TİYATRONUN USTALARI
Gerçekten, karanlık günlerde yaşıyorum!
Doğru söz delilik.
Bertolt Brecht
‘Onların’ peşindeyim. Klişe üretmeyenlerin, boş laf söylemeyenlerin, sahneyi bir ego
gösterisine dönüştürmeyenlerin, sulu espriler ya da ucuz etkilerle izleyiciyi tavlamayanların,
yaşamdan kaçmayanların, zamanımızı çalmayanların, baştakilere yaranmak için kırk takla
atmayanların peşindeyim. Beni güldüren, ağlatan, şaşırtan, yadırgatan, düşündüren, ezberimi
bozan, belki de bir an durup kendime döndüren tiyatro ustalarının peşindeyim.
Neden sahnedeler, ne yapıyorlar, ne söylemek istiyorlar? Ve işte şimdi, şu an onlarla aramda
nasıl bir iletişim kuruluyor, nasıl bir enerji akıyor, ne hissediyorum? ‘Onları’ yakalayamazsam,
tiyatroda sıkıntıdan patlayabilirim, uyuyup kalabilirim, benim burada işim ne diye kendime
kızabilirim... Her şeyin ucuz bir tüketime dönüştüğü bir ortamda hiç de kolay değil onları
yakalamak. Tıpkı iyi bir roman
okumanın, iyi bir film izlemenin de kolay olmadığı gibi.
Diyelim ki bir izleyici ya da eleştirmenim. Sadece tiyatro tüketiminin tuzağına düşmemek de
yeterli değil şüphesiz. Çünkü ben öyle bir ülkeden geliyorum ki tiyatronun insanca
yaşayabileceğimiz barışçıl ve demokratik bir toplumu savunma gizilgücünün ne kadar değerli
olduğunu biliyorum. Acaba benim tiyatro ustalarım bana bu yolda ne söylüyorlar?
Diyelim ki bir tiyatro yazarı, yönetmeni ya da oyuncuyum. Yaşamın akışındaki acıları,
çatışmaları, haksızlıkları yüreğimde hissediyorum. Nefreti, şiddeti, yalanları, hile ve
komploları görüyorum. Savaşın, sömürünün, sürgünün, adaletsizliğin, acının, yokluğun
yarattığı bir karmaşa içinde yitip gitmek üzereyim. Çaresizlik mi? Hayır, ben tiyatrocuyum ve
yaşamı bir yerinden yakalayabilirim, anlamak için çaba harcayabilirim, yaşamı okuyabilirim.
Ama bu benim ülkemde hiç de kolay değil, çünkü yaşam çoğu zaman bütün acı, gülünç ve
absürt yanlarıyla sanatı kat kat aşıyor. Bunu her gün yeniden ve yeniden yaşıyorum. Tam bir
şeyi yakaladım dediğimiz anda olaylar öyle bir kasıp kavuruyor ki ortalığı, sözcüğün bittiği
yerde buluyoruz kendimizi.
Bir dönemin büyük oyunları da karanlığında gizlenen birer masalı andırmıyorlar mı? Öyleyse
önemli olan bu masalı yeniden keşfetmemiz mi? Evet, benden önce yaşamış büyük ustalar
var bana yol gösterecek, yazdıkları oyunlar yüzyılları aşıp, bugünlere gelmiş. Onlar acıyı,
hüznü anlatıyorlar, karşı koymayı, direnmeyi. Onlar umudun sesi... Yazar, yönetmen ya da
oyuncuysam onlardan da öğrenecek çok şey vardır mutlaka.
Tiyatro, yaşamla arasındaki bu kıl payı kesişmeyi yakalamışsa mucizeler yaratabilir. İyi ama,
nasıl? Bu acaba nasıl bir toplumda yaşadığımıza mı bağlı? Tüketim toplumunun uyuşukluğu
içinde donup kalmışsak
,
tiyatro krizini aşmak için gerekli olan, Dario Fo’nun alaycı sözleriyle,
‘cadı avı’ mıdır; tiyatrocuların korkmaları, sarsılmaları mıdır? Öyleyse baskıcı toplumlarda
tiyatronun işi daha mı kolay? Böyle bir ayırım yapılabilir mi? Hayır, çünkü tüketim de, baskılar
da bütün ülkelerde farklı dozlarda yaşanıyor. Eşitsizlik giderek artıyor, demokrasi anlayışı
çöküyor, savaşlar ortalığı yıkıp yakıyor, yaşadığımız dünya kıyasıya harap ediliyor. Kendi
ülkemdeki sorunlar başka ülkelerde yaşananlarla girift bağlantılar içinde gelişiyor.
Öyleyse aslolan bütün sınırları aşan bir duyarlılık, empati, dayanışma duygusu ve direnme
gücü değil mi? Tabii yürekten inanmak da gerekiyor yapılan işe, her tür dayatmaya karşı
koyarak özgün olmak, anlamaya çalışmak ve yaşamın bunca kargaşalığı içinde kendi yolunu
bulmak.
Bu başarılmışsa mutlaka aynı heyecan, aynı duyarlılık, aynı sorgulayıcı bakış
izleyicide de uyanacaktır.
Şimdi bir oyun izleyeceğiz... Ne hissedeceğiz, ne düşüneceğiz? Acaba hüzünlenecek miyiz
yoksa gülecek miyiz? Hoşumuza gidecek mi izlediklerimiz, yoksa anlamsız mı gelecek, neden?
Kafamızdaki duvarları yıkacak mı, bize yeni bir güç, yeni bir umut verecek mi? Oyunun
sonunda bütün bunları bizlere yaşatan tiyatrocuları büyük bir heyecan ve sevgiyle gönülden
alkışlayabilecek miyiz?
Şimdi söz izleyicide.