Türk küLTÜr tariHİnde spor



Yüklə 130,22 Kb.
səhifə3/3
tarix21.03.2018
ölçüsü130,22 Kb.
#32709
1   2   3

Er Koşay, Cakıp Ağanın Kırgızlar'ı ile Altaylar'a sürülmekten kurtulup Kalmuk ve Çinliler'le mücadeleye devam etmiş, başından büyük sıkıntı ve ıstıraplar geçmiş, sonuçta Tanrı dağlarının bir köşesinde kurgan (kale) kurup "azıp-tozmuş" Kırgızlar'ı toplayabilmişti. Kırk yiğidi ile Isıkgöl yakınlarına Manas'ın gelmiş olduğunu haber alan Er Koşay, Manas'ı karşılamak için savaşçı erlerini topladı. Kendisi de savaşa ya da askerî törene hazır savaş komutanı gibi silahlanmıştı. Isıkgöl yakınında Er Koşay'la Manas karşılaşıp öpüştüler. Manas, kısa bir nutuk ile kendisinin ve arkadaşları olan "kırk" ların Koşay'ın emrinde bulunmak üzere geldiklerini anlattı. Bu nutku dinleyen Er Koşay'ın gözleri yaşardı. Manas'ın kurgana beraber gelmesini istedi. Manas'ın kırkları atlarından inip Er Koşay'ı Türk töresince diz çöküp selamladılar. Kurgana girdiğinde, halk doksan kara boğayı kurban olarak kestiler. Er Koşay altından yapılmış kuşağını boynuna dolayıp ağlayarak, yaradana yalvarıp genç kahramana başarılar diledi. Sonra, bembeyaz, lekesiz kısrağı kendi eliyle getirip, Manas'a uzun ömür ve başarılı hayat dileyip ellerini açıp dua kıldı. Beyaz kısrak da Manas için kurban oldu.

Aynı şekilde, Çin kaynaklarında, Çince "Kao-ch'e" (kağnılı) ve "Tie-le" denen Türk boylarından sayılan Ak Hunlar arasında da, alplık teşkilâtı vardı. Bellerindeki kemerle belirginleşen bu alplar, yirmi veya daha fazla kişilik gruplar teşkil ediyordu. Bunlar beraber şölen kurar ve içki içerlerdi. Malları ortak idi. Alplar düzenlenen bir şölenle Skitler'in, Hunlar'ın ve Türkler'in gök tanrısı ile savaş tanrısı sembolü "kıngırak" (kılıç)ı tanık göstererek and içerler, birbirlerine bağlılık andı yaparak aralarında alp birliği oluştururlardı. Belirti işaretlerinden biri de, bellerine bağladıkları kemerlerdir ki, buna "kur" adı verilirdi. Bunlara kılıç veya kama ile birlikte, düzeyi gösteren kemik bir levha ve Türkçe "suvluk" denilen mendil asılırdı. Alplar, birbirini eğilerek selamlarken "suvluk" yere değerdi. Yine, alpları belirleyen "suvluk" adı verilen mendille ilgili olarak görülen Orhun Yazıtları'nın çevresindeki heykellerde, diğer Orta Asya ve Sibirya taş ninelerinde olduğu gibi, sağ elleri ile bir şey tutmuş gibi yukarı kaldırmışlardır. Bu an'ane hemen hemen bütün Orta Asya heykellerinde görülür. Elinde mendil tutan heykel geleneği, bir alp sembolü olarak çok eskiye dayanan dinsel bir gelenekti.

Alpların bağlılık andı içmek ve "kur" denen askerî kemerle, kılıç, kama veya sadak kuşanmak gibi, Türk alp teşkilâtına özgü törenler, kökeni çok eskiye inen ve inisiasyon mahiyetinde zorlu sınavların sonucu idi. Üyeleri bu günkü deyimle "sporcu" olan ve milâttan önce altıncı yüzyılda kurulan alplık teşktilâtı üyesi bir alpın, alplık işaretleri ile milâttan sonra üçüncü yüzyılda Avrupa'da, Atilla'dan sonra büyük bir devlet kuran Avarlar'a ait alplık belirtilerinde kesin bir benzerlik göze çarpmaktadır ki Avarlar'ın bayrağının at üzerindeki binicinin geriye ok atar bir şekilde alp tasviriyle şekillendirilmesi en güzel kanıt teşkil eder. Bu olay, sonradan diğer Türk boylarının da aynı teşkilâtı kurduklarını ifade etmektedir. Alplık ve örgütü ile bunu vurgulayan belirtiler, bütün Asya'da yaygın olarak varlığı görülür. Alplık, savaşçı kimliği temsil ederdi.

Manas destanında anlaşıldığı kadarıyla, alplık örgütünün, Kırgızlar'da da varlığı bilinmekte, güçlü bir geleneğinin bulunduğu görülmektedir. Atına perçemli, saçaklı kuşak bağlayan Almambet "klişe" sözcüğüyle alplığın işaretlerini vurgulamak suretiyle, örgütün efsanevî dönemden itibaren, varlığına ışık tutmaktadır.

Köktürk döneminden önce kahramanlık ile belirginleşmiş, sembolü kılıç olan savaş tanrısına mensup, ok atmada bilinen, belinde kemer, kılıç ve şarap kadehi taşıyan atlı bir alp şahsiyeti ve böyle alpların kurduğu teşkilât gelenek şeklinde idi. Nitekim Köktürk dönemi (M. 550-745) mezar taşlarındaki yazılar da, bir alp kavramının varlığına işaret etmektedir. Clausen, Hun Devleti'ndeki "bagatur" kavramının Türkçe karşılığı olarak "alpagut" kelimesini göstermektedir. Köprülü ve Malov'da "alp", "alpagu" deyimlerini, İç Asya geleneğine bağlamaktadırlar. Nitekim, Kaşgari, "alp": yiğit, kahraman, bahadır..., "Alpagut": Tek başına düşmana saldıran, hiçbir yandan yakalanmayan yiğit, her türlü silahı ustalıkla kullanan karşılaşmacılar olarak anlatılır: Alpların işaretlerinden biri de, atlarının kuyruğunun ipek ile örülmüş olması idi. Hem öne, hem arkaya, aynı kolaylıkla ok atan kimse, başlığına çift şahin kanadı takardı.

Köktürk dönemi kitabelerinde "bilge" ve alp olmak yanında "erdem" sahibi olmak da gerekmektedir. Alplık gibi "erdem" de aslen erklik ile ilgili bir değerin ifadesi olmakla beraber "fazilet" anlamına geldiği de sanılmaktadır. Alplık ve erdem sahibi olmak yolu ile, "er atı" (er adı) kazanılmakta idi. "Er atı" alan ise, "bengü taş" denen ve faziletini ebediyete kadar bildirecek bir abidevi mezara hak kazanıyordu. Malov, er adı alan kimseler arasında, kitabelerde "el eş" ismi ile anılan bir alplar teşkilâtının var olduğunu sanıyor. Baykal gölünün batısında bulunan kurganlara ait kaya resimleri, onların yaşayış tarzları hakkında çok değerli bilgiler sunmaktadır. Kaya resimleri arasına, Göktürk alfabesi ile yazılmış, mesela "er" ibaresi geçmekte ki, bu örgütün yaygınlığını göstermektedir.



Alpın gerek savaş ve gerek barışta yanından ayrılmayan gözü pek kırk yiğidi vardır. Bu olgu da alplar arasında belirginleştikleri alanlarla ilgili bir kademeleşmenin varlığı söz konusuydu. Manas'ta eski inanışlarla ilgili olarak Türk mitolojisinin bir unsuru olarak dikkati çeken sorulardan biri de kahramanın kırk yiğididir. Dede Korkut hikâyelerinde ve diğer destanlarda olduğu gibi Manas'ın da kırk yiğidi, savaş arkadaşı konumundadır. Onların kırk kişi olması eski inançlardan kaynaklanır. Eskiden Türkler, savaş kahramanlarına, alp, er ve çor adı verirlermiş. Örneğin; Küli çor, Mayun çor vb. destanda bu iki ad, Kül Çora ve Kan Çora olarak geçer. Maalesef Radloff, Kül kelimesinin Farsça'daki "gül" den geldiğini söyler (Jirmunskiy). Destandaki Kül Çora'nın Orhun yazıtlarındaki bahadır Kül Çora ile belirli bir ilgisi vardır. Bunun "gül" anlamı ile ilgisi düşünülemez. Çünkü savaş bahadırı ve onun ismi, Türkler'de aslana, parsa, göçebe hayatında bu çevrede savaşan Türk insanının zevkine dünya görüşüne uygun nesnelere benzetilirdi. Bunlar köle değil, boylu soylu il beyleri olan alplardır. Kendileri de destanlarda önemli rol alan birer kahramandırlar. Aralarında rütbe farkı vardır. Manas'ın kırk yiğidinden biri olan Prens (tigin) Almam Bet, dünyanın dört tarafını saran Oyrat Hanı Kara Han'ın oğludur. Sonradan Manas'ın hizmetine girince Manas onu manevî kardeş edinmiştir. Bu nedenle diğerlerinden üstün tutulur. Manas'taki kırk yiğit çıkar esasına dayanır ve akınlardaki ganimetten onlar da pay alır. Türk destanlarında kısaca kırk yiğit olarak tanımlayabileceğimiz bu kişiler, her türlü ihtiyaçlarının karşılanması konusunda, liderin sorumluluğu altında bulunmaktadırlar. Manas Destanı'nda Manas, kırk çoranın aile büyüğü gibidir. Çoralarını aştan aç, attan yaya, dondan açık koymamak, bir ganimet alındığında eşit olarak pay etmek ve kendisi evlendiğinde kırk çoraya da kırk kız almak zorundadır. Dede Korkut Hikâyeleri'nde de hanlar hanı Bayındır Han da yılda bir kere toy düzenleyerek mal varlığını yiğitlerine yağmalatmakta, böylece, "potlaç" düzenleyerek bir sosyal adalet sağlanmaktadır. Oğuz destanında ise, Oğuz Han ile beraber kırk yiğit anılmamakla birlikte, yine Oğuz Han'ın toy düzenleyerek aynı zamanda ordusu olan ilini topladığını, kırk gün kırk gece yiyip içip eğlendiklerini görmekteyiz. Bunlardan soylu olmayanı bile toplum içinde saygı görürdü. Manas öldüğü zaman, kırk yiğidi Manas'ın oğlu Semetey'in emri altına girmek istemezler. Semetey'de onları öldürür. Bu kırk yiğidin motifini destanlardaki hatunların çevresinde de görüyoruz. Manas'ın baş hatunu Kanıkey Hatun'un da babasının evinde kırk kızı vardı. Bunlar da han kızının çevresi idiler. Kırk yiğitler, Dede Korkut destanında alpların en yakın silah arkadaşlarıdır. Buradaki bazı hikâyelerde sayıları başlarındaki beyle birlikte kırkı bulur. Bay Beyrek hikâyesinde, Bay Beyrek onları otuz dokuz yoldaşım diye anar. Bir alpın yiğitlerinden ayrı düştüğü zaman, düşman tarafından pusuya düşürüldüğüne de şahit oluyoruz. Çinli Esen Han'ın ziyafetinde Manas, kırk yiğidinden ayrı sofraya oturduğu için Esen Han tarafından kendisine zehir içirilir, yiğitleri yanında olmadığı için kimse farkına varmaz, sonra eşi Kanıkey Hatun tarafından kurtarılır. Burada kırk yiğit kavramı önemli bir yer teşkil etmektedir. Dede Korkut'taki Oğuz beylerinin kırk yiğidi Türk mitolojisinin hiç değişmeyen bir motifidir. Her kahraman ve cesur yiğidinin, aralarında rütbe sırası bulunan böyle bir yakın çevresi vardır. Manas Destanı'nda Almambet ve Bakay'dan sonrakiler çoro/çora veya eren ünvanını kullanırlardı. Manas'ın iki tip arkadaşı vardı. Destanda bunlar can ve mal dostları olmak üzere ikiye ayrılıyordu. Manasla kırk yiğidi arasındaki arkadaşlık Bahaeddin Ögel'e göre mal ve yağma esası üzerine dayanmıştır. Aralarında bir devlet yönetimini paylaşma, savaş ve askerlik düzeni yoktu. Bu görüşe rağmen destana bakıldığında kırk yiğidin her zaman Manas'ın yanında olduğu anlaşılır.

Sonraki, takip eden dönemlerde "Cilasun", "koca" veya "alp" adı ile varlığını ve geleneğini sürdüren, kırkar kişilik bir arkadaşlık ve kardeşlik örgütü niteliğinde, serdarlık teşkilâtı vardı. Yağmalarda belirginleşmiş başkanlara serdar denir. Kahramanlar bahadır diye övülürdü. Resmi teşkilâtın dışında, serbest ve bağımsız serdarlık teşkilâtına katılan serdarlar, "serdar" ünvanını yaptıkları işlerle kazanmış olan doğal komutanlardır. Kendi kendine yeterli ve iş görürlerdi. Serdarlardan biri çadırın önüne bir bayrak dikince, bunu görenler, yeni akına davet olunduklarını anlarlardı. Akına katılmak isteyenler, serdara başvurarak toplantının zamanını öğrenirlerdi. Toplanma gününde birleşerek ne şekilde hareket edileceğine karar verirlerdi. Bunu, yalnız serdar bilirdi. Oğuzlar'da, han varsa, serdar handan izin alırdı. Dede Korkut hikâyesinde serdar Kazılık Koca'nın, Bayındır Han'dan akın dilemesi buna güzel bir örnek teşkil ettiği görülmektedir.

Gerek Pi-yung adı ile olsun, gerekse "El-eş" adı ile ve de gerekse serdar adıyla kurulmuş bulunsun; gençlerin alplık örgütüne katılma ölçütü sportif faaliyetlerde toplum içinde yükselmiş olmaktı. Yani göze çarpan en önemli nokta, teşkilâta üye kabulündeki ölçütün yalnız savaşlarda başarılı olmak değil, aynı zamanda sporda, yani; okçulukta, güreşmekte, binicilikte ve avcılıkta toplum içinde yükselmiş olmak gereğidir. Bu durum, şuurlu ve sistemli beden eğitimi faaliyetlerinin ve teşkilâtlanmanın, Türkler tarafından, bilinenden çok daha önceki dönemlerde ortaya çıkarıldığı fikrini hakim kılmaktadır. Nitekim milâttan önce altıyüzkırkbeş yılında, o günün sporcuları alplar tarafından kurulan, sporda ve savaşta kendini göstermiş kadın ve erkeklerin toplandığı, bir spor kulübü anlayışının Türkler'de 3000 yıl önce gelmiş olduğunu göstermektedir. Bu anlamda olmak üzere, Çinli seyyah Son-Wen, Orta Asya'da seyahati sırasında Kavişka şehrinde gördüğü, Türkler'ce düzenlenen bir spor karşılaşmasını şöyle anlatıyor; "Mabetlere, bağlı spor kulüpleri sık sık büyük bayramlar organize ederler. Aralıksız üç gün üç gece devam eden bu bayramlarda pehlivanlar güreşir, insanlar koşar (yarışır), atlar koşturulur, top oynanır, ok atılır" Çinli seyyahın ifadesinden de anlaşılacağı üzere, alpların birliği şeklinde oluşturulan, o günkü şartların spor klüpleri diye niteliyebileceğimiz tabii örgütler ve onların organize ettikleri, tamamıyla beden eğitimi aktivitelerine dayanan, spor bayramları düzenlemek suretiyle faaliyetlerde bulunmakta idiler. Eski Türkler'de böyle bir teşkilâtlanma anlayışının gelişmiş olması, yüksek bir spor kültürünün varlığını göstermektedir.

Mabetlere bağlı spor kulüpleri sık sık büyük bayramlar organize ederler. Aralıksız üç gün, üç gece devam eden bu bayramlarda pehlivanlar güreşir, insanlar koşar, atlar koşturulur, top oynanır, ok atılır. Bir atlas kumaş üzerine konan küçük hedefe oku hedefleyerek vuran o ülkenin bir günlük beyi ilan olunur ve o gün için beyin bütün haklarını kazanır. Bu olay Dede Korkut Hikâyelerinde de aynen görülmekte olup, Bamsı Beyrek'te ok atıcılığındaki başarısından dolayı, Kazan Han tarafından, ödüllendirilerek bir gün han ilan edilmiştir.

Alplar'ın savaş araçlarından ve simgelerinden birisi de Kargı (mızrak) idi ve at üstünde uzaktan bir saldırı silahı olarak kullanılırdı. Aynı zamanda sportif karşılaşmalarda ve avlarda alpların eğitim amacıyla da kullandıkları görülür. Nitekim, Manas Destanı'nda Manas ile Kalmuk Hanı Kongurbay arasındaki karşılaşma, kargı ile mücadelenin, zorluklarını bütün açıklığı ile ortaya koymaktadır. Yine, aynı destanda bu silahın Asya'daki tarihinin, efsanevî dönemlerden bu yana varlığını göstermektedir. Nitekim, Göktürk yazısı ile yazılmış yazıtlarda "mızrak" anlamına gelen "süngü" kelimesine çok rastlıyoruz. Uzun mızrak ucuna, buluntular arasında, Altaylar'daki Katanda Kurganı'nda rastlıyoruz. Yenisey de Karayüz Sulek Kaya resmindeki süvari resminde uzun mızrağın varlığı görülür. Benzeri bir kabartma resmini de Bulgar Türkleri'ne aittir - Madara'da görmekteyiz. Kabartmada, yüzünü karşıya doğru çevirmiş, saçları omuzlara kadar dökülmüş ve elbisesi bazı kıvrımlar yaparak dizlerine kadar dökülen bir süvari (alp) vardır. Sırtına kargı saplanmış bir aslan ise, süvarinin atının ayakları altında bulunmakta ve atın arkasından da bir av köpeğinin koştuğu görülmekte idi. Kargının ucuna eski Türk tuğlarında olduğu gibi bir at kuyruğu bağlanmıştı. Yine, aynı yerdeki diğer kabartma kaya resimlerinde, efsanevî dönemden bu yana alplığın sembolü olan, alpın "elinde bir kadeh tutması" simgesi resmedilmiştir.

Yine, çeşitli kaynaklarda kökü efsanevî dönemlere kadar uzanan, esası savaşçılık eğitimi olan, Türkler'in 1,5 m. uzunluğunda, ucu sivri mızraklarla, taze selvi ağacından yapılmış hedef levhalarını delme ya da mızrakları ve sivri değnekleri toprağa saplama yarışmaları düzenledikleri belirtilmektedir.

Alpların en çok önem verdikleri; hem spor, hem de bir savaş sanatı olan okçuluk, Doğu Asya halklarında kökü çok eskiye, erken dönemlere kadar inen dinsel bir faaliyet olarak doğmuştur. Ayinsel işlevi kötü ruhlara savaş espirisi üzerine kurulu olan bu etkinlik, zaman içerisinde, niteliğini kaybederek, sportif bir oyun, bir savaş eğitimi halini almıştır. Bu konuda en eski belgeler İ.Ö. 1000 yıllarına ait olması gereken, bu belge, kayalara işlenmiş bir fresktir. Yarış amacıyla ok atmada Türkler, elli metre aralıklarla yere dikilmiş olan hedef levhalarına doğru dörtnala koşan atlarının üzerinde doğrulup oklarının ilkini karşıdan, ikincisini yandan, üçüncüsünü de hedefi geçtikten sonra, geriye dönerek atma suretiyle isabet ettirmeye çalışırlardı. Bu tarz bir atış bu gün Japonya'da dinsel törenlerde uygulanmaktadır. Eskiden de Türkler, gök gürlediğinde ve güneş tutulduğunda, bu olayı kötü ruhlara yorar ve dört bir yana ve ayrıca da göğe doğru ok atarlardı. Bilindiği gibi ok, aynı zamanda savaş tanrısının da sembolü idi.

Yapılan irdelemeler sonucunda anlaşılacağı gibi, güç olgusu alplık kavramıyla belirginleşirken, vücut kültürü de alpların fiziksel aktiviteleri ile şekillendiği görülmektedir. Dinsel ve doğaüstü bir güçten kaynaklanan şövalyelik ruhu, fiziksel aktivite niteliğindeki sportif oyunların da felsefesini oluşturmuştur. Bu nedenle alplar erken dönemin zorunlu sporcuları olarak değerlendirilirken, onların örgütlenmelerini de ilkel spor klüpleri olarak görebiliriz. Cesaret deneme ya da gençlik evleri, okçuluk geliştirme evleri bu anlamda en güzel örneklerdir. Yine Pi-yung'da burada hatırlanabilir. Alpların hayatında yer alan her gelenek bir sportif aktivite ortamı yaratmaktaydı. Alpın doğumundan ölümüne kadar olan sürenin her anı bir tören zinciri ile örülü olup, her törende bir sportif oyunlar zamanı olarak gerçekleştiriliyordu. Bu bozkırda yaşamanın zorunlu bir sonucu idi. Her zaman ve hep güçlü olmak, gücü ve becerisi ile belirginleşmek, yine belirginleştiği alanda performansının ve başarısının sürekliliğini sağlamak, onun sosyal statüsünü belirlerdi. Hatta bu yolla aristokrat kökene sahip bir aile oluşturmak bile söz konusuydu.



Bozkır bir alp için bütünü ile bir spor alanıydı. Avlanmakla savaşmak, sporla döğüş arasındaki farkı ortaya çıkarırdı. Avda, tabii ortamında, bütün fiziksel aktiviteler sportif oyun olarak canlı hedeflere karşı gerçekleştirilirken, savaşta elde edilen birikimler kullanılırdı. Bu anlamda sürek avları alplar için eğitim ve öğretim ortamı sağlardı.

Bozkır halklarının günlük hayatında yer alan, periyodik zamana bağlı, spor bayramlarının bulunması kapsamlı ve köklü bir spor kültürünün varlığına, hatta sporun spor olarak yapıldığı bir geleneğinde söz konusu olduğu açıktır. Örneklendirilmesi gerekirse, okçuluk bayramı bütün Asya'da yaygın bir uygulama idi. Her yıl belli bir zamanda düzenlenirdi. Bu geleneğin Asya'daki bütün halkların katılımıyla gerçekleştiriliyor olması, olaya uluslararası bir boyutta katmaktadır.
Yüklə 130,22 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©www.genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə