Mart-nisan2011 doc


Bizden Haberler Dergisi okurlarına vermek istediğiniz bir mesaj var mı?



Yüklə 0,51 Mb.
səhifə7/8
tarix22.07.2018
ölçüsü0,51 Mb.
#58118
1   2   3   4   5   6   7   8

Bizden Haberler Dergisi okurlarına vermek istediğiniz bir mesaj var mı?

Biz Opet olarak genç bir firmayız ve hızlı büyüyoruz. Yüzde 100 bir Türk firmasıyız. Bu bile bizler için çok önemli bir hadise. Ülkemize sosyal sorumluluk anlamında kattıklarımız da herkes tarafından takdir görüyor. Bu firmanın daha da büyümesi lazım. Herkesin de bu yolda kendisine düşenden daha fazlasını yapmalı. Okyanusta nacizane bir parça da olsak bundan mutluluk duyuyoruz.

Bir bayi olarak hem Koç Holding’in hem de Opet’in tüm projelerine destek olmaya devam edecek ve elimizden geleni yapacağız.

FOTOĞRAFÇI ASLINDA KENDİNİ ANLATIR

Koç.net Genel Müdür Yardımcısı Erdem Kayhan Gürbüz, “En Güzel 29 Ekim Kutlama Fotoğrafları” yarışmasında toplam üç fotoğrafı ile ödüle layık görüldü.

Erdem Kayhan Gürbüz, ODTÜ’den 1988 yılında elektronik mühendisi olarak mezun olur olmaz başladığı iş hayatına, 10 yıl kadar Ankara’da devam etti. T.C. Merkez Bankası’daki görevinden Yapı Kredi Bankası’na transfer olarak İstanbul’a gelen Gürbüz, 2002’den bu yana Koç.net’te Genel Müdür Yardımcısı olarak görev yapıyor. Koç Üniversitesi’nde Executive MBA programını tamamlayan Gürbüz’ün, iş hayatının yanı sıra pek çok hobisi var. Bunların en çok öne çıkanı fotoğrafçılık. Gürbüz, bu sene 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı kutlamaları kapsamında İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin İFSAK ile birlikte düzenlediği “En Güzel Kutlama Fotoğrafları” yarışmasında üç ödül birden aldı.

Koç Bilgi Grubu Fotoğraf Kulübü üyesi de olan Erdem Kayhan Gürbüz ile özel ilgi alanları ve fotoğrafçılık hobisi hakkında renkli bir sohbet gerçekleştirdik.

Fotoğrafçılık dışında birçok hobiniz var. Fotoğrafçılığa uzanan süreçten ve diğer hobilerinizden biraz bahseder misiniz?

1969-1971 yılları arasında Gökkuşağı diye fasiküller hãlinde yayınlanan kuşe kağıda basılan, büyük ebatta, 2-2,5 lira gibi, o zaman yarım kilo et fiyatına denk gelen bir fiyata satılan bir dergi vardı. Bu derginin en arkasında da ünlü ressamların tabloları olurdu. O zamanlar henüz okuma yazma bilmiyordum ama annem bana bu dergiyi gösterir, okurdu. Görsel olarak bende epey yer etmişti. Özellikle de gerçekçi, fotoğrafımsı resimler çok hoşuma giderdi. İlkokulda da resme merak salmıştım hatta Kelebek Gazetesi’nden ödül kazanmışlığım vardır. Ankara Anadolu Lisesi’nde okurken de yağlı boyaya geçmiştim artık. Mandolin, melodika, gitar gibi meraklarım başladı. İleri yıllarda klasik gitar ve elektronik gitara devam ettim. Bir yandan da satranca ilgi duymaya başladım. Bir kitap alarak kendi kendime öğrendim ve milli takım seçmelerine kadar çıktım. Federasyon’da Yönetim Kurulu Üyeliği, Bayanlar Milli Takım antrenörlüğünden hakemliğe kadar pek çok görevde bulundum. Bu sırada Karpov’la oynama şansına bile eriştim. Satranç da çok görsel muhakeme yeteneği gerektiren bir spor.



Fotoğrafçılığa ne zaman başladınız?

Fiili olarak çoğumuz gibi çocuk yaşlarda başladım. 70’li yıllarda babamın görevi nedeniyle bulunduğumuz Suriye’de ilk fotoğraf makinemi almıştı babam. Minolta marka, yarı otomatik, sadece netlik ayarı yapılan bir makineydi. Hatıra fotoğrafları çekerek başladım. O makine hala durur. Daha sonra iş hayatına ilk başladığım dönemde ilk yarı profesyonel seviyede makinemi yurt dışı seyahatimde iki adet lensle beraber satın aldım ve çekmeye başladım. Özellikle grafik kompozisyonlara ilgi duyuyordum. Bir de tabii anı fotoğrafları çekiyordum ama bir düzen arz etmiyordu, rastgeleydi bu çekimler. Son 12-13 yılda ise, satrancın önüne geçebilecek bir hobi düşünemezken, düzenli olarak fotoğraf çekmeye başladım.



Fotoğrafçılıkta yeni teknolojileri, ekipmanları sürekli takip ediyor musunuz?

Tabi böyle bir hobiyle uğraşınca hãliyle ekipmana merak salıyorsunuz. Bir sürü gövde, bir sürü lens, bir sürü aparat, aksesuvar satın ala ala, sonunda, neredeyse iki tane dükkan açacak kadar malzeme biriktirmiş oldum. Bir koleksiyoner sayılabilecek kadar ekipmanım var. Tabii giderek daha bilinçli hãle geliyorsunuz. Çekimleri amaçsızca değil, bir vizyon, bir amaç doğrultusunda bir proje, bir portföy olarak düşünerek gerçekleştirmek lãzım.



Sizi en fazla etkileyen dal hangisi? Fotoğraf çekmeyi en fazla tercih ettiğiniz alanlar nelerdir?

Ben merakımı cezbeden, önüme gelen her dalda fotoğraf çekiyorum. En son geçen ay bir arkadaşımın doğumunu çektim. Kendi çocuklarımın doğumunu da çekmiştim. Hayatta hepimiz bir arayış içindeyiz. Kendimizi anlamaya, hayatı anlamaya çalışıyoruz. Yıllar geçip olgunlaştıkça vizyonunuz da gelişiyor. Fotoğrafladığınız obje ne olursa olsun aslında kendinizi ifade ediyorsunuz. Ayrıca yaratıcılığa da çok açık bir alan.



Özel ilgi alanlarına sahip olmanın olumlu bir geri dönüşü oluyor mu? Örneğin fotoğrafçılıkta edindiğiniz deneyimin nasıl bir katkısı oldu size?

Bilgi ve deneyimi her alanda kullanabiliyorsunuz. İş hayatınızdaki deneyimleriniz hobilerinizde işinize yaradığı gibi hobilerinizde edindiğiniz deneyimlerin de iş hayatınıza katkısı oluyor. Öncelikle tabii ki rahatlıyorsunuz, arınıyorsunuz. Aynı zamanda da insanlarla interaktif bir ilişkiye giriyorsunuz. Bir takım teknik veya teknik olmayan vasıflar geliştiriyorsunuz.

Sokak fotoğrafçılığıyla uğraşan bir kişi mesela sokakta gördüğü herhangi bir kişiye, “merhaba, nasılsın, gel ben senin bir fotoğrafını çekeyim” demek zorunda. Ben başlarda uzaktım insanlara. Tele ile uzaktan sokak fotoğrafçılığı yapılmaz. Sokak fotoğrafçılığında burnunun dibine kadar gireceksiniz. Bu taksiciyle konuşmak gibi bir şey değil. Balat’a gidiyorsunuz hanımlar inmişler meyhane pilavı yapıyorlar. Hem fotoğrafı çekiyorsunuz hem birlikte pilav yiyorsunuz.

Birçok ortama giriyorsunuz. Dergilerden tanıdığınız çok ünlü bir magnum fotoğrafçısıyla sohbet edebiliyorsunuz. Size yeni çıkan bir fotoğraf makinesiyle ilgili fikrinizi soruyor mesela.



İyi bir fotoğraf için nasıl bir hazırlık yapılmalı?

Mental hazırlık yapmanız gerekiyor öncelikle. Fotoğraf bir düğmeye basınca çekiliyor bitiyor ama aslında fotoğraf çekme süreci ondan çok daha önce başlıyor. Çekimden önce neyi, nerede, nasıl bir ortamda çekeceğinize bağlı olarak hangi tekniği, hangi ekipmanı tercih edeceğinizi kafanızda oluşturuyorsunuz.



29 Ekim kutlamalarını konu alan yarışmada ödül aldınız…

Yaklaşık beş senedir İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin 29 Ekim kutlamaları bünyesinde İstanbul Boğazı’nda yapılan havai fişek ve lazer gösterilerini konu alan bir fotoğraf yarışması yapılıyor. Bu sene 846 eser katıldı. Bu yarışmada ikincilik ödülü aldım. Bu çekime giderken de, nereden çekeceğim; hangi lensi alacağım; geçen sene hangi değerleri kullanmıştım; memnun muyum; bu sene hangi değerleri kullanayım diye yine önceden bir hazırlık yaptım. Tabii öncesinde ne kadar hazırlık yapmış olursanız olun çekim sırasında yine de bir anda hızlı ve doğru karar almanızı gerektiren, strateji, ayar ve konum değişikliği ihtiyacı içeren beklenmedik ani durumlar gelişebiliyor.



Fotoğrafçılık üzerine makaleleriniz var…

Editör arkadaşım, Photoworld Dergisi için hareket fotoğrafçılığı üzerine çekim yapmamı ve bir yazı hazırlamamı rica etmişti. Ben de yaklaşık üç ay boyunca sürekli etkinlik çekimlerine gittim. Şansıma o dönem Power Boat Yarışları vardı. MX1 Dünya Motor Yarışları vardı. Bunların yanı sıra çektiğim hareketli sokak fotoğraflarını toparladım ve bir portföy oluşturarak fotoğraf destekli bir yazı dizisi hazırladım. Fotoğrafları nasıl çektiğimi de detaylı anlatan bölümler hazırladım. Sonrasında devamı geldi. Son dört sayıda da düzenli olarak yazmaya devam ediyorum. Bu yazılar benim için de araştırma yapmak, kendimi güncellemek açısından faydalı oluyor.



SARAY GÖREN SON OSMANLI

NESLİŞAH SULTAN

üç kıtaya hükmetmiş Osmanlı Hanedanının son sultanı bugün 91 yaşında. 91 yıllık ömründe eşine az rastlanır anılar biriktiren Neslişah Sultan, hayatına dair az bilinen detayları bizlerle paylaştı.

Dolmabahçe Sarayı’nda 4 Şubat 1921 yılında doğan Neslişah Osmanoğlu, altı asır boyunca üç kıtada hüküm süren ve tarihin en büyük imparatorluklarından birini kuran Osmanoğulları Hanedanı’nın sarayda doğup, yaşamış hayattaki son üyesi. Geçtiğimiz yıl ebediyete intikal eden hanedan reisi Ertuğrul Osman Osmanoğlu’nun ardından ailenin en büyüğü durumunda. Annesi Sabiha Sultan tarafından Sultan Vahdeddin Han’ın, babası Ömer Faruk Efendi tarafından ise son Halife Abdülmecid Efendi’nin torunu olan Neslişah Sultan dolu dolu geçen maceralı yaşamında ilki 1924 yılında İstanbul’da, diğeri ise 1954 yılında Mısır’da olmak üzere iki sürgün gördü. Bir dönem Avrupa’da yaşadıktan sonra vatanına, Türkiye’ye geri döndü. İlerleyen yaşına karşın dimdik duran, mükemmel bir İstanbul Türkçesi ile berrak bir hafızanın hatıralarını aktaran ve taşıdığı asalet her hâline yansıyan “Devletlû İsmetlû Neslişah Sultan Aliyyetuş’Şan Hazretleri” ile tarihe not düştüğümüz keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.



Osmanlı İmparatorluğu ve Osmanlı tarihi denildiğinde ilk aklınıza gelenler nelerdir?

Çok fazla söylenecek bir şey yok. Bize ilk öğretilen “asla kim olduğunuzu, Türk olduğunuzu ve dedelerinizin bu devleti kurduğunu unutmayın” olmuştur. Bize çocukluğumuzda hep bunu hatırlattılar. Evde Türkçe konuşurduk. Fransızca konuşmak yasaktı. Büyükbabalarımdan Sultan Vahdeddin hazretlerini fazla hatırlamam, zira ben beş yaşındayken vefat etti kendileri ama diğer büyükbabam Halife Abdülmecid Efendi mektebe, liseye gittiğimiz bir dönemde hep ne olacağımızın belli olmadığını, her an memlekete dönebileceğimizi söylerdi.



Eğitiminize nasıl başladınız?

Büyükbabam Halife Abdülmecid Efendi benim toplumun her kesiminden insanları tanımam gerektiğine inanır o nedenle normal liseye gitmemi isterdi. Bunun üzerine normal devlet lisesine gittim. Orada her kesime mensup olan çocuklar vardı. Bu şekilde tahsilime Fransa’da başladım. Ardından daha üst sınıflara geçtikçe, hem büyükbabam hem de annemle babam beni daha seçkin mekteplere yolladılar. İngilizceyi İngiliz hocalar, Almanca derslerimizi de Alman hocalar verirdi ve bilhassa Fransızcamıza çok dikkat gösterirlerdi. Çünkü biz Fransa’nın güneyinde otururduk ve insanlar oranın yerel güney şivesiyle konuşurlardı. Mektepteki müdire bunu kesinlikle onaylamaz, benim güney şivesiyle konuşmamdan hem kendi hem de mektebin namına utanç duyacağını söylerdi. Bu nedenle bizzat kendisi Fransızcamın mükemmel olması için bana diksiyon dersleri verirdi. Ben de o zamanlar çok iyi konuşurdum bu lisanı. Latifeler dahi yazardım Fransızca.



Büyükbabanız Halife Abdülmecid Efendi aynı zamanda iyi bir ressamdı. Onun bu yönünden biraz söz eder misiniz?

Büyükbabam her perşembe günü sabahtan itibaren resim yapmaya başlardı. Evin en üst katında her tarafı camekânlı ve çok iyi ışık alan bir resim odası vardı. Bütün gün orada resim yapar, sadece yemeğe iner, namazlarını kılar ve tekrar resim yapmak üzere o odaya dönerdi. Perşembe günleri böyle geçerdi.



Mısır’a gelin olarak gittiniz. Nasıl başladı Mısır maceranız?

Evet, gerçekten de macera diyebiliriz. Avrupa’da harp hazırlıkları vardı. Dönemin İngiltere Başbakanı Neville Chemberlain Almanya ile görüşüp biraz zaman kazanmak istedi ama savaş kapıdaydı. Babam durumdan hiç memnun değildi. Harp esnasında Avrupa’da olmak istemem dedi ve bunun üzerine büyükbabam ile de görüşüp, kızlarının da artık büyüdüğünü ve onların bir Avrupalı ile evlenmelerini asla kabul edemeyeceğini, bu nedenle de kızlarını alıp Müslüman bir memlekete gideceğini söyledi. Ailenin büyük bir kısmı Mısır’da olduğu için biz de Mısır’a gittik ve orada kaldık. Bir müddet sonra kısmet oldu evlendik. İşin doğrusu pek hazırlıklı da değildim evlenmeye.



Mısır Kralının oğlu Prens Abdülmünim ile evlenerek Mısır prensesi oldunuz. Prenseslik yaşamınızı nasıl etkiledi?

Prenseslik zor bir meslek doğrusu. Resmi merasimlere girmek mecburiyetindeydim ama alışık değildim. Elim, ayağım titriyordu ilk zamanlar, sonra alıştım. Hayatınızda gayet tabii bir şey oluyor artık bu merasimler bir süre sonra. Bir meslek oluyor.



Siz Mısır prensesi olsanız da kendinizi bir Osmanlı prensesi olarak da görüyor muydunuz?

Kesinlikle, her zaman öyleydim ben. Kocam hususen buna çok dikkat ederdi. Mısır prenseslerinin çoğu, hatta görümcelerim bana başka türlü muamele ederlerdi. Kocamın ablası Prenses Atiyye ben odaya girdiğimde ayağa kalkar, yerden yere bana temenna ederdi. Ben lütfen yapmayın dedikçe O, “Olmaz sultan biz böyle öğrendik, böyle gider” derdi.



Mısır’da krallık nasıl son buldu?

Cemal Abdülnasır 1952 yılında Mısır’da darbe gerçekleştirdi. Kocam Kral Naibi oldu. İki yıl kadar bu naiblik görevini sürdürdü. Ardından cumhuriyet ilan edildi Mısır’da. Bir müddet sonra bizi müsadere ettiler. Altın bir saatim vardı, onu dahi kolumdan söküp aldılar. Evimiz askerler tarafından kuşatıldı ve ev hapsi yaşadık. Hiç unutmam, eve tartılarla gelip tencerelere kadar her şeyi tarttılar. Altın için ayrı, gümüş için ayrı tartı vardı. Çocukların oyuncaklarına kadar her şeyi hesaplayıp, yazdılar. Bunlar çocuktur, oynarlarken kırarlar oyuncakları dediğimde ise kırılanları bir dolaba kaldırmamı söylediler. Oyuncakların çalınmadığını, kırık olduğunu ispat edebilmek için kırık oyuncakları saklama dolabımız vardı mecburen. Zaten komplolara karıştığımızı iddia ederek en sonunda tutukladılar bizi ve askeri mahkemeye çıkarıldık. O sırada altı ay kadar mahpus kaldık ve mahkemeye çıkana kadar da kimseyi göremedik. Bir Hindistan sefiri vardı, o geldi beni görmeye. Beni çocukluğundan beri tanıdığını ve ısrarla görmek istediğini söyleyerek beni gördü. Bundan sonra mahkemeden beraat ettik.



Türkiye’nin o dönemde bir müdahalesi oldu mu bu durumla ilgili olarak?

Hayır, zannetmiyorum. İkinci Dünya Savaşı yeni bitmişti ve nazik bir dönemdi. Cemal Abdülnasır her an her tarafa dönebilirdi. O nedenle pek üstüne gitmiyorlardı. Baraj yapmak istiyordu Nasır ama Amerika para vermiyordu. Sovyet Rusya ise para verdi Nasır’a bunun için. İşte bu nedenlerle nazik bir zamandı. Türkiye’nin karışmak isteyeceğini zannetmiyorum böyle bir dönemde.



Nasıl ayrıldınız Mısır’dan?

Askeri mahkemeden beraat ettikten sonra bir müddet daha kaldık Mısır’da ama gerçekte kalmamız için pek bir neden de kalmamıştı. Fakat bizim Mısır’dan çıkmamız yasaktı. Dışarıda hiçbir faaliyette bulunmasın diye bir Mısır prensesi Mısır’dan çıkamazdı. Baktık ki olacak gibi, dayanılacak gibi değil durum. Hâlimiz perişan, her tarafımız hafiye dolu. Kocamla konuşmaktan korkuyordum. Her taraftan dinleniyorduk. Bizim bir Rum asıllı doktorumuz vardı. Çok janti bir adam, kibar bir beyefendiydi kendisi. Zabitlere gitti ve prensin çok hasta olduğunu, hem şeker hastası olduğunu hem de kalbinde rahatsızlık bulunduğunu söyledi. Eğer burada prense bir şey olur da ölürse, bunun sorumluluğunun onlarda olacağını belirtti. Bunun üzerine peki dedi oradaki yetkililer ve apar topar bize bir çıkış vizesi verildi ve biz de çıktık. Fakat kocam dönmeyeceğimizi söylemedi. Mısır’dan Paris’e gittik. Kardeşim Hanzade Paris’teydi. Bir müddet orada kaldık. Çocuklar küçüktü. Özellikle oğlum Abbas tehlikedeydi. Onu her an öldürebilirlerdi. Hidivlerin torunu olduğu için yok olmasını isteyebilirlerdi. Hıdivlerin kaldırılması İngilizlerin bir oyunuydu. İngilizler Çanakkale’de savaştırmak için asker yetiştiriyorlardı. Kayınpederim ise buna karşı çıkıyor, istemiyordu. Genç yaşta İstanbul’da, Babıâli’den üstü açık bir araba ile çıkarken suikaste uğradı kendisi. Birçok kurşundan öldürücü olanı ise üzerinde uğur getirsin diye taşıdığı bir hatıra paraya isabet etmişti de öyle hayatta kalmıştı.



Türkiye’ye ilk ne zaman geldiniz?

İlk olarak 1947 senesinde Mısır prensesi unvanıyla resmi gezi ile geldim. Mısır sonrası Avrupa yıllarının ardından da 1960’larda Türkiye’ye geldik. İlk olarak kirada oturduk. Sonra Kandilli’de bir ev yaptık kendimize ait ama oranın da gidip gelmesi zordu ve sonunda Avrupa yakasına taşındık.



Avrupa’dayken oradaki yabancı hanedan mensuplarıyla görüşür müydünüz?

Pek görüşmezdik. Onlar Müslüman hanedanları fazla kabullenmezlerdi. Kardeşim Hanzade ise Paris’te yaşadığı için o çevrelerle daha yakındı. Paris sosyetesine karışmıştı.



Yaşınız çok küçüktü ama yine de saraydaki hayattan bizlere aktarabileceğiniz anılarınız var mı?

Ben Dolmabahçe Sarayı’nda yaşadım. Annem Sabiha Sultan evlendiğinde Şahbabam ona bir ev almıştı. Rumelihisarı’nda annemin yalısı vardı. Bir de her iki kızına da iki arsa almıştı. İlkin annemin büyüğü Ulviye teyzeme Nişantaşı’nda bir yer verdi. Ondan sonra anneme de Teşvikiye Camii’nin yanından Beşiktaş, Ihlamur’a kadar inen bir yer vermişti. Ulviye teyzem sattı daha sonra ama anneme izin verilmedi ve satamadı. Ben hâlâ uğraşıyorum ama elde edemiyorum. Şahbabam gittikten sonra büyükbabam Abdülmecid Efendi halife olmuştu ve ben Topkapı Sarayı’ndaki büyük aile defterinde en son ismi yazılan kişi oldum. En son resmi sultan benim. Büyükbabam kardeşim Hanzade’nin de adının resmi kitaba geçirilmesini istedi. Dolayısıyla annemden doğumu saraya gelip gerçekleştirmesini istedi. O zaman belki Hanzade’yi de resmi aile kitabına kaydettirebiliriz diye düşündü. Şahbabam gittikten sonra benim için hayat çok değişmemişti. Üç yaşında küçük bir çocuktum ve sarayın bahçesinde babamın kız kardeşi ve o zaman 10 yaşında olan Dürrüşehvar ile oynuyordum. Bir keresinde sarayın bahçesinde kaçıp saklanmıştım. Peşimden de bir kalfa koşturuyordu. Tam beni bulduğu sırada saraya yemek taşıyan tablakârlar “destur, destur” diyerek geçmeye başladılar. Kalfa bana “aman cicim, bizim geçmemiz, gitmemiz lazım bak tablakârlar geliyor şimdi hanımlar bahçede kalamazlar” demişti. Ben ise görmek istiyorum dedim. Kalfa tabi mecbur kaldı benimle birlikte bahçede saklanmaya. Haremağaları sıra sıra, iki sıra Haremağa, önde ise Başağa, ortada da tablekârlar geçtiler. Yemekleri hiç soğutmayan, ağızları kapalı, capitone kaplarla taşırlardı tablakârlar yemekleri. Bir keresinde de büyükbabam bir çatana göndererek annemle beni Dolmabahçe’ye aldırdı. Bir bayram merasiminde aileyi kabul ediyordu. Ben sarayın içine girince çok şaşırdım. Her yer kristaller, necefler ve bunun gibi değerli şeylerle bezenmiş. Hayran olmuştum.



İstanbul’daki Osmanlı saraylarını ziyaret ettiğinizde neler düşünüyorsunuz?

Ben şarkta uzun zaman yaşadım. O nedenle İstanbul’a geldiğimde çok fazla şaşırmadım. Kendimi gayet rahat hissettim. Çok da hoşuma gidiyor bu eserleri görmek. Buradan başka bir yerde yaşamak istemem. Kendimi çok şarklı hatta Asyalı hissediyorum ve seviyorum burada yaşamayı.



İstanbul’u arada çıkıp arabayla geziyor musunuz?

Eskiden çok yapardım. Müzeleri dolaşırdım. Kapalıçarşı’ya giderdim. Evi döşerken hep gezerdim eskicileri, antikacıları.



Topkapı Sarayı’nda Sayın İlber Ortaylı sizden Kanuni Sultan Süleyman’ın kaftanını giymenizi rica etmiş ve size tam uymuş kaftan. Biraz anlatır mısınız nasıl olduğunu?

Tuhaf bir şey açıkçası. Eski padişahların kaft anlarını, Genç Osman’ın, dedem Fatih’in tılsımlı yeleklerini gördüm. Bir ara birini giymem rica edildi ve giydim. Boyu tam ayak bileklerime geliyor. Kollar, omuz, bel hep bana göre. Sanki siparişle benim üzerime göre kesilmiş gibi. Herkes şaşırdı. Yanımdaki hanımlar, beyler ağlamaya başladı. Kanuni Sultan Süleyman’ın başka ne kadar kaftanı varsa hepsini giydirdiler bana ve hepsi üzerime kesilmiş gibiydi. Depodaki görevliler kalem kağıtla geldiler ve benim ölçülerim alınarak Kanuni’nin ölçüleri elde edildi.



Geçmişten bugüne hobilerinizden söz edebilir misiniz biraz?

Güzel olan her şeyi severdim. Babam otomobille dolaşmayı çok severdi. Ben de kullanmasını çok severek yapardım. Seyahati de çok severdim. Çok iyi şofördüm. Ata binmeyi de çok severdim. Ata çok iyi binerdim. Engelli atlardım, ayakta binerdim. Klasik müziği çok severim, müziksiz yaşayamam.



ADRİYATİK’TE BİTMEYEN MASAL: VENEDİK

Seyir Defteri’nin bu ayki konuk yazarı Tüpraş Kırıkkale Rafinerisi TS Ar-Ge Müdürlüğü Proses Başmühendisi Osman Karan oldu.Karan, kendi çektiği fotoğraflar ve şehri farklı kılan mekanlarla ‘masal diyarı’ dediği Venedik’i anlattı.

İtalya’daki Lido İskelesi’nden, ağustos sabahının çok erken bir saatinde kalkan vaporetto ile yol alırken onu, yani Venedik’i ilk fark ettiğimizde, Adriyatik Denizi’nin üzerinde sisler içinde yüzüyormuş gibi görünen bir masal diyarını andırıyordu.

Venedik, Adriyatik Denizi’nin kuzey ucunda 50 km uzunluğunda bir hilal şeklindeki lagünde bulunan ve deniz seviyesinden ortalama 1 metre yükseklikte olan 118 adacık üzerinde kurulmuş. Yaklaşık 400 köprüyle birbirine bağlanmış olan bu adacıklar, içinde 177 kanal bulunan Venedik şehrini oluşturmuş. Şehrin 4 kilometrelik ince bir kara ve demiryolu ile ana karaya bağlantısı da var.

Kente ulaşım daha çok deniz yolu ile olsa da Venedik’e trenle gelmek de keyifli. Çünkü Roma’dan hareket eden tren, Floransa ve Padua’dan geçtikten sonra 3.5 saat içinde adeta denizi yararak anakara bağlantısı üzerinden Santa Lucia İstasyonu’na varıyor. Turlara bağlı olmadan kendi başlarına şehri gezmeyi tercih edenlerin çoğu bu yolu kullanıyor.

Schiavoni Caddesi’ndeki rıhtımda indikten sonra kentin diğer ziyaretçilerinin yaptığı gibi San Marko Meydanı’na doğru ilerlerken bir yandan da kentin tarihini anlatan rehberimizi dinliyoruz.

CAN KORKUSU VENEDİK’İ ORTAYA ÇIKARDI

Lagün çevresindeki yerleşik yaşam, Hunlar’ın 452 yılı baharında Atilla’nın komutasında bölgeye gelmesi ile alt üst oluyor. Bölge halkına müthiş korku salan bu işgal üzerine artık karada yaşamak tehlikeli bir hâl alıyor. Sıkışmış kilden oluşan ve ortalama 60-70 cm derinliğindeki bataklık bir bölgedeki sığ lagün içine; yakındaki İstri ormanlarından deniz yolu ile getirilen karaçam kazıklar çakılarak üzerlerine evler kurulmaya başlanıyor. Buraya yerleşimin tercih edilmesinin nedeni, lagünün etrafındaki denizde bulunan kum tepeciklerinin dışarıdan gelen gemilere engel olarak burada yaşayanlara doğal bir koruma sağlaması. Bu şekilde, zamanla oluşan 12 ayrı yerleşim merkezine sahip olan Venedikliler; balıkçılık, buğday, şarap ve tuz ticareti yapıyorlardı. Can ve mal güvenliği lagündeki yerleşimcilerin her zaman öncelikli konusu idi. Bu nedenle kendilerini korumak, çevredeki diğer kavimler tarafından düzenlenen baskınları önlemek için güçlerini birleştirme ihtiyacı ortaya çıktı. 697 yılında yerleşim yerleri temsilcilerinden bir meclis oluşturuldu. Paoluccio Anafesto’nun bu mecliste ilk dük olarak seçilmesi ile Venedik önce bir birlik daha sonra da 726 yılında da dukalık oldu. Rehberimiz bunları anlatırken biz, idam mahkumlarının şehri en son gördükleri Ahlar Köprüsü’nün ve Dükler Sarayı’nın önünden geçerek şehrin ana girişi olan San Marko Meydanı’na giriyoruz. Meydandaki hareketlilik ve turist gruplarının çokluğu inanılmaz. 16 ve 17. yy’daki orijinal hâli ile korunan meydana girdiğimizde adeta bir zaman tüneli etkisi yaşıyoruz. Çevresindeki revaklı ve kubbeli yapılar, yan yana dizilmiş seramik biblolar gibi duruyor.



AVRUPA’NIN DOĞU’YA AÇILAN KAPISI

Venedik Dukalığı, papalığın yasaklamasına aldırmadan İslam dünyası ile ticari ilişkiler kurmuştu. Her yıl Akdeniz’deki korsanlara karşı devletin askeri filosu eşliğinde sefere çıkan ticaret gemileri ile Doğu’dan getirilen göz kamaştıran dokumalar, değerli taşlar ve baharatlar Avrupa ve o zaman adı Konstantinopolis olan İstanbul’a buradan dağılırdı. Venedik bu deniz ticareti sayesinde çok zenginleşti ve Avrupa’nın doğuya açılan kapısı oldu. Doğu ile kurulan bu sıkı ilişki, Aziz Marko bazilikası ve şehrin diğer yapılarındaki doğu ve Bizans mimarisi etkisi ile bariz bir şekilde görülüyor.

Muazzam büyüklükteki meydanın etrafı sayısız kafe, bar ve restoranlarla dolu. Burada tur atarken yüzyıllardır ünlü sanatçıların müdavimi olduğu Cafe Florian’ı görüyorum. Tavanları altın yaldızlarla işlenmiş uzunlamasına salonu, somon rengi mobilyaları ve duvarındaki geniş aynaları ile gerçekten ününü hak ediyor. Kafelerin olduğu bölümde bir orkestra, etrafındaki kalabalığa aldırmadan Vivaldi’nin Dört Mevsimini çalıyor.

Venedik’e yaklaşırken siluetini gördüğümüz 100 m yüksekliğindeki Çan Kulesi, üstünde Aziz Markus’un sembolü olan, elinde kanun kitabı tutan kanatlı aslan figürü ile haşmeti daha da artmış olarak karşımıza çıkıyor. O kadar yüksek ki tepesine çıkıldığında Alp Dağları ve Hırvatistan kıyıları bile görülebiliyor.

Venedik düklerinin ikametgahı ile dukalığın resmi devlet dairelerini barındıran Dükler Sarayı (Palazzo Ducale) ve heybetli San Marko Bazilikası için turist kalabalığın dağılmasından sonra geri dönmek üzere meydandan ayrılıyoruz.


Yüklə 0,51 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©www.genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə