VII. ULUSLARARASI TÜRK SANATI, TARİHİ ve FOLKLORU KONGRESİ/SANAT ETKİNLİKLERİ
3
HAKÎM SÜLEYMÂN ATA ve TÜRK KÜLTÜRÜNDE HİKMET SÖYLEME
GELENEĞİ
(TRADITION OF DIVINE WISDOM SAYING IN TURKISH CULTURE)
Mustafa SEVER
ABSTRACT
“Tradition of Divine Wisdom Saying” started with Ahmed-i Yesevî was
continued by Hakîm Süleymân Ata who was one of the most important followers of
Ahmed-i Yesevî. Hakîm Süleymân Ata who died in Bakırgan (h.582) in 1186 tried
to make the ideal human being of Islamism with his divine wisdoms like his mentor
Ahmed-i Yesevî for his life. He emphasized in his divine wisdoms Islamism, ideal
social life of Islamism, commandments and prohibitions thereof, remaining loyal to
Quran and Tradition of Prophet. From this aspect he became a propagandist of
Islam to allow Islamism to be understood and lived correctly. He followed his
mentor Ahmed-i Yesevî with his wisdoms in terms of both model and context and
had an exceptional place in Yesevi’s followers. In Yasawiyya tariqa, wisdom saying
which was accepted as a task by the dervishes became a tool for telling Islam to
the public with a colloquial language and simplicity that the public could
understand. It became almost worship by reading and memorizing collectively.
İts meant that deciding on a certain subject,,with this provision also
prevents the person from abusing, quarreling, negatively, from unfortunate
behavior,
words in good fortune, righteousness, goodwill orientation content. In
addition to wisdom, such moral content words are also called "judgment".
Wisdom
is a reasonable conclusion, free from unnecessary misunderstanding.
Being Divine
Wisdom, perfection, maturity, etc. In terms of features, the Holy Quran is called
Hikmetü'n-Bâliga (Hallelujah, the wisdom that reached the end of perfection)
In this
name it is pointed out that the source of wisdom is divine.
Key words: Divine wisdom, wise, tradition, Ahmet Yesevi, Hakîm Ata
GİRİŞ
VIII. yüzyıldan başlayarak İslâmiyet’le tanışan Türk toplulukları, X. yüzyılda
(920’de) Satuk Bugra Han’ın Müslümanlığı bir devlet dini olarak kabul etmesinin de
getirdiği heyecanla kitleler halinde Müslümanlığı benimsemeye başlar. “ Saray
çevresi dışında, dervişler tarafından yürütülen propagandalar sayesinde, göçebe
Türk boylar da yeni dine kazanıl[ır]” (Melikoff 2006:158). Türklerin İslâmiyet’i
benimsemeleri, İslâmiyet’in gelişmesini ve yaygınlaşmasını sağlar. Maveraünnehir
ve çevresinin İslâm egemenliği altında olması ise, bölgedeki birçok merkezde
tekkelerin kurulmasını mümkün kılar.
İslâmiyet’i benimseyen Türkler, İslâm kültürü ve medeniyetini de tanımaya
başlarlar. Yeni bir inanç sistemi içine giren ve toplumsal yaşamlarını olduğu kadar
siyasî yapılarını ve dolayısıyla da dünyaya bakış açılarını İslâmiyet’e göre
biçimlendirmeye başlayan Türkler, İslâmiyet’in samimi ve kararlı savunucuları
olurlar. İslâmiyet’i yaymak, kural ve esaslarını anlatmakta kendilerini görevli sayan
birçok Türk derviş, Türk yurtlarına dağılır. İslâmiyet’i kabul etmiş, ancak anlamına
Prof. Dr., Gazi Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Fotoğraf ve Video Bölümü, Ankara.
VII. ULUSLARARASI TÜRK SANATI, TARİHİ ve FOLKLORU KONGRESİ/SANAT ETKİNLİKLERİ
4
vâkıf olamamış, kural ve esaslarını tam olarak öğrenememiş ya da henüz
İslâmiyet’i kabul etmemiş göçebe Türk boylarına anladıkları dil ve alışkın oldukları
şekillerde İslâmiyet’i anlatma yoluna girişirler. “Böylece eski halk edebiyatımız,
doğmakta olan yeni dinî-tasavvufî halk edebiyatına bir kaynak ve model vazifesi
görmüş olur. Hikmetlerin şekil, ölçü ve anlatım yöntemi açısından eski, ruh ve konu
bakımından yeni oluşunun nedenleri budur” (Eraslan 1982:156). Hikmetlerle
İslâmiyet’i anlatmaya ve yaymaya çalışan sufîlerin geniş halk kesimlerince
benimsenmesi, sevilmesi ve çevrelerinde toplanmaları oldukça olağandır. F.
Köprülü’nün ifadesiyle ilâhîler, şiirler okuyan, Allâh rızâsı için halka birçok iyiliklerde
bulunan, onlara cennet ve saadet yollarını gösteren dervişleri Türkler, eskiden dinî
bir kutsiyet verdikleri ozanlara benzeterek hararetle kabul eder, dediklerine
inanırlar. Bu suretle eski ozanların yerini “ata” ve “bab” unvanlı birtakım dervişler
alır (Köprülü 1984:19). Bunlar, göçebe Türkler arasında, yani Sir-derya
kenarlarında ve bozkırlarda mevsimlere göre yer değiştiren göçebe Türk
toplulukları arasında, onlar için anlaşılması güç İslâmî kural ve esasları onların
anlayacağı yalın ve anlaşılır bir şiir dili ile anlatan dervişlerdir. “Ahmed Yesevî’nin,
bu dervişlerin çok üstünde bir derviş olarak” (Güzel 2004: 176). İslâmiyet’in Türkler
arasında benimsenmesi ve yayılmasında gerek yaşayış ve tavırlarıyla gerekse
kurduğu tarikat ve söylediği hikmetlerle büyük hizmetleri olmuştur.
Yaşadıkları geniş coğrafya gereğince Türkler, İran ile sürekli ilişki içerisinde
olmuşlardır. İslâmiyet’i kabul eden, ancak ona kendi eski inançlarını da katan ve
kaynaştıran Farslar, dil ve edebiyatlarını da İslâmî bir şekilde geliştirirler. F.
Köprülü’nün ifade ettiği gibi, (Köprülü 1984:20) Farsçaya yeni dinle birçok Arapça
sözcük girdiği gibi nazım şekli, vezin, belâgat kuralları da geniş oranda Arapçadan
alınır. Eski İran’ın hece ölçüsünden, eski nazım şekillerinden, edebî
anlayışlarından hemen hiçbir şey kalmamış gibidir; ancak çok eski bir edebî
geleneğe sahip İranlılar, güçlü Arap nüfuzuna rağmen edebiyatlarında kendi
şahsiyetlerini yansıtırlar; aruz ölçülerinden yalnız kendi zevklerine uygun olanları
alırlar. Rubâ’î şeklini icat eder, kaside ve gazele yeni bir anlayış getirirler ve
bunlardan da önemli olarak eski mitolojiyi canlandırarak Arap edebiyatının
tamamıyla yabancı bulunduğu bir destan devri açarlar. Öyle ki 11. yüzyılda yeni bir
İran edebiyatının oluştuğu söylenebilir. Türkler, İslâmiyet’in birçok unsurunu
doğrudan Araplardan almak yerine Acemler aracılığıyla almışlardır. İslâm kültürü,
Türklere İran kültürünün merkezi olan Horasan yolu ile Mâverâünnehr’den geçerek
gelmiştir. Mâverâünnehr’in birçok büyük merkezi mânen Türk olmaktan çok İranî
idi. İslâmiyet’ten de önce tanıştıkları için Türklere yabancı gelmeyen İranlılar, İslâm
medeniyeti dairesine girmek için yine onlara yol gösterici olurlar ve bu durum, Türk
edebiyatının gelişimi üzerinde dil, ölçü ve şekil açısından yüzyıllarca etkisini
gösterir.
Ahmet Yesevî ile başlatıldığı kabul edilen Tasavvufî Türk Edebiyatı; şekil,
dil ve anlatım açısından İslâmiyet öncesi Türk edebiyatının özelliklerini gösterir.
Özellikle tekke ve zaviyelerde gelişen bu edebi anlayış, “Türk’ün inanç ve
duygularına, bediî zevklerine tercüman olmuş, ahlâkî değerlerini kuvvetlendirmiş,
yeni ruh ve düşünce genişliği ile insanımızın hayat ve kâinata bakış tarzını
değiştirmiş ve onun mânevî hayatını beslemiştir” (Eraslan 1982:153).