Avrupa ile asya arasindaki adam



Yüklə 392,95 Kb.
səhifə9/10
tarix21.03.2018
ölçüsü392,95 Kb.
#32690
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10

Tutuklanıp hakkında dava açılan Mustaa Sagir, açıkça itirafta bulunarak yargıçların daha yumuşak davranmalarını sağlamak istedi. Anlattığı hayat öyküsüne göre kendisi, Rudyard Kipling'in ünlü ''Kim'' romanıda tasvir ettiği gibi, İngiltere tarafından gizli servis için yetiştirilmek üzere, büyük özenle seçilmiş genç Hintlilerdendi.

Benares'in saygın bir Müslüman ailesinin çocuğuydu; on yaşındayken İngiltere'ye gelmiş ve orda devlet hesabına tam bir centilmen olmak için eğitim görmüş, bu eğitimi Oxford Üniversitesi'ni bitirerek tamamlamıştı. Buna karşılık minnet borcunu ödemesi için, Kuran'a el basarak ''İngiltere için yaşayıp İngiltere için ölmeye'' yemin etmesi gerekmişti. Yeminden sonra kendisine devletçe aylık bağlanmıştı, bir dünya gezisine çıkmış, Heidelberg Üniversitesi'nde doktor olmuş, bu sırada bir yandan da orda öğrenim gören Hintlileri İngilizler hesabına gözetlemişti. Mısır'da ve Afganistan'da İngiltere'nin hizmetinde çalışmış, bir süre İran'da İngiliz konsolosluğu yapmış, savaş sırasında da İsviçre'de, uluslararası casusluk merkezi olan bu ülkede hizmet görmüştü.

Mütarekeden sonra İstanbul'da kendisini Hint Hilafet Komitesi'nin temsilcisi olarak tanıtmış, böylece İstanbul'un çeşitli çevrelerinin güvenini kazanmıştı. İtiraflarnıda İngiliz parasıyla güya elde edilmiş Türklerin adlarını da saydı. Bunların başında Sultan Vahdettin ile Damat Ferit Paşa geliyordu.

Sonra da yine İngiliz haberalma servisinin gizli ajanı olarak Ankara'ya gönderiliyor. Gönderilen böyle ajanların ilki olmadığı gibi, sonuncusu da olmayacaktı. Onun İngiliz gizli servisine, millîcilerin durumu konusunda, özellikle de o günlerde olağanüstü önemde görülen Bolşeviklerle ve Müslüman Doğu ile ilişkileri hakkında haber aktarmak üzere görevlendirildiği kesindi.

Ancak bu itirafta dahabulununca, dava doruk noktasına ulaştı; Ankara'ya gönderilmesinin gerçek amacının Mustafa Kemal'e karşı bir suikast düzenlemek olduğunu söyledi. Plânlanan suikasti bütün ayrıntısıyla anlattı ve bunun için vadedilmiş ödülün miktarını da söyledi: Yaklaşık 2 milyon mark.

Mustafa Kemal bunu duyunca ''Başımın bu kadar yüksek ticari değeri olduğunu bilmezdim doğrusu'' demiştir.

Her şeyin böyle açığa çıkmasından sonra, mahkeme başkanı sanığa şunu sordu: ''Böyle bir suikasti gerçekleştirmek için neden özellikle sizi seçtiler?''

''Çünkü ben'' diye cevap verdi, ''Kısa süre önce, en az bunun kadar tehlikeli bir görevi başarıyla sonuçlandırmıştım: Afganistan emirinin öldürülmesidir bu''.

Yaptığı itirafların sanığa bir yararı olmadı; ölüme mahkûm edildi. İdam edilmezden önce sadece bir dilekte bulundu, ailesinin saygınlığını gözetmek amacıyla gerçek adanını ve olup bitenlerin onlara doyurulmamasını istedi.

Verilen ceza darağacında infaz edilecekti. Bunun için de suçlunun bir çeşit iskemlenini üstüne çıkması gerekiyordu. Mustaga Sagir ise gidip bunun üstüne oturdu; cellat kendisine iskemleye oturmayıp üstünde aykata duracağını söyleyince, Hintli gülümseyerek ve çok nazikçe ''Özür dilerim'' dedi, ''Böyle bir işi ilk defa yapıyorum''.

Bu Sagir'in itirafları acaba gerçeklere uyuyor muydu, uymuyor muydu? Ne olursa olsun Ankara hükümeti bu olaydan yararlanma fırsatını kaçırmadı ve Büyük Britinya'nın Mustafa Kemal'e karşı bir suikast girişiminde bulunduğunu, gerekli ayrıntısıyla bütün İslam dünyasına duyurdu.

Eğer gerçekten böyle bir suikast plânı hazırlanmışsa, olsa olsa bu, İngiliz gizli servisinden bir yetkilinin işi olabilirdi. Londra hükümeti böyle bir şeye karışmış değindi, kuşkusuz bundan haberi bile yoktu.

***

Bu arada Yunanlılar bütün güçlerini toplayarak, yeni bir ileri harekâta hazırlanmışlardı. Anayurtlarından eli silâh tutan son adamını göndermesi, son kuruşunu vermesi istenmişti; makine gibi işletilen savaş makinesinde, ağırlık açısından manevi coşku bundan daha az güçte değildi. Herkesin kesin sona ulaşılacak anın geldiğini hissediyordu. Türkler bu sefer kalplerinden vurulmalıydı. Hedef Ankara'ydı, savaş narası da Hellas ve Avrupa idi (*).

Temmuz başlarında, Asya yazının kızgın sıcak ve kurağı ortalığı kavururken, büyük ve mağrur Yunan ordusu, krallarının gözetimi altında doğuya doğru harekete geçti. Büyük demiryolunun hemen önlerinde çok iyi tahkim edilmiş Türk mevzileriyle karşılaştı. Bu sefer General Papulas daha kurnaz davrandı. İlkbaharda yaptığı gibi doğruca kilit noktası Eskişehir'e karşı cepheden saldırıya geçmeyip, asıl vurucu gücünü daha güneydeki Kütahya üzerine kaydırdı.

İsmet Paşa bu üstün kuvvetlere karşı on gün süreyle direndi. Fakat sonra Türk cephesi Kütahya'da çöktü. İsmet Paşa soluklanabilmek için umutsuzca karşı saldırı üstüne karşı saldırı tazeliyordu; buna rağmen çevresindeki çember giderek daralmaktaydı. Daha güneyde ise Yunanlılar Afyonkarahisar'ı almışlar ve burdan kuzeye doğru yön değiştirmeye başlamışlardı.

Savaş devam ediyordu, fakat durum Türkler için her saat biraz daha vahimleşmekteydi. Buna rağmen İsmet Paşa, son ana kadar direnilmesi gerektiği kanısındaydı. Generalleri de kendisiyle aynı görüşteydiler. Bir mevziin düşmana bırakılmasını asla kabul etmiyorlardı, bunu savaşın yazgısını belirleyeceği kanısındaydılar. Cepheden gelen kaygı verici haberler üzerine Başkan Paşa, Ankara'dan hareketle genel karargâha geldi. Durumun ne şekil aldığını ve alabilceğini açıkça görür görmez, hükümetin başı olarak derhal savaşa son verilmesi doğuya doğru topluca çekilmesi emrini verdi. Bu mevzilerde daha uzun süre kalmakla, Türk ordusunu bir felâketin içine itilmesinin kaçınılmaz olacağını hemen anlamıştı.

Böyle durumlarda pek az önder, olumsuz yönde cesur bir karar verebilmiştir. Onu haklı çıkaracak tek olgu başarısıdır, yükselmesi de bununla olacaktır,devrilmesi de. Mustafa Kemal hemen hemen hiç şansı olmayan bir kavgayı üstlenmişti; başarısızlığa uğrarsa, o zaman cesareti cürüm, boyun eğmezliği delilik olacaktı. İç yapısı bakımından durmuş oturmuş bir devlet sarsıntılara dayanabilir, fakat bir devrim sırasında her geri çekilme, o devrimin kendisinde köklü değişimelre yol açabilir.

Yenilmiş ordu geriye doğru akıyordu. Düşmanın baskısı altında kalmaksızın, ondan çözülmeyi başarmıştı. Çok geçmeden İç Anadolu'nun ıssız, kıraç toprakları yorgun ve yılgın geri çekilen asker kollarıyla kaplanmıştı. Birçok insan hayatını kaybetmiş, büyük çapta değerli malzeme elden gitmişti. Bir yıldan çok bir zaman mevzilerini korumuş bulunan bu askerler, düşmanın iki defa giriştiği saldırıyı püskürtmüştü. Ama şimdi çekiliyordu.

Askerlerle birlikte ya da onların yanı sıra arabalardan kağnılardan, akla gelebilecek her çeşit taşıttan oluşan, ucu bucağı görünmez kafileler de hareket halindeydi; taşıtların üzerleri alelacele yüklenmiş ev eşyalarıyla doluydu; onlarla birlikte kalabalık gruplar halinde kadınlar, erkekler, çocuklar yürüyordu. Yunanlılardan kaçmak için halk köylerini, kentlerini terketmişlerdi. Bütün bir millet göç etmekteydi. Sanki Türkler pılıların pırtılarını toplamışlar, nice yüzyıllar önce gelmiş oldukları İç-Asya'daki anayurtlarına tekrar dönüyorlarmış gibiydi. Ve arkalarında bıraktıkları yuvaları alevler içinde yok olmaktaydı.

Ankara doğrultusunda Eskişehir'i terkeden son trenlerden birinde Mustafa Kemal oturmaktaydı, yanında pek az kimse vardı. Geceydi. Perişan görünümlü kompartımanın tavanında isli bir gaz lambası yanıyor, gövdesinden aşağıya da gaz damlatıyordu. kırık camdan içeri giren rüzgâr ıslık çalmaktaydı; lambanın küçük, bulanık alevi her an sönecekmiş gibi görünüyordu.

Yanındakilerin, kurmay heyeti subaylarının yüzlerini derin bir yılgınlık ifadesi kaplamıştı. Birbirleriyle seslerini kısarak, yavaşça konuşuyorlardı. Artık hiçbir umut kalmadığına göre, felâketten söz ederek rahatlamak istemekteydiler. Konuşma dönüp dolaşıp hep bir noktaya geliyordu. Daha sonraki direnişi olanaksız kılması bakımından bu yenilgi çok cesaret kırıcıydı. Bütün Küçükasya'da Eskişehir ile Afyonkarahisar merkezelrini birbirine kesiksiz bağlayan tek bir demiryolu vardı. Modern savaş yönetimine aşina olan, bunun ne demeğe geldiğini biliyordu. Yapılması gereken demiryolunu ne pahasına olursa olsun elde tutmaktı, burası ordunun can damarıydı, savunmanın belkemiğiydi. Şimdi ise onu kaybetmişlerdi; onunla birlikte zengin yardım kaynakları bulunan bütün Batı Anadolu'yu da. Yol ve geçit vermez iç kesimlerde, verimsiz Anadolu yaylasında ordu beslenemezdi; daha da kötüsü orduyu eyleme yöneltmek ve güçleşmişti. Hayır, Eskişehir bu kadar ucuza düşmana bırakılmamalıydı.

Paşa dizlerinin ükstüne yaydığı bir haritanın üzerine eğilmiş halde oturmaktaydı. Yüzü kül rengi bir peçeyle örtülmüş gibiydi. Bu yüzde çizgiler bir maskenin kaskatılığındaydılar. Kıpırdamadan oturuyordu; sadece ince parmakları tespihinin kırmızı taşlarıyla oynuyordu. (Tespih aslında Müslümanların dua etmesi içindir. Fakat günümüzde Türkler bunu dua etmekten çok, alışkanlıklarından ya da sinirlerini yatıştırmak amacıyla çekerler).

Paşa birden başını kaldırdı. Yanıbaşında yapılan sohbetin son sözlerini işitmiş olmalıydı. Elinin bir savunma haraketiyle kırmızı tespihi haritanın üstüne fırlattı ve ''Ne önemi var demiryolunun?'' dedi. ''Eskişehir'in ya da bilmem nerenin? Hiç! Her şeyden önce ordu gelir ve ordu henüz ayaktadır!''

Kırık pencereden, dışarda, ay ışığının aydınlattığı çıplak tepelerin üstünde, çekilen ordu görünüyordu; gölgemsi karaltılar, başları önde sessizce ilerlemekteydiler. İnce, uzun yürüyüş kolları -bazıları damlalar gibi birliklerinden kopmuşlardı- yavaş akan bir ırmağın geride bıraktığı son sızıntıları andırıyorlardı. Bu insan yığınına hâlâ bir ordu denilebilir miydi?

Sessizliğin içinde Paşanın, uzun uzadıya bir düşünüşün sonucunu bildirircesine söylediği sözler duyuldu: ''Dört haftada düşmanı yenilgiye uğratacağım!'' Böyle bir şey, bu ortamda öylesine gerçekleşmesi pek olanaksız görünüyordu ki, bir delinin hezeyanı sanılması eğilimi ağır basmaktkaydı.

Sakarya'nın çamurlu yatağının ardında, ovadan batıya doğru yükselen, uzun bir dizi halindeki tepelerin doğal bir tabya oluşturduğu yerde geri çekilmeye son verildi. Yeniden düzenlenen birlikler düşmana karşı tekrar cephe aldılar. Kısa bir dinlenme günüyle yorğunluklarını çıkardıktan sonra, denilebilir ki, elleri kan içinde kalarak, kaskatı kayalık toprakta siper kazmaya koyuldular.

Millet Meclis'inde ise barometre fırtına gösteriyordu. Cesaretin yitirilmesi ve öfke, ateşli bir suçlama havası yaratmıştı. Muhalefet mahvolmaktan kurtulmak iin artık hiçbir umut kalmadığını söylüyordu; millî dava giderilemeyecek kayıplara uğramıştı. Başkanın yandaşları ise çaresizlik içindeydiler, aslında kendileri de artık hiçbir şeyin kurtarılamaycağı kanısındaydılar.

Ankara batıdan kaçıp gelmiş halkla dolmuştu; bunlar açık araziye yerleştirilmişlerdi, yokluk ve sefillik kampları halinde geniş bir kemer gibi kenti çepeçevre kuşatmışlardı. Kalabalık gruplar caddelerde avare avere bekleşiyor, birbirleriyle kaygı dolu bir iki kelime konuşuyorlardı.

Fakat yanlarından bir subay geçecek olsa, hemen derin bir sessizliğe gömülüyorlar ve çok şeyler anlatan bakışlarla onu süzüyorlardı; bu bakışlarla âdeta ''Yunanı yurdumuzun içine getiren sizlersiniz'' der gibiydiler.

Parlamentoda günlerdir hiçbir işe yaramayan tartışmalar ve yine aynı derecede hiçbir işe yaramayan karşılıklı suçlamalar sürüp gidiyordu. Mustafa Kemal bunlara katılmamış, kendini toplantılardan uzak tutmuştu. Ortalığın durulmasını bekliyordu ve sonunda da her şey içinden isteği gibi oldu.

Muhalifler ordunun başkomutanlığını bizzat başkanın üstlenmesini istiyorlardı. Böylece sorumluluğun bütün yükünü onun omuzlarına yüklenmeyi amaçlıyorlardı: Mustafa Kemal'in yandaşları ise duraksamalar içindeydiler; bu durumda yine bir çekilme olursa, tüm sorumluluk öndere ait olacak, bu da onun çok kötü şekilde hırpalanmasına yol açabilecekti. Ne var ki kendisi de susuyordu, Meclis'ten uzak duruyordu, başkomutanlığı istemek doğrultusunda hiçbir zorlamada bulunmuyordu, bütün bunlar onun da yaklaşan felâketi kaçınılmaz gördüğü kanısını güçlendirmekteydi. Ancak yandaşları onun başkomutan olmasından başka çıkar yol göremiyorlardı. Ayrıca onun adı sihiri bir özellikle de kaynaşmaktaydı: Savaşlarda şans hep ondan yana olmuştu.

Millet Meclisi sonunda vardığı kararda, başkomutanlığın Mustafa Kemal tarafından üstlenilmesinin kurtuluş için tek ve son çare olarak gördüğünü belirtti. Bu karar üzerinedir ki Mustafa Kemal toplantıya katıldı ve kendisine layık görülen görevi üç ay süreyle ''Millet Meclis'inin sahip olduğu bütün yetkileri ve hakları kendisinin de kullanması koşuluyla'' kabul ettiğini bildirdi.

Meclis'in devre dışı bırakılması ve devletin bütün güçlerinin topluca tek bir kişinin eline verimesi demekti bu. Dehşetle irkilenler oldu; birçokları bu öneriyi asla gideremedikleri bir kuşkunun açıkça doğrulanması olarak görüyordu, Mustafa Kemal'in henedanı devireceği ve tacı ele geçireceği şeklinde beliren bilinen kuşkuydu bu. Muhalifler ayrıca kendileri için de kaygılıydılar ve onun bu yetkiyi muhalefeti etkisiz duruma getirmek için kullanacağını sanıyorlardı. Devrim zamanlarında bir vatana ihanet suçlaması kolaylaca yapılabilirdi.

Mustafa Kemal muhaliflerin kaygılarını giderdi, fakat isteğinde de direndi; olağanüstü durumların olağanüstü önlemleri gerektirdiğini anlattı. Böylece ona istediği yetkileri vermek zorunda kaldılar. Buna göre başkomutanın vereceği emirler yasa niteliğinde olacaktı. Fakat kesinlikle bir diktatörlüğe tırmanılmasını özel bir koşulla önlemeyi de ihmal etmediler; buna göre geçici olarak üç ay süreyle verilmiş bulunan tam yetki, her zaman için Millet Meclisi'nce geri alınabilecekti.

Bunlar gizli oturumlarda kararlaştırılmıştı. Diktatör yetkisi veren yasanın kabul edildiği açık oturumda Mustafa Kemal -uzun ve birçokları için anlaşılmayan bir susuştan sonra- şu açıklamayı yaptı: ''Düşmanı er geç yenilgiye uğratacağımıza olan güven ve inancım bir an için bile sarsılmamıştır. Bu kesinkes inancımı yüksek meclise karşı, bütün millete karşı ve bütün dünyaya karşı ilân ederim''.

Böylesine bir güvene belki gerçekten sahip olmuştur, bunu kamuoyu önünde ilân etmesi ise bir zorunluluktu, ama onun şansına körü körüne inanan kimselerden olmadığı da kesin. Üstelik uzağı gören, katı gerçekleri büyük lafların telkin gücüyle saklamaya asla kalkışmamış bir insandı. Umutsuzluk saatleri bilinmeden, kararsızlığın yol açtığı güçsüzlüğü bizzat kendinde yaşamadan, kendi küçüklüğünün çekingenlik ve ürkeklik içinde bilincine varmadan insansal büyüklüğe nasıl erişilir? Halkının geleceği uğruna yaşayan nesilden binlerce insanı feda etti. Bunun sorumluluğunu yalnızca o taşıdı. Bu yükü omuzlamak hemen hemen insanüstü bir çabayı gerektirmişti. Eğer talih onun aleyhine dönseydi, bizzat kendi hayatın feda etmeye hazır olmasının ne anlamı olabilirdi?

Onu o günlerde görenler, iç dünyasını kavuran acıları farkediyordu. Yüzünde hâlâ o soluk külrengi peçesi vardı, ama kaskatı maskesini taşımıyordu artık. Yüz çizgileri zaman zaman şekil değiştirir gibi gevşiyor, sonra tekrar alabildiğine geriliyor, ifadesi sürekli değişiyordu. Sabırsızdı, birdenbire öfkelenip, en küçük şeylere bile sinirleniyordu; onunla geçinmek zordu, daha da zor olanı ona bir şeyi beğendirmekti.

Tarihsel kişilikleri hiç kimse, adımlarını görkem ve kusursuzluk içinde atan tiyatro kahramanlarına dönüştürmelidir.

Mustafa Kemal sürekli bir gerilim içindeydi, buna sinirlerinin aşırı gerginliği de diyebiliriz, üstelik bu durum iki yıldır sürüp gidiyordu; dengeleyici bir şeye gereksinimi vardı ve bu amaç da alkole el attı, zaten öteden beri dostu olan bir şeydi alkol. Ne var ki alkol onu uyuşturmuyordu, sakinleştiriyordu; böylece çok şeylere, pek çok şeylere katlanabilme gücünü gösterebiliyordu. Ayrıca görünüşe bakılırsa, içmek zihnine berraklık ve canlılık da vermekteydi. Az uyuyan bir adamdı ve geceleri dostlarıyla birlikte içki masası başında, çoğu kez gün ışıyıncaya kadar oturmak alışkanlığı vardı. Bu uzun saatlerde -dış görünümünde Doğulu sakinliğini koruyarak- olağanüstü bir canlılıkla ve zihinsel yetilerinin keskinliğinde hiçbir aksama olmadan hemen yalnız kendisi konuşur, asla yorulmaz, o sırada ele aldığı konuyu konuşmalarla iyice gözden geçirir, onu bütün olasılıkları içinde inceler ve en saklı köşelerine kadar aydınlatmaya uğraşırdı. İlgilendiği bir problemle uğraşması aslında sürekliydi, hiç ara vermeden onu uzun uzadıya düşünürdü, işte hesaplarının her zaman doğru çıkmasının, bu yüzden çevresindekileri sık sık şaşkınlığa uğratmasının sırrı burdadır.

Nitekim ona diktatörlük yetkileri verildiği zaman, yapacağı işleri kafasının içinde çoktan hazırlamış, sıraya koymuş bulunuyordu. Buyrukları yasa gücündeydi, birbiri ardından verilmeye başlandılar.

O günlerden kendisi ''Bütün milleti eylemiyle, duygularıyla, düşünceleriyle savaşa yöneltmek zorundaydım'' diye söz eder. ''Sadece düşmanın karşısında yer alanlar değil, köyünde, evinde, tarlasında tek tek herkes kendisini özellikle görevlendirilmiş olarak görmeli ve tüm varlığını savaşa adamalıydı''. Milletleri olağanüstü başarılara götürebilecek olan yalnızca psikolojik kaldıraçtır, Mustafa Kemal bu kaldıracı kullanmasını bilmiştir. İlk bakışta zorlamalar, kısıtlamalar gibi görünen şeyler, bilinçle ve seve seve yapılan fedakârlıklara dönüşmüştür. İnsanlar birtakım işleri kendilerine böyle emredildiği için değil, bu işlerde kendilerinin de ortaklaşa sorumluluğu bulunduğunu içlerinde duydukları için yapmışlar; yaptıkları şeyin, harcadıkları çabaların başarıya ulaşmayı doğrudan etkilediği inancıyla hareket etmişlerdir. Ancak böylesine sağlam ruhsal bir taban üzerine maddi güçler gerçekten etkili olabilecek şekilde oturtulabilirdi.

Kesin kararlılıkla hak bildiği yoldan dönmemek ruhu önderden halk yığınlarına geçmişti, Ülke baştan başa bir ordugâha dönüşmüş, savaş kendiliğinden büyük birdoğal eylem durumuna gelmişti. Fabrikaları yoktu, birkaç tornacı tezgahı dışında makineleri pek azdı. Orduya gerekli olan ne varsa, saraçların, marangozların, arabacıların, tüfekçi ustalarının küçük atölyelerinde el emeğiyle yapılmaktaydı. Modern savaş aygıtlarını bile bu koşullarda, elden geldiğince iyi şekilde yapmayı başarıyorlardı. Hemen her şeyin yapılmasının bir yolunu buluyorlardı, öyle ki düşmanın düşürülmüş uçaklarının kalıntısından uçak yapıp uçuruyorlardı. Böyle uçaklarla havalanmak da ayrı bir cesaret işiydi. Giyim eşyası üretimi hızlı yürütülemiyordu, elde ne varsa onlar alınıyordu. Bu nedenle bir yasa çıkarılrdı, ''istisnasız, her konut bir kat çamaşır, bir çift çorap ve ayakkabıdan oluşan bir giyim donatımı vermekle yükümlü kılındı''.

Tek bir taşıt aracı vardı, köylülerin öküz arabası, kağnı. Bunlar saatte ancak 4 kilometre yol alabiliyorlar, ama bu hızla da yüzlerce mil öteye cephane ve yiyecek taşıyorlardı. Çok geçmeden bütün ülkeyi, gece gündüz demeden yürüyen kağnıların tahta tekerleklerinin çıkardığı gacırtılar ve takırtılar kapladı; bütün yollarda (ya da başka kelime bulunamadığı için yol denilen yerlerde) bu kağnı kolları, Avrupalıyı delirtecek salyangoz gidişiyle ilerlemekteydi. Arabaların hemen hepsi kadınlarca yürütülüyordu. Savaş bölgesine varılınca, bu kadınlar bebeklerini sırtlarına sıkıca bağlayıp ağır dop mermilerini tek tek omuzlarına alıyor, üstlerini başörtülürenin ucuyla örtüyor, böylece yolun kumlu tozunun, mermilerin duyarlı tapalarına bulaşmasını önlüyor ve bunları ileri hatlara kadar taşıyorlardı.

***

Sakarya Savaşı olaganüstü önemdedir, aralıksız üç hafta ve bir gün sürdü. Gerçi büyük savaşlardan biridir, fakat onun asıl özelliği tarihin en acımasız ve inatçı şekilde yapılmış savaşlarından biri olmasıdır.

Yunanlılar Eskişehir'de kazandıkları zaferden sonra, Türklere dört hafta zaman bırakmak zorunda kalmışlardı. Şimdi içine girecekleri topraklar, yaz ortasında çoraklıktan yana çölden farksızdı, bitki örtüsünden yoksundu ve pek az su vardı. İleri harekât özenli ön hazırlıkları gerektiriyordu; bu ilerleme doğal özelliği bakımından Napolyon'un 1812 yılında Rusya'nın iç kesimlerine yaptığı seferden çok farklı olmayacaktı. Yalnız burada Yunanlıların bir avantajı vardı, o da hasımlarının sonsuz bir çekilme yapabilme olnağına sahip bulunmayışlarıydı. Ankara bir Moskova değildi. Genç devrimci devletin simgesi olan bu kent, kuşkusuz savaşmadan teslim edilemezdi.

Savaşın başlamasından iki gün önce Mustafa Kemal Mevzilerini atla dolaştı. Sağ kanatta, Karadağın kayalık doruğuna doğru giderken atı tökezleyip yere kapaklandı ve kendisi hayvanın altında kaldı. Altından çekip çıkardılar, çok güçlükle hareket edebiliyordu. Ankara'ya geri götürmek zorunda kaldılar, bir kaburgası kırılmıştı. Kötü bir işaret bu diye fısıldaşıldı. Daha savaş başlamadan Başkomutan savaş dışı kalmıştı.

Ertesi gün yine mevzilerdeydi. Askerler onun, acıdan ve öfkeden rengi hâlâ uçuk halde, kaza hakkında şom ağızlılara cevap verircesine söylediği sözleri konuşuyorlardı. ''Allahın bir işareti bu!'' demişti. ''Kemiklerimden birinin kırıldığı bu yerde, düşmanın direnişi de kırılacaktır''.

Yunanlılar yaklaştılar; General Papulas ordusuna Sakarya'nın batısında yığınak yaptırdı; çevreyi çok iyi görebilen bir tepenin üstünde Kral Knostantin'in sancağı dalgalanıyordu.

24 Ağustos 1921 günü bütün cephe top seslerinin tarakalarıyla inledi. Yunan saldırısı başlamıştı. Saldırının ağırlığı Türklerin sol kanadına yöneltilmişti, böylece onların Ankara'yla ve çekilme mevzileriyle bağlantılarının kesilmesi amaçlanmıştı. Savaşın ikinci odak noktası Karadağ oldu. Eteklerinde geniş bir yarık uzanıyordu, burdan Sakarya suyu aşılıyor, aynı zamanda demiryolu ve Ankara'ya giden tek yol da burdan geçiyordu.

Yunanlılar ırmak kesimini ele geçirdiler, burdan sırtlara, hasımlarının asıl mevzilerine yöneldiler. Burası yığınla vadisi ve tepesi bulunan çok engelebeli bir araziydi. Türk mevzileri birçok noktadan yarıldı. Savunmadakiler geri çekilip, bir sonraki tepelerde tekrar mevzilendiler. Buraları da yarılınca, biraz daha geri çekilip yeniden savunmaya geçtiler. Her birlik kendi başına, kendisi için dövüşüyor, sağında solunda neler olduğuna aldırış etmiyordu. Her karış toprak inatla savunuluyor, her tepe yeni bir cephe, başlı başına bir kale oluyordu. Mustafa Kemal birliklere ''Savunma hattı yoktur, savunma alanı vardır. Bu alan da bütün vatandır'' demişti. Türk ordusu bunun böyle olduğunu kanıtlamaktaydı.

Bununla birlikte Türklerin durumu gün geçtikçe kötüleşiyordu. Karadağ'ı terketmek zorunda kalmışlardı. Merkezde ve sağ kanatta daha fazla gerileme ancak çok darda kalındıkça oluyordu. Fakat sol kanat sürekli geri çekiliyor, birbiri ardından önemli mevzileri kaybediyordu. Hemen bütün yedekleri cepheye sürmüş, yine de düşmanı ancak kısa bir süre için durdurabilmişti. Yunanlılar sayıca üç kat üstündüler.

Başlangıçta batıya yönelik olan Türk cephesi yavaş yavaş yön değiştirmişti. Şimdi yaklaşık doğu-batı doğrultusunu almıştı; Türkler yüzleri güneye çevrili olarak dövüşüyorlardı. İkmal hatları da savaş sırasında doğudan kuzeye kaymıştı. Anadolu bozkırının Ağustos sıcağı dayanılır gibi değildi, su yok gibiydi. Yunanlılar da sıcak ve kuraktan çok sıkıntı çekiyorlardı, bu haftalar boyunca yedikleri sadece bir avuç mısır tanesi olmuştu. Gösterdikleri cesaret ve savaşma arzusu hayranlık uyandırıcı derecedeydi. İçinde büyük bir ülkünün coşkusunu duyan insanın öyle şeylere gücü yetiyordu ki, akıl almaz!

Türk general karargâhı Alagöl köyündeydi; küçük bir köy evi, dışardan kalaslarla desteklenmiş yarım kârgir bir yapı; çarpuk çurpuk, sallantılı bir tahta merdivenle üst kata çıkılmakta. Dar bir koridor, sonra basık tavanlı bir oda, içinde bir portatif karyola, iskemleler ve büyük bir masa; üstünde bir asetilen lambası durmaktadır ve bu lamba tüm ordunun elindeki tek lambadır.

Mustafa Kemal savaşı burdan yönetiyordu. Üzerinde hiçbir işaret bulunmayan, boz renkli bir nefer üniforması vardır; ordu içinde hiçbir zaman rütbe işaretleri bulunan giysi giymiyordu; o sadece geçici süre için kendisine başkomutanlık verilmiş hükümet başkanıydı. Masanın üstünde bir harita yayılı durmaktadır, üstü renkli iğneler ve minik bayrakçıklarla kaplıdır. Haberler gelip durmaktadır; her akşam iğneleri hep birkaç milimetre geriye saplamak zorunda kalınmaktadır. Başkomutan saatlerce haritanın üzerine eğilmiş duruyor, hesaplıyor, ölçüp biçiyor, yeni emirler veriyor. Geceleri, kırık kaburgası ciğerini sıkıştırdığı için yapacağı her hareket büyük acılar verdiği halde, odanın içinde durup dinlenmeden bir aşağı bir yukarı gidip geliyor.

Yüklə 392,95 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©www.genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə