yalpalamayanların mağrur ifadesi. İşte bu... bu benim kanımı donduruyor. İnsan ilk defa gördüğü
birine ilk defa görüyormuş gibi bakmalı. Daha evvel gördüklerine bakar gibi değil. Yani her yeni
insan bir muamma demek; bilinmeyen bir şeyler var orada. Çocuklar bilir bunu. Yeni yürümeye
başlayan çocuklar böyle bakar işte her şeye; hayretle."
Sesi titredi. Andres, senelerdir ismini anmadığı, rüyalarına sokmadığı Andres, içine yabani ot
konmuş bohça böreklerden çıkıp dikiliverdi karşısına. Hiç değişmemiş, büyümemişti. Sarılmak
istedi ona ama çocuk kendini geri çekti. Çıplaktı Andres. Suratında muzip bir ifadeyle, İsak
Pereira'nın ayaklarının dibine işeyip, gözden kayboldu. İsak, ıslanan ayaklarını kendine doğru
çekip saklamaya çalıştı. Zemin ne kadar oynak, batmak ne kadar kolaydı. Huzursuz ve uğursuz
bir bataklığa dönüşüyordu Andres'ten geriye kalan çiş birikintisi. Bulanık, neftî.
"Tekerrür" dedi Andres'i fark etmemişe benzeyen Sedef Efendi, "her dem yeniden gelir
vücuda. Sen buna yeni dememi bekliyorsun. Bense eski bile demiyorum."
Korkunç şapırtılar çıkartarak kurbanını içine çekiyordu bataklık. Son bir gayretle atıldı.
Saçlarını kement yapıp yukarı çekti kendini.
"Benim neler yaşadığımı bilmiyorsun. Gördüklerine benzemiyorum ben. Kimseye
benzemiyorum" diye inledi. "Aytaşı bunu biliyor, Maggid bunu biliyor." Sayıklıyordu. "O da
biliyordu bir zamanlar."
Şeyh Süleyman Sedef Efendi ayağa kalkıp İsak'a yaklaştı. Solgun görünüyordu.
"Genç dostum" dedi. "Söylesene, öfkenle helalleşemez misin?"
İsak Pereira afallamıştı. Uyandığında nerede olduğunu kestiremeyen bir uyurgezerin
şaşkınlığı okunuyordu gözlerinde. Bu sıkıntılı anı daha fazla uzatmamak için müsaade isteyip,
koşaradım selamlıktan çıktı. Dışarı çıktığında hafif, ılık bir yel yüzünü okşadı. Hiddetinden
utandı. Cinnetinden utandı. Anı anına uymayan, kâh vezir kâh rezil eden tıynetinden utandı.
Hiddetindencinnetindentıynetinden.
Bir an, geri dönüp özür dilemeyi düşündü ama vazgeçti. Yapamazdı. Zihnini tarûmar eden
fikirleri koltuğunun altına sıkıştırıp tam çıkıp gitmek üzereyken, gene birileri ya da biri
tarafından izlendiği hissine kapıldı. Ne var ki bu sefer, ağaçların dallarına bakmak yerine,
selamlık dairesinin üst katına baktı. O şey her neyse, oradaydı ve dikkatle, merakla seyrediyordu.
Kötü bir niyeti yoktu herhalde. Daha çok meraktan bakıyordu. Fakat gene de rahatsız ediciydi
bakışları.
İsak çekip gittikten sonra, utançtan kıpkırmızı kesilen Haham Yakup tek kelime etmedi. İçine
yabani ot konmuş bohça böreklere dikti gözlerini. Derin derin iç çekti.
"Biliyor musun dostum?" dedi Şeyh Süleyman Sedef Efendi onu uğurlarken. "Bu genç adam
bana çok eskiden tanıdığım birini hatırlatıyor. Öfkenin ne demek olduğunu bilen birini."
Luna
[20]
Zina işlediğimi biliyordum çünkü
sevdiğim şey evimin dışındaydı.
Jeanette Winterson,
Vişnenin Cinsiyeti
Enfiye kutusunu hafifçe aralayarak, Sultan Murad'ın gölgesinden artakalan o iki parçaya
şöyle bir göz attı. Bugün sesleri solukları çıkmıyordu nedense. Hemen kapattı kutunun kapağını.
Zaman zaman kaçmaya teşebbüs ettiklerinden, her ihtimale karşı altın bir mahfazanın içine
yerleştirdi enfiye kutusunu. Derin bir soluk aldı. Kösem Sultan bugünlerde bir hayli kaygılıydı.
Bir ömre birçok isim sığdıran Rum papazının kızı, Bosna Beylerbeyi'nin eline geçer geçmez
güzelliği, güleçliği ve çenebazlığıyla dikkatleri çekerek saraya takdim edilen Anastasya, Birinci
Ahmed'in eşi, Dördüncü Murad ve İbrahim'in annesi Kösem Mahpeyker Valide Sultan,
memleketin başsız, tahtın vârissiz kalmaması için ne gerekiyorsa yapmakta kararlıydı. Ne yazık
ki, Sultan İbrahim Han annesinin kaygılarına karşı da, memleketin ihtiyaçlarına karşı da
alabildiğine kayıtsızdı. Tam yirmi üç sene boyunca sarayda tutuklu kalan, değil memleketin
ahvalini anlamak İstanbul'u tanıma fırsatı bile bulamayan, doğru dürüst bir eğitimden yoksun
kalan, ağabeyi Dördüncü Murad'ın, Süleyman'ı, Kasım'ı ve Bayezid'i peş peşe boğdurtmasından
sonra hanedanın tek şehzadesi kalan Sultan İbrahim Han... Kösem'in ihtiyatlı tutumu ve
ağabeyinin ani ölümüyle boğulmaktan kurtulan ama can korkusunu üzerinden çıkarıp atamayan,
tahta davet edildiği zaman boğdurulacağını sanarak kafesinden çıkmamak için tavuk gibi
çırpınan ve ancak Murad'ın ölüsünü gördükten sonra rahatlayıp, etrafındakilerin kaygılı
bakışlarına aldırmadan hoplayıp zıplayarak hasodaya geçen ve tahta oturan, haremdeki
cariyelerden alabildiğine uzak duran, Kösem'in ısrarla önüne sürdüğü birbirinden güzel kadınlara
elini dahi sürmeyen, korkunun harflerini sakallarına dizip herkesten ve her şeyden şüphe eden
Sultan İbrahim Han... Karadeniz'den gelen zahire gemilerine saldıran Kazak korsanları yakalanıp
şehrin muhtelif semtlerinde kazığa vurulurken, Macuncu Hamamı'ndan esen şiddetli rüzgâr
damların kurşunlarını söküp kasırgaya yerini bırakırken, Balat Kapısı'ndaki mumhanelerden
çıkan Harik-i Azim
[21]
Haliç boyundaki yalıları tutuştururken, peş peşe patlak veren bütün
uğursuzlukların sebeb-i hikmeti addedilen Sultan İbrahim Han... Kösem'in nazarında
soyağacında yapraksız bir dal, marazi bir can olan ve bir an evvel bir şehzade verip, ait olduğu
boşluğa dönmesi gereken Sultan İbrahim Han...
Cariyelerden biri Yahudi kadının geldiğini haber verdiğinde, Kösem Sultan daldığı
düşüncelerden sıyrıldı. Bu kadının oğlunun derdine derman olabileceğini işitmişti. Onun
hakkında pek çok şey biliyordu çünkü başkalarının hikâyelerine vâkıf olmayı severdi. İnsanların
geçmişlerini bildiği takdirde bugünlerini daha kolay anlayabileceğini, dolayısıyla yaptıkları
hiçbir şeye şaşırmayacağını, hazırlıksız yakalanmayacağını düşünürdü. Bu sebepten ötürü
Yahudi kadın hakkında da epey malûmat toplamıştı. Onun, ilmini yaşlı, Müslüman bir kadından
Dostları ilə paylaş: |