışan seçkinler ile bu iktidarın çevresinde yer alanlar arasında yeniden yeniden kurulmuş ve kurulmakta olan bir ikilem. Gerek Türkiye gerekse dünyanın diğer bölgelerinde sık sık gelenek söyleminin toplumsal cinsiyet farklılıkları ile birleştirilip kurulmaya çalışılan iktidar rejimlerini doğallaştırdığını görüyoruz.

Yüklə 153,97 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©www.genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə