Microsoft Word Yavuz Bahadiro\360lu Buhara Yan\375yor doc



Yüklə 0,54 Mb.
Pdf görüntüsü
tarix08.05.2023
ölçüsü0,54 Mb.
#109152
Yavuz Bahad ro lu - Buhara Yan yor



Yavuz BAHADIROĞLU Buhara Yanıyor 
KARANLIKTA BĐR BASKIN 
Karakum çölünün eteklerine kadar uzanan orman derin 
bir sessizliğe gömülmüştü. Bazen bir baykuş sesi, bazen bir ça- 
kal çığlığı sükûneti bozuyor, bazen de bir kurt uluması duyu- 
luyordu. 
Kış erken bastırmıştı. Zemin ince bir kar tabakasıyla kap- 
lı idi. Üstüne ay ışığı vurdukça yer yer parlıyor, gümüşî kıvrım- 
lar meydana geliyordu. 
Süvari yorgun görünüyordu. Atının yularını bırakmış, buz 
tutan ellerini gocuğunun içine sokmuştu. Ne yapsa yine de ısı- 
namıyordu. 
Steplerden esen soğuk rüzgâr yanaklarını kamçılıyor, sırtım 
ürpertiyordu. 
— Amma da soğuk, diye mırıldandı. Dişleri birbirine vur- 
du. 
— Bir sığınak bulmam gerek, yoksa bu hava sabaha kadar 
iliklerimi dondurur. Celaleddin'in sözünü dinlememekle hiç iyi 
etmedim. Karda kıyamette avlanmak vakti değil diye nice ısrar 
etmişti. Bu iş ciğerime işlemiş bir kere. Vazgeçmek elimde değil. 
Bunca savaşlarda bulundum, vücudumda mızrak değmemiş, kı- 
lıç kesmemiş bir parmak yer kalmadı. Ama yine de avcılık... 
Gökyüzüne baktı. Ayın bir yanı bulutla örtülnuiştü. Etra- 
fında yıldızlar, sanki raksediyordu. 
— Herşeye rağmen güzel bir gece, şu dondurucu soğuk 
da olmasa! Bilmem ki ısınmak için ne yapmalıyım? 
Atının yanıbaşında yürüyen av köpeğine baktı. 
- 9 _ 
— Sen de üşüyor musun yoksa Baydar? Hakkın var, hava 
çok soğuk; bereket, tüylerin var. Dua et ki, Allah seni tüylü 
yaratmış. Ya bizim gibi bir sürü paçavra sarınarak ısınmak zo- 
runda kalsan, halin ne olurdu?... 
Bu tazıyı iki yıl kadar evvel Kitayh bir çetenin hücumun- 


dan kurtardığı ihtiyar Türkmen hediye etmişti. 
Her avda yanında bulundururdu. Doğrusu çok işine yarı- 
yordu. Av sürmesine diyecek yoktu. En kıt zamanlarda bile 
bulur buluşturur; ya bir tavşan veya bir geyik, yahut da başka 
bir av hayvanını sahibinin önüne sürerdi. 
Đyi şeyler alıştırmıştı ona. Bir insan kadar anlayışlı ve zeki 
idi. Git dediği yere gider, yap dediği şeyi yapardı. Öyle terbiye 
etmişti. 
— Yoruldun mu Baydar?... 
Tazı memnun olmadığını belirtmek için acı acı uludu : 
— Yorulmuşsundur. Haklısın ama, o kadar uzun zaman 
oldu ki bu dağlara çıkalı. Üstelik arkadaşlarımızı da kaybettik. 
Kabahat onlarda; buluşma yerine gelmediler. Amma da sis 
çıkmıştı değil mi? Đnsan bir adım ilerisini seçemiyordu. Belki 
buluşma yerimizi şaşırmışlardır, kimbilir? 
Köpek yine uludu. Bu uluma öncekine nazaran daha bir 
tuhaftı. 
Atlı, hayvanının huyunu çok iyi bilirdi. Bir tehlike sezmiş 
olacaktı. Ama bu soğuk gecede, bu orman içinde kim olabilirdi 
kendisinden başka? Kim cesaret edebilirdi? 
Atlı biraz hayale kapılıyordu. Bilmesi lâzımdı ki, koca 
Harzem Ülkesinde kendisi gibi cesaret sahibi binlerce kişi var- 
-dı. Bunların bazıları cesaretlerini milletleri, devletleri yoluna 
harcarken, bazıları da kendi menfaatleri için kullanırdı. 
Cesaretlerini kendi menfaatleri için kullananlardan üçü, 
atlıyı ne zamandır gözlüyordu. Ormanlık bölgeden çıplak saha- 
ya çıkmasını bekliyorlardı. Saldıracaklardı. 
Atına ve çizmelerine ihtiyaçları vardı. Đkisi atsızdı çünkü. 
Bir at üç kişiye az geliyordu. Nöbetleşerek biniyorlardı. En az 
_ 10 — 
iki ata daha ihtiyaçları vardı. Böylece daha rahat menfaat temin 
edebileceklerdi. 
— Hey!... dur bakalım delikanlı. 
Atlı irkildi. Kendisine böyle hitap eden adamın, önce ke- 
fenini hazırlaması gerekirdi. Hem nasıl olurdu da bu soğukta, 
bu ıssız orman içinde insan bulunabilirdi?... 


Sol eliyle atmm yularını kavrarken, sağ elini de eğri kılıcına 
attı: 
— Kimsiniz?... Diye bağırdı. 
Karşılık çabuk geldi: 
— Bu ormanların sahibi... 
Atlı, soğukkanlılığını hiç kaybetmeden tekrar sordu ; 
— Adını söyle?... 
— Sarı Lagod... 
— Ha!... şu eşkiya, ne istiyorsun?... 
— Önce atını ve çizmelerini, direnirsen canını!... 
Süvari bir kahkaha attı: 
— Canımı sen mi verdin ki sen alasın orman çakalı? Yıkıl! 
— Ölüm emrini kendin verdin. 
Biri atlı ikisi yaya üç eşkiya ağaçların arasından fırladılar. 
Avcı yana sıçradı. Gözlerini kıstı, burnunu çekti. Nihayet bir 
parça ısınabilecekti. Eşkiyalardan ikisinin yaya olduğunu gö- 
rünce hayli rahatlamıştı. 
— Uğrular, yaklaşın bakalım, diye gürledi. Kılıcını uzattı: 
önce atlı eşkiya önüne dikildi. 
— Đsmimi duymamış olacaksın delikanlı, yoksa korkudan 
•ölüp gitmen gerekirdi. 
— Yok, ismini çok duydum ama, davulun sesi uzaktan 
kaba gelir. Nice yiğit olduğunu, şuracıkta anlayacağız. 
— Kolla öyleyse!... 
— Gel!... 
Đki çelik şiddetle çarpıştı. Kıvılcımlar uçtu. Aynı anda iki 
hasım da birbirlerinin küçümsenecek silâhşor olmadıklarını an- 
ladılar. San Lagod : 
- 11 _ 
— Fenaya benzemiyorsun, dedi. 
— Sen de iyisin, böylesi daha işime geliyor. Söyle adamla- 
rına açık dursunlar, kalleşlikten nefret ederim. 
— Yanılıyorsun. Bizde bir anane vardır. Biri dövüşürken 
öbürü seyreder. Teke tek... 
— Bir eşkiya için hayli namuslu bir yol. 


— Ne sandın? Haydi yallah!... 
— Boşuna ümitleniyorsun, benim de kendime göre usul- 
lerim vardır, her zaman rakibimin hamlesini beklerim. 
— Kolla!... 
Kılıçlar yine tokuştu, ama bu sefer ayrılmadılar. Usta ha- 
reketlerle vuruşmaya başladılar. Đki eşkiya kenardan seyrediyor- 
lardı. Biri: 
— Bu sefer bizimki ağzına lâyık bir lokma buldu, ne za- 
mandır ağız tadıyla dövüşmediğinden yakınırdı. 
— O kadar asil bir görünüşü var ki, adeta bir bey. Çin'de 
olsa başkumandan filan yaparlardı garanti. Ama Harzem ülke- 
sinde insanın kıymetini bilmiyorlar... 
— Bak, bak!... 
Ay ışığı kılıçların sivri uçlarında oynaşıyor, parlatıyordu. 
Sarı Lagod'un hasmı hayli zor bir duruma düşmüştü. Đki se- 
yirci eşkiya da oldukça meraklanmışlardı. 
— Bizimki kazanacak galiba... 
— Hiç belli olmaz bu işler, ama kazanamazsa hayret ede- 
rim. Temür Melik bile bizimki kadar usta kılıç kullanamaz. 
— Ya... 
— Bak hele, hele bak sen!... 
— Dürtmesene, görüyorum işte. 
Kavga giderek şiddetlenmişti. Bü sefer de Sarı Lagod sı- 
kışık durumda idi. Öbürü alay etti: 
— Tükendin mi eşkiya bozması?,.. 
Alından yıkılırken de böyle söyleyebilirsen bravo... 
_ 12 — 
— Söylerim hiç kaygılanma, çünkü attan yuvarlanacak 
olan ben değilim. 
— Sen öyle zannet. 
— Katiyen biliyorum. Yoruldunsa arkadaşlarından biri de- 
ğişsin, ha, ne dersin?..'. 


— Seni yıkmadan yorulmam... 
Oysa solumağa başlamıştı. Baydar yeri eşiyor, sahibinin 
emrini bekliyordu. Ama sahibi atılması için «Tut» emrini bir 
türlü vermiyordu. Baydar akıl erdirememişti buna. Yalnız diş- 
lerini göstererek iki seyirci eşkiyaya bakıyor, arada bir kulakla- 
rım dikiyordu. 
— Görüyor musun şu zağarı, bizi nasıl da gözlüyor? 
— Zağar mı, hiç de benzemiyor doğrusu? 
— Zağar değilse ne? 
— Bilmem; daha çok bir kurda benziyor da... 
— Kurtköpeği herhalde... 
— Olabilir. 
—Dikkat Lagod! 
Fakat ikaz gecikmişti. Lagod'un kılıcı elinden uçmuş, beş 
adım öteye düşmüştü. 
— Vay! Diye bağırmaya ancak fırsat bulabildi. Atılmak 
için hazırlanan adamlarına döndü : 
— Durun! dedi. Bu oyunu bilen tek bir silahşor işittim, 
Temür Melik... 
Başını şimşek gibi rakibine çevirdi: 
— Sen Temür Melik misin?... 
— Ta kendisi... 
— Niçin daha evvel söylemedin?... 
— Fırsat mı kaldı? Hem değişen ne olacaktı? 
Sarı Lagod boynunu büktü : 
— Đstersen beni öldürebilirsin. 
— Yenildiğin için üzgün görünmüyorsun. 
- 13 - 
Omuzlarını silkti • 
— Niçin üzüleyim? Beni yenen alelade bir silâhşor olsa 
kahrımdan mutlaka ölürdüm. Ama Temür Melik ise... 
— Evet... 
— Đftihar ederim. 


Temür Melik kılıcını kınına soktu : 
— Dilersen birlikte yol alalım, nasılsa ısındık. Arkadaşların 
da isterlerse kendi kendilerine oynaşarak ısınsınlar, isterlerse 
koş- 
sunlar. 
— Nereye gideceğiz? 
— Bir sığınak aramaya... 
— Gelin benim mağaraya gidelim, emin bir yerdir, sabaha 
kadar rahat bir uyku çekebilirsin. 
Temür Melik hiç tereddüt etmedi. Başını indirerek, kabul 
ettiğini bildirdi. Geri döndüler. Sarı Lagod'un mağarasına ka- 
dar ancak birkaç kelime konuştular. Đçerisi sıcaktı. Ateşi can- 
landırınca daha da ısındı. Etrafına çöktüler. 
— Oysa iyi bir delikanlıya benziyorsun, neden bu sarp yo- 
lu seçtin?... 
Sarı Lagod başmı salladı, derin bir nefes aldı. 
— Uzun hikâye, dedi; anlatmaya değmez, çünkü çok eski... 
— Yine de dinlemek isterim. 
— Peki öyleyse, anlatacağım. 
— Dinliyorum. 
— Ben henüz on yaşında idim. Annem ve babamla birlikte 
steplerin eteğinde küçük bir kulübecikte yaşıyorduk. Rahattık. 
Hayvanlarımız vardı. Boş zamanlarında babam ava çıkardı. 
Bir gün baktık stepler sürü ile atlılarla dolmuş. Bağıra ça- 
ğıra üstümüze geldiler. Çadırımızı söktüler. Babamı öldürdüler. 
Benden beş yaş küçük kardeşim Barak ile annemi kaçırdılar. 
Yapayalnız kaldım. 
— Kimin askerleriydi?.. 
- 14 
— Bir türlü öğrenemedim. Şimdi bile öğrenebilsem haya- 
tımın yarısını seve seve feda edebilirim, öğrenemedim. Yalnız 
küçük atlara binmişlerdi. Çoğunun çenesinde birkaç kıldan iba- 
ret sakallar vardı. Korkunç görünüşlü idiler. Onları bir daha 
hiç görmedim. Nereden gelmişlerdi, kimlerdi? Öğrenemedim... 


Gözlerini çatırdayarak yanan kütüklere dikti. 
— Uzun yıllar hizmetkârlık yaptım, Karahitaylı tüccarların, 
Kıpçak Hanlarının şamar oğlanı oldum. Sonunda dayanama- 
dım, kaçtım. Çabucak yakaladılar. Ormanda bir ağaca bağlayıp 
ölümün kucağına attılar. Üç gün aç, susuz bağlı kaldıktan sonra, 
Harzem askerleri tesadüfen ormana girip beni kurtardılar. Ara- 
larına aldılar. Kılıç kullanmasını, mızrak savurmasını öğretti- 
ler. 
Bir gün annemin intikamını almaya yemin etmiştim. Bu 
dert içimi kemiriyor gece uykularımı kaçırıyordu. Tahammülüm 
bitince bir gece Urgan'dan yola düştüm. Dağlara, ormanlara 
açıldım. 
Öksürdü : 
— Çekilir hayat değil benimki, ama mecburum. Kendime 
bir dünya kurdum kendimce. Yaşayıp gidiyorum. Doğru yol 
değildir belki ama, çaresizim. Bu dağlarda, bu ormanlarda başka 
türlü yaşayamam. Allah şahidimdir ki, mazlumun ahım bilerek 
almış değilim. Benim işim zenginlerle. Ticarete çıkan kervanları 
basarım, yağma ederim. Sonra da ganimetin çoğunu fakir halka 
dağıtırım. Halk beni sever, ben halkı severim. Đçli dışlıyız onlar- 
la. Hiç biri ele vermeyi düşünmez... 
— Peki bana niçin saldırdın? .. 
— Kalabalıktık. Yirmi kişi kadar. Ama biri ihanet etti, 
adamlarımı kandırdı, atları da alıp kaçtılar. Elimi/de şu gördü- 
ğün attan başka bir şey kalmadı. Tam yarım saat peşinden geldik. 
Atının koşumları ve üstündeki elbiseler fakir olmadığını gös- 
teriyordu. Bundan iyice emin olduktan sonra da saldırdık. 
_ 15 - 
Başını kaldırdı: 
— Şehzade Celaleddin nasıl? 
Temür Melik : 
— Đyidir, dedi. Babasıyla arası bir parça açık yalnız. Ba- 
basının hareketlerini tasvib etmiyor. 


— Ne gibi? Haddimi aşarak soruyorum kusura bakma, 
istersen cevap vermezsin. 
Temür Melik duymamış gibi konuştu : 
— Celaleddin'in babası, Harzem Şahı Alaüddin Muham- 
med, etrafına hep Kıpçakları topladı. Celaleddin ise bir Türk- 
men kadınından doğmuş. Kıpçaklar Türkmenleri çekemiyor. 
Hırlaşmalarına az kaldı. 
— Sen hangi yanı tutuyorsun? 
— Celaleddin'i severim, babasına da hürmetim sonsuz- 
dur. Ne de olsa bunca yıl bizi zaferden zafere koşturdu. Ancak 
son yıllarda tutumu iyiden iyiye değişti. Çabuk sinirlenir oldu. 
Saltanatı kendisinden sonra Celaleddin'e bırakacağı yerde annesi 
Türkân Hatun'un da tesiriyle küçük oğlu Ozlak Şah'a bırakmaya 
kalkıyor. Bu yoldaki fermanı daha yazdırmadı ama, yazdıraca- 
ğından korkulur. 
— O takdirde... 
Hiç düşünmeden cevap verdi: 
— Elbette yerim Şehzade Celaleddin'in yanı olacaktır. Oz- 
lak Şah'ta Harzem Ülkesini idare edecek kabiliyet yok, bundan 
eminim, böyle olunca da peşinden gidemem. 
— Haklısın. 
— Sen ne diyorsun? 
— Ben bir eşkiyayım. Harzem Sultanının eline de geçsem, 
başka bir hakanın eline de geçsem, cezam değişecek değildir. 
Boynum vurulacak. Oysa annemin intikamını almadan ölmek 
istemiyorum. 
— Mesele yalnız bu mu? 
— Daha ne olsun? 
— 16 — 
— Yıllar önce geçen bir hadiseyi niçin kendine dert edinir- 
sin? 
Sarı Lagod şaşırdı, bunu hiç düşünmemişti. O, yalnız an- 
nesinin intikamını almayı kurardı. 
— Bilmem, dedi. 
— Evet, yıllar önce geçmiş bir hadise. Olan olmuş, inti- 


kam kurup asi olmaya ne hacet. Gel, orduya yazıl. Kader yar- 
dım ederse anneni kaçıranları da bulursun belki. Gayen hiçbir 
zaman intikam olmamalıdır. Kötü bir duygudur inan ki... Đn- 
sanın akıllı hareket etmesini engeller, belâya düşürür, gözünü 
karartır. 
— Hep dediğin gibi... 
— Yatalım istersen. 
— Evet yatalım. 
Yattılar. Başlarının altına birer kütük koydular. Temür 
Melik atının terkisinden battaniyesini almadı. Öbürleri gibi açık 
yattı. Yorgundu. Derin bir uykuya daldı. 
Sarı Lagod ise hemen hiç uyumadı. Dönüp durdu. Zaman 
zaman kalkarak ateşin üstüne kütükler yığdı. Annesini düşün- 
dü. Gözlerinin önüne getirmeye çalıştı. Ama bu hayal o kadar 
•silikti ki, bir türlü gerçek yüzünü hatırlaya'mıyordu. 
— 17 _ 
F: 2 
TÜRKÂN HATUN 
Ulu çınarların, sık yapraklı palmiyelerin arasından geçen 
mermer döşeli yolda Valide Sultan belirince muhafızların her 
biri ayrı yerlere saklandı. Türkân Hatun sarayın muazzam bah- 
çesinde dolaşırken, asker yüzü görmekten nefret ederdi. 
Đlerlemiş yaşma rağmen hayli dinç kalmıştı. Yüzü bir genç 
kızınki kadar düzgün, ellerinin derisi gergindi. Her haliyle ra- 
hat geçmiş bir ömrün sefasını sürdüğü belli idi. 
Başını, gümüş simlerle işlenmiş kar gibi beyaz bir eşarp çev- 
reliyordu. Bir ucuqii zarafetini simgelemek istercesine sağ omu- 
zundan beline doğru sarkıtmıştı. Başının tepesinde ise, küçük 
fakat çok kıymetli taşlarla bezeli altın bir taç bulunuyordu. 
Sırtındaki kırmızı pelerinin uzun kuyruğu üç adım geri- 
sinden yürüyen iki nedime tarafından taşınmakta idi. Bir adım 
ardından oda hizmetçisi Gülnihal geliyordu. Göğsünün üstünden 
ayırmadığı altın tasın içinde Türkân Hatun'un sık sık kullan- 
dığı gülsuyu vardı. 


Türkân Hatun iki elini birden uzatınca Gülnihal seğirtti. 
Altın tası ellerine yaklaştırdı. Tatlı bir koku ağaçların arasına 
yayıldı. 
Bahar güneşi palmiye yapraklarının arasından süzülerek 
havuzdaki kuğuların altunî tüylerini parlatıyordu. Türkân Ha- 
_ 18 _ 
tun avucuna döktüğü gülsuyu ile alnını uğdu. Başım gökyüzü- 
ne doğru alabildiğine dikti. Muhteris titreşimler taşıyan bir ses- 
le : 
— Benden kudretli bir kadın daha yeryüzünde mevcut mu 
acaba Gülnihal? diye sordu. 
Oda hizmetçisi her zamanki gibi boynunu bükerek sokuldu. 
Hürmetle eğildi: 
— Yok Sultanım, sizden daha kudretli hanım sultan dün- 
yada mevcut değil! 
— Elbette yok, olamaz da... Ben Harzem Sultanının anne- 
siyim. 
Birden mahmuz şakırtıları duyuldu. 
Türkân Hatun başını indirdi. 
— Oğlumuz olsa gerek, diye mırıldandı. 
Gerçekten az sonra Harzem Şahı Alaüddin Muhammed 
maiyetiyle birlikte bahçeye girdi. Đki yanıbaşında iki atlı vardı. 
Biri Kıpçak beylerinden Tonguç Han; öbürü Temür Melik... 
Türkân Hatun, Melik'i görünce yüzünü ekşitti. 
— Yine o şeytan, diye söylendi. 
Sultan Alaüddin Muhammed kır bir ata binmişti. Atının 
göğsünde kıymetli taşlar bulunuyordu. Koşumları da altın ve 
gümüş sırmalarla işlenmişti. Başında bir sorguç bulunuyordu. 
Bunun en ucunda koca bir inci parlamakta idi. 
Sultanın sırtındaki ipekli kaftan her hareketinde dalgala- 
nıyordu. Altın saplı kılıcı güneş ışığında pırıl pırıldı. 
Arkasından uzun mızraklı muhafızları sökün etti. Türkân 
Hatun, herşeye rağmen korkuyla ürperdi. Yapmak istediklerini 
oğlu bir anlamış olsa, hemen oracıkta mızraklatır, leşini köpek- 
lere attırırdı. Ama şimdi korkmasına bir sebep yoktu. Dalave- 


relerle de uğraşsa yine Sultanın annesiydi ve Alaüddin Muham- 
med annesini çok severdi. 
_ 19 - 
— Selâm sana muhterem annem, selâm sana fazıl kadın, 
selâm sana dünya kadınlarının sultanı. 
Türkân Hatun bu samimiyet ve sevgi gösterisinden gerçek- 
ten duygulanmıştı. Sağ dizini hafiften bükerek oğlunun selâ- 
mına selâmla mukabele etti. 
— Selâm cihan padişahı; bana ne mutlu ki sen gibi bir ci- 
hangirin annesi olma şerefini tattım. Cenab-ı Hakk'a bin şü- 
.kür. 
Ağaçların arasmdaki mermer yolda yanyana yürüyerek 
birlikte saraya girdiler. 
Muhafızlar hemen kapının iki yanında vaziyet aldı. Temür 
Melik bir ağacın altına oturdu. Kıpçak Hanı Tonguç ise mu- 
hafızların arasında kaldı. 
Sultan Alaüddin Muhammed, annesiyle birlikte mükellef 
döşeli bir salona girdi. Önce annesi. Oğlunu yanına çekti. 
— Gel şöyle şahlar şahı, şerefinle şereflenelim, bilginle ay- 
dınlanalım. 
Sultan annesinin yanına ilişti: 
— Muhterem annemi dinliyorum. 
— Dinle dünyalarımın güneşi, zavallı dul anneni iyi din- 
le. Biz çok kötü günler görmüşüz babanla. O ne muhterem in- 
sandı ki at sırtında doğdu, at sırtında öldü. Ama size koca bir 
devlet bıraktı. Allah razı olsun, sen bu devleti daha da yücelttin. 
Düşmanlarına diz çöktürdün. Bükülmez sanılan bilekleri bük- 
tün, eğilmez sanılan başlan eğdin. 
Alaüddin Muhammed annesinin sözü nereye getirmek iste- 
diğini kestirmeye çalışıyor, ama bir türlü bulamıyordu. 
— Şimdi koca Harzem Ülkesinin biricik sultanısın. Yeryü- 
zünde senden daha büyük bir Sultan mevcut değildir. Ama gün 


 gelir, bu devleti elinden almak isteyenler çıkabilir. Onlara karşı 
şimdiden direnmen gerek. 
Şah Muhammed gazapla yerinden fırladı: 
_ 20 - 
— Benim tahtıma göz dikmeye kim cüret edebilir? Bil 
şey biliyorsan hemen söyle... 
Valide Sultan da kalktı. Oğlunun karşısında durdu : 
— Henüz böyle bir şey yok tasa etme, diye konuştu. Ben 
ilerde olabileceklerden bahsederim. 
— Kim olabilir?... 
— Sen herşeyi herkesten daha iyi görür ve sezersin. Sana 
ayandır. Devletin uluları, âlimleri emrindedir. Onlar sana çok 
şey haber veriyor. Ben ise zavallı bir dul kadınım. Etrafım ca- 
hillerle dolu, arada bir hatırlayıp gelmesen sıkıntıdan patlaya- 
bilirim. 
Harzem Şahı Muhammed annesinin bu sözlerini duymadı 
bile. Sualini tekrarladı: 
— Yoksa tahtıma göz dikenler mi var anne?... 
— Şimdilik yok Sultan oğlum, ama olabilir. Çevrene dik- 
kat et. 
— Kim?... 
— Sana en yakın olanlar. 
— Bana en yakın olan oğlum Celaleddin'dir. 
Türkân Hatun müphem bir tarzda gülümsedi. Boynunu 
büktü: 
— Bilemem, dedi. 
Şah Muhammed, kendi sağlığında oğlunun böyle bir şeye 
teşebbüs etmeyecek kadar asîl ve ihtirassız olduğuna gerçi ina- 
nıyordu ama, içine bir kurt düşmüştü. 
Türkân Hatun bunu hemen sezdi. Konuşmasını sürdürdü : 
— Şevketlü Sultanım. Harzemşahlar sülâlesini devanı ettir- 
mek zorundasın, bunun yükü dün babanın sırtında idi. Đmtiha- 
nını başarıyla vererek dünyadan göçtü. Şimdi Şahlar devrini 
kapamak gibi kötü bir leke ile tarih önünde lekelenmek iste- 
mezsin herhalde. O halde dinle beni, senin iyiliğinden başka 
bir şey istemeyen ihtiyar anneni dinle. Annen Kıpçak soyun- 
dandır. Sen de Kıpçaklar dansın. Kıpçaklar dün csirimizdi belki, 


_ 21 _ 

ama bugün tamamiyle dostumuz. Onları korumak zorundayız, 
tabiî onlar da senin tahtını, tacını canları pahasına koruyacaklar. 
Sultan Muhammed annesinin düşüncelerini bir türlü öğ- 
renemiyordu. Zannediyordu ki her söylediği sözün altında başka 
mânalar vardır. Bunları çözemiyor, kelimelerin derinliğine ula- 
şamıyordu. 
— Ne demek istiyorsun anne?... Açık konuşmanı rica 
ederim. 
— Gayet açık konuşuyorum devletlü oğlum. Kıpçaklan 
Türkmenlere karşı koru ki onlar da seni korusun. Harzem Şah- 
lar sülâlesi ilelebed bu topraklar, hatta bu topraklardan daha 
geniş topraklar üstünde payidar olsun istiyorlar. Onlar sana sa- 
dıktır, sen de onları lâyık oldukları mevkilere getir. Böylece ken- 
dini korumuş olursun. Duyarım ki yeni bir sefere çıkmak üzere- 
sin. Arslanım yeniden şahlanmak ister, bunun önüne kim ge- 
çebilir? Elbet gaza hakkındır, askerini büyük zaferlere ulaştıra- 
caksın, sen zamanın Büyük Đskenderisin, hattâ ondan daha da 
büyük. 
Şah Muhammed başını sallayarak tasdik etti: 
— Hakikatin ta kendisini söylersin anne... 
— Elbette hakikatin ta kendisi. Ama muharebenin kime 
ne getireceği önceden tahmin edilemez. Kadir Mevlâm nasıl 
uygun görür? Ola ki Allah geçinden versin, ömrün harp mey- 
danında hitam bulur... 
Sustu. Muhammed Şah annesine kırıldı. Ölümden bahse- 
decek ne vardı durup dururken? Şimdi ölümün soğukluğu elle 
tutulur hale gelmişti birden. Sanki odanın ortasında ölüm mele- 
ği dolaşmaya başlamıştı. 
Boğuk bir sesle: 
— Evet! Dedi. 
— Allah geçinden versin senin acını bana göstermesin, 


zaten babanın ölümünden sonra yan ölü hale girdim, senin de 
acını görürsem büsbütün ölürüm. 
— 22 _ 
Alaüddin Muhammed annesinin ağzından lâf almakta acele 
ediyordu. Bir an evvel yanından ayrılmaya can atıyordu. Ölüm 
sözü duya duya bir hoş oluvermişti. 
Kadın devam etti: 
— O zaman tahtın Celaleddin'e kalır. O Celaleddin ki 
Türkmenlerle birleşerek fesat ocağı kaynatır. Söylemeyeyim 
diye çok gayret ettim lâkin söylemeden olmayacak. Gerçeği 
bilmende fayda vardır. Bilesin ki ona göre tedbir edesin. Oğ- 
lumuzu uyarmak bizim en mukaddes vazifemiz... Şimdi kendi 
kendime yüzlerce, hattâ binlerce defa sorduğum bir suali sana 
soracağım. Acaba senden sonra ülkemizi Celaleddin'den daha 
iyi idare edebilecek biri yok mudur? 
— Kimdir? 
— Đşte mesele burada?... Kimdir, kim olabilir?... Bunun 
cevabını memleketimizin bilginleri verdiler. 
Elini koynuna soktu, muşambaya sarılı bir muska çıkardı. 
Titreyen parmaklarıyla açtıktan sonra üstü birtakım yazılarla 
dolu mektubu oğluna uzattı. 
— Bilginlerimizin cevabı burada. Oku... 
Sultan kaparcasma aldı. Bir göz gezdirdi. 
— Demek böyle, diye mırıldandı. Bilginlerimiz böyle düşü- 
nür ha! Tahtımı Celaleddin'e değil de küçük oğlum Kutbüddin 
Ozlak Şah'a lâyık görürler. Peki Celaleddin'i ne yapayım? Vak- 
tiyle onu veliaht nasbetmiştim. 
Yaşlı kadının dudaklarında bir tebessüm gölgelendi. Oğlu- 
nun mukavemetinin eridiğini görüyordu. 
— Kolay, dedi. Uzak illerden birine vali tayin edersin olur 
biter. Böylece iş sona erer. Büyük bir tehlike olmaya başlayan 
Celaleddin'den kurtulur, rahata erersin. Geceleri artık uykun 
kaçmaz. 
Şah Muhammed annesini hayretle süzdü : 
— Anne, nereden biliyorsun geceleri uykumun kaçtığını? 
Türkân Hatun en müşfik sesiyle konuştu : 
_ 23 _ 


— Ben anneyim Şevketlü Sultanım, hem de bir Sultan an- 
nesiyim. Sultan annesi olmanın bazı mesuliyetleri vardır. Oğ- 
lumun her şeyiyle, hattâ uykusuyla bile ilgilenmek görevimdir, 
uykunu kaçıran meseleyi çözmek de görevimdir. 
Sonra önceki teklifini pekiştirmek için bir tehdit savur- 
du: 
— Eğer Celaleddin'i veliahtlıktan azledip yerine küçük oğ- 
lun Kutbüddin Ozlak Şah'ı getirmezsen bütün Kıpçaklar birleşip 
yurdunu terkedecekler. Beni de düşün, biliyorsun onlardanım, 
bir Kıpçak'ım ben, vallahi peşlerine takılır sefil ve perişan gide- 
rim. 
Şah Muhammed tereddütler girdabına düşmüştü. Celâ- 
leddin'in ne kadar iyi bir asker olduğunu herkes biliyordu. Onu 
veliahtlıktan azlettiği taktirde, binlerce Türkmen'in yardımın- 
dan mahrum kalabilirdi. Hattâ Celâleddin isterse onları peşi- 
ne takarak kendisine savaş ilân edebilirdi. Türkmenler çok ce- 
sur oluyordu. Bizzat kendisi muharebe meydanlarında buna 
şahit olmuştu. Kıpçaklar ise azıcık sıkışınca tabana kuvvet ka- 
çarlardı. Ama bir yanda da annesi vardı. Bu kadının geniş bir 
nüfuzu olduğunu büiyordu. Kıpçak Hanları gözlerini kapayarak 
Valide Sultan'm emirlerini yerine getirmeye koşarlardı. 
Türkân Hatun oğlunun tereddüdünü yüzünden okudu. 
Tahtının yanında duran masanın üstündeki altın çıngırağı ala- 
rak birkaç kere salladı. Đçeri bir adam girdi. Yedi yaşında kadar 
görünen çok şık giyimli bir çocuğu da kolundan tutarak getir- 
mişti. Türkân Hatun çocuğu kucakladı. Muhammed'in yanına 
gitti. 
— işte Sultanım! Veliahtın Kutbüddin Ozlak Şah, onu 
sevmiyecek misin? 
Harzem Şahı rüyadan uyanır gibi silkindi. Karşısında kü- 
çük oğlunu görünce şaşırır gibi oldu. Sonra toparlandı. Çocu- 
ğun altın rengindeki saçlarını okşadı. 


- 24 _ 
— Maşaallah, dedi, hayli büyümüş görmeyeli. 
Valide- Sultan güldü: 
— Elbette, ninesinin koruyucu kollan arasında çabuk bü- 
yüdü benim yavrucuğum. Veliahtın olduktan sonra daha da 
çabuk büyüyecek. Kısa zamanda ordularının başına geçecek, 
liyakatle onları idare ederek zaferden zafere koşturacak. Sen 
de tahtında ahir ömrünü rahatça geçireceksin. 
Harzem Şahı Muhammed sanki büyülenmişti, sözünün 
mânâsını düşünmeden konuştu : 
— Doğru söylersin. 
Türkân Hatun sevinçle adama döndü : 
— Çabuk dışarı git ve bağır ki Harzem Ülkesinin haşmetli 
Sultanı Alaüddin Muhammed, küçük oğlu Kutbüddin Ozlak 
Şah'ı veliaht tayin etmiştir. Koş, çabuk... 
Adam yerlere kadar eğilerek süratle çıktı. Şah Muham- 
med annesine bakakaldı. Türkân Hatun kulak kabarttı. Gönder- 
diği adamın sesini duyana kadar endişeyle bekledi. Sonra ra- 
hatladı. 
— Ey ahaliii, ey beyler, askerleeer!... Duyduk duymadık 
demeyin. Şevketlü Sultanımız Alaüddin Muhammed, küçük oğ- 
lu Kutbüddin Ozlak Şah'ı bu saatten itibaren veliaht tayin et- 
miştir. 
Bir çıngırak sesi duyuldu. Sonra tekrar tellâlın sesi... 
— Duyduk dumadık demeyin ey beyler, ey askerler ve 
ey ahaliii... 
Muhammed Harzem Şah bu sesle ancak toparlanabildi. Bir 
müddet sese kulak kabarttı. Şaşkınlıkla bakındı. Ellerini iki ya- 
na açtı: 
— Kader!... diye mırıldandı. 
Pencereye yürüdü. Perdeyi aralayarak dışarıya baktı. Te- 
mür Melik pencerenin altında durmuş şaşkın şaşkın bakmıyor- 
du. Etrafa göz gezdirdi. Ağaçların arasında bir sürü Kıpçak sü- 
varisi dolaşıp duruyordu. Hepsi de atlı ve silahlı idi. Yüzünde 
_ 25 - 
T)ir endişe gölgelendi. 


Acaba kendisine karşı bir komplo mu kurulmuştu? Anne- 
sine baktı. Ozlak Şah hâlâ kucağında idi. Elinden alıp götürme- 
lerinden korkuyormuş gibi iştiyakla bağrına basmıştı. Tekrar 
bahçeye doğru başını çevirdi. 
Temür Melik sanki taş kesilmişti. Bacaklarını germiş, ba- 
kışlarını Kıpçak süvarilerine mıhlamıştı. Đçi bir parça ferahladı. 
Nedense bu tek adamın sürü ile Kıpçak süvarisini haklayaca- 
ğına inanmıştı. Bu eski bir alışkanlıktı onun için. Temür Melik'- 
in yanında kendisini bütün tehlikelerden uzak görüyordu. Onun 
için de yanından ayırmak istemiyordu. 
Acaba yeni kararını nasıl karşılayacaktı? Yüzünden düşen 
bin parça olduğuna göre memnun olmadığı anlaşılıyordu. Za- 
ten memnun olmasını da bekleyemezdi. Celaleddin'in çok ya- 
kın arkadaşı idi. Celaleddin kendisine isyan ederse Temür Melik 
acaba kimin tarafını tutardı? Şüphesiz Celaleddin'in! 
Allah canını alsın şu kararın! Ozlak Şah'ı veliaht seçmek 
nereden aklına gelmişti, bilmiyordu. Hoş kendisi de seçmiş 
değildi ya, hattâ böyle bir karar vermeyi bile düşünmemişti. 
Ancak zaman zaman yakınlarına açmış, Celaleddin'in bazı çı- 
kışlarını gemlemek için bunu yem olarak kullanmıştı. Ama an- 
nesinin bir emr-i vakisine karşı duramamıştı işte. Ve herşey 
bir anda olup bitmişti. 
Artık geri dönemezdi. Sultan olanın ağzından söz bir kere 
çıkardı. Đlerde lüzum hasıl olursa, yeniden kararını gözden ge- 
çirme hakkına sahipti. Belki o zaman tekrar Celâleddin'i seçer- 
di. 
Kararlı bir tavırla annesine döndü : 
— Türkân Hatun, gayri dileğin yerine gelmiştir, şimdi 
sıra benim dileğimdedir. Çağır Kıpçak Hanlarını, söyleşelim. 
Yaşlı kadın oğlunu mağlûp etmekten gelen bir gururla tek- 
rar altm çanı eline alarak salladı. Đçeri giren adama : 
_ 26 — 


— Hanlarımı salona al, diye emretti. 
Birazdan Kıpçak Hanları salma salına girdiler. Selâm ver- 
diler ve gösterilen yerlere oturdular. Türkân Hatun yüzüne pe- 
çesini indirdi, oğlu ile birlikte ayakta kaldı. 
Sultan Muhammed, adamları tek tek süzdü. Gözlerini en 
ihtiyar beyin üstüne mıhladı. 
— Kıpçak Hanları, diye söze girdi. Arzularınızı yerine ge- 
tirdim. Buna karşılık bir isteğim var; biliyorsunuz Bağdat'ta otu- 
ran Halife Nasır, teb'amı durmadan isyana teşvik eder. Hudut- 
larımda kargaşalıklar çıkarır. Kendi milletimle uğraşmaktan 
düşmanla uğraşmaya aman bulamam. Üstüne bir sefer yapmak 
mukarrerdir. Onu yıkıp bize sadık bir halife bulmalıyız. Yoksa 
ülkemizin bekası mümkün değildir. 
Yaşlı Kıpçak Hanı yerinden kalktı. Bir iki öksürdükten 
sonra çatlak bir sesle söze girdi: 
— Doğrusun Sultanım! Ancak Kıpçak Hanları düşünürler 
ki, önce kendi yurtları kurtulsun. Karahitay ordusu ülkemizi 
harabeye çevirmiş duyarız. Kadınlarımızı köle etmiş işitiriz. 
Meralarımızı yakmış, evlerimizi yıkmış derler. Ordularınızı önce 
bizim ellere gönderiniz. Yurdumuzdan bu belâyı def etsinler, 
sonra da dilediğiniz yere gidelim. 
Hepsi bu isteğe uydu : 
— Önce bizim elleri temizleyelim, sonra Bağdat seferine 
çıkalım, dediler. 
Sultan dişlerini sıktı. Yeniden pencereye yürüdü. Kıpçak 
süvarileri daha da kalabalıklaşmıştı. Artık Temür Melik de gö- 
rünmüyordu. Ürperdi. Kendisini yapayalnız düşmanlarla çev- 
rilmiş buldu. Đlk defa böyle bir hisse kapılıyordu. Gerçek de 
zaten bu idi. Dışarda bekleyen askerler Türkân Hatun'un bir 
emrine bakıyorlardı. Bir işaretle saraya dalacak ve gerekirse 
Sultanın kollarını bağlayarak sürükleyeceklerdi. 
Anladı bunu, Hanlara baktı. Yüzlerinde kararlı ifadeler 
vardı.Çaresiz tasdik etti: 
_ 27 - 
— Pekâlâ, nasıl isterseniz öyle olsun. 
Hanlar hep bir ağızdan bağrıştılar : 


— Yaşasın Cihan Sultanı, yaşasın Şah Muhammedi... 
Valide Sultan kâtibine bir baş işareti yaptı. Kâtip kalktı. 
Sultana yaklaştı. Kalemi eline tutuşturup bir takım yazılarla 
dolu kâğıdı önünde tuttu. 
— Nedir bu?... 
— Kutbüddin Ozlak Şah'ın sizden sonra saltanat maka- 
mına geçmesini emretmiştiniz. Emrinizi yazdık. Đmzanıza mun- 
tazırdır. 
Sarardı. Elleri titremeye başladı. Dönüşü olmayan bu yo- 
la bir kere girmişti. Göz ucuyla yazılanları okudu. 
Kendisinden sonra küçük oğlu, Harzem Şahı olacaktı. Bü- 
yüyene kadar da Türkân Hatun ona vasilik edecekti. 
Kamış kalem neredeyse elinden kayıyordu. Đmzaladı. Sonra 
yüzüğünü hohlayarak üstüne bastı, mühürledi. Kâğıdı kâtibe ge- 
ri verdi. 
Sonra Türkân Hatun da imzaladı. Altına şöyle yazdı: 
«Dünya yüzünde yaşayan bütün kadınların Sultanı Tür- 
kân Hatun.» 
Meclis dağıldı Sultan uyur-gezer gibi, kendinden yan 
geçmiş bir halde saray kapısından dışarı çıktı. Annesiyle veda- 
laşmayı bile akıl edememişti. Kapıda görünmesiyle birlikte bü- 
tün Kıpçak süvarileri bağrışmağa, tezahürat yapmağa başladılar. 
— Sultanımız çok yaşaaa!... 
— Allah devletini daim etsin!... 
— Kılıcını keskin etsin!... 
— Ordularını muzaffer etsin!... 
Dudak ucuyla yapılan bu dualara Şah Muhammed aldır- 
madı. Đki seyisin tuttuğu süslü atına bir sıçrayışta atladı. Temür 
Melik hâlâ görünürlerde yoktu. Yanındaki Kıpçak Hanı Ton- 
guç'a sordu : 
— 28 _ 
— Temür Melik nerede?... 
Tek kelimeyle cevap verdi: 
— Gitti... 


CELALEDDĐN 
Temür Melik Türkân Hatunun sarayındaki hali görüp Ce- 
laleddin'in azlettiğini duyunca bir an bocalamış, şaşırmış ne ya- 
pacağını, ne söyleyeceğini bilememişti. Sonra acı acı gülmüştü. 
Kuruyan dudaklarını diliyle ıslatmış, etrafına bir göz daha at- 
mış : 
— Entrikacılar!... 
Diye mırıldandığı gibi atına atlayarak yola düşmüştü. Ni- 
yeti şehir girişindeki konağında bulunan Celaleddin'i görmek 
ve onu haberdar etmekti. 
Kalabalığa aldırmadan süratle at sürüyordu. Birden adının 
çağrıldığını duydu. 
— Temür Melik... 
Bir gölge evlerin w asından çıkıp yanına doğru yürüdü. 
— Kimsin? 
— Benim, Sarı Lagod... 
Temür Melik hiç şaşırmadı. Bir gün bu iyi yürekli eşkiya- 
nın gelip kendisini bulacağına inanıyordu. 
— Yanımsıra yürü... dedi. 
Dar sokaklardan geçtiler. Tacirler sergilerinin başında bağ- 
daş kurmuş, gelen müşterilere bin dil dökerek mallarını methe- 
diyorlardı. Arada sırada bir horoz bağırması geliyor, bazen de 
bir köpek havlaması buna karışıyordu. Şehir, veliahtın değiş- 
mesinden henüz haberdar değildi. Yoksa karışıklık çıkacağı 
muhakkaktı. Hiç değilse yer yer kümelenir, gruplaşırlar ve as- 
kerlere işittirmemeye çalışarak yeni durumu görüşürlerdi. 
^— Yarısını istiyorum, diye bağıran otoriter bir ses duydu. 
Dündü. Sesin geldiği yana baktı. Üç asker bir tüccarı ortaları- 
_ 29 - 
na almış, bağırıyorlardı. 
— Yarısından bir eksiğine razı değiliz. 


Temiir Melik başını iki yana salladı. Bunlar Şah Alaüddin 
Muhammed'in vergi memurlarıydı. Ama malın yarısını isteme- 
lerine akıl erdirememişti. Atını üzerlerine sürdü. Yanlarına 
gelince durdu. Bir müddet dinledi. 
— Mutlaka yarısını vereceksin. Sultanın emri bu... 
— Đnanın bunun yarısını verirsem çoluk çocuğum aç ka- 
lacak. Yıllardır ticaret yapar, ekmeğimi çıkarırım. Sultan böy- 
le bir emri nasıl verir?... 
— Vay! Sultana karşı gelmeye cüret ettin ha! 
— Hâşâ, kim buna cüret edebilir? Sadece Sultanımız efen- 
dimizin adalete sığmayan böyle bir karar vermeyeceğini söy- 
lemek istedim. 
— Vay! Sen Sultanımıza zalim dedin ha! 
— Estağfurullah, zalim demedim. Ama gerçekten Sultan 
böyle bir emir vermişse bu zulmün ta kendisidir. 
— Vay! 
Askerin elindeki kırbaç havaya kalktı, ıslıklayarak tacirin 
suratına indi. Đkinci defa yine kalktı, lâkin inemedi. Temür 
Melik elini uzatarak kırbacın ucunu yakalamıştı. Asker hid- 
detle döndü. Alev saçan gözlerini Temür Melik'e dikti: 
— Bırak yoksa tepelerim, diye bağırdı. Sonra birden to- 
parlandı. Karşısındakinin bir Bey olduğunu farkctmişti. Boynu- 
nu büktü. 
— Kusura kalmayınız asilzadem, diyerek eğildi. Tanıya- 
mamıştım. 
Temür Melik çencsiyle tüccarı işaret etti: 
— Bu adamdan ne istiyorsunuz? 
— Vergi vermesini... 
— Ne kadar alacaksınız?... 
Asker tereddüt geçirdi. Sergiye baktı. 
_ 3» - 
— Şunun yarısını... 


— Ne demek yarısını?... Her tacirin elindeki malın yarısını; 
alasınız diye kim emretti size? 
— Sultanımız efendimiz. 
— Emri göster... 
Asker elini koynuna soktu. Çıkardığı kâğıdı Temür Me- 
lik'e uzattı. 
— Đşte... 
Temür Melik kâğıdı dikkatle okudu. Tacirlerden malları 
nisbetinde bir vergi alınması kaydediliyordu ama, yarısının 
alınacağına dair bir emir yoktu. 
— Burada malın yarısı alınacak demiyor. 
— Bize selâhiyet verilmiştir. 
— Bu adamın elindeki malı alırsanız ne yapacağını hiç 
düşündünüz mü? 
—? Bunu düşünmek benim vazifem değildir. 
— Aç, çıplak kalsa da mı?... 
— Evet, aç ve çıplak kalsa da ... 
Temür Melik gözlerini ümitsizlikle Sarı Lagod'a çevirdi: 
— Sonumuz iyi değil Lagod, bu hale gelen bir memleket 
daha uzun müddet payidar olamaz. 
Tekrar askere döndü: 
—• Merhametsiz olma, dedi. Merhametsiz olmak müslü- 
mana yakışan bir sıfat değildir. Kardeşlerini de en az kendin 
kadar düşünmelisin. 
— Bu benim kardeşim değil ki... 
— Ya?... 
— Ben Kıpçak'ım, bu adam ise Türkmen... 
Temür Melik titrediğini hissetti. Irklar arasına ekilen düş- 
manlık tohumları filiz vermeye başlıyordu. 
Sesini yükselitti: 
— Aynı topraklar üstünde yaşıyorsunuz, bu bile olmasa 
müslüman olmanız yeter, din kardeşliği öz kardeşlikten daha 
- 31 - 
kavidir. 
Asker omuzlarım silkti. Ağzını şaplattı. Duyduklarına 


 ehemmiyet vermediğini belirtmek için de tacire dik dik baktı. 
Temür Melik'in kan beynine çıkmıştı. 
— Yıkıl karşımdan! Diye gürledi. Seni atımın ayakları 
altında ezerim. 
Asker diklendi: 
— Ben Sultan'ın kuluyum... 
— Ben de Allah'ın kuluyum, yıkıl dedim! 
— Ancak kendi kumandanımdan emir alırım, onun da 
Kıpçak olması şarttır. 
Temür Melik halâ ucundan tuttuğu kırbacı bir çekişte ada- 
mın elinden aldı. Hiddetle kaldırdı. Aynı hiddetle sırtına indir- 
di. Kırbaç bir yılan gibi sarıldı adama. 
— Defol!... 
Asker kinle baktı. Elini kılıcına attı. 
— Bunu kan temizler. 
Temür Melik bir askerle bir kumandanın halk içinde dö- 
vüşmesinin hoş kaçmayacağını düşündü. Sağ ayağını üzengiden 
çekti. Şiddetli bir hareketle adamın göğsüne doğru salladı. 
— Serseri... 
Adam böğürerek yere yıkıldı. Aynı anda Temür Melik 
atını sürdü. 
O önde, San Lagod arkasında Celaleddin'in yanma çık- 
tılar. 
Şehzade sade bir sedire oturmuş, şahiniyle oynuyordu. Ar- 
kadaşına sorgu dolu gözlerle baktı. 
— Hayırlı haberler inşaallah Temür Melik... 
Temür Melik ileri çıktı. Selâm verdi. 
— Hayırda daim ol Celaleddin. Bu sefer iyi haberlerle gel- 
medim. 
— Yanındaki kim? 
— Ha, bu mu? Meşhur Karakum Çölleri eşkiyası Sarı 
Lagod... 
_ 32 _ 
— Vay!... 
— Bizden yana, nedamet etti. 
— Allah günahlarını affetsin. 
Oturdular. 


— Söyle bakalım Temür Melik, kötü haberin nedir? 
Temür Melik derin bir nefes aldı. Sağ kaşını hafifçe yuka- 
rı kaldırdı. Börkünü arkaya doğru itti. 
— Sultan pederin seni veliahtlıktan azletti. 
Celaleddin şaşırdı, Temür Melik'in gözlerinin içine baktı. 
— Ne zaman? , 
— Az önce, kararını Valide Sultanın sarayında açıkladı. 
Celaleddin bir süre düşündü. Sonra hafif bir gülümsemeyle 
arkadaşına baktı. 
— Kimi getirdi yerimize? 
— Küçük kardeşin Kutbüddin Ozlak Şah'ı... 
— Demek Türkân Hatun, pederimizi avucunun içine al- 
mış. Ne yapalım? Bizim maksadımız mevki ve makam değildir 
ki küselim. Memleketimize, dinimize, milletimize hizmetten 
gayri düşüncemiz mi var? Gerektiğinde kardeşimiz Ozlak Şah'- 
an emri altında da bir asker gibi dövüşmesini biliriz. Babamı- 
zın sancağı altında dövüştüğümüz gibi... 
Temür Melik takdirle bakıyordu. 
— Mesele bu değildir, dedi. Ozlak Şah henüz çok küçük. 
ıSanırım o zamana kadar Türkân Hatun vesayet edecek. O va- 
kit ne olur bilir misin? 
— Tahmin ediyorum. Bütün devlet işlerine kadın parmağı 
karışır, asker memnun olmaz. Türkmenler belki de ayaklanır. 
Memleketin her tarafında Kıpçak Hanlarının borusu öter. 
— Ne düşünüyorsun?... 
— Senin düşündüğünü... Memlekete bu kararın hayırlı 
? olmasını diliyorum. Ama anlayamadım. Sultan pederim böyle 
bir karara niçin lüzum hissetti? Hem de bir sefere çıkmanın 
arifesinde. Üstelik hudut boylarında küçük atlı bir takım müs- 
ıtevillerin göründüğü haberleri gelir. 
- 33 — 
F: 3 
Temür Melik cevap vermedi, veremedi. Başını göğsüne in- 
dirdi. 
Nicedir bu küçük atlara binmiş süvarilerden bahsedilirdi 


de bir türlü neyin nesi olduğunu araştırmaya fırsat bulamamış- 
lardı. Düşman mı idiler, dost mu, maksatları ne idi? Bilmiyor- 
lardı. Zamanla elbet, bu da anlaşılacaktı. 
Sarı Lagod'a döndü: 
— Sende ne haberler var bakalım Sarı Lagod?... 
Sarı Lagod saygıyla cevap verdi: 
— Sağlığınıza duacıyız Temür Melik. Bir gün seni bulma* 
mı söylemiştin, sözünü kalbimde mukaddes bir emanet, tutuşan 
bir meşale gibi sakladım. Aradan üç ay mı ne geçti, geldim iş- 
te. Emirlerinize muntazınm. Senin ve Sultanımız Celaleddin'in, 
öl dediğiniz yerde ölmeye andiçtim. 
Temür Melik Sarı Lagod'un omuzunu okşadı: 
— Yakında senin gibi vefakâr arkadaşlara çok ihtiyaç du- 
yacağa benzeriz. Varol, hizmetin çok makbule geçecek. 
Nöbetçilerden biri odaya girdi. Ellerini göğsünde kavuş- 
turarak selâmladı: 
— Sultan pederiniz bir haberci gönderdi, Temür Melik'i 
ister. 
Temür Melik Celaleddin'e baktı: 
— Git Temür, babamın kötü bir şey düşündüğüne ihti-, 
mal vermiyorum. 
— Ben de öyle... 
Ayağa kalktı: 
— Sen Celaleddin'le kal Lagod, saraya kadar gidip döne- 
ceğim. 
Sert bir hareketle döndü, kapıdan çıktı. 
_ 34 _ 
ŞAH MUHAMMED'ĐN HUZURUNDA 
— Gel bakalım Temür Melik, şöyle otur karşıma. 
Temür Melik oturdu. Surat asmamaya gayret ediyordu 
ama, yine de yüzünden düşen bin parça oluyordu. 
— Celaleddin hakkımızda ne düşünür? 
Temür Melik irkildi. Celaleddin'i ziyaret ettiğinden demek 
Sultan'm haberi vardı. Đnkâra sapmadan cevap verdi: 
— Celaleddin ümitvardır Sultanım. Kararın hayırlı olma- 
sını diler. 
— Ya sen? 


Temür Melik bir an durakladı. Sonra başını Şah Muham- 
med'e çevirdi: 
— Ben gibi bir hakirin düşüncesi değersizdir. 
— Kırgın ve kızgın durursun. 
— Hâşâ, Sultanıma kırılmak ne haddime! 
— Adamımı haşladın ama... 
Pazar yerinde dövdüğü askerden bahsediyordu. 
— Hak etmişti Sultanım. 
— Emrime karşı çıktığının farkında mısın? 
— Ben sadece bir adaletsizliğe mani olmak istedim. 
— Vergi memurumu bunun için mi dövdün? 
Bir asker, kumandanına karşı küstahlık ederse hakkı 
kötek l ir. 
Sultan bu cevaplar karşısında gülmekten kendini alamadı. 
_ 35 - 
— Dinle Temür Melik Bilirsin seni öz oğullarımdan ayırd- 
etmem. Bunun için suçunu da bağışlıyorum. Sana sonsuz gü- 
venim vardır. Yakında Bağdat seferine çıkmak isterim. Halife 
Nasır bizim aleyhimize çalışır. Önce onun icabına bakarız, 
sonra da yecüc - mecücleri hallederiz. 
— Kim bu yecüc - mecüc dediğiniz?... 
— Bilmem, sınır boylarından böyle haberler' gelir. Hudut- 
takiler endişeli. Küçük atlara binmiş bir sürü askerden bahse- 
derler, önce Karahitay ordusu, ardından Halife, sonra da küçük 
atlılar! Hepsine hadlerini bildireceğim. Dünyada benden büyük 
Sultanın olmadığını isbat edeceğim. 
— El elden üstündür Sultanım. Kuvveti hakkında bir ma- 
lûmatınız olmadığı halde düşmanı niçin küçümsüyorsunuz? 
Şah Muhammed hiddetlendi: 
— Yoksa benim Cihan Padişahı olduğuma inanmaz mısın? 
Temür Melik sükûnetle karşılık verdi: 
— Hazreti Ömer kendisine her sabah «Ya Ömer, hesap 
gününü unutma, mağrur olma» diye seslenecek bir adam tut- 
muştu. Boş gururun nelere mal olacağını biliyordu. Buna hiç 
kapılmadı ve ömür boyu adaletle hükmetti. Muvaffak oldu. 
— Yani ne demek? Benim zalim olduğumu mu ima etmek 


istersin? 
— Böyle bir şeye kim cesaret edebilir? Ancak gurura 
kapılmanın yersizliğini haddim olmayarak hatırlatmak istedim. 
Sonra bir tacirin malının yansını vergi diye almak gasptan gayrı 
bir şey değildir. 
— Demek böyle düşünürsün? 
— Bilirsiniz Sultanım, aciz, ömrü boyunca düşündüğünü 
söylemiştir, en zor şartlar altında iken bile... Yine aynı şeyleri 
yapıyorum. Bağışlayacağınızı umarım. 
Ayağa kalkıp ellerini göğsünde kavuşturdu, selâm verdi. 
Sultan düşünceye dalmıştı. Elini sakalına götürmüş, çekiş- 
- 36 _ 
tiriyordu. Karşısında bu sözleri Temür Melik'ten başkası söy- 
lemeye cesaret edemezdi. Ancak Temür Melik doğru bildiği 
herşeyi pervasızca haykırmakla ün yapmıştı. Bunun çok mah- 
zurları yanında faydaları da olmuyor değildi. Hiç değilse bazı 
menfi kararlarına fren vazifesi görüyordu. 
Elini sakalından çekti. Đpek kaftanının eteklerini toplaya- 
rak tahtına kuruldu. 
— Her zamanki gibisin Temür Melik. Her zamanki gibi, 
hazırcevap ve pervasız. Galiba biraz da bu halin yüzünden sa- 
na çok muhabbetim var. 
— Teveccühünüz Sultanım. 
— Bana ne kadar bağlı olduğunu biliyorum. Öl dediğim 
zaman öleceğinden de eminim. Siz Türkmenler Kıpçaklar gibi 
değilsiniz. Bağlandığınıza bağlanır, inandığınızdan ölümünüz 
pahasına dönmezsiniz. 
— Öyleyse hâlâ niçin Kapçaklara muhabbet edersiniz 
Sultanım? 
— Bir dert içimde, ama elimden ne gelir? Annem onlar- 
dan. Atamız Tckeş Han'ın son hatırası bize. Dul kaldığı zaman 
gencecikti. Bizi büyüttü, kuvvetinden kuvvet verdi. Bunca eme- 
ği var. Kıpçaklardan ayrıldığım takdirde kendisi de onlarla 
birlikte gitmekle beni tehdit etti. Düşündüm ki, Celaleddin de 
oğlum, Ozlak Şah da. Benden sonra ha o yerime geçti, ha bu, 
ne değişir? Celaleddin serhadlerde düşmana haddini bildirirken, 
Ozlak Şah da Harzenı Ülkesini adaletle idare eder. 


Temür Melik, başını iki yana salladı: 
— Bir memlekette iki Sultan fesat kazanını ateşleyen alev- 
dir Sultanım. Đki kardeşin birlikte devlet idare etmeleri mümkün 
Idir. 
Celaleddin başkumandan olur. 
lemur Melik boynunu büktü: 
— tş buraya dayandı diye elbette Celaleddin Sultan, pe- 
,uw Türkmenleri alarak başka diyarlara gidecek değildir. Yine 
- 37 _ 
sadık bir bende olarak hizmetine devam edeceğini ağzından duy- 
dum. Doğrusu onun yerinde ben olsaydım bu anlayışı göste- 
remeyecektim. Bu tutumu bile Sultanlığa ne kadar lâyık ol- 
duğunu gösterir. 
— Haklısın belki Temiir Melik, bir kere olan oldu, geri 
dönemeyiz. Karışıklıklar çıkar, kardeş kardeşe düşer, Kıpçaklar- 
la Türkmenler bu devletin evlâtlarıdır, din kardeşidirler. Uzlaş- 
malarını ve kardeşçe yaşamalarını nasıl istiyorum bilsen. Yıl- 
lardır bu kardeşliği tesis edemedik aralarında. Çoğunlukla 
Kıpçaklar rahat durmadı. Annemin onlardan yana oluşundan 
cesaret alarak etmediklerini komadılar. Şimdi de isterler ki 
yurtlarına gidip önce onları kurtaralım. 
— Yaaa!... 
Temür Melik'in ağzından bu hayret nidası gayri ihtiyari 
çıktı. Cüretin bu derecesini aklına sığdıramıyordu. Şaşkın ba- 
kışları Sultan Muhammed'in yüzünde, öylece bakakalmıştı. 
— Evet, bunu isterler. Şaşırmakta haklısın; istediklerini 
yerine getirmezsem türlü entrikalar çevirecek, memlekette ra- 
hat ve huzur bırakmayacaklar. 
— Zaten kalmış mı ki Sultanım!... 
— Yine doğruyu söylersin. Ama huzursuzluğun sebebini bir 
türlü bulamadım. 
— Destur verirseniz bildiğim kadarını söyliyeyim. 
— Söyle bakalım. 
— Sultanım, çoktandır halk arasına çıkmıyorsunuz. Es- 


kiden ne güzeldi, adamlarınızı peşinize takar, çarşı pazar dolaşır- 
dınız. Halk tezahürat yapardı. 
— Bugün de yapıyorlar. 
Temür Melik acı acı güldü : 
— Haklısınız, yapıyorlar. Ancak ikisi arasında büyük fark- 
lar var. Dün içten gelen bir sevgi ile yapıyorlardı, bugün ise 
Kıpçak muhafızlarınızın kırbaçlarından korktukları için yapı- 
_ 38 - 
yorlar. 
Sultan yine elini sakalına götürdü. 
— Öyle mi dersin?... 
— Evet Sultanım, halk içine karışsanız siz de bunu anh- 
yacaktınız. 
— Đçine adamlar salıyorum. 
— Huzursuzluğun bir sebebi de budur zaten. Adamlarınız 
yalan yanlış ihbarlarla masum vatandaşların zindana girmesini 
temin ediyorlar. Devlet otoritesini kendi şahsî husumet veya 
menfaatlerine âlet ediyorlar. 
— Bunu hiç söylememiştin. 
— Yine de söylemek istemiyordum ya mecbur oldum. 
Vicdan azabını yatıştıramadım artık, kendimi daha fazla gem- 
leyemedim. Karşınızda bunun nasıl bir cüretkârlık sayılacağını 
biliyorum, cezam idam da olabilir. Ancak ben, bildiklerimi 
idam sehpasında da tekrarlayacağım. Tek isteğim Harzem 
Ülkesinin izmihlale düşmemesidir. Bunu görmektense bin kere 
ölmeyi yeğ sayarım. 
— Söyle Temür Melik... 
— Vergiler çok ağır Sultanım. Halkın tahammülünü aş- 
tı. Beddualar giderek artıyor. Eskiden dua çıkan ağızlardan 
zehirli sözler dökülüyor şimdi. Uzun süredir cihada çıkılmadı. 
Nüfus arttı. Han-hamam kurmak, halkın karnını doyurmuyor. 
Ciitgide fakir düşüyoruz. Devleti temsil edenler... 
— Evet... 


— Affınıza bir kere daha sığınarak söyleyeceğim, gaflet 
içindedirler. 
Sultan irkildi. Eli mihaniki bir hareketle altın tokmağa 
uzandı. Đki kanatlı işlemeli kapının ardında hazır bekleyen cel- 
latlannı hatırladı. Bir sözüyle, şimdi karşısında capcanlı du- 
ran ve dimdik konuşan adamı iki dakika sonra cansız, kanlar 
içinde vere serdirebilirdi. 
Ilu kudrette idi, aklından da geçiriyordu. Ama yapmadı 
- 39 _ 
bunu, daha doğrusu yapamadı. Temür Melik'in sözleri kendisini 
yaralamakla birlikte, uykudan uyanmasına da vesile oluyordu. 
Anlamak istemediği hakikatler beynine, tokmak tokmak ini- 
yordu. Hakikat her yerde hakikatti, hürmet göstermeli idi. 
— Hakkın var Temür Melik, hiç» değilse çok noktalarda 
haklısın. Dünyada hiç bir Sultanın başına gelmemiş bir belâ- 
nın içindeyim. Bir yanda adını bilmediğimiz küçük atlı askerler, 
bir yanda kuyumuzu kazan Halife Nasır, bir yanda annemiz 
ve dostları Kıpçaklar, bir yanda Celaleddin ve Türkmenler. 
Huzur yok, fakirlik artıyor, millet homurdanmaya başladı... 
Peki ama ben ne yapabilirim?... 
Devletlere diz çöktürmüş koca bir Sultan, ellerini çaresiz- 
lik içinde iki yana açtı, boynunu büktü. 
Oysa ne büyük günlerden gelmişti. Düşmanlarını tek tek 
yenmiş, ülkelerini ülkesine katmış, hudutlarını alabildiğine ge- 
nişletmişti. 
Nice hanları, hakanları önünde eğilmeye mecbur etmişti. 
iskender'den daha büyük bir cihangir görmeye başlamıştı ken- 
disini. Ama şu anda Temür Melik'in karşısında aczini itiraf 
etmekten başka çıkar yol bulamıyordu. Bu böyle jni olacaktı? 
Ancak kendi duyabileceği kadar hafif bir sesle : 
— Bir sefer gerek, diye mırıldandı. 
Bu daha ziyade içten gelen bir iniltiye benziyordu. Can 
çekişmekte olan bir insanın son nefesi gibi hafifti. Bir yere sefer 
etmek gerekti. Tek kurtuluş yolu olarak bunu görüyordu. Tek- 


rar kuvvetini isbat etmesi lâzımdı. O takdirde ancak milleti es- 
kisi gibi etrafında halkalanır, Sultanlarının eski kudretinde ol- 
duğunu görerek muhabbet duyarlardı. 
Başını kaldırdı. Bir şey söylemek için hazırlandı. Kapının 
açıldığını görünce vaz geçti. Bekledi. Bir nöbetçi içeri girerek, 
selâmladı. 
— Affınıza sığınırım ulu Sultanım, dedi. Çok uzak eller- 
den gelen bir elçi sizinle acele görüşmek ister. 
— 49 - 
Sultan bir el hareketiyle sanki kelimeleri itti: 
— Şimdi meşgulüm görmüyor musun?... 
— Ben de öyle söyledim Sultanım, ama dinlemek istemez.. 
Küçük atlı askerlerden haber getirmiş, acele size bildirmeliy- 
miş... 
Harzem Şahı Alaüddin Muhammed sarsıldı. Nedense kü- 
çük atlı süvarilerin bahsi geçince bir tuhaf oluyordu. 
— Getirin bakalım, dedi. Görüşelim, ne istiyor?... 
Adam çıktı. Temür Melik Sultanı yalnız bırakmak gerek- 
tiğini düşünerek kalktı. 
— Destur var mı Sultanım? 
— Otur oturduğun yerde Temür Melik, senden ne gizlimiz 
olacak... 
— Emir Sultanımındır. 
Oturdu ve bekledi. 
Birazdan iki asker, yanlarında yorgun, perişan bir adam 
olduğu halde huzura girdiler. Sultanı selâmlayarak beklediler. 
Alaüddin Muhammed bir el hareketiyle askerleri savdı- 
Adama döndü : 
— Adın ne senin?... 
Saygıyla cevap verdi: 
— Adıma Kutluk derler Sultanım... 
— Memleketin neresi?... 
— Sayenizde Harzem Ülkesi memleketimiz oldu Sultanım,. 
ama aslen Konya'danım. Hemedan'a çok önceleri yerleşmiş- 
tim. Đlim tahsil ettim. Halep'i, Şam'ı, Medine ve Mekke'yi gör- 
düm. Kaşgar'ı aştım. Diyar diyar dolaştım. Yolum günün birinde 
Çin'e düştü. Büyük Sedd-i Çin'i gezdim, Çin'in amansız düş- 


 manlarını tanıdım. 
— Kimmiş?... 
— Arzediyorum Sultanım, destur veriniz. Evet Çin'in 
amansız düşmanı şimdiye kadar tanımadığımız, duymadığımız,. 
bilmediğimiz... 
_ 41 — 
Harzem Şahı Muhammed'in sesi bu sefer sert çıktı: 
— Söyle dedik ya! 
—? Cengiz Han!... 
— Kim kim?... 
— Cengiz, Cengiz Han... Bu isimle anılır. Asıl ismi Timu- 
çin. Đşe eşkiyalıkla başlamış. Etrafına birkaç Tatar toplayarak 
vaktiyle dağa çıkmış. Daha önceleri Çin hanlarından birinin esiri 
bulunuyormuş, kaçmış. Çinlilerden intikam almaya andiçmiş. 
Almış da... Yenilmez sanılan hanları, hakanları yenmiş, ege- 
menliğini kabul ettirmiş. 
— O kadar büyük demek?... 
— Çinliler ondan bahsederken korku ile ürperirler. Çin'in 
üstünden bu belâyı defetmesi için Buda'ya bol bol dua eder, kur- 
ban keserler. Buda'nın kendilerini Cengiz Han'la cezalandır- 
dığını söyler. Onun için korku ile karışık bir hürmet de besler- 
ler. 
— Taaccüp, hem korkutan ve hem saydıran bu adamı 
tanımak isterdim. Sen kendisiyle görüştün mü? 
— Kumandanlarından biriyle görüşebildim. 
— Nasıl adam?... 
—? Uzun, iriyarı biri... Bakışları donuk, insanı sanki her 
an parçalamaya hazır. Bir gözü kör. Adına Subutay derler. 
Cengiz Han'ın çok sevdikleri arasında imiş. Savaşlarda çok 
yararlıklar gösterdiğini duydum. Aynı zamanda çok da zalim 
olduğu söylenir. 
— Konuştun mu? 
— Çok şeyler sormayı arzuladım ama, donuk bakışları 
içimi ürpertti. Bütün bildiklerimi, aklımda tuttuklarımı bir an- 
da unuttum. Lâl kaldım önünde. 


— Korkakmışsın... 
— Belki Sultanım. 
— Başka neler duydun? 
— Cengiz Han',in etrafındakiler kum gibi kalabalıkmışlar. 
— 42 _ 
Küçük atları var, gözlerimle de gördüm. Çevik insanlar, akla 
durgunluk verecek kadar çevik. Acaip naralar atıyorlar. Ve 
bizim bilmediğimiz bir dille konuşuyorlar. 
— Nasıl bir dil?... 
— Moğolca derler. Harzem diline hiç benzemez. 
— Arapçaya, Farsçaya da mı benzemez? 
— Hiç birine Sultanım. Ben iki yılda ancak öğrenebildim. 
— Vay, sen bu dili biliyorsun ha?... 
— Sayenizde Sultanım. 
— Đyi, seni onlara elçi göndersek ne dersin? 
— Emriniz başım üstüne, ancak yoldan geldim, diledim 
ki haberleri Sultanıma sıcağı sıcağına eriştireyim, malûmatları 
olsun, belki bazı şeyler kararlaştırırlar. 
— Aferin, çok iyi yapmışsın. Şimdi dinlen, kararımı da- 
ha sonra bildireceğim. 
Altın tokmağı alarak altın sahana iki kere vurdu. Giren 
nöbetçiye misafiri işaret etti: 
— Götürün, istirahat etsin, dedi. Çağırdığım zaman derhal 
huzuruma getirilecek. Ne isterse yapmakta serbesttir. Đyi mua- 
mele ediniz. 
Konya'lı Kutluk'u dışarı çıkardılar. 
Yine Temür Melik ve Sultan yalnız kalmışlardı. Temür Me- 
lik'in hiç konuşmaması Sultanın dikkatinden kaçmamıştı. Tatlı 
bir dille bunu sordu : 
— Hiç konuşmazsın Temür Melik, bir sebebi olsa gerek? 
— Sultanımın konuştuğu yerde bize düşen susmaktır.. 
— Ama gerekmediği zamanlarda bülbül gibi şakırsın.. 
— Onu, gereğine inandığım zaman yaparım Sultanım. 
— Adamın söylediklerine ne dersin?.. 
— Ne denir? Adam gördüğünü söylüyor. Anlaşılıyor ki 
küçük atlı süvariler Moğol ordusu erleriymiş. Artık hiç değilse 
onlun tanıyoruz. Ama teşkilâtları ve kuvvetleri hakkında sağlam 


iler edinmek zorundayız. 
_ 43 — 
— Onlarla savaşmak istediğimi mi sanırsın?. 
— Öyle bir şey söylemedim Sultanım, ancak bir savaşa 
çıkmak istediğinizi kendiniz söylemiştiniz. 
— Ben Halifeye karşı savaşacağım. 
— Bütün Đslâm Alemini aleyhimize çevirecek böyle bir 
harekete niçin gireceksiniz?. 
Sultana sual sormanın nelere mal olabileceğini bilmez de- 
ğildi. Fakat bugün, bütün içindekileri boşaltmaya karar vermiş 
bulunuyordu. Türkân Hatun'un sarayında olup bitenler asabını 
bozmuştu. 
Ama Sultan yine de kızmadı. Temür Melik hakikatleri yü- 
züne söyledikçe, her zamankinin aksine daha derin düşüncele- 
re dalıyordu. Yine elini sakalının kılları arşına sokmuş, birkaç 
tanesini koparmıştı. 
— Umurumda değil, diye konuştu. Müslüman Ülkeler 
arasında en kuvvetlisi Harzem Ülkesidir. Ona uymak zorundadır- 
lar. Kaldı ki aramızda yapılmış anlaşmalar da yoktur. Ne dü- 
şünecekleri ve nasıl hareket edecekleri beni ilgilendirmez. 
— Üstümüze gelirlerse de mi? 
— Kırar geçerim... 
— Kardeşlerimizi... 
— Bana kılıç çekene kardeşim demem. 
— «Ümmetimin ihtilâfı rahmettir» diyen Hadise rağmen 
mi?.. 
Sultan susmak zorunda kaldı. Temür Melik'in karşısında 
bir kere daha yenilgiye uğramıştı. Aklına danıştı. Onu doğru- 
luyordu. «Evet», diyordu. «Halifeye hücum ederse Müslüman 
milletlerin lanetini çekersin. Üstüne de gelirler hatta. Bu sa- 
vaşa sen sebep olacağından günahını da sen yükleneceksin. Son- 
ra Selçuk Đmparatorluğunun gün geçtikçe kuvvetlendiği de bir 
vakıadır. Onunla kapışmayı göze alabilir misiniz?..» 
Aklı böyle derken hissi tam tersini fısıldıyordu : 


«— Hayır. Aklın yanılıyor. Halife senin baş düşmanın, 
_ 44 _ 
Belki Moğollan da kışkırtarak üstüne salacaktır. Altmordu 
Beylerini şimdiden kışkırtıyor. Ona bir ders vermelisin. Sen bü- 
yük bir Sultansın. Bir Halifenin oyuncağı olamazsın. Direnmeli- 
sin. Orduların karınca sürüsü kadar çokluktur. Bütün Bağdat'ı, 
Mekke ve Medine'yi almalısın. Musul'da at oynatmahsm. Ha- 
life Nâsır'ı indirip seni destekleyecek birini oturtmalısın. O za- 
man ancak devletin de, saltanatın da beka bulacaktır.» 
Aklına sordu : 
«— Sen bu işe ne dersin ey akıl?...» 
«— Saçma derim. Saltanatının da, devletinin de beka bul- 
ması, saçma. Dünya yüzünde hiçbir şey bakî değildir ki, sen ola- 
sın. Büyük Đskender, nice yıllar ikbal içinde hükümdarlık yap- 
madı mı? Şimdi nerede?...» 
Zıt düşünceler içinde bir süre bocaladı. Akıl ve his arasın- 
da sendeledi, bir karar veremedi. Ayağa kalktı: 
— Temür Melik, hizmetinden memnunum, ancak bu de- 
rece işlerime karışmanı tasvib etmiyorum. Bugün en az beş ke- 
re başın omuzların arasında sallandı. Dikkat et, gazaplı bir 
anıma rastlayabilirsin. Ömür boyu pişman olacağım bir karara 
beni mecbur etme. 
Temür Melik başını iki yana salladı. Destur diledi. Saygıyla 
Harzem Sultanını selâmladı, çıktı gitti. 
Evine nasıl geldiğini anlayamamıştı bile. Kendini bir ka- 
napeye attı. Kafasında düşünceler kaynıyordu. Sultan Muham- 
med'in Kıpçak Hanları elinde nasıl oyuncak olduğuna şaşıyor- 
du. «Höt» deyince saklanacak delik arayan bu adamlar ne et- 
mişlerdi de Sultana bu derece tesir etmeyi başarmışlardı?.. Şüp- 
lu-siz Valide Sultan Türkân Hatun'un bu işte büyük rolü vardı. 
Cclaleddin'i azlettirip parmak kadar bir sabiyi veliaht yaptıra- 
Mleıı kadın daha neler yapmaya muktedirdi kimbilir?... 
Kapının açılmasıyla düşüncelerinden sıyrıldı. Eşikte duran 


dama baktı. 
- 45 - 
— Ne istiyorsun Togay?... 
Togay Temür Melik'in sadık hizmetkârı idi. Yanındaki a- 
damı gösterdi. 
— Sizinle görüşmek istiyor efendim. 
Temür Melik adamı şöyle bir süzdü Giyinişi perişandı. 
Yorgunluktan ayakta duracak hali kalmamıştı. 
— Evet, evet, diye mırıldandı. Sizinle görüşmem lâzım. 
— Kimsin?.. 
— Adıma Hasan derler. Semerkant'lıyım. Okumuş yaz- 
mışlığım vardır. 
— Gel beri... 
Adam girdi. Sakalını sıvazladı. Alnında biriken ter tanele- 
rini sildi. 
— Semerkant'da kötü şeyler olur Temür Melik. 
— Adımı nereden biliyorsun?.. 
— Semerkan'ta namınızı herkes bilir. Gurur şeytanın. 
Ben övünesiniz diye söylemiyorum. Şunu bildirecektim. Semer- 
kant valisi Osman Han isyan etti 
Temür Melik şimşek gibi doğruldu. Bir an kulaklarına i- 
nanmadı. 
— Ne dediğinin farkında mısın be adam? Osman Han, 
Harzem Sultanın damadı, nasıl isyan eder?... 
Auam umursamadı bile, duymamış göründü. 
— Đsyan etti, evet. Milletin malını - mülkünü elinden alır. 
Etrafında topladığı Kara hanlılarla şehre dehşet saçar. Şehir 
el'aman dedi, yetişin Semerkımt'ı kurtarın. 
— Malınızı - mülkünüzü neden elinizden alır?.. 
— Der ki; Sultan Muhammed'in idaresi zengini daha zen- 
gin etmekten başka işe yaramadı. Tacirler fakir halkı soydu. 
Sanatkârlar ezebildiğim' ezdi. Bol toprak sahipleri toprağı olma- 
yanı köle yaptı. 
önceleri fakirler onu destekledi, kuvvetlenmesini sağladılar. 


Sonunda onların da gözü açıldı. Ama iş işten geçmişti. Tam 
_ 46 _ 
bir zulüm, tam bir vahşet havası esti, Semerkant'da. Çocuklar,. 
annelerinin gözleri önünde diri diri ateşlere atıldı. Gebe kadın- 
lar kılıçlandı, yaşlı zenginlerin üstünde ok talimleri yapıldı. 
— Vay namert!... 
Đlim adamlarımız, hocalarımız toplanarak yaptıklarının Đs- 
lâm dinine zıt olduğunu, adalete dönmesini istediler. Hepsini ka- 
zığa çaktırdı. 
Vay terbiyesiz!.. 
— Bildiklerimi söyledim Beyim, gerisi sizin bileceğiniz iş. 
Kılıcınızın namı Semerkant'ı sarar. Bilginler bizi bunun için gö- 
revlendirdi. On kişi idik. Arkadaşlarım' yakalandı. Artık durumu 
biliyorsunuz. 
Temür Melik gözlerini kapıya dikmiş, düşünüyordu. Uzun 
zaman böyle kaldı. Sonra yerinden kalktı. Beklediği kendiliğin- 
den çıkmıştı. Sultanı Kıpçak ülkesine gitmekten caydırabilirdi. 
Semerkant'da alev alev bir fitne kaynarken, Kıpçak üîkesinet 
gitmek herhalde Sultanın mantığına da ters düşecekti.. 
— Nöbetçi! diye bağırdı, giren Türkmene, adamı işaret 
etti: 
— Al bunu rahatını temin et. 
— Emredersiniz Beyim. 
— Ben Sultana gidiyorum. 
Çıktı. 
* * * 
Temür Melik'in dönüp geldiğini Sultan Muhammed'e ha- 
ber verdikleri zaman Ebu Temman'ın Tebrikname'sini oku- 
makla meşguldü. Niçin dönüp geldiğine hayret etti. Kitabı ka- 
patarak masaya bıraktı. 
— Gelsin bakalım, diye emretti. 
Temür Melik teşrifat kaidelerini alt-üst eden bir acele ile 
i daldı. Tok adımlarla Sultan Muhammed'in yanına kadar 
Sert bir hareketle kollarım göğsünde kavuşturdu : 
Vealeykümselârri Temür Melik, doğrusu beni şaşırtı- 
- 47 - 


^yorsun. Daha, az evvel yanımdan çıkmıştın. Hele otur bakalım. 
Temür Melik oturuncaya kadar sabredemedi: 
— Hâdiseler o kadar süratle gelişiyor ki Sultanım bazen 
benim bile başım dönüyor. Maalesef size kötü bir haber vermek 
için huzurunuzdayım. 
Sultanın rengi sarardı, dudakları uçuklaştı. 
— Nedir o kötü haber? Yoksa Celaleddin?.. 
Temür Melik yüzünü buruşturdu : 
— Oğlunuz hakkında kötü şeyler düşünmeyiniz Sultanım. 
O, Sultan babasına asî olmayı aklının köşesinden bile geçirmez. 
Bütün emeli size sadık bir asker olabilmektir. Mesele bu değil. 
— Söylemeyecek misin?.. 
— Đzninizle Sultanım... 
— Söyle... 
— Semerkant'dan perişan bir adam geldi. Damadınızın 
isyan ettiğini bildirir. 
Sultan hiddetle yerinden fırladı: 
— Hepsi yalan! Damadımız Osman Han bize karşı çıkmayı 
düşünmez... Hayır, hiçbir zaman. 
— Ben de öyle düşünürüm Sultanım. 
— O halde niçin rahatsız edersin?... 
Temür Melik ayağa kalktı: 
— Sultanımızı haberdar etmeyi uygun bulmuştuk, hata 
ettikse affınıza sığınırız. 
— Hafifçe eğildi: 
— Destur var mı Sultanım, istirahata çekilmek istiyorum. 
Sultan Muhammed bir el hareketiyle Temür Melik'i dur- 
durdu : 
— Nereye? Ortaya bir lâf attın, hemen çekilmek istersin, 
muradın kafamızı bulandırmak mı, yoksa damadımın üstüne 
yürümemi temin etmek mi?... 
Sararma sırası Temür Melik'e gelmişti. Hırsından titriyor- 
du : 


_ 48 _ 
- Beni öz babamdan daha iyi tanıyan Sultanım, gerçek- 
ten böyle bir niyet besleyebileceğime inanıyorlar mı? 
— Başka ne diyebilirim?.. Damadımızı suçlarsın. 
— Ben değil Sultanım, haberi veren adam suçlar, Se- 
merkantlı bir kulunuz. 
— Onunla görüşmek istiyorum. 
— Emrederseniz, derhal... 
— Pekâlâ, getirmeni bekleyeceğim. 
Temür Melik Sultanı selâmlayarak çıktı. Şah Muhammed 
yalnız kalmıştı. Damadının böyle bir şeye cüret edemeyeceğine 
kendi kendini ne kadar inandırmaya çalıştıysa da tatmin olmadı 
— Nedir bu başıma gelenler, diye mırıldandı. Bir yanda 
Karahitay, bir yanda Türkmenler ve Kıpçaklar, bir yanda Cengiz 
Han denen küçük atlıların Hakanı, bir yanda Halife Nasır, şim- 
di de damadım Osman mı?.. 
Altın tokmağı hırsla altın sahana vurdu. 
Đçeri bir nöbetçi girdi, eğildi. 
— Derhal git, Kıpçak Hanı Nişabur'u buraya çağır. 
Nöbetçi çıktıktan sonra üstüne çeki düzen verdi. 
Nişabur'a perişan görünmek istemiyordu. Đçeri girdiğini 
görünce yer gösterdi: 
— Gel beri Kıpçak Hanı, az sonra duyacaklarına şaşır- 
ma maya şimdiden hazırlan. Damadımız Osman Han asî oldu 
ilerler... 
Nişabur gösterilen yere oturmaya hazırlanırken duraladı. 
Tereddütle sordu : 
— Essah mı Sultanım?... 
— Essah derler ya, haberi getirenle daha görüşmüş deği- 
lim Temür Melik'i onu getirmeye gönderdim. 
Nişabur sinsi sinsi güldü. Mühim bir şey keşfetmiş gibi ra- 
hatladı. Yerine oturdu: 
Size oyun etmek isterler Sultanım, dedi. 
_ 49 _ 
F: 4 
— Kim oyun etmek ister? 


— Herhalde Temür Melik; son zamanlarda iyice şımardı, 
vergi memurlarını döver, devlet idarecilerine ve bize karşı ağı- 
za alınmayacak sözler sarfeder, bütün bunlar kulağımıza kadar 
gelir de siz hâlâ onu korursunuz. 
— Temür Melik büyük bir kumandandır. 
— Olabilir. Ama bir kumandan, Sultana hakaret hakkına 
sahip değildir. 
— Temür Melik sözünü sakınmamakla ün yapmıştır. 
— Bir noktaya kadar doğrudur, ancak hiçbir zaman bu 
sözler hakarete kadar varmamalıdır. 
— Đyiliğimizden başka bir şey düşündüğünü sanmıyorum. 
Nişabur rahat bir tavırla Sultana baktı: 
— Hep iyi kalpliliğiniz yüzünden etrafınızda oynanan 
oyunları görmüyorsunuz Sultanım. Temür Melik, oğlunuz Ce- 
laleddin'le çoktandır kumpas kurdu, fesat kazanı kaynatmak 
isterler. Kıpçak ellerine sefer yapmanızı önlemeye çalışırlar. 
Çünkü Celaleddin de Temür Melik de Türkmenlerdendir. Bize 
kin tutarlar. Tarafınızdan sevilmemizi hoş kalşılamazlar. Hele 
Kıpçak kadınından doğmuş küçük oğlunuz Kutbüddin Ozlak 
Şah'ı veliaht ilân etmenizden hiç hazetmezler. Devlet idaresini 
ele geçirmek için en kısa yoldan sizi harcamayı düşünürler. 
Kapı hızla açıldı. Eşikte Temür Melik belirdi. Bacaklarını 
germiş, kollarını iki yanma sarkıtmıştı. Yumrukları sıkıh idi. 
— Yalan! Diye bağırdı. 
Nişabur'un kanı dondu sanki. Sapsarı kesildi. Temür Me- 
lik'in eli yavaş yavaş kılıcına gidiyordu. Sultan Muhammed du- 
rumun daha kötüye gitme istidadında olduğunu anladı. Elle- 
rini kaldırdı: 
— Susun, diye gürledi. Huzurumda dalaşma cüretini ne-. 
reden alırsınız? Đkinizi de cellâta vermeye mecbur etmeyin beni. 
Temür Melik durdu. Sultanın huzuruna kılıcıyla girtn? 
izni bulunan nadir kumandanlar arasında olduğunu hatırladı 
- 5§ _ 



Bu itimadı sarsmamaya karar verdi. Ellerini göğsünde kavuştur- 
du. 
— Selâm büyük Sultan... 
— Selâm büyük kumandan. Adamı getirdin mi?. 
— Burada. 
Başıyla bir işaret yaptı. Adam içeri girdi. Üstünde yeni 
elbiseler iğreti duruyordu. Alelacele hazırlandığı belli idi. Pa- 
dişahın eteğini öptü. 
— Duacınızım Sultanım. 
— Adına ne derler senin? 
— Hasan derler. Semerkant'lıyım. 
— Derler ki damadımız Osman Han asî olmuş, doğru 
mu?.. 
— Beli Sultanım. 
Temür Melik kapıyı örterek kenara çekildi. Öylece konu- 
şulanları dinlemeye koyuldu. 
Sultan sual üstüne sual soruyor, haberin doğruluk derece- 
sini anlamaya çalışıyordu. Kıpçak Hanının yüzü her saniye renk- 
ten renge giriyordu. Semerkant'daki isyanın doğru çıkması 
halinde, Sultanın ordularını o yana süreceğini ve Kıpçak Ülke- 
sinin ebediyen Karahitay istilâsında kalacağını düşünüyordu. 
Sultan Alaüddin Muhammed öğrenmek istediklerinin ta- 
mamını öğrendikten sonra: 
— Söylediklerinde zerre kadar hilaf varsa kendini yok bil, 
dedi. 
— Yemin ederim ki hepsi dosdoğru Sultanım. 
Padişah kendi kendine söylenir gibi: 
— Đsyana yine bir parça aklım yeter de, herkesi aynı se- 
viyeye getirmek gibi safsata bir iddia ile çıkmış olmasına şaşı- 
yorum. Bu milleti Allah eşit yaratmamıştır ki. 
Temür Melik'e döndü: 
— Gidebilirsiniz Temür Melik. Haberciyi de götürün. Bu 
_ 51 - 
gün ikidir kötü haberler aldık. Allah encamımızı hayretsin ba- 


kalım. 
Temür Melik bir bakışla Kıpçak Hanını yerin dibine ge- 
çirdikten sonra Hasan'a bir işaret verdi. Sultanı birlikte selâm- 
ladılar ve dışarı çıktılar. Yolda söyleniyordu : 
— Sultan iki kötü haber aldığını söylüyor, ben ise üç kötü 
haber aldım. Biri de Celaleddin'in veliahtlıktan uzaklaştırılma- 
sı... 
SEMERKANTA SEFER VAR 
Temür Melik'in arzusu yerine geldi. Sultan Alaüddin Mu- 
hammed Kıpçak Hanlarına kanmadı. Kıpçak Ülkesi yerine Se- 
merkant'a doğru yola çıktı. Müthiş kızgındı. Damadı Osman'ı 
ve ona uyanları eline geçirse bir kaşık suda boğacaktı. Ona 
verdiği bunca nimet ve ikbalden sonra isyan bayrağını açmasını 
bir türlü hazmedemiyordu. 
Uzun yollardan, sarp kayalardan, aşılması güç çöllerden geç- 
tiler. Nihayet bir sabah şehir surları göründü. Sultan, parma- 
ğını surlara dikti. Temür Melik'e döndü : 
— Bak Temür Melik, şu sağlam surlar atlarımızın ayakları 
altında kâğıt kuleler gibi nasıl yıkılacak... 
— Eminim Sultanım. 
Kıpçakların yüzü bir karış asıktı. Sözlerinin dinlenmeme- 
sine içerliyorlardı. Ama ümitlerini kaybetmiş değillerdi. Nasıl- 
sa ordu bir kere sefere çıktıktan sonra Semerkant'ı halleder ve 
pekala Kıpçak Ellerine yönelebilirlerdi. Bu hususta Sultanı kan- 
dırabileceklerini umuyorlardı. 
Şehri vakit geçirmeden sardılar. Beklemeye koyuldular. 
Osman Han bağırtılar arasında uykusundan uyanıp duru- 
mu gördüğü zaman çıldıracak gibi oldu. Harzem Şahının bu 
kadar çabuk harekete geçebileceğini ummamıştı. Demek eski 
kuvveti halâ devam ediyordu. 
Şuursuzcasına sağa - sola saldırdı. Birkaç kişiyi kırbaçladı, 
— 52 _ 
birkaçının idamı için emir çıkarttı. 


Bir süre odasına kapanıp kara kara düşündü. Sonra ka- 
yınpederinin ordusunu seyretti. 
— Kalabalıklar, diye söylendi. 
Ellerinde beyaz bayrakla üç kişinin kale bedenlerine yak- 
laştığını görünce korkusundan yüreği ağzına geldi. Yanında 
dikilip duran mutemet adamı Serkeş'e : 
— Ölüm fermanımızı getiriyorlar galiba? Diye fısıldadı. 
Sen ne dersin? Tedbir nedir? 
— Endişeye mahal yok efendim. 
— Nasıl mahal yok? Baksana adamlar şehri muhasara 
etti bile. 
— Olsun, ne de olsa Sultanın damadısın, kendini affetti- 
rebilirsin. Ama biz başımızı kurtaramayacağız. 
— Ben yaşarsam sen de yaşarsın. 
— Hele susalım, adamlar ne derler?. 
Beyaz bayrak taşıyan üç Harzemli, Osman Han'ın üstünde 
bulunduğu kulenin altına ulaşmışlardı. En öndeki elini kaldıra- 
rak konuşmaya başladı: 
— Ey askerler! Vann Osman Han'a haber salın, kendisiyle 
konuşmaya geldik. 
Osman Han, Serkeş'e : 
— Konuşayım mı? Diye sordu. 
Serkeş: 
— Bir Han'ın bir askere muhatap olduğu görülmüş şey 
değildir. Destur ver ben konuşayım. 
— Verdim, haydi konuş. 
Serkeş ileri çıktı: 
— Ne istiyorsunuz? Diye bağırdı. 
I larzemliler başlarını kaldırıp Serkeş'e baktılar: 
— Kimsin? Biz Osman Han'la veya tayin edeceği biriyle 
P'inşınck isteriz. 
- 53 _ 


Osman Han iyice görünmek için biraz yana çekildi: 
— Serkeş mutemet adamımdır, dedi. Konuşun. 
Üç Harzemli'nin dudaklarında müstehzi bir tebessüm do- 
laştı. Kafile başkanı sesini yükseltti: 
— Đyi dinleyiniz. Dünyanın en büyük Sultanı Şevketlû 
Alaüddin Muhammed'in emrini tebliğ ediyorum. Kale derhal 
teslim olsun, aksi halde bütün asîler kıhçtan geçirilecek, evleri 
yakılacak, leşleri köpeklere atılacaktır. 
Osman Han'ın yüzü kül rengine büründü. Ağzı kurudu. 
Serkeş'e baktı. Serkeş : 
— Ya teslim olursak?... 
— O takdirde Sultanımız hakkınızdaki hükmü belki ha- 
fifletebilecektir. 
— Belki ha!... 
— Evet, belki... 
Elçiler başka bir şey söylemeden yüzgeri ettiler. Osman 
Han dişlerini sıktı. 
— Şeytan diyor üç okta şunları devir! 
Serkeş kolunu tuttu : 
— Sakın ha! Şeytana uyayım demeyin, bu hepimizin sonu 
olur. 
— Đyi ama Serkeş, görüyorsun ne pe-rvasız konuşurlar... 
— Kendisine güvenen daima tok sözlüdür Han'ım. 
— Yani hiç mi karşı durabileceğimizi zannetmez bunlar? 
— Doğru da düşünürler. 
Osman Han hiddetle Serkeş'e baktı: 
— Ne dersin bre, sene cellada vermemi mi istiyorsun? 
Bu nasıl söz. Đt yese kudurur, çakal yese geberir. 
— Dinle Han'ım, halk bizi tutmuyor. Etrafımızdakiler men- 
faat köleleri, ceplerini doldurmaktan başka şey düşünmezler. 
Alabildiğine zulmettik, topraklarını, servetlerini aldık. Bizim 
için dövüşmeye kimse istekli görünmüyor. Bu durumda, değil 
— 54 - 
Harzem Sultanı, Moğol Hakanı Cengiz bile gelse bayram yapa- 


caklar. Bütün arzulan bizi başlarından savmak. 
— Nankörler... 
— Haksızlık ettik efendim, çok haksızlık ettik. Hem do 
bile bile ... 
Osman Han çaresizlik içinde ellerini açtı. 
— Şimdi ne yapacağız peki? Kuzu kuzu teslim mi olacağız? 
Serkeş bir sualle mukabele etti: 
?— Ölmeyi göze alabiliyor musunuz Han'ım?. 
Osman Han şaşırdı, bocaladı. 
— Daha çok gencim, diye mırıldandı. 
— Öyleyse teslim olmaktan başka çare yok. Git Sultan- 
dan af dile, belki merhameti kabanr. Hatta gerekirse hanımını 
huzuruna gönder. O af dilesin, seni ve bizi bağışlatmaya 
çalışsın. Canımızı başka türlü kurtarmak mümkün değildir. 
— Galiba haklı söylersin. 
Hemen saraya döndü. Karısının dairesine çıktı. Đsyan ede- 
li beri aralan açılmış bulunuyordu. Harzem Şah'ın kızı Han Sul- 
tan iç kaleye çekilmiş, sadık birkaç hizmetkârla birlikte oturu- 
yordu. Kocasını birdenbire karşısında görünce ürktü. Kendisini 
öldürmeye geldiğini zannederek geriledi. Eli koynundan eksik 
itmediği altm saplı hançerine gitti. 
Osman Han gülmeye çalışıyordu : 
— Neden ürkersin Sultanım, ben senin kocan değil mi- 
vım?.. 
(ienç kadın cevap vermedi. Köşeye biraz daha büzüldü. 
Osman Han sesine acındırıcı ve inandıncı bir ton vermeye 
urak konuşmaya devam etti: 
— Uzun yıllar bir yastığa baş koyduk. Đyi kötü günlerimiz 
Oldu çocuklarımız dünyaya geldi. Bir müddettir aramızı açtı- 
l.ıı Allah şahidimdir, senden başka bir kadın gönlüme girmedi. 
n eni düşündüm ve hep seni sevdim. Ama nifakçılar boş 
durmadılar. Beni sana, seni bana kötülediler. Ben inanmıyor- 
- 55 - 
dum ya, sen acaba aynı şeyi yapabilmiş mi idin? Onun için ya- 


nına gelmekte tereddüt ederdim. 
Kadın bunların hiç birine ehemmiyet vermedi. Buz gibi 
soğuk bir sesle: 
— Ne istiyorsunuz onu söyleyiniz?., dedi. 
Osman Han irkildi. Böyle karşılanacağını düşünmemişti. 
Ne de olsa kadındır, bazı zaafları vardır, bu zaaflardan iyi is- 
tifade etmesini bilirsem babasına gönderebilirim ve kendimi 
onun delaletiyle affettirebilirim, diye ummuştu. Şimdi bu plân 
alt - üst oluyordu. 
Biraz metaneti kırılır gibi oldu. Đki adım yaklaştı: 
— Han Sultanım, dedi. Başım sana emanet, istersen ölür, 
istersen kalırım. Var git Sultan pederine beni affetmesini söy- 
le... 
Diz çöktü. Ellerini omuzlan hizasına kaldırıp birleştirdi. 
Boynunu büktü. 
— Bir hata ettim, seni de bu hata yüzünden ihmal ettim. 
Şimdi tuttuğum yolun yanhş olduğunu bütün acılığıyla anlıyo- 
rum. Kulağıma erimiş kurşun danılasaydı, her gün vücudumun 
bir parçası kesilseydi, gözlerime miller çekilseydi de, bu du- 
ruma düşmeseydim. Yalvarıyorum, babana git beni affetmesini 
iste. Sever, kırmaz seni. Ne olur? Geçmiş güzel günlerimizin 
hatırı için olsun yap bunu. 
Han Sultan başını dimdik kaldırdı. Allah'ın bu adaleti kar- 
şısında secdeye kapanacağı geliyordu. Bir zamanlar kendisi ko- 
casının önünde diz çökmüş, yerlerde sürünmüş, ayaklarını öpe- 
rek babasına isyan etmemesi için yalvarmıştı. 
Ellerini açtı: 
— Allahım, sen ne büyüksün!... diye mırıldandı. 
Sonra Osman Han'a döndü : 
— Bir can için yalvarmak size yakışmıyor Osman Han, 
dedi. Ayağa kalkınız ve bana söylediklerinizi gidip pederime de 
söyleyiniz, belki bütün yaptıklarınızı unutup affeder. 
- 56 _ 
Osman Han çırpınışlarının bir fayda getirmeyeceğini anladı. 
Han Sultan'ı ne yapsa yumusatamayacaktı. Sarsak adımlarla 


dışarı çıktı. Kapıda bekleyen Serkeş'e : 
— Ümit yok, diye tek kelime ile durumu izah etti. Birlikte 
yürümeye başladılar. 
— Kabul etmiyor mu?.. 
— Hayır, git babama kendin yalvar belki affeder diyor,. 
galiba bundan başka yapacak bir şey de kalmadı. 
— Taarruza hazırlanıyorlar. Verilen mühlet bitmek üzere. 
Gidecekseniz acele etmelisiniz. 
Osman Han Serkeş'in bakışlarından gözlerini kaçırarak 
cevap verdi: 
— Gideceğim Serkeş, başka çarem yok. 
Az sonra yedeğinde bir at olduğu halde kaleden çıktı Halk, 
kendilerine bunca zulmetmiş adamın melül gidişine bakıyor, 
gülmek istiyor, fakat buna muvaffak olamıyordu. Herşeye rağ- 
men mensup oldukları Đslâm dini düşenin ardından güldürme- 
yecek derecede derin bir şefkat kaidesi koymuştu. Bu düşkün 
ilim de olsa... 
Yedeğindeki atla Osman Han'ın kaleden çıktığını haber 
.ıl.uı Temür Melik merakla karşı çıktı. Yanında altı kişi vardı. 
Mir tepecikte adamın gelmesini bekledi. Yaklaştıkça atın sırtına 
i'i'h tabutu farketti, dudaklarında bir tebessüm goncalandı: 
— Asî af dilemeye geliyor, diye mırıldandı. 
Hiçbir şey söylemeden aldı, doğruca Sultan'ın otağına gö- 
ı mdü. 
Osman Han kayınpederini görür görmez yere kapandı. 
ayaklarına dakikalarca yüz sürdü. Temür Melik ve diğer Bey- 
ini için alçalan bu adama acıyarak baktılar. Hiç birinin 
ı ünden kin duymak gelmedi. Birkaç dakika böyle geçti. Nihayet 
Sultan Alaüddin Muhammed tek tek konuştu : 
Bir Han, bir Sultanı böyle selâmlamaz Osman Han„ 
ı da iki paralık ettin. 
- 5? _ 
Osman Han ağlıyordu. Kesik kesik : 
—? Affediniz Sultanım, siz büyüksünüz, siz yücesiniz, ben 
-gibi zelil bir karıncayı ezmeyiniz. 
Sultan ayağa kalktı: 


— Bir karınca mı, dedi. Yoksa bir akrep mi?.. 
— Sultanım... 
— Söyle nadan!... 
— Tabutum, tabutum atımın üstüne bağlı, içinde de kes- 
kin bir kılıç var. Eğer affetmezseniz tabut yaptırma zahmetini 
Sultanım ihtiyar etmesin diye hazırladım. Emriniz karşısında 
boynum kıldan incedir Sultanım. 
Sultan Alaüddin'i merhamete getiren işte bu sözler oldu. 
Çadırdan çıkıp atı gördü. Üstündeki tabutu indirmelerini em- 
retti. Kapağını açtırdı. Đçinde eğri bir kılıç duruyordu. Keskin 
bilenmişti. Eline alarak gevşek adımlarla içeri girdi. Osman 
Han'a döndü : 
— Kızımız nasıl?.. 
— Duacınızdır Sultanım. 
— Kılına bir halel gelmişse... 
— Buna kimin cüreti yeter Sultanım. Maiyetiyle birlikte 
iç kalede durur. 
— Hemen defol ve derhal kale kapılarını askerime aç, hak- 
kındaki kararı sonra vereceğim. 
Osman Han geri geri sürünerek çekildi, çadırdan çıktı. 
Geldiği gibi sessiz, sedasız kaleye döndü. 
Canını kurtardığı için sevinçten uçuyordu. Acaba hakkın- 
daki ceza gecikmesi uzayıp gidecek miydi?.. Sultan kayınpe- 
deri bir garanti vermiş değildi. Sadece beklemesini emretmişti. 
Ya ölümüne karar verirse... O zaman mensubu olduğu Kara- 
hanlılar sülâlesinin kökü kazınmış olacakta. Đhtimal yeryüzünde 
bir u»h& devlet kuramayacak, bir m,Đlet ohmaycc.ıklardı 
Kapıları açtırdı. Harzem askerleri bir çığ gibi kaleye dol- 
dular. 
- 58 _ 
Sultan doğruca iç kaleye gitti. Kızıyla karşılaşması gerçek- 
ten hazindi. Temür Melik'in bile gözleri yaşarmış, göz yaşlarını 
göstermemek için başını çevirmek zorunda kalmıştı. 
Genç kadının olup bitenlerden gerçi haberi vardı ama, bir 
savaş olmadan kalenin teslim edileceğini sanmıyordu. Babasını 
birden karşısında görünce sevinçten çıldıracak gibi olmuş: 
— Sultan babam! Diye bağırdığı gibi kendini kolları ara- 


sında bırakarak kana kana ağlamıştı. 
Sultan'ın gözleri yaşlarla dolmuştu. Ağladığını adamlarının 
görmesini istemediğinden herkesin odadan çıkmasını emretti. 
Kızıyla başbaşa bir saat görüştü. 
Dışarı çıktığında hiddetinden köpürüyordu. Kızı Han Sul- 
um, kocasını affetmemesini istemişti. Affettiği takdirde, ile- 
ride yine isyan edecekti... 
Harzemlileri hep küçümsediğini söylemiş, bir gün mutla- 
ka Karahanlılar Devletini kuracağını her fırsatta tekrarladığmı 
belirtmişti. 
Sultan kızgındı. Yalın kılıç kapıda dikilen Temür Melik'e : 
— Tez Osman Han'ı bulun, diye emretti. 
Temür Melik maiyetini yanma aldı, Semerkant'ın geniş 
caddelerine düştü. 
Osman Han o sırada hazırlıklarını bitirmiş bulunuyordu. 
Sultan'ın merhametine canını emanet edemezdi. Yanına Serkeş'i 
de alarak kaçacaktı. Hazinesini bir bir deveye bağlatmış, kalenin 
.ırka kapısına çektirmişti. Karışıklık yatışmadan kaleyi terket- 
mek istiyordu. Kuzu kuzu oturup hakkında verilecek kararı bek- 
lemeyecekti. Đleride fırsat çıkınca bir Karahan Devleti kuracak 
\ o işte o zaman Harzem Şahına kan kusturacaktı. 
Fakat Temür Melik onu buldu. Arka kapıdan çıkmaya 
hazırlanırken ardından yetişti. 
— Dur! Diye bağırdı. 
- 59 - 
Osman Han durmadı. Serkeş, hemen elini sadağına atarak 
bir ok çıkardı. Temür Melik'e gezlcdi ve oku bıraktı. Temür 
Melik süratle eğildi. Ok vınlayarak başının üstünden geçti, 
adamlarından birinin göğsüne saplandı. 
— Aaaaahh!... 
Temür Melik atını mahmuzladı. Yıldırım gibi Serkeş'e çarp- 
tı. 
— Yıkıl soy tanlar kralı!... 
Osman Han kılıcını çekmişti. Avazı çıktığı kadar bağırdı: 
— Askerlerim yetişin!... 


Vaktiyle Karahanlılardan bir muhafız grubu kurmuştu. 
Bunlar her zaman kalenin arka kapısında nöbet bekler, Osman 
Han'ın herhangi bir durumda kaçmasını kolaylaştırmak için 
hazır bulunurlardı. 
Osman Han'ın sesini duyunca harekete geçtiler. Uluyarak 
Temür Melik'in adamlarına saldırdılar. Sayıca çok üstün idi- 
ler. Ama Temür Melik buna aldırmıyordu. Tek düşündüğü, 
Osman Han'ı kaçırmamaktı. Sultanın karşısına şimdiye kadar 
boynu bükük çıkmış değildi. Şimdi de çıkmak istemiyordu. 
— Vurun aslanlarım! Diye bir nara attı Uzun kılıcını çek- 
ti. 
Az sonra Osman Han'ın etrafındaki çemberi kırmıştı. 
Adamları ise Karahanlılara kan kusturuyorlardı. 
— Vurun bre, nefes aldırmayın!... 
— ît sürüsü kadar bitmiyor ki... 
— Al bunu da, tadına bak. 
Türkmenler çok süratle kılıç sallıyor, çeşitli oyunlarla rakip- 
lerini şaşırtıyorlardı. 
Temür Melik iyice Osman Han'a yaklaşmıştı. 
— Bırak kılıcını, diye gürledi. 
Osman Han korkunç bir kahkaha bıraktı. 
— Gel de al! 
— Gebereceksin sersem... 
- 60 _ 
— Seni gebertmeden asla... 
— Buna gücün yetmez işte... 
— Al!... 
Osman Han hamlesini süratle tekrarladı. Temür Melik atı- 
nı yana sürdü. Aynı zamanda eğildi. 
— Aldıramadın, sen bunu al... 
Süratle kalkan kılıcını aynı süratle adamın tolgalı başına in- 
dirdi. Tolga bir teneke gibi ezildi. Osman Hanın ağzından bur- 
nundan kan boşandı. Külçe halinde yere yığıldı. 
Temür Melik şaşkınlıkla baktı. 
— Allah Allah! Oysa. ben kılıç tersi vurmuştum. 


Atının üstünde eğildi. Osman Han'ı kemerinden tuttuğu 
v ılıi kaldırdı. Terkisine aldı. Adamlarına doğru seslendi: 
— Şunlarm işini bitirin ve iç kaleye gelin. 
Asîyi canlı olarak Sultanın huzuruna çıkarmak için atını 
dörtnala kaldırdı, cehennemi bir süratle sokakları geçti, iç 
k.ılcye vardı. 
Osman Han'ı kucaklayarak attan aşağı aldı. Üst - başının 
V.mlanmasına aldırmadan sırtladığı gibi merdivenleri tırman- 
dı Sultanın huzuruna çıktı. Yükünü ayakları dibine uzattı. 
— Kaçmak üzere bulunduğu sırada yetiştim, adamlarını 
llltümüze saldı. Vuruştuk, bu hale geldi. 
Sultan Alaüddin Muhammed uzun uzun damadına baKtı. 
— Yaşıyor mu?.. Diye sordu. 
Huzurda bulunanların biri eğilip kalbini dinledi; 
— Henüz yaşıyor. 
Sultan başını öte yana çevirdi. 
— Asîler lâyık oldukları akıbeti bulur. 
Askerlere : 
Götürün, diye emretti. Osman Han'ın baygın vücudunu 
? ladıkları gibi, dışarı taşıdılar. 
Sultan bir süre sessiz durdu. Derin düşüncelere dalmış gi- 
Sonra yavaş yavaş ayağa kalktı. Başını dimdik havada 
_ 61 _ 
tuttu. 
— Semerkantlılara nasıl bir ceza düşünürsünüz? diye hep- 
sine birden sordu. 
Kıpçak Hanlarından Tonguç hemen söze başladı: 
— Hepsini kılıçtan geçirmek gerek. 
Nişabur tasdik etti: 
— Beli, öyle yapmak iktiza eder ki, bir daha baş kaldır- 
maya cüret etmesinler. 
Temür Melik susuyor, iki Kıpçak Hanına tiksintiyle ba- 
kıyordu. Sultan Muhammed bu sefer yalnız ona hitap etti: 
— Ne dersin Temür Melik?... 
— Kıpçak Hanları çok hızlı Sultanım, ben onların fikrinde 
değilim. Halk zulüm altında ezilmiştir. Adaletle hükmetmek 


gerek. Böylece saflarımıza çekebiliriz. Đsyana katılanlar bile 
nedamet eder. 
— Asîlerin de mi affını düşünürsün?. 
— Af Sultanımın iradesiyle mümkündür?.. 
Sultan elini sakalına götürdü : 
— Belki halkı affedebilirim ama, asîleri asla! Boyunları, 
vurulacaktır. 
— Öyleyse yıllarca kaynayacak fesat kazanının' ateşini: 
ellerimizle tutuşturacağız demektir, Sultanım. 
— Ne demek istiyorsun ? 
— Öldürülecek her asînin çocuğu, Sultana ve devletine- 
düşman olacak, babasının veya yakınının intikamıyla dolu büyü- 
yecektir. Eline fırsat geçince de saldıracaktır. 
Sultan'ın yüzünde o zamana kadar rastlanmayan zehir gibi? 
bir tebessüm dolaştı. 
— O takdirde oğulları ve yakınlarıyla birlikte öldürül 
çekler. 
— Bu çok feci bir şey!... 
Tonguç Han destur almadan müdahele etti: 
_ 62 - 
— Sultanım, karşınızdaki adam hâşâ size akıl öğretmeğe 
kalkar, haddini bilmesi lâzım. 
Temür Melik Tonguç Han'ı donduran bir tebessümle baktı: 
— Haddimi bildirmek sana mı düşmüş Tonguç?... 
Sultan ayağını hiddetle yere vurdu : 
— Susun; huzurumda dilleşmeniz ne densizliktir, siz ba- 
şınızdan korkmaz mısınız? 
Tonguç titredi, pençelerini içeri çekti, büzüldü. Ama Te- 
mür Melik aynı şeyi yapmadı. Hürmetkar, fakat sert bir sesle 
cevap verdi: 
— Devlete, millete adanmış bir baş, ancak bir kâfir kılı- 
cıyla düşer... Müsaadenizle... 
Geri geri gitti. Çıkmak için davrandı. 
— Dur Temür Melik!... 
Bir emirle dimdik eşikte durdu. 
— Emret Sultanım... 


Sultan bir an tereddüt etti. Sonra kararlı bir ifadeyle Te- 
mür Melik'e yaklaştı. Sert bir sesle: 
— Son günlerde haddini aşmaya başladın, dedi. Seni çok- 
tan cellada vermem gerekirdi ama, mazide yaptığın hizmetler . 
gözlerimi kamaştınr. Git kendini zindana kapattır. Hakkındaki 
hükmü sonraya bırakıyorum. Lâkin ümitlenme, bu karar ölüm 
ılc olabilir. 
Temür Melik acı acı güldü. Ellerini göğsünde kavuşturarak 
Alaüddin Muhammed'i selâmladı. 
— Biz senin için ölelim, sen yeterki bizim için yaşa Sul- 
lanım!... 
Başka tek kelâm etmeden odayı terketti. 
Kıpçak Hanları şaşkın şaşkın baktılar. Bu cesareti, bu an- 
layışı akıllarına sığdıramıyorlardı. 
Fakat memnundular. Kendilerine en büyük düşman olarak 
[ördükleri Temür Melik, belki de ölmek üzere zindanı boyla- 
mıştı. 
- 63 _ 
PRANGA MAHKÛMU 
Kara Çavuş namıyla anılan zindancıbası, Temür Melik'i 
karşısında görünce gömleğini yamamaktan vaz geçerek fırladı. 
Selâm durdu : 
— Buyurun kumandanım. 
Temür Melik gülerek Kara Çavuş'a baktı. 
Bu adamı çok eskiden tanıyordu. Uzun yıllar birlikte kılıç 
sallamış, meydanlarda birlikte yatmışlardı ama, nedense hiç bir 
zaman onu arkadaşça kardeşçe bir muhabbetle sevememişti. 
Şimdi zindancıbası olarak görünce «tam mesleğini -bulmuş» 
diye düşünmekten kendini alamadı. Sonra yüksek sesle : 
— Artık kumandanın değilim Kara Çavuş, dedi. 
— Niçin, sorabilir miyim? 
— Sor istersen, azledildiğimi ve zindana kapatılmak üzere 
burada bulunduğumu söyleyeceğim. 


— Bu imkânsız!... 
— Dünyada imkânsız ne var ki Kara Çavuş? Herşey olu- 
yor işte. 
— Sultana bunca hizmetin vardı. 
— Benim Sultana hizmetim filân yok... 
— Ya kime? Bunca yılını kılıç elde kim için geçirdin? 
— Alaüddin Muhammed için mi sanıyorsun? 
— Ya, hizmet edilecek ondan başka biri mi var? 
— Evet... 
_ 64 _ 
— Kim bu Sultandan da üstün tuttuğun?.. 
— Millet!... 
— Millet mi?... Vay canına, demek millet için bu kadar 
tehlikelere atıldın öyle mi? Hah hah hah haa! Kusura kalma, 
kendimi tutamadım, çok tuhaf konuştun da, galiba şaka yapmak 
istiyorsun. 
Temür Melik'in gözlerine bir parlaklık geldi. 
— Çok ciddiyim. Sultan da milletin hizmetkârıdır. 
Kara çavuş endişeyle bakındı. 
— Sus, bir duyan olur... 
— Umurumda bile değil!... 
— Anlaşılan Şah'a çok içerlemişsin. 
— Sadece acıdım. 
— Acıdın mı, niye?.. 
— Mantıkla değil de hisle karar veriyor, bu düşünce tara 
ilerde başına çok işler açacağa benzer. 
—• Nasıl konuşuyorsun Temür Melik?.. 
— Đçimden geldiği gibi, doğru büdiğimce... 
Bir sessizlik oldu. Derin, upuzun bir sessizlik. Kulübenin 
duvarlarında gezinen pirelerin ayak sesleri duyulacaktı neredey- 
se. Nihayet zindancıbası söze girdi. Başını iki yana salladı. Sarkık 
bıyıklarından teller kımıldattı. 
— Valla billa, dedi. Sözlerin Levhi Mahfuz'daki yazılar 
gibi dosdoğru... 


Yine bir sükût... Islak, yapışkan bu seferki. Zindan içinin 
küflü kokusu iki adamın burunlarına doldu. Temür Melik de- 
rin nefes alma ihtiyacındaydı. Kara Çavuş devam etti: 
— Dosdoğru ya, bu memlekette doğru söyleyeni yedi köy- 
den kovuyorlar. 
— Öyle de olsa ben yine söylerim. 
— Sultana kafa tutmuşsundur... 
— O öyle sandı. < 
-65- F: 5 
— Bilirim bilirim, gençliğinde de böyle idin sen, sözünü 
kimseden sakınmazdın. Gözünü de budaktan sakınmazdın ya, 
neyse!... Galiba Sultan bu yüzden tahammül ederdi sana... 
— Galiba... 
— Ama sabrı taştı... 
— Taştı herhalde... 
Bir daha sükût... Fakat bu hayli kısa sürdü. Çatlak tüy- 
ler ürpertici bir ses koridorlarda yankılandı... Temür Melik: 
— Bu ne?.. 
— Bir dervişin sesi, çıldırdı çıldıracak... Uzun zamandan- 
beri mahpus. 
— Suçu?.. 
— Suçu mu?... Dur bakalım. Galiba hatırlayacağım Neydi 
ya Rabbü... 
Sarkık bıyıklarını çekiştirerek düşündü: 
— Hah buldum. Adına Abdülkerim derler, çok şey biliyor. 
ister misin seni onun bulunduğu hücreye kapatayım. Gezmiş - 
tozmuş bir adam. Kafese tıküdığında da tozutmuş işte. Yarı oy- 
nak bir herif oldu şimdi. Yecüc - mecüc çıkacağından, buralan 
istilâ edeceğinden dem vurur. Sultan için söylemediğini bırak- 
maz. Issız bir adada öleceğinden bahseder. 
— Ya!... 
— Böyle Temür Melik, burada kim uzun zaman kalır da 
aklını vermez? Burası bir tuhaf yerdir işte. Ben bile memnun 
değilim. Đnsan şöyle bir güneşlenmek ister değil mi? Nerede, 


 imkânım yok, hep burada kalmaya mahkûmum, zindan mah- 
kûmları gibi. Benimki paralı mahkûmiyet, fark burada. 
— Beni de onun yanına kapat?... 
— Deli Dervişin mi?... 
Sesi boğuk çıkmaya başlamıştı: 
— Deli Derviş veya Abdülkerim, her neyse, onun yanına 
kapat beni. Sence bir mahzuru var mı?... 
— Yok ne mahzuru olacak? Ancak pranga mahkûmlarını 
o tip hücrelere kapatırız, prangaya vuramam ya seni. 
- «6 - 
— Neden olmasın? 
— Ne soğukkanlı adamsın yahu!... 
— Kanın sıcağı insanın beynine vurur, doğru düşünmesi- 
ni önler. 
— Görmeyeli filozofluğu da ilerletmişsin. 
— Senin nene gerek ihtiyar? Söyle, Deli Dervişin hücresi- 
ne kapatıyor musun, kapatmıyor musun?.. 
— Sahiden seni hücreye kapatacağımı aklın alıyor mu?.. 
— Ne demek?... 
— tyi kötü bir geçmişimiz var, bu zindana bir giren kolay 
kolay sağ çıkamaz, unutulur gider. Seni ellerimle ölüme terk 
edemem ya... 
Temür Melik'in gözlerinde şimşekler çaktı: 
— Ne dediğinin farkında mısın? 
— Elbette... 
Zindancı sırıtıyordu. Temür Melik şimşek gibi kılıcını 
çekti. 
— Sultanımın emrini derhal yerine getirmezsen başını 
şuracıkta uçurmakta tereddüt etmem. 
Kara Çavuş'un rengi uçtu, dudakları titremeye başladı. 
— Ben seni kurtarmak istiyorum diye mırıldandı. 
— Yani Sultanımın emrine karşı mı geliyorsun?.. 
— Hâşâ... 
— O halde beni tevkif et, bunun için gönderildim, göre 
vLni yap. 


Kara Çavuş bir türlü hayretinden sıyrılıp harekete geçemi- 
yordu. Temür Melik kılıcını ters çevirdi. Ucundan tutarak 
uzattı. 
— Al kılıcımı, mahkûmlar kılıç taşımaz. 
—• Ama!... 
Sesini yükseltti: 
— Görevini yap dedim. 
- 67 _ 
Zindancı başka çare kalmadığını gördü. Adam ille de ken- 
dini tevkif ettirmeye kararlı görünüyordu. 
Çekine çekine elini kılıca uzattı. 
— Ver... 
Temür Melik rahatlıyarak derin bir nefes aldı. 
— Şimdi dindeyim, dileısen beni Deli Derviş'in yanına 
koy... 
Kara Çavuş hayretle bıyıklarını çekiştirdi. Kirli sarığını 
başının gerisine doğru yıktı. 
— Eh, dedi, madem böyle istiyorsun, olsun. Düş önüme 
bakalım. 
Tüyler ürpertici çığlık bir daha duyuldu. Peşinden böğür- 
meler geldi. Ama net olarak hiçbir şey anlaşılamadı. 
Zindancı: 
— Dilersen o hücreye gitmeyebilirsin, dedi. 
Temür Melik başını menfî mânada salladı: 
— Gitmek istiyorum. 
— Sen bilirsin. 
Az sonra hücrenin önüne geldiler. Zindancıbaşı demir 
kapıyı koca bir anahtarla açtı, kenara çekilerek Temür Melik'e 
yor verdi. 
— Bir saray değil burası Temür Melik, yine de rahattır. 
Ayağındaki pranganın zincirini bir hayli uzun yapacağım, böy- 
lece içerde gezinebileceksin. Bir ihtiyacın olursa seslen, emrine 
koşmaktan tereddüt etmem. Şimdi söyleyebileceğim tek şey 
var. Allah kurtarsın. 


Temür Melik zindancıya dikkatle baktı. Tavandaki delik- 
ten giren çok hafif gün ışığında yüz hatlarını iyice seçemedi. 
Ağladığını sesinin titremesinden anladı. Elini omuzuna koydu : 
— Sağol dostum. Göründüğün gibi değilmişsin. 
Kara Çavuş diz çöktü. El yordamıyla zincirin halkasını bul- 
du. Temür Melik'in ayağına geçirip kilitledi. Sonra doğruldu. 
Müteessir bir sesle sordu : 
_ 68 - 
— Çok zalim bir görünüşüm var değil mi? 
— Doğrusu senden pek hoşlanmazdım, şimdi görüyorum 
ki o kaba - saba yapının içinde müşfik bir kalp taşıyorsun. 
— Eskiden böyle değildim yiğidim. Galiba burada ızdırap 
çekenleri göre göre ızdırabı öğrendim. Hepsi bu, Allahaısmar- 
ladık. 
— Güle güle Kara Çavuş... 
Zindancıbaşı son bir defa daha eski arkadaşına baktı. 
— Allah kurtarsın, diye mırıldandı. Kapıyı gıcırdatarak 
örttü. Kilitledi, çekti gitti. 
Hücrenin gıcırdayarak kapanan kapısı sinirlerini çelik bir 
yay gibi gerdi. Kilitte dönen anahtar, sanki gülle oldu, beynine 
indi. Uykudan yeni uyanan birinin mahmurluğu içinde : 
— Niçin buradayım?... diye mırıldandı. 
Suç işlediğini hatırlamıyordu. Oysa zindanlar suçluları 
cezalandırmak için yapılırdı. Suçlu değildi ise burada ne işi 
vardı? 
Kalbini dinledi. Suçluluğun verdiği rahatsız edici, yapış- 
kan hislerden eser yoktu. Her zamanki gibi vatan aşkı, din gay- 
reti dolu idi. Peki ama şu gıcırdayan demir kapı iyi hislerinin 
mükâfatı olarak mı üstüne kapanmıştı? 
Yok, böyle düşünmemesi lâzımdı. Sultan, suçlu bulduysa 
suçu var demekti Kendisi hatırlamasa bile. 
Zindana kapatılışı değildi içini yakan. Başka duygular yü- 
reğinde, beyninde fırtınalar kopanyordu. 
Milleti hesabına, ülkesi hesabına üzülüyordu. Bir de, Sul- 
tan Alaüddin Muhammed böyle haklı - haksız, insanları zindana 


tıkmayı âdet haline getirir diye endişeleniyordu. Zalim olmasını 
istemiyordu, doğrulara tahammül edemeyip, eğrilere itibar et- 
mesini arzulamıyordu. Tabiî Sultan olan mükâfat da, ceza da 
vermeli idi. Ancak bu iki mefhumu öyle adaletle kullanmak lâ- 
zımdı ki, zulüm çizgisine yaklaşılmasın. Alaüddin Muhammed'i 
- 69 _ 
şimdilik bu çizginin yanında görmek Temür Melik'in üzüntüsü- 
nü had safhaya çıkarıyordu. 
Sultan, hiç şüphe yok Kıpçak Hanlarının oyununa geli- 
yordu. Dosdoğru konuşanları zindana kapattırarak doğruyu 
kelepçelediği müddetçe de bu oyunlara gelecekti. Acaba Şeh- 
zade Celaleddin babasını vaktinde uyarıp zalim olmasını önle- 
yebilecek miydi? Şimdilik tek ümit ışığı, Celaleddin'in şahsın- 
da yanıyordu. Lâkin yine de Sultan'ın onu dinleyeceğine pek 
ihtimal veremiyordu. Celaleddin'i devlet işlerinden uzak tut- 
mak için veliahtlıktan azletmişti. Bu bir başka tehlike sayılır- 
dı. Allah göstermesin, Sultan Muhammed'e bir hal olsa idare 
tümüyle küçük oğlu Ozlak Şah'a kalacaktı. Dolayısıyle Türkân 
Hatun'a. Bu hiç iyi olmazdı işte. Her tarafın çalkalandığı bir 
zamanda memleket yüzeyine serpilen ayrıcılık tohumlan, kötü 
neticeler doğuracaktı. Bir yanda iç kargaşalık, bir yanda isyan- 
lar, bir yanda Cengiz'in küçük atlı askerleri.. Üstelik kendisinin 
zindanda bulunduğu bir sırada... 
— Hey!... 
Temür Melik bu sesle kendine geldi. Bir gölge hayli ya- 
kınına kadar sokulmuştu, 
— Sen de düştün o zalimin eline ha!... 
— Hangi zalimin?... 
— Sultan olacak adamın!... 
Đsyanla bağırdı: 
—O zalim değildir... 
— Vayyy! öyleyse senin burada ne işin var? Yoksa adam 
mı öldürdün? 
— Savaş dışında bir sinek bile incitmedim. 
— Soygunculuk yapmışsındır. 
— Söylediklerine dikkat et, ben çapulcu değilim. 


— Anladım anladım, mutlaka Sultan'ın haremine girmiş- 
sin... 
— Dikkat et dedim baba... 
_ 70.— 
— Dokundu mu? O değil, bu değil; be adam tıpış tıpış ken- 
di arzunla mı geldin öyleyse?.. 
— Đyi bildin... 
— Yanlış mı duyuyorum!... 
— Yok, doğru duyuyorsun 
— Kendi isteğinle geldin öyle mi?.. 
— Sultanım emretti, ben de geldim. 
— Muhafızsız!... 
— Muhafız Sultanımın emridir. 
Đhtiyar, göbeğine kadar inen ak sakalını sıvazladı. Ayağın- 
daki zinciri çekerek şakırdattı. Yere diz çöktü. 
— Hey Alîahım, dedi. Bana deli diyen akıllı kullarına bi- 
raz akıl ihsan et de, kendi ayaklarıyla kapana girmesinler. 
Güçlükle tekrar doğruldu. Temür Melik'in göğsüne elini 
vurdu : 
— Ne gereği vardı be delikanlı?... 
— Sultanım bilir. 
Đki adım geriledi. 
— Sen delisin. 
Temür Melik elinde olmadan gülümsedi: 
— Belki, deliler içindeki akıllıya deli derler. 
— Yani sence dışardaküer çıldırmış mı?.. 
—? Hiç değilse çılgınca hareketlere başlamış... 
— Belliydi. 
— Nedir belli olan?... 
— Vaktinde bana inansalardı bu duruma düşmezlerdi. 
Sultan Muhammed önceleri böyle değildi. Zulme başladı. Ağır 
vergilerle halkı ezdi. Kıpçaklara fazla itibar etti ve çok selâhiyet 
verdi. Başını bir derde soktu ki, dünya durdukça kurtaramaz. 
Zaten başını da kurtaramayacaktır. 
— Çok kesin konuşuyorsun, gaybı bilen Allah'tır. 
— Amenna, ne var ki aklı madde ile körlcşmemiş bizim 


 gibi dervişler de bazı şeyleri bilir. 
- 71 - 
Kolundan çekti. 
— Otur, dertleşelim. Benim için deli derler ya, bunlarda 
veli ile deliyi ayıracak feraset nerede?.. 
— Yani sen evliyadan olduğunu mu söylersin?... 
— Yok, sadece, dışarıdakilerin deli ile veliyi ayıracak ol- 
gunlukta olmadıklarını belirtmek istiyorum. Akıllarının alma- 
dığı bir şey söylersen «Deli» damgasını vurmakta acele ederler. 
Çünkü gidişatlarını bozmaktan korkarlar, bazı tedbirler alma 
külfetinden çekinirler. 
— Sen ne söyledin ki deli dediler?.. 
— Otur hele, anlatacağım. 
Birlikte oturdular. 
— Çok gezdim, diye başladı. On yaşında iken atama kızıp 
yollara düştüm. Elli yaşıma kadar, yani kırk sene aralıksız do- 
laştım. Yolum Yecüc-Mecüc ülkelerine düştü. Cengiz Han'ı 
tanıdım. 
Temür Melik yerinden sıçradı. 
— Cengiz Han mı?... 
— Cengiz Han'ı. O tarihlerde, henüz Temuçin olarak anı- 
lırdı. Gözüpek bir yiğitti. Söylediklerine göre doğduğunda avu- 
cunun içinde bir kan pıhtısı taşıyordu. Kâhinler, çok kan akıta- 
cağına yordular. Akıttı da... Daha akıtacağından başka... 
tçini çekti: 
— Merakımı kamçıladı, araştırdım, soruşturdum. Tanıyan- 
larla tanıştım görüşenlerle görüştüm ve şu malûmatı aldım : 
Bir öksürük nöbetini alelacele savuşturduktan sonra konuş- 
masını sürdürdü: 
— Domuz yılının beşyüz ellinci yılında Onnon Irmağının 
sağ kıyısındaki Dülün Boldak topraklan üstünde doğmuştur. 
Çinlilerin Kara Tatarlar dedikleri kavme mensuptur. Babası 
Yesügay - Bogatur'du. Öldüğü zaman Temuçin henüz on iki 
yaşında idi. Yesügay - Bogatur ölür ölmez başında bulunduğu 
- 72 
kabileler dağıldı. Küçük Temuçin, annesi ve kardeşleri, Onnon» 


Irmağında balıkçılık yaparak hayatlarını kazanmaya başladılar. 
Temuçin büyüdükçe eski kabilelerini bir araya toplama gayretine- 
düştü. Ancak birkaçım tarafına çekmeyi başarabildi. Dağlara 
çıkıp yol kesti, eşkiyalık yaptı, adamlarının sayısını gittikçe art- 
tırdı. Han ilân edildi. Askerleri önünde dizilip yemin ettiler. De- 
diler ki: 
«— Sen hükümdarımız olduktan sonra karşımıza çöldeki 
kum taneleri kadar düşman çıksa perva etmeyiz. Cesaretle ön 
saflarda savaşacağız. Uğruna canımızı çekinmeden vereceğiz. 
Güzel kadın, güzel kız ve cins kısraklar ele geçirecek olursak, 
bunların tamamını sana bırakacağız.» 
Cengiz Han buna karşılık şöyle dedi: 
«— Sürü sürü atlar ve koyunlar, kadın ve çocuklar ele ge- 
çirip sizlere dağıtacağım. Sizin için sürek avları tertipleyeceğim 
ve çeşitli orman hayvanlarını önünüze süreceğim. Dağlar devirip 
şehirler fethedeceğim. Dilediğiniz yerleri yağmalatıp, dilediği- 
nizi öldürteceğim. Yendiğiniz her düşman atını almak ve karısı- 
na sahip olmak tabiî hakkınız olacaktır.» 
«—? Lu... Lu... Lu...» diye bağrıştılar, memnuniyetlerini 
belirttiler. Gök Tanrı üstüne yemin ettiler. 
— Gök Tanrı mı, o da nesi? 
— Moğollar tek Allah'a inanmazlar. Yer Tanrısı, Gök 
Tanrısı diye ayrı ayrı Tanrılara inanırlar. 
— Hâşâ! 
— Maalesef, biz asıl mevzuya dönelim. Evet, yemin ettiler. 
Etrafındakiler arttıkça arttı, kalabalık yığıldıkça yığıldı. Cengiz 
çadırının önüne Han'lık alâmeti olarak dokuz kırat kuyruğu 
astı. Önce Çinlilerden yana görünerek Hıristiyan Kerayitlerle 
birlikte kendi ırkından olan Buyir-Nor kabilesiyle savaştı. 
Sonra onlarla birlik olup Çinlilere karşı çıktı. 
On yıl süren kanlı savaşlar oldu. Tavuk yılının başında 
(1201) kan kardeşi Camuka ile birleşerek onu Gürhan unvanıyla 
— 73 - 
hükümdar ilân etti. Sonradan iki kan kardeşin arası açıldı. Cen- 


giz, taraftarlarının çoğunluğunca terkedildi. Kendisine sadık 
kalan birkaç kişi ile kaçtı. Balciyuna Gölü kıyısına çekildi ve 
pis, tuzlu sularını bir zaman içmek zorunda kaldı. 
Camuka'nm ordusuna nifak soktu, kurnazlık yaptı, tek- 
rar adam topladı ve bir baskınla Camuka ordusunu dağıttı. Bir- 
çokları Cengiz'in safına geçti, tekrar kuvvetlendi. Sağa - sola 
saldırdı. Önüne geleni ezdi. Yaktı, yıktı, çiğnedi geçti. Moğo- 
listan'ın doğusundaki kabileler onun hükümdarlığını tanımak 
.zorunda kaldılar. 
— Deli Derviş derin bir nefes aldı. 
— Hikâyem seni sıkıyor mu ey ayağıyla zindana giren deli? 
Diye sordu. 
Temür Melik'in gözleri karanlığa adamakıllı alıştığından 
adamı daha iyi tetkik etme fırsatını bulmuştu. Mavi gözleri 
pırıltı doluydu. Bir delinin gözlerinden çok, zeki bir adamın göz- 
leri idi bunlar. 
— Anlat Derviş baba, dedi, devam et sen. Öğrenmek iste- 
diğim çok şeyler söylersin. 
— Zaten bunları söylediğim için zindanda çürüyorum ya, 
neyse, artık bana yapabilecekleri bir şey kalmadı. Dinle... 
Kaplan yılında (1206) Nayman kabilesine savaş açtı. Bu ka- 
bile yörenin en kuvvetli kabilesiydi. Yendi. Ordusunu dağıttı 
ve hâkimiyetini Moğolistan'ın garbına kadar uzattı. Aynı yılda 
imparator unvanını aldı. Bu unvanı ona veren Çinlilerdi. Oysa 
Cengiz, her imparator gibi bir şehirde oturacak yaradılışta de- 
ğildi. Çadırda yatıp kalkıyor, sürekli şekilde harplere giriyordu. 
Savaş onun başlıca eğlencesi olup çıkmıştı. 
Atılgandı, cesurdu, kurnazdı. Yer yatağında yatar, yamalı 
hırka giyerdi. Askerinin yediğini yerdi. Herhangi bir teb'asından 
farksızdı. Bu davranışları sayesinde kendini sevdirdi. Kendi 
inançlarına göre dindar da sayılabilir. Sık sık yüksek bir tepeye 
çıkıp Gök Tanrısına yalvardığı anlatılır. 
_ 74 _ 
Dirayetlidir. Der ki: «Bir aileyi idare edebilen insan, bir 
orduyu da idare edebilir. On kişinin idaresiyle on bin, hatta yüz 
hm kişinin idaresi farklı değildir. Bir cemiyette oğul babasına, 


küçük kardeş ağabeysine gelin kayınvalidesine, kadın kocasına, 
asker kumandanına bağlı ise, o cemiyetin sırtı yere gelmez.» 
Arzuladığı cemiyeti kurmak için zaman zaman zulmettiği 
de olur. Ama yine bu sayede hepsini mutlak bir disiplin çemberi- 
nin içinde tutmayı başarmıştır. Takdir mi edersin, kınar mısın? 
Alnını karıştırdı Deli Derviş, parmaklarını sakalının içine 
soktu. 
— Yanında müslümanlar bile var. Danişmend Hacip me- 
selâ. Cengiz'in sağ kolu gibi. Hikâyenin çoğunu ondan dinledim. 
Bir kervanı varmış. Cengiz'in adamları talan etmişler, hepsini 
tutuklayıp Cengiz'e götürmüşler. Bazı sorular sormuş, boş kafa 
taşımadıklarını anlayınca da boyunlarını vurdurmaktan vazge- 
çerek hizmetine almış. O gün bugündür yanından ayırmaz. 
— Bir müslüman bir putperestin emrine nasıl girer, anla- 
mıyorum!... 
— Ben de... Kendisine sorduğumda gözleri yaşardı. Çok 
sebep olduğunu söyledi. Üstüne varmadım. 
— Cengiz'i de gördünmü? 
— Yalnız bir defa. 
— Tarif etsene... 
— Uzun, ama çok uzun boylu... Zaten Moğolistan'da he- 
men herkes uzun. O, herkesten daha da uzun. Askerleri biraz 
da bunun için saygı duyar. 
Yeşil gözlü, ama ne gözler... Pırıl pırıl... Đçinde Cehennem 
ateşi yanıyor sandım. Birkaç kıllık bir sakalı var. Uzun. Bazan 
ucunu kulağının ardına atar. Hele düşünceli olduğu zamanlar!.. 
Neyse esasa gelelim, hikâyem hâlâ bitmiş değil. Senin ya- 
kında bu zindandan kurtulacağın içime doğar. Belki bütün 
bunlara bir gün ihtiyacın olur. Beni hatırlarsın. Bizimkiler Cen- 
giz Han'ı küçümsüyor. En büyük hatayı da böylece işliyorlar 
zaten. 
- 75 _ 
— Sen anlat... 
— Đyi dinle... Danişmend Hacip'in dediğine göre Cengiz 
Han okur - yazar değildir. Dil olarak da Moğolcadan başkasını 
bilmez. Ben de konuşurum o dili. Karışıktır ama, güzeldir. Cen- 


giz bu dili konuşur. Mühür kullanmayı ilk olarak Naymanlar- 
da gördü ve hemen benimsedi. Şehadet parmağında şimdi ko- 
ca bir mühürlü yüzük vardır. Đşine geldiğince basar. Fermanla- 
rının altını bununla mühürler, harp ilânlarının altını da... Hoş, 
çoğu zaman haber vermeden saldırır ya, neyse. 
Đlk büyük seferi Çinlilerin Hsi - Hsia dedikleri, bizim Tan- 
gur tâbir ettiğimiz devlete yaptı. Başardı. Hsi - Hsia Đmparatoru 
kızını Cengiz'e vererek akraba olmak suretiyle başını kurtarabil- 
di. 1215 yılında Peking'i aldı. Bir yıl sonra da Moğolistan'a tek- 
rar döndü. 
Karluk Hükümdarı Arslan Han'ı o yıl mağlûp etti. Bu, 
yıktığı ilk Đslâm devleti oldu. Sonradan Đli Vadisindeki Alma- 
lık'ı yerle bir etti. Hükümdarını teslim aldı. Bu sıralarda Ma- 
veraünnehir Harzem Şah tarafından zaptedilmişti. Karahitaylar 
böylece dağılmıştı.. Kalanına da, Nayman hükümdan Küçlük 
kondu. 
Deli Derviş oldukça yorgun düşmüştü. Yenlerinden ipler 
sarkan entarisiyle sakalını sıvazladı. Alnında biriken ter tane- 
lerini sildi. 
— Şimdilik bu kadar, dedi. Ama anlatacaklarım daha sü- 
rer. 
Temür Melik bu adamın nasıl olup ta böyle bilgin ola- 
bildiğine şaşıp kalmıştı. Daha çok şeyler öğrenebilme azmiyle: 
—? Devam etsen memnun olurum dedi. 
Đhtiyar bir kahkaha attı: 
— Đlk defa beni dinleme hevesinde birini görüyorum. Doğ- 
rusu beni şaşırttın delikanlı. Adını bile sormaya vaktim olmadı. 
— Adım Temür Melik... 
— Hı!... 
_ 76 _ 
— Temür Melik dedim. 
— Şaşırdım, şaşırdım elbet, bu ismi Çin'de bile duydum. 
Kahraman, korkusuz, gözünü budaktan sakınmaz Harzemli 
kumandan büyük Temür... Demek sonun zindana atılmak 
oldu?.. 
*— Öyle oldu... 
— Taaccüp etmemeye çalışıyorum ya, kaderin cilvesine 


yine de gülüyorum. Sultan şimdi de din, millet yolundakileri 
içeri tıkıyor ha! Peki suçun ne? 
,-*- Suçum... suç sayılan bir cüret... 
— Yersiz çıkış... Aslında yerinde ama yersiz telâkki edi- 
len bir çıkış, bildim mi?.. 
— Bildin ya... 
— Zordur delikanlı, insan rahatlıkla dini için ölebilir de, 
kişi için ölmek zordur. Sultan asker toplarken, «Allah yolunda 
ölmeye geliniz» dedirtmeyi bıraktırmış, zindancıdan öğrendiğime 
göre. «Sultan için ölmeye gelin muharebeye» diye bağırtır ol- 
muş. Doğru mu?.. 
— Doğru ya, ne yazık ki doğru... 
— Saraylarda sefa sürermiş, bir muharebeye çıkmayı is- 
temeyecek kadar rahata düşmüş, esah mı?.. 
— Esah ya! 
— Oh! Bu devlet yıkılır dostum... 
—? Ne diyorsun.. 
— Ben ne diyeyim, tarihin gelişi böyle... Cengiz'i boşyere 
mi anlattım ben! Boşyere mi ayı postu üstünde yattığını, as- 
kerin yiyeceğinden yiyip, giyeceğinden giydiğini söyledim. As- 
ker böylesini sever, böylesi için can vermekten çekinmez. Bir 
Sultan zevke, eğlenceye, ipekliye, altına düşerse vay haline. 
Kendisini de, milletini de felâkete götürüyor demektir. 
-— Acı söylersin ihtiyar, ama sözlerinde hilaf yok, haklısın, 
yerden göğe kadar. Fakat ikaz yaramıyor neylersin. 
— Böyle bir cüret zindanı boylamaya yetiyor değil mi? 
- 77 _ 
— Yetiyor ya, hem Öyle bir yetiyor ki öte bile geçiyor, 
idama kadar. 
— Yıkılır bu devlet... 
— Ağzından yel alsın. 
— Dinle beni, çok gezdim çok gördüm ve çok öğrendim. 
Cengiz'le dalaşmaktan sakının. Bu adamda insaf denen şey 
bulunmaz. Bir Cihangir kabiliyeti vardır belki ama, hür hü- 
kümdar şefkati, bir imparator vakarı yoktur. Onun için insan 
öldürmek eğlencedir. Masumları kaplanlarına parçalatıp seyret- 


mekten doymaz. Buralara bir gün yolu düşerse azimle müdafaa 
edin. Taş üstüne taş omuz üstünde baş koymaz. Buhara ilmin 
beşiğidir. Cengiz ise ilmin düşmanı. Eline geçen kitabı yakar. 
Hele müslümanları hiç sevmez. Camilerimize atıyla girer, imam- 
larımıza atını tımar ettirir, kızlarımızın iffetini 'kirletir. Buna 
tahammül edebilir misin kumandan?.. 
Temür Melik yerinden fırladı. Alışkanlıkla eli beline git- 
ti. Ama kılıcı yoktu, sadece mırıldandı: 
— Allah korusun... 
— Đnşaallah korur. Yanlış davranışlara kapılmak felâket 
yolunu açar. Ben bütün bunları yıllardır anlatırım kimse din- 
lemez. Sonunda deli diye buraya tıktılar. Seni Allah gönderdi. 
Yoksa gerçekten delirmemek için sebep yok. Sultana kızıyorum. 
Beni zindana attırdığı için değil. Kaldı ki o bile attırmadı. Ney- 
se... Kızıyorum ki neden Đslâmın emirlerinden dışarı çıkar?.. 
— Nereden bildin? Sultan Alaüddin Muhammed namazın- 
da, orucunda. 
Đhtiyar elini salladı : 
— Etme evlât, bari sen etme... tslâm dini öyle namazla, 
oruçla biten bir din mi ki?. Bir nizam... Dünya nizamı... Tat- 
bik edilirse halledemediği mesele yok... Cengiz bile kendince- 
kanunlar yaptı. Bizim kanunumuz Kur'an... Kıl payı ayrılma, 
selâmeti bul. Zararlı şeyler haranı. Herkesin sahip olamayacağı 
şeyler haram. Komşun aç duruken sen tok durma... Ne ulvî 
- 78 - 
bir kaide. Oku ilim öğren. Öğrenmek için Çine bile git. Ben 
gittim evlât. Đlim öğrenmek için Çin'e de gittim, Maçin'e de. 
Geldim buraya zindana attılar. Kaş yapalım derken göz mü 
çıkardık dersin? Ama şükür Allah'a Teyemmümle de olsa 
namazlarımı kaçırmadım. Vakti keşifle yaparım. Zindancı an- 
cak içeceğim kadar su verir. Bazen onu da unutur ya... 
Başını iki yana salladı: 
— Unutulmak kadar kötü hiç bir şey yoktur dünyada 
evlât, dedi, hiç bir şey yoktur. 
CELALEDDĐN'ĐN SERT ÇIKIŞI 


Harzem Şahı Alaüddin Muhammed, Temür Melik'i unut- 
muş gitmişti. Koca kumandan zindanın bir köşesinde ayağında 
pranga olduğu halde ihtiyar dervişten feyz almaya devam eder- 
ken, O, Kıpçak Hanlarına söz anlatmakla meşguldü. 
Aradan altı ay geçtiği halde yerinden kımıldamaya lüzum 
görmemişti. Annesinden gelen mektuplar da okşayıcı olduğu 
için, rahatını bozmaya sebep görmüyordu. 
Türkân Hatun, Kurgan'da işlerin yolunda olduğunu, baş- 
kaldırmaya teşebbüs eden birkaç Beyi, Kıpçaklarm yardımıyla 
ezdiğini bildiriyor, rahatına bakmasını yazıyordu. 
Fakat Kıpçak Hanları o fikirde değillerdi. Yurtlarından 
gün geçtikçe kötü haberler geliyor, Karahitay atlılarının yeşil ot- 
lakları çiğneyip steplere yayıldığı söylentileri ile rahatsız oluyor- 
lardı. 
Tonguç Han ile Nişabur bir kere daha Alaüddin Mufıam- 
med'in huzuruna çıkıp, bir kere daha dertlerini döküyorlardı. 
Tonguç: 
— Sultanım, Efendim, Şahım... Yurdumuz Karahitaylılar 
tarafından ezilirken, nicedir biz bu Semerkant denen yerde boy- 
nu bükük dururuz. Emirleriniz can baş üstüne, ancak ülkemizi 
de düşünmek zorundayız. Bir de o caniplere sefer yapalım. 
-19 - 
Düşmanlarımıza hadlerini bildirip soydaşlarımızı kurtaralım. 
Bu senin büyüklüğünün şanındandır Memalikini sen korumaz- 
san, kim korur? Böyle bizi yetim komak şanına yaraşır mı?.. 
Sultan her zaman verdiği cevaplardan birini daha ver- 
di : 
— Sabır, sabır... daha buradaki işlerimiz hitam bulmadı. 
Bilirsiniz Semerkant'ı payitaht yapmayı düşünürüz. Kasırlar 
inşa eder, büyük camiler kurarız. Kendimizin oturacağımız bir 
sarayımız bile yok. Saraysız Sultan ne işe yarar?... 
Sözün tam burasında oğlu Celaleddin yıldırım gibi içeri gir- 
di: 
— Selâm Padişahım, dedi. Saraysız Sultan pekâlâ işe yarar, 
işe yaramayan teb'asız Sultandır. Çünkü teb'a olmayınca, Sul- 


tanlık olmaz. 
Sultan bu müdahaleyi yersiz buldu. Dik dik oğluna bak- 
tı. 
— Temür Melik gibi konuşursun. 
— Öyleyse yerim onunkinin yanında olmalı değil mi Sul- 
tanım?.. 
Sultan irkildi. Belki ilk defa Temür Melik'i hatırlamıştı. 
Bir parça üzüldü. Başını önüne indirdi. Oğluna hak verdi. 
— O daha içerde mi?... Diye sordu. 
— Sayenizde... 
— Onun için gözükmez. Biz sadece bir parça korkutmak 
istemiştik. Yoksa ihtiyacımız vardır. Çıksın ferman ediyorum. 
Tekrar yanıbaşımızdaki hizmetine dönsün. 
Sultan oğlu Celaleddin ne zamandır bu acıyı içinde taşı- 
yordu. Canı gibi sevdiği en yakın arkadaşı, en büyük dostu zin- 
danda iken kendisi rahatlayamamıştı. Hep onu düşünmüş, sık 
sık ziyaretine gitmişti. Şimdi de yanından geliyordu. 
Babasının Temür'ü affetiğini duyunca ellerine sarıldı. Öp- 
1ĐĐ, lıaşına koydu. Sultan güldü: 
Bunca üzüldüğünü bilsek daha evvel çaresine bakar- 
- 80 - 
dik, Neden hatırlatmazsın? Doğrusu özledik. Evlâdımızdan yeğ 
tuttuğumuz bir kumandan bir sözümüzle kendini zindana attır- 
dı. 
— Emrinizle oldu, Sultanım. 
— Vakıa öyle ama... Neyse... Söyle serbest bıraksınlar. 
Silâhım kuşanıp tez yanıma çıksın. Kendisine ihtiyacım var. 
Celaleddin selâm durarak çıktı. Doğruca zindanın yolunu 
tuttu. Đçi içine sığmıyor, yolda rastladığı bütün dilencilere sada- 
ka veriyordu. 
KIPÇAK ELLERĐNE SEFER 
Hafif bir rüzgâr, bozkırların ılıklığını getiriyordu. Step, 
güneş ışıklarıyla yıkanmıştı. Kumdan tepecikler Harzemşah Or- 
dusunun nalları altında delik deşik oluyor, bazılan tamamen 


ortadan siliniyordu. 
Harzem Şahı Alâüddin Muhammed Kıpçakların ısrarları- 
na dayanamamış, nihayet yola çıkmıştı. Niyeti Kurgan'a uğrayıp 
güçlü bir ordu kurmak, Kıpçak ülkelerini Karahitaylardan te- 
mizledikten sonra daha yüzlerini görmediği, fakat peşinen 
düşmanlıklarına hükmettiği küçük atlı Tatarların peşine düş- 
mekti. 
1216 baharı oldukça sıcak geçiyordu: Daha yaz'a girmeden 
ağaçlar yeşillenmiş, güneş zaman zaman dayanılmaz bir sıcak- 
lıkta parlar olmuştu. 
Uzun bir yürüyüşten sonra Kurgan'a girdiler. Halk herşeye 
rağmen Sultanı ordunun başında görünce alkışladı. Tezahüratta 
bulundu. 
Ama Sultanın yüzü asıktı. Giriştiği işten kendisinin de 
memnun olmadığı ilk bakışta anlaşılıyordu. Acaba meçhul düş- 
manından korkuyor mu idi? Söylendiği gibi artık ihtiyarlamış 
ve rahatını mı düşünür olmuştu? Bilinmiyordu. Ancak her iki- 
sinin de rolü muhakkaktı. Sultan gerçekten savaş istemiyor, fa- 
- 81 _ F : 6 
kat kendisini buna mecbur görüyordu. Halkının gözünde itibarı- 
nı kaybetmemek için yeni zaferler kazanmak zorunda idi. 
Sarayına çekildi. Üç gün hiç bir mevzuda istişarede bulun- 
madı. Dördüncü gün maiyetinin hazırlanmasını emretti. Hazır 
olduğu haberini alınca da saraydan çıktı. Annesinin sarayına 
gitti. 
Türkân Hatun ne zamandır oğlunun kendisini ziyaret etme- 
sini beklemişti. Bu bekleyiş uzadıkça sinirleri bozulmuş, yatağa 
düşmüştü. 
Birdenbire Sultanın geldiği haberi verilince daha beter has- 
talığa vurdu. Oğlunu haline acındırmak ve bir de kendisi ya- 
tarken onu ayakta tutmak, yahut önünde diz çöktürmek isti- 
yordu. Bununla kadınlık gururu okşanacaktı. 
Sultan Alaüddin Muhammed içeri girdiği zaman gerçek- 
ten oturacak yer bulamadı. Bütün sandalyeler dışarı taşınmış- 
tı. Çaresiz ayakta dikildi. 


— Selâm büyük kadın, dedi. 
— Selâm dünya Sultanlarının en büyüğü Alaüddin Mu- 
hammed, zavallı annesini ziyaret için bunca günün geçmesini 
beklemek niye? Yoksa Türkmenler yine rahatsız mı eder seni?.. 
— Yok öyle bir şey, yorgunduk, dinlendik. Sıhhatin nasıl?.. 
— Çok fenayım. 
— Allah iyilik versin. 
Türkân Hatun oğlunu ayakta tutmaktan derin bir zevk du- 
yuyordu. 
Bir süre o halde konuştular. O kadar ki Harzem Şahı'tun 
dizleri ağrıdı. 
— Karyolana oturabilirmiyim ?... diye sordu. 
Türkân Hatun koca Sultanı bu kadar zamandır ayakta tut- 
tuğunu yeni farketmiş gibi yapmacık bir mahcubiyetle yer gös- 
terdi : 
— Otur Sultanım, şöyle başucuma otur. Anlat bunca eğ- 
leşmenin sebebi ne idi? Gözümüz yollarda kaldı. 
- $8 
Sultan karyolanın kenarına ilişti. 
— Semerkant güzel bir şehir, onu memalikimizin payitahtı 
yapmayı uygun bulduk. Tabiî payitaht olunca da bazı şeyler yap- 
mak icap etti. 
— Haşmetinle mütenasip. 
Güldü : 
— Elbette... 
— Bizini elleri kurtarmak için daha ne beklersin?... 
Sultan ayak uçlarına gözlerini dikti. Dalgın dalgın söylendi: 
— Mahiyetini bilmediğimiz bir düşmanla muharebeye tu- 
tuşmak için yola çıkmak hayli güç. Söylendiğine göre Cengiz 
Han merhametin zerresini taşımazmış!.. Oğlu Cuci Han ise on- 
dan besbeter. Askerleri.çöllerdeki kum taneleri kadar çokluk- 
muş!.. 
Kadın müstehzi bir tebessümle oğluna baktı: 
— Korkar mısın?.. 
Harzem Şahı irkildi: 
— Korku mu?.. Bu ne demek?.. Senden başkasından böy- 


 le bir sözün sadır olması, başının uçması için kâfidir. Sen ananı- 
sın. 
— Sözlerini başka nasıl tefsir edeyim istersin?. 
— Sadece tedbir olarak... Evet tedbir. Muharebe tedbir 
işidir, cesaret işidir. Bizde cesaret var hamdolsun. Ama tedbir- 
sizlik olursa cesaret bile işe yaramıyor... 
Valide Sultan dirseğinin üstünde doğruldu. 
— Gözünü yıldırmışlar Sultanım. 
— Öyle şey yok, hem bilirsin benim gözüm yılmaz. Dev- 
leti bu hale getiren kimdir? 
— Sen... 
— Öyleyse ne endişelenirsin?.. 
— Endişem senin büyüklüğünden yana değildir, elbette 
daha çok muharebeler kazanırsın. 
Gözlerini tavana kaldırdı: 
_ 83 _ 
— Ancak korkarım Türkmenler fikrini çeler, böyle bir 
savaşın lüzumsuzluğuna seni inandırırlar. O takdirde Kıpçak 
ellerine sefer etmekten imtina edersin. 
Sultan hiddetle doğruldu. Gururu kırılmıştı. 
— Ana ana! şunu bil ki, Harzem Şahı Alaüddin Muham- 
med onun bunun sözüyle döneklik edecek Sultanlardan değil- 
dir. Kararımı verdim. Bir aya kadar ordumu toplayıp sefere çı- 
kıyorum. 
Türkân Hatun'un dudaklarını sinsi bir tebessüm yaladı. 
Oğlunun sırtını okşadı. 
— Varol Sultanım! Đşte sana yaraşan kaçar budur. Cengiz 
ne kadar kuvvetli olursa olsun büyüklüğün önünde eğilmeye 
mecbur olacaktır. Karahitaylılar ezilecektir. Git, zafer seni bek- 
liyor. 
Sultan Alaüddin Muhammed gözlerini odada dolaştırdı. 
Aradığını bulamayınca da annesine döndü: 
— Oğlumuz Ozlak Şah'ı göremeyiz. Bir hal yoktur tnşa- 
allah?.. 


— Ne hal olma ihtimali vardır Sultanım? Torunum dul 
annenin koruyucu kanatları altında keyfini serer. Derhal getir- 
teyim. 
Başucundaki altın tokmağı alarak altın sahana vurdu, içe- 
ri giren oda hizmetçisine Ozlak Şah'ı getirmesini emretti. 
Az sonra küçük veliaht içeri girmişti. Sırmalı ipekli kaftan, 
ayak bileklerini geçiyordu. Başındaki sarığa püsküllü bir sor- 
guç sokulmuştu. Babasının önünde önce dimdik durdu. Sonra 
kollarını göğsünde kavuşturarak hafifçe gerdan kırdı. 
— Selâm Sultanım! 
Sultan ayağa kalktı. 
— Selâm Şehzade Ozlak Şah. 
Sonra iki elinden tutup yanına çekti. 
— Allah sana uzun ömürler versin Ozlak, diye dua etti. 
Annesinden müsaade istedi. Dışarı çıktı Maiyetini de pe- 
ıc tiikarak sarayı terketti. 
_ 84 
Hemen ertesi günü harp meclisini toplayan Alaüddin Mu- 
hammed derhal Kıpçak ellerine sefer yapılması gerektiğini ateş- 
li bir lisanla anlattı. Konuşma tarzından kararını çoktan verdiği 
anlaşılıyordu. Toplantıda bulunan Türkmen beyleri kendilerine 
söz düşmediğini anlamakta gecikmediler. Sultana yine annesi 
tesir etmiş, istediği kararı çoktan aldırmıştı. Öyleyse konuşmak- 
ta fayda yoktu. 
Fakat Temür Melik böyle düşünmedi. Zindandan kurtul- 
duktan sonra Deli Derviş'i hiç aklından çıkarmamıştı. Ayağa 
kalktı. 
— Đzin verirseniz bir şey söylemek isterim Sultanım. 
— Söyle Temür Melik... 
— Daha önce Deli Derviş'in söylediklerini nakletmiştim, 
bu adamın deli mi, yoksa veli mi olduğundan hâlâ şüphe için- 
deyim. Dedi ki: 
Sultan elini kaldırarak Temür Melik'i susturdu : 
— Bizim delilerle uğraşacak zamanımız yoktur Temür Me- 
lik, akıllıca söz edeceksen et... 
Temür Melik susturulmak istendiğini anladı, yine de al- 
dırmadı : 


— Böyle söze başlamamın bir sebebi vardır Sultanım. Bu- 
gün bizi konuşturmazsanız yarın vuku bulacak her mesuliyetin 
bütün ağırlığını omuzlarınıza almış olacaksınız. Bunu istiyor 
musunuz?.. 
Temür Melik meşveretin ehemmiyetine dikkati çekmek 
istiyordu. Ama Sultan umursamadı: 
— Bir Sultan, elbette hareketlerinden ancak kendine karşı 
mesuldür. 
Bu anlayış Temür Melik'e tamamen zıt geliyordu. 
— Yanılıyorsunuz Sultanım, bir Sultan kendinden önce 
Cenab-ı Allah'a karşı mesuldür. 
Hazırda bulunanlar iliklerine kadar titrediler. Açık sözlü- 
lüğü yüzünden nicedir zindanda kalan Temür Melik demek hâlâ 
- 85 _ 
uslanmış değildi. Kıpçak Hardan dişlerini gıcırdatarak bakışır- 
ken, Türkmenler takdirle başlarını salladılar. 
Sultan ise durgundu. Bu adamı zindandan çıkartmakla aca- 
ba hata mı ettiğini düşünüyordu. Nihayet: 
— De ne diyeceksen, diye konuştu. 
— Diyeceğim oduv ki Sultanım, Deli Derviş, Cengiz'in çok 
kuvvetli ve kudretli olduğunu söyledi. Koca Çin beylerine diz 
çöktürmüş. Alınmaz sanılan şar'ları almış; yıkılmaz kaleleri 
yıkmış, geçtiği yerleri yakmış, taş üstünde taş bırakmamış!... 
— Malum, bütün bunları daha önce de dinlemiştim, niçin 
tekrarlarsın? Niyetin bizi korkutup seferden caydırmak mıdır?... 
— Asla böyle bir niyetim yoktur Sultan>m. Vakıa Kıpçak 
ülkelerine acele bir sefer yapmaya taraftar değilim ama, peşi- 
nizden ölüme bile gelmeye azimliyim. Benim yerim Sultanımın 
yanıdır. Ancak düşmanın küçümsenmemesini talep ediyorum. 
Gerektiğinden çok asker toplayalım. Bir müddet bunları teş- 
kilâtlandıralım, harp usullerini öğretelim. 
— Anlaşıldı, niyetin zaman kaybettirmek. 
Temür Melik acı acı güldü : 
— Sultanım her söylediğimi kötü tefsir ettiğinize göre ba- 


na artık itimadınız kalmamıştır. Bir emrinizle zindana girdiğim 
gibi yine bir emrinizde başımı cellat satırı altına, uzatmaktan 
zerrece tereddüt edersem namert olayım! Benden kurtulmak is- 
tiyorsanız bunu yapmaya hazırım. 
Bu mert sözler hazinimi titretirken, Sultanı güldürdü. Ho- 
şuna gitmişti. Böyle on bin kişilik bir ordusu mevcut olsaydı 
kim bilir belki dünyayı fethedebilirdi. Đçi gülen gözlerini Te- 
mür Melik'e kaldırdı: 
— Temür Melik, dedi. Söylediğin belki haktır ama, o ka- 
dar zaman beklemeye ne lüzum vardır? Bizim halkımız zaten 
doğuştan askerdir. Semerkant'ta yaptıklarımızı sen de gördün. 
— Sultanım, bir asî ile bir imparatoru karıştırıyorsunuz. 
— Sen çok konuştun Temür Melik, otur da biraz başka- 
larını dinleyelim. 
_ 86 _ 
Temür Melik ellerini göğsünde kavuşturdu : 
— Ferman Sultanımmdır. 
Ondan sonra birkaç Kıpçak Hanı söz aldı. Kıpçak elle- 
rine yapılacak bir seferin ordunun moralini güçlendireceğinden, 
Cengiz'in içine korku salacağından bahsettiler. Padişahın kararı- 
nı övdüler. 
Celaleddin tek kelime etmedi. Temür Melik'in sözlerine 
katılıyor, fakat babasına alenen karşı çıkmayı uygun bulmuyor- 
du. Meclis dağıldıktan sonra Temür Melik'i yanına alarak sa- 
rayına götürdü. Kapıda Sarı Lagod'la karşılaştılar. Yanında 
kendisine çok benzeyen biri vardı. Temür Melik : 
— Seni hangi rüzgâr attı buralara? Diye sordu. 
Sarı Lagod gülümsedi. Yanındaki delikanlıyı işaret etti: 
— Kardeşim Baytu ile birlikte hizmete geldik. Eğer kabul 
ederlerse ömrümüz oldukça Celaleddin'e köle olmak isteriz, 
Celaleddin ikisini de kucakladı. 
— Nedamet eden herkese kapımız açıktır Lagod, dedi. 
Siz bana köle değil arkadaşsınız. 


Dışarıya ses sızdırmaması için duvarları kalın halılarla 
kaplı odaya girer girmez, Celaleddin endişelerini açtı: 
— Rahat değilim arkadaşlar, dedi. Sultan pederim anne- 
sinin tesiriyle bu işe kalkışır. Sonu nerelere kadar varacağı bi- 
linmeyen bir maceraya girer. Daha Cengiz'in kuvveti hakkında 
kesin bir bilgimiz bile yok. Bildiğimiz, bütünüyle söylentiden 
ibaret. Efsane gibi bir şey. Bunlann yarısını bile doğnı kabul 
etsek Cengiz'in müthiş kuvvetli olduğu ortaya çıkar. Bu Moğol, 
çok Hanlar dize getirmiş. Diyelim ki Karahitaylaıa bir* ders 
lâzım, lâkin durup dururken Tatar'ın üstüne varmak neyin nesi? 
Belki bize hiç bir düşmanlığı yoktur. Hem şimdiye kadar Çin 
taraflannda vuruşmuştur. Bize bir zararı dokunmnmıstır. Derler 
ki askeri gibi yer, askeri gibi yaşar. Böyle bir Han'ın sırtı kolay 
yere gelmez. Çünkü askerin gözbebeği olmuştur. Biz ise... 
- 8: — 
Sustu, gözleri hüzünle buğulanmıştı. Sözlerin gerisini Temür 
Melik getirdi. 
— Sırmalara garkolmuş, saraylarda yaşarız. Cengiz bir 
ayı postunda uyurken, biz kuştüyünden döşek beğenmeyiz. Cen- 
giz basit çorbalarla karnını doyururken, biz yemek seçeriz; 
Korkunç!... 
Bir sükût oldu. Uzun süre çıt çıkmadı. Sonra sessizliği yine 
Celaleddin bozdu: 
— Temür Melik, bütün söylemek istediklerini Sultan pede- 
rime söyledin mi? 
Temür Melik uykudan uyanır gibi Celaleddin'e baktı: 
— Çoğunu, diye cevap verdi. Ama söyleyemediğim bir şey 
var. Hiç değilse bu orduya senin kumanda etmen iyi olacaktı. 
Yanlış harekette bulunmazdın bari... ?. 
— Babam iyi kumandandır. 
— Öyle idi... Ama biliyorsun son yıllarda hayli değişti. 
Sık sık toy bir delikanlı gibi heyecanlanır oldu. Bir anda veliaht 
değiştirebilecek kadar acele karar veren Sultan, bir anda kadın 
telkiniyle muharebeye girmeyi göze alabilen Sultan artık... 


Sözlerini bölerek endişeli gözlerle arkadaşlarına baktı. San 
Lagod rahatsızca kımıldadı. Celaleddin Temür'ün söylemek is- 
temediğini fısıldadı: , 
— Sultanlığa lâyık değil mi diyeceksin?.„ 
Temür Melik kısa bir süre düşündükten sonra cevap ver- 
di: 
— Bunu demek için deliller kâfi değil, yeni savaş herşeyi 
daha iyi gösterecektir. 
— Cengiz'in söylendiği kadar kuvvetli olduğuna sen de 
inanıyor musun?... 
— Deli Derviş'in sözünde hilaf olmaz, o ne dediyse inan 
ki doğrudur. 
— Korkunç!... 
— Korkunç olmasına korkunç, ama esas korkunç olan, 
uyuyan yılanın kuyruğuna basmak üzere harekete geçtiğimiz- 
- 88 
dir. tnan, korktuğum için söylemiyorum. Bilirsin canımdan baş- 
ka bir şeyim yoktur ve yine bilirsin, canıma da kıymet vermem. 
Korkum Harzem Ülkesinin bir idarî hata yüzünden yıkılmasıdır. 
— Tehlike bu kadar büyük mü sence?... 
— Belki bundan daha büyük. Memleketimiz ilmin beşiği 
olmuştu. Cengiz ise ilim diye bir takım hurafeye bel bağlar. Söy- 
lendiğine göre eline geçen bütün kitapları yakar. Çin'de çok 
miktarda eser yaktırdı. Alevler oynaşarak yükselirken etrafın- 
da raksetti. Böyle birinin eline şehirlerimizin düşme ihtimali 
aklıma gelince topuğuma kadar buz kesiliyorum. 
Celaleddin titredi. 
— Allah korusun!... 
Sarı Lagod ve kardeşi bu temenniye yüksek sesle iştirak 
ettiler: 
— Allah korusun!... 
Temür Melik kısık gözlerle iki kardeşe baktı . 
— Allah elbette korur, ama murad ederse. Biz nicedir Al- 
lah'ın tamirlerini gerektiği gibi tatbik etmez olduk. Đsraf haram 
kılındı biz israf ettik, lüks men edildi lükse düştük gurur yasak- 
landı, alabildiğine gururlandık. Karşımızdaki büyük kuvvetleri 
bile gururumuz yüzünden küçük görür olduk. 


Doğruldu : 
— Dahası var. Sünnet olan istişareye ehemmiyet vermez 
olduk. Altınlara, sırmalara, ipeklilere itibar ettik. Bize herşey- 
den çok yaraşan zırhın yerine samur kürkler geçirdik. Allah 
için, Đ'lâ-yı Kelimetullah için yapılması gereken cenkleri yolun- 
dan saptırıp toprak kazanma ve yağma mecrasına döktük. 
Acı acı başını salladı: 
— Allah, emirlerine uyduğumuz müddetçe bizi korur, esir- 
ger! 
Alnında biriken ter tanelerini sildi. 
— Aksi halde bir Moğol Hanı'nın elinden cezamızı halke- 
der ki, kanaatımca biz bu cezaya müstahakız... 
-89 * 
Hepsi söylenenlerin doğruluğuna candan inanıyor ancak 
Cengiz gibi merhametsizliği bütün Asya'ya yayılmış birinin 
elinden bu cezanın gelmemesini temenni ediyorlardı. 
Celaleddin arkadaşının ellerini tuttu : 
— Doğrusun Temür Melik, dedi. 
CESEDLERLE DOLU BĐR MEYDAN!... 
Harzem Şahı Muhammed, ordusunun başında gidiyordu. 
Altın koşumlarla süslü atı, üstünde taşıdığı kıymetli yükün 
ehemmiyetini anlamış gibi, vakar ve ciddiyetle, zaman zaman 
başım kaldırıyor, ırkdaşlarına gururlu birkaç bakış fırlatıyor- 
du 
Altı biner atlıdan kurulu on kolordu halinde sefere çıkıl- 
mıştı. Her kolordunun başında bir kumandan vardı. 
Güneş binlerce kalkanın, mızrağın üstünde parlıyor, ora- 
dan kjtrılarak kum tanelerini billur renklerle yıkıyordu. 
Görünen sadece insan, duyulan yalnız «Allahü ekber» ses- 
leri idi. 
Birbiri ardına dizilmiş birliklerin muhteşem bir görünüşü 
vardı. Sultan Alaüddin Muhammed zaman zaman atının başını 
çeviriyor, gururla askerlerini seyrediyordu. 
Etrafı Kıpçak Hanlarıyla sarılmış. Celaleddin ve.Temür 


Melik birliklerinin başında at sürüyorlardı. Đkisini de birlikleri- 
nin talim, terbiyesinden başka şeyler şu anda pek ilgilendirmi- 
yordu. Nasılsa sözleri Kıpçak Hanlarından meydana gelen hissiz 
duvara toslayıp, köşeye fırlatılan fasulye taneleri gibi yere dö- 
külecekti. 
Sultan Muhammed içinde inceden inceye bir korku duy- 
muyor değildi. Ne de olsa meçhul düşmanların üstüne gidiyor- 
du. Karahitayları mutlaka ezerdi, inanıyordu; lâkin küçük at- 
lılar kafasını kurcalamakta idi. 
Bir ara Temür Melik'i yan ma çağırttı. Haşmetini tescil et- 
tirmek için : 
— 9» 
— Bak!... dedi. Şunca a«keri mağlûp edecek güçte bir ordu 
yeryüzünde mevcut mudur? 
Kıpçak Hanları boyun bükerek tasdik ettiler. Temür Me- 
lik ise altmış bin atlıyı dünya ordularıyla mukayese edebilen 
mantığa şaştı kaldı. 
— El elden üstündür Sultanım, dedi. 
Harzem Şahı beklediği cevabı alamamaktan sıkılmıştı: 
— Sen zaten hep ümitsizsin... 
— Cengiz çok kuvvetli derler... 
— Hangi Cengiz?... Amma da gözünü yıldırmış senin. Atı- 
mın ayakları altına alıp o kâfiri ezeceğim. Anlayacaksın ki Har- 
zem Şahı Muhammed'den daha kuvvetli bir Sultan yeryüzün- 
de mevcut değildir. Olmamıştır da... Hatta Đskender bile be- 
nim kuvvetime ve dehama malik değildi. 
— Kendinizde kuvvet vehmedip gururlanmak yerine, ted- 
bir düşünmek evlâdır Sultanım! 
Sultan besbeter kızdı, atının yularını hızla çekti: 
— Sana ne yapmam gerektiğini sormadım. 
— Hiç kimse herşeyi düşünemez. 
— Ne... ne demek bu?... 
— Size istişarenin zaruretini hatırlatmak istedim. Yoksa 
bir Sultana akıl verecek kadar çok zekâya malik değilim. 
Sultan kendini zor tuttu. Az daha başının uçurulması için 
emir verecekti. 
— Git kuvvetlerinin başına geç. 


— Başüstüne!... 
Birliğinin başına döndü. Atını Sarı Lagod'un atma yak- 
laştırdı. 
— Sultanın maiyetine bak, Sarı Lagod, işe yaramayan bir 
sürü... 
Sarı Lagod dikkatle baktı. Sultan mutfağını ve her türlü 
ağırlığı beraberine almıştı. Ne kadar uğraşmışlarda bundan men 
edememişlerdi. 
- 91 - * 
— Oysa boğazına da düşkün değil, diye mırıldandı. 
Temür Melik: 
— Orası gerçek, ancak düşmanlarına gösteriş yapmak 
ister. 
— Debdebeli mutfağıyla mı?... 
— Debdebeli mutfağı, süslü çadırı ve hizmetkarlarıyla!... 
— Allah Allah!... 
* * * 
Celaleddin en arkadan geliyordu. Türkmenlerden kurulu 
onuncu kolun kumandanı idi. 
Babası onu cepheye sürmemek için sanki majısus böyle 
davranmıştı. Üzüntülüydü. Madem herşeye rağmen bir muha- 
rebeye çıkılmıştı, ön safta yer almak ve ilk düşmanla karşılaş- 
mak isterdi Hiç değilse kılıcının pasını silecekti. Ama babası 
ard kuvvetlerin başına getirerek bu arzusunu bilmezden gel- 
mişti. 
Türkmenler neşeliydiler. Đlâhiler söylüyor, bağırarak ko- 
nuşuyor ve şakalaşıyorlardı. Bazen durarak harp oyunları ya- 
pıyorlar, yeni taktikler öğreniyorlardı. 
En derli toplu birlik Celaleddin'in birliği denilebilirdi. Ya 
onun kadar veya ondan biraz noksan Temür Melik'in bifliği 
ikinci geliyordu. Sultanın kumanda ettiği merkez ise tamamen 
âtıl kişilerden, saray beslemelerinden ve kendi özel muhafızla- 
rından kurulu olduğu için belki de en zayıfı denebilirdi... 
Harzem Denizi'nin (Aral Gölü'nün eski adı) sahilim takip 


ederek Siri Derya (Seyhun) Nehrini geçtiler. Çağanak Körfezin- 
de mola verdiler. 
Sultan keşif kolları çıkardı. Gelecek haberleri burada bekle- 
meyi Temür Melik ve Celaleddin'in zoruyla kabullenmişti. Yok- 
sa kendisine kalsa keşif kolları bile çıkarmayacak, düşmana 
rastlayacağı yere kadar debdebe ile yürüyecekti... 
- 92 - 
Keşif kollarından biri kısa süre sonra döndü. Çalkar Gölü 
kıyılarında Karahitay askerlerine rastladıklarını bildirdi. 
O gece bir harp meclisi toplandı. Önce Karahitayhların, 
sonra da Moğolların halledilmesi kararlaştırıldı. Kıtalar üç gruba 
ayrılacak, Şah merkeze kumanda edecekti. 
Sıra, sağ ve sol cenah kumandanlarını seçmeye gelince bir 
kargaşalık oldu. Kıpçaklar ikisinin de kendi ırklarına mensup 
kumandanlar tarafından yönetilmesini istiyor, sebeb olarak bu 
toprakların kendi toprakları olduğunu ileri sürüyorlardı. Temür 
Melik hırsından dudaklarını ısırıp kanattı. Nihayet dayanama- 
yarak yerinden fırladı: 
— Bu topraklar, mademki Kıpçaklarındır ve bizi mademki 
kendilerinden saymıyorlar, varsınlar aralarında davalarını hal- 
letsinler. Sultanımdan bu yolda ferman istiyorum. 
Sultan Muhammed hayretle başını iki yana salladı: 
— Sen ne dersin Temür Melik?... 
— Dediğim gayet sarih şevketlum. Kıpçaklar buraların 
kendi topraklan olduğunu, dolayısıyle; topraklarını müdafaa 
edecek askere kumanda hakkının da kendilerinde bulunduğu- 
nu iddia ederler. Bırakalım kendi işlerini kendileri görsün- 
ler... 
— Olmaz öyle şey... Bir kanada sen kumanda edecek- 
sin. 
Sultan Muhammed bununla sanki Temür Melik'i sustur- 
mak istiyordu. Temür Melik anlamakta gecikmedi. 
— Kabul etmekte mazurum Sultanım, dedi. Celaleddin 
Şah dururken bana büyük kumandanlık düşmez. O'hepimiz- 
den daha büyük bir kumandandır. 
Sultan itiraz etmedi. 
— Böylece uygun bir karar alındı zannedersem, diye ko- 


nuştu. Sol kanada Kıpçak Hanlanndan Turgay, sağ kanada ise 
oğlumuz Celaleddin kumanda etsin. Ben merkezde kalacağım. 
— 93 — • 
Ertesi sabah toparlanıp yeniden yola düştüler. Sık sık Ka- 
rahitaylıların yakında bulunduğu haberi geldiğinden savaş dü- 
zeni içinde üç gün yürüdüler. Irgız ırmağının deltasında uza- 
nan sık ağaçlıklı orman içine karargâh kurdular. 
Yabani çiçeklerin büyüleyici kokusu bataklıktan çikan 
kekremsi kokuyla birleşiyor, Harzemli askerlerin burunlarını 
yakıyordu. Havalar çoktan ısınmış olmasına rağmen ırmak üs- 
tündeki buz tabakası çözülmemişti. Ekseriya yaz ortalarına 
kadar da çözülmezdi. 
Karşı sahilde Karahitaylılar görüldüğü haberi gelince Sul- 
tan Muhammed ırmağın geçilmesini emretti. Emir hemen ye- 
rine geldi. Kazasız belasız karşı kıyıya çıktılar. Savaş düzenin- 
de yürüyüşe geçtiler. 
Akşama doğru gelen bir haber Harzem ordusunu dalga- 
landırdı. Đlerde bazı çadırlar görülmüştü. Neyin nesi olduğu 
bilinmiyordu. 
Celâleddin haberi alır almaz yanına Temür Melik'i, Sarı 
Lagod'u ve Lagod'un kardeşi Baytu'yu alarak keşfe çıktı. Bir 
tepeciğin başına geldiler. Dikkatle önlerinde uzanan uçsuz bu- 
caksız sahayı gözetlediler. Uzakta, gözün henüz ulaşabildiği 
bir noktada bazı çadırlar görünüyordu. Ama etrafta kımılda- 
yan tek canlı bile yoktu. Celâleddin : 
— Allah Allah! Diye hayretini belirtti. Şu saatte uyumu- 
yorlar herhalde. Vadinin terkedilmiş bir hali var. 
— Temür Melik : 
— Hele bir bakıp geleyim, dedi. Atını yamaçtan aşağı, 
dört nala sürdü. Celâleddin ardından bağırdı: 
— Kendine dikkat et Temür Melik... 
Temür Melik cevap vermedi. Zaten sesini ulaştıramaya- 
cak kadar uzaklaşmış bulunuyordu. 
Az sonra çadırlara yaklaşmıştı. Hayretten ağzı bir karış 
açık kaldı. Çadır zannettikleri yırtık, pırtık kilim parçaların- 


dan başka bir şey değildi. Her taraf ceset doluydu. Kendilerin- 
- M 
den evvel buraya sanki bir çığ düşmüş bir âfet inmiş, herşeyi 
herkesi ezip geçmişti. Canlı birini arayıp buldu. Atından in- 
di: 
— Size ne oldu?... Diye sordu. 
Bu yaşlı bir Merkit askeriydi Sırtında koca bir kılıç ya- 
rası vardı. Güçlükle ağzını oynattı-:" 
— Biz Merkitleriz. Daha doğrusu idik. Artık yokuz. 
Gayret ederek dirseğine dayandı. Cesetlerle dolu meyda- 
nı melûl bakışlarıyla taradı. Gözlerinden yaşlar boşandı. 
— Han'ımızın adı Tunku Han'dı. Oğlu Holtu Han... Đkisi 
de kaçıp canlarını kurtardılar. Bizi ejderin ağzında bıraktılar. 
— Size kim saldırdı?... 
Kesik kesik konuştu: 
— Cengiz!... O, kızıl sakallı Şeytan, Yahut onun oğlu 
Cuci Han. Baba oğul birbirlerinden beter. Girdikleri yerlerde taş. 
üstünde taş, omuz üstünde baş komazlar... Kendinizi sakının... 
Cengiz'i öfkelendirmeyin... Büyük kumandanları var Cengiz'in. 
Tek gözlü ifrit Subutay, Kurt Cebe, Tokuçay Noyan... Hepsi 
birbirinden daha gaddar ve daha yırtıcı... Önlerinden kaçama- 
dık. Irgiz ırmağını geçmeye çalışanlar, buzların kınlmasıyla 
dibe gömüldü. Kısıldık burada. Hepimizi kılıçtan geçirdiler. 
Kadın, ihtiyar, çocuk... Hepimizi. Hayvanlarımızı aldılar. Ot- 
laklarımızı ellerine geçirdiler. 
Kesik bir nefes aldı. Gözleri bulandı. Alabildiğine açtı : 
— Göremiyorum, diye inledi. Artık hiç bir şey göremi- 
yorum... Ne doğranmış kardeşlerimin cesedini, ne güneşin par- 
laklığını... Hiç bir zaman da göremiyeceğim. Ölümün :%oğıık 
gölgesi içime girdi. Boğazıma doğru canımın çekildiğini hisse- 
diyorum. 
Bir öksürük tuttu. Dudaklarından kanla karışık köpük- 
ler belirdi. Sesi daha beter söndü: 
Biz... mesuttuk... Otlaklarımız vardı... Yeşil ağaçları- 
_ 95 - 


mız vardı ulu... Sarı sakallı ifrit... Cengiz... Oğlu Cuci... Tek 
gözlü Subutay Bahadır... Kurt Cebe... San çadır... Küçük at- 
lar... 
Titredi: 
— Bana... bana kılıcımı verin... Ben... ben... 
Sözünü tamamlayamadı. Göz kapaklan kaşlarının altın- 
da kayboldu. Dehşetle açılmrş gözleri Temür Melik'in yüzü- 
ne mıhlandı kaldı. 
Merkit ölmüştü. 
Temür Melik daha fazla vakit kaybetmeden atına atladı. 
Dolu dizgin Celâleddin'i bıraktığı tepeye çıktı. Feci haberi 
verdi: 
— Merkitlerin tamamı kılıçtan geçirilmiş yiğidim... 
Celâleddin dehşetle irkildi: 
— Ne! Kim yapmış bunu?... 
-— Cengiz, yahut oğlu Cuci... ne farkeder?... 
Geri döndüler. Durumu Sultana bildirdiler. Onun da hay- 
reti oğlununkinden az olmadı. Neden sonra toparlandı. Hid- 
detle doğruldu. Etrafına bakındı. 
— Bunu \anlanna konıayacağıın diye gürledi. 
Kıpçak Hanları hep birlikte bağrıştılar: 
— Ganimetimizi çalan, memleketimizi harabezara çeviren 
bu kâfirlerin cezası tez venlmelidir... 
Alâüddin Muhammed sakalını sıvazladı... 
— Onları mutlaka bulacağız. Bulacağız ve kıhçlarımızla 
cezalanm vereceğiz. Artık savaştan beni kimse menedemez. 
Hazırlanın, üzerlerine gidiyoruz. 
— Destur var mı Sultanım, diyerek Celâleddin ayağa 
kalktı. 
— Söyle Celâleddin. 
— Önce keşif kolları çıkarıp düşmanın yerini tesbit ede- 
lim, kuvvetini öğrenelim. Muharebeye ona göre karar veri- 
riz. .. 
_ 96 _ 
Sultan dik dik oğluna bakıp susturdu. 
— Muharebeye sen ve Temür Melik değil, ben karar 
veririm. Kararımı da verdim Harp olacaktır. 


Celâleddin çaresiz oturdu. Temür Melik'e baktı. Ama o, 
bomboş gözlerle başka tarafa bakıyordu. 
MAHĐYETĐ BĐLĐNMEYEN DÜŞMAN 
Harzcm Şahı'nın aradığı düşman Cengiz Han değil, bü- 
yük oğlu Cuci Han'dı. 
Merkitleri katlettikten sonra kuzeye çekilmiş, bir dağ ete- 
ğinde mola vermişti. 
Her yana çıkardığı gözcüler, yerdeki kumlar gibi kayna- 
şan bir sürü koca kavuklunun üzerlerine geldiğini bildirince 
Cuci Han'ın sarı yüzü daha da sarardı. Kumandanlanndan 
Tekgözlü Subutay Bahadır'a baktı. 
— Kimlerdir dersin Subutay?... 
Subutay elindeki hançerle tırnaklarını parlatmakla meş- 
guldü. Savaşmaktan vakit buldukça tırnaklarıyla uğraşırdı. 
Başını kaldırmadan sırıttı: 
— Gelirlerse gelsinler derim. Kimseden korkumuz yok. 
— Hep savaş taraftarısın. 
Subutay omuzlarını silkti. Çok konuşmaktan hoşlanmaz- 
dı. Meramını bir iki cümlede özetler, uzun münakaşalara gir- 
mekten nefret ederdi. Onun için harp meclisleri, meşveret 
filân, hep zaman kaybı idi. Han olan bir anda savaşa veya 
barışa karar vermeli, hemen tatbike geçmeli idi. 
Cuci Han onun bu huyunu bildiği halde inadına ısrar edi- 
yordu : 
— Neden susarsın be adam?.. 
Subutay tekrar omuzlarını kaldırdı... 
— Konuş!... 
Bu sefer başını kaldırdı. Sancı çekiyormuş gibi yü/iinü ekşitti. 
- 97 - F : 7 
Yanağını boydan boya çizmiş kılıç yarası daha da belirginleşti. 
Tek gözü çamurlu bir bulanıklıkla Cuci'ye dikildi. Ama yine de 
iki kelime ile geçiştirdi: 


— Sen bilirsin... 
— Yani savaşalım mı?... 
— Olabilir. 
— Savaşmayalım mı?... 
Cevap vermedi. Cuci Han başını salladı: 
— Bilmem senin gibi bir dilsizi babam neden başıma mu- 
sallat eder. Kaç kere tek başıma hareket edebilecek kadar bü- 
yüdüğümü ispat ettim, hâlâ savaş meydanlarına hamisiz gön- 
dermez. 
Müstehziyane bakışlarla Subutay'ı süzdükten sonra sözle- 
rini bitirdi: 
— Sen de ne koruyucusun hani... 
Elini çırptı. Đçeri giren nöbetçiye: 
— Çabuk Danişmend Hacip'i bana gönder... 
Asker bir dizini yere koyarak selâm verdi, geri geri ça- 
dırdan çıktı. 
Az sonra orta yaşlı, siyah sakallı bir adam çadıra girdi. 
Askerin yaptığı gibi bir dizini yere koyarak kumandanını se- 
lâmladı. 
— Beni emretmişsin, büyük Kaanın oğlu. 
— Otur şöyle Danişmend Hacip, duyduk ki peşimizden 
gelenler varmış. Tolgalarının üstüne kumaş parçaları sarmış 
bilmediğim birtakım askerler. Haklarında bir bildiğin var mı? 
Danişmend Hacip başını iki kere göğsüne doğru salladı. 
— Herhalde Harzemlilerdir. 
— Harzemliler mi? Bizim onlarla bir alış verişimiz yok 
ki... 
— Evet, hattâ büyük Kaan bile onlarla çekişmememizi 
tembihlemişti. Şimdilik Harzem Şahı Muhammed'le bir mu- 
harebe istemez. 
— Peki niçia üstümüze gelir bu adam? 
- 91 _ 
— Belli ki Merkitlerin hali kendisine dokunmuştur. 
Sonra sizi yenme sevdasına da kendini kaptırmış olabilir. Bu- 
ralar biraz da onun sayılır. 
— Acaip. Yer Tanrısının topraklarına o ne karışırmış?.. 


Danişmend Hacip başını indirdi. Cuci Han'a Allah'ın bir 
olduğunu söylese söylemekle kalmayıp ispat etse ne değişirdi? 
Birçok kereler denemiş, fakat netice alamamıştı. Cuci Han 
her seferinde müstehziyane gülümsemiş, başını sallayarak: 
«Olabilir» demişti. «Ancak ben, babamın inandığı Tanrıdan 
başkasına inanmam.» 
— Cevap vermezsin Danişmend Hacip, Sultan Muham- 
med nereden bu toprakların sahibi oluyormuş?.. 
— Bunun cevabını bulmak için kendimizle mukayese et- 
memiz gerek Kaanımın oğlu. 
— Kendimizle mi? Nasıl?.. 
— Cengiz Han bütün Moğolistan ve Çin'in hâkimi... 
— Öyle... 
— Harzem Şah da buraların hâkimi... 
— Olamaz! Babam büyük bir Kaan'dır. Ya Harzem Şah 
dediğin nedir? 
— O da kendi çapında büyüktür. 
— Bütün müslümanları o mu temsil eder?... 
— Bir kısmını... 
— Öyleyse onu ezeceğim, ancak bunun için babamdan 
izin almam gerekir. Nedense bu adamla dalaşmak istemiyor. 
Herhalde bir düşündüğü var. 
— îyi söylersin. 
Cuci Kan birkaç dakika düşündü. 
— Yanma on kişi al ve karşı çık. Birkaç deveyi de he- 
diye götür. Bu savaşı istemediğimizi, kendileriyle bir işimizin 
olmadığım söyle. 
— Merkitleri niçin katlettiğimizi sorarsa ne cevap vere- 
yim?... 
- 99 - 
- Bu cezaya müstahak olduklarını bildir. Bize kafa tut- 
tuklarını anlat. Yakında buraları terkedeceğimizi ve kendile- 
rine bırakacağımızı söyle. Boş yere kan aksın istemiyorum. 
Aslında Cuci Han kuvvetinin azlığından korkuyordu. 
Haberciler Harzemlileri «Tepedeki kum taneleri kadar çok» 


olarak bildirmişlerdir. Onu ürküten bu haberdi. 
Danişmend Hacip çadırı terketti. Emredildiği gibi on atlı 
aldı. On seçme deveyi de Sultan'a hediye olmak üzere peşine 
taktı; yola düştü... 
* * * 
Harzem ordusu dörtnala at sürüyor, bir an evvel düşmana 
yetişmek için büyük gayret gösteriyordu. 
Sultan Alâüddin Muhammed'in emri şöyle idi: 
«— Atınız çatlarsa değiştiriniz, fakat durmadan yol alınız.» 
Sağ kanada kumanda eden Celâleddin, babasının bu em- 
rini de yerinde bulmamış, yanında at süren Temür Melik'e şöyle 
dert yanmıştı: 
— Bu çılgınlık gibi bir şey. Hem hayvanlar hem de asker 
yorulur, bu halimizle düşmanla karşılaşırsak sonumuz nice 
olur?... 
Temür Melik gözleriyle Celâleddin'i tasdik etmiş, fakat 
tek kelime söylememişti. Konuşursa acı olacağını bildiği için 
susmayı tercih ediyordu. 
Gözcülerden ikisi nefes nefese gelip: 
— Bir grup atlı beyaz bayrak çekerek geliyor... 
Haberini getirdir-.i zaman atlarını büsbütün şaha kaldırdı- 
lar. Kısa zaman içinde Sultanın yanına ulaştılar. Celâleddin : 
— Sultanım beyaz bayrakla gelenler varmış, ne emreder- 
siniz? diye sordu. 
Sultan Muhammed gözlerini kısarak bir süre uzağı gözet- 
ledi. 
— Kimlerdir?... 
— 100 
— Herhalde Moğol elçileri. 
— Doğru bana getirin. 
— Başüstüne. 
Sultan ordusuna «dur» emri verdi. Hazırlıklı bulunma- 
ları için kumandanlarına talimat gönderdi. Elçilere haşmetli 
görünerek düşmanı yıldırmak istiyordu. Ama gelenlerin kayıt- 


 sız bakışlarını görünce boşyere yorulduğunu anladı. 
Danişmend Hacip en önde idi. Başında beyaz bir sarık 
vardı. Herkesle birlikte Harzem Şah da hayret ediyordu. Bu 
adam müsiümanlar gibi giyinmişti. Öyleyse Cuci Han ordusu- 
nun içinde işi neydi?.. 
Beyaz sarıklı adam yaklaştı. Atından indi. Birkaç 
adım daha yaklaştı. Durdu. Ellerini göğsünde kavuşturarak 
saygıyla eğildi: 
— Moğolistan hâkimi Cengiz Han'ın büyük oğlu ve ku- 
mandanı Cuci Han'ın elçisi Danişmend Hacip, büyük Harzem 
Şahını selâmlar. 
Harzem Şahı atından inmemişti. Sağ elini kaldırarak elçi- 
nin selâmını aldı. 
— Kumandanın ne istiyor?.. 
— Kumandanım der ki: Bizim Harzemlilerle bir işimiz 
yoktur. Merkitler azıtmışlardı, cezalarını verdik. Boş yere kan 
dökülmesini istemiyoruz. 
Sultan Muhammed di-k dik elçinin yüzüne baktı. 
— Güya müslümansın, utanmadan bir putpereste hizmet- 
kârlık ediyorsun... 
Danişmend Hacip iı kildi: 
— Bu hakareti icap ettiren sebep nedir Sultanım?.. 
— Müslüman oluşun, yetmez mi?.. 
—? Müslümanlığımın hakarete medar olacağım zannetmi- 
yorum. Ben kimsenin ayaklan altına dinimi senilis değilim. 
Sadece bir esirim. Senin koruyamadığın bir mUslümanı elbette 
Cengiz Han esir alacaktı... ^ 
Đç çekti: 
_ 101 _ 
— Esir aldı ve çalıştırıyor. Dinim, inancım ise dimdik ayak- 
tadır. Hiç kimseye boyun eğmeyecek kadar. 
Temür Melik adamı içinden tebrik etmekle birlikte bu ka- 
dar çok sözü Sultanın karşısında söylemesine kızdı: 
— Bu çok konuşuyor Sultamm, dedi. 
Danişmend Hacip Temür Melik'e döndü : 


— Sordunuz cevap verdim. 
Kıpçak Hanlarından Nişabur kızgınlıkla bağırdı: 
— Sus! Her soruya cevap verilmez. 
— Moğol içinde bir söz vardır. Sorulmadan konuşma der- 
ler. Ben bunu benimserim. 
Sultan münakaşanın alevlenmesine meydan vermemek 
için araya girdi: 
— Hepiniz susunuz. Sen söyle bakalım elçi; kumandanın 
benim kuvvetimden haberdar mı?.. 
— Elbette, gözcülerimiz kum taneleri kadar çokluk oldu- 
ğunuzu çoktan haber verdiler. 
— Demek bunun için vuruşmaktan kaçarsınız. 
— Muharebe istememekle kaçmayı karıştırıyorsunuz Sul- 
tanım, Cuci Han sizden daha kalabalık ordularla dövüştü. 
— Ve halâ hayatta öyle mi?... 
— Hem de askerleriyle birlikte. 
Sultan Muhammed öfke ile üzengi üstünde doğruldu. 
— Bre!... diye bağııdı. Siz beni Merkit mi sanırsınız, yok- 
sa tabansız Çinli mi? Hele Cuci midir ne Allahın cezası herif- 
tir, karşıma bir çıksın. Karınca gibi ezeceğim. 
Danişmend Hacip boyun büktü : 
— Söylediklerinizi aynen kendisine ileteceğimden şüpheniz 
olmasın. Yalnız bir kere daha tekrarlamakta fayda görüyorum : 
Cuci Han'ın sizinle bir meselesi yoktur, boş yere kan akmasını 
istemez. 
— Vay!... hâlâ konuşur. Akıttığı kanların hesabını verme- 
den şuradan şuraya adım attırmam. 
— 102 
Elçi tekrar selâm vererek maiyetini peşine taktı ve dört- 
nal atını sürdü. Celaleddin atlıların peşinden bir süre baktı: 
— Cesur adam, diye mırıldandı. 
Haber, Cuci Han'ı memnun etmemişti ama, Subutay Ba- 
hadır'ın tek gözünü pırıl pırıl parlatmıştı. Cuci bunu görünce 
şaka etti: 
— Bakıyorum yine gözün parladı Subutay Bahadır, galiba 


 kan kokusu aldın?... 
Subutay sadece homurdandı... 
Harzem ordusu yorgunluktan bitmiş, tükenmişti. Atlar zor- 
lukla hareket ediyordu. Temür Melik bir müddet Sultan'a yal- 
varıp yakardıktan sonra nihayet mola verdirmeye razı etti. Za- 
ten gün kararmıştı. Savaş için uygun olan zaman geçmiş bulu- 
nuyordu. Sabah serinliğiyle birlikte taarruz ederlerse öğleye 
kadar netice alırlardı. 
Bir tepenin üstünde mola verdiler. Buradan Cuci Han'ın 
ordugâhı rahatlıkla görülüyordu. Her yana nöbetçiler yerleş- 
tirilmişti. Temür Melik civarda kuş uçsa haberdar edilmesini 
emrederek Celaleddin ve San Lagod'la birlikte kaldığı çadıra 
çekildi. 
Gece hadisesiz geçti. Temür Melik ve Celaleddin birkaç 
kere çadırdan çıkarak Cuci Han'ın ordugâhında yanan ateşleri 
seyrettiler. Herhalde düşman hayli kalabalıktı. Küçümsemeye 
gelmezdi. Başlangıçta yenilecek olurlarsa, bunun moralleri üs- 
tünde müthiş menfî tesir yapacağını ve mağlûbiyetin ardı ardına 
geleceğini biliyorlardı. 
îki arkadaş hemen hemen sabaha kadar oturarak nasıl 
hareket etmek gerektiğini aralarında konuştular. 
Askeıler sabah namazını gruplar halinde cemaatle kıldıktan 
sonra, bir emirle toplandılar. Çadırlar söküldü Asker intizam- 
la yerini aldı. 
Kumandanlar bölüklerinin başına geçtiler, (iıineş tepelerin 
arasından başını çıkarırken Cuci Han'ın ordugfiMda son ateş- 
ler de sönmek üzere bulunuyordu. 
- 103 - 
Harzem Şahı gururla etrafına göz gezdirdi. Atını kâh şah- 
landırarak, kâh durdurarak ordusunu teftiş etti. Celaleddin'in 
önünde bir süre eğleşti. Oğlunu baştan aşağı birkaç kere süzdü : 
— Bu savaşta yararlıklar göstermeni beklerim. Celâleddin, 
dedi. Dileğin üzere ön safa geçirdim, beni utandırmayacağını u- 
marım. 
Sonra Temür Melik'e döndü: 
— Sen de Temür Melik... 


Đkisi de aynı anda cevap verdiler: 
— Başüstüne Sultanım. 
Gitti. Merkezdeki askerlerin başına geçti. Kılıcını çekti. 
Havaya kaldırdı. Bir müddet öylece tuttuktan sonra süratle ile- 
riye uzattı. 
—? Bismillah, hücuuum!... 
Harzem Ordusu tepeyi süratle indi. «Allah Allah!...» nida- 
ları semayı tuttu. Kısa zamanda ordugâha ulaşıldı. Çadırlara 
saldırıldı. 
— Bu ne?!... 
Herkes kendi kendine böyle bağırdı: 
— Bu ne?!... 
Çadırlar bomboştu. Etrafta tek insan görülmüyordu. Yalnız 
kemikleri dışarı fırlamış iki köpek yiyecek bir şey arayarak ge- 
ziniyorlardı. 
Neden sonra düşünmeyi akıl ettiler: 
— Gece ordugâh terkedilmiş olsa gerektir. 
— Ya ateşler? Sabaha kadar göz kırpıp durdular. 
— Cuci Han"ın bir oyunundan ibaret. Her tarafa ateş yak- 
tırdı ki ordugâhta olduğu kanaatini bizde uyandırsın. Muvaffak 
da oldu hani, hileyi bal gibi yuttuk. 
— Çadırları da söktürmemiş... 
— Söktürmez elbette. Ama ağırlıklarını almış baksana. 
Yağmalanacak bir çuval arpa bile yok... 
Sultan Alaüddin Muhammed burnundan solumakta idi 
- 104 _ 
Aldatılmış olmak canını sıkmıştı. Bunu bir türlü hazmedemi- 
yordu. 
— Korkak, korkaklar, diye bağırıyor, atını hırsla mahmuz- 
layarak terkedilmiş ordugâhın etrafında mütemadiyen dönü- 
yordu. 
Nihayet sükûnet buldu : 
— Düşman takip edilecektir, diye emrini bildirdi. 
Temür Melik Celaleddin'e fısıldadı: 
— Kaçan düşmanın peşinden gitmek caiz midir ki Sultan 
böyle emreder Celâleddin? Eminim Cuci Han'ın ordusu sadece 
öncü kuvvettir. Bizi pusuya düşürürler. Var git, babana söyle, 


bir çaresini bul. 
Celâleddin atını babasının yanına sürdü: 
— Sultanım, kaçanı kovalamak gerekir mi? Madem ki biz- 
den korkmuştur, varsın gitsin. Nasılsa Kıpçak Hanlarının da di- 
lekleri yerine gelmiş bulunuyor. Ülkeleri düşmandan temizlen- 
miştir. 
Sultan sert bakışlarla oğlunu susturdu. 
— Toy çocuklar gibi konuşuyorsun Celâleddin, dedi. Düş- 
man mademki korkmuş ve kaçmıştır, kuvvetine güvenemiyor 
demektir, takip edip imha varken, niçin duralım?... 
— Kaçanın peşinden gitmek şimdiye kadar yaptığımız bir 
iş değildi. Korkulur ki bunlar, büyük bir ordunun öncü kuvve- 
tidir. Takip edip Cengiz'in kucağına düşersek herhalde sonumu/ 
olur. 
Sultan hayli öfkelendi. Avaz avaz bağırdı: 
— Seni kumandanlıktan da azletmem gerekiyor, gözüm 
görmesin... 
Celâleddin ses çıkarmadan geri döndü. Temin Mdik'iıı 
yanma gitti. 
— Herşey boş, dedi. Kıpçak Hanları gözünü karartmış, bu 
halde Harzem'e dönerse itibarının büsbütün sarkıtacağından 
korkuyor. 
_ 105 - 
Temür Melik başını iki yana salladı, yüzünü buruşturdu. 
Sultan, oğlu Celâleddin'in son çıkışını hiç beğenmemişti. 
Bu çocuk giderek daha asî olmaya, babasının hiç bir icraatını 
beğenmemeye başlıyordu. Akıl hocası da Temür Melik'ti. Bütün 
bunlar onun kafasının altından çıkan fikirlerdi. Kendini Sultan- 
dan akıllı sanıyor, akıl vermeye kalkıyordu. Đcabına bakmadığı 
takdirde cüretini kimbilir daha nereye kadar götürecekti? 
Maiyetindeki bir subaya derhal Temür Melik'i getirmesini 
emretti. Karşısına getirilince yüzüne bile bakmadan şu emri 
verdi: 
— Yanına on yiğit alarak öncülük görevini ifa et. 
— Başüstüne Sultanım. 


Sultan, Temür Melik'in bu küçük görevi kabul etmeyece- 
ğini sanıyordu. O zaman tevkif için fırsat çıkmış olacaktı. Fa- 
kat beklediği olmamış, Temür Melik verilen bu küçük işi te- 
reddütsüz kabullenmişti. 
Birden şaşırdı. 
— Kabul ediyorsun demek?.. 
— Niçin etmiyeyim? Ben bu islâm ordusunun her kade- 
mesinde hizmet etmeyi ibadet telâkki ederim. Đdarecisi kim olur- 
sa olsun her müslüman Allah rızasını kazanmak için cihada çı- 
kar. Böyle bir ordunun her kolu sevapta birdir. 
Sultan başını indirdi. Kendinden utanıyordu... 
— Allah yardımcın olsun, dedi. 
— Sağolun... 
Ordu hayli yorulmuş, süratli hareket kabiliyetini kaybet- 
mişti. Sultan, düşmanı Cuci'yi doğduğu yere kadar takip etme- 
yi kafasına koyduğu için eskisi gibi aceleye zaten lüzum görmü- 
yordu. Nerede yakalarsa orada canına okuyacaktı. 
* * # 
- 106 _ 
Temür Melik ve arkadaşları kısa zamanda hayli yol 
almış adamakıllı arayı açmışlardı. Görünürlerde henüz hiç bir 
şey yoktu. Yalnız kumluk arazide sık nal izlerine rastlıyorlardı. 
Bu arada yakılmış birkaç köyü geçtiler. Sakinleri, çocuklar 
ve kadınlar da dahil olduğu halde kamilen kılıçtan geçirilmişti. 
Katı yüreklilikle övünen Sarı Lagod bile bu manzarayı görme- 
mek için başını başka tarafa çevirmek zorunda kalmıştı. Sakalı 
belinde bir ihtiyarın kazığa çakılmış halini ömrü oldukça unuta- 
mayacaktı. Adamı oradan kurtardıkları zaman zavallı boş göz- 
lerle bir süre yüzlerine bakmış, sonra ağzından kanla birlikte 
şu cümle çıkmıştı: 
— Đfritler geziyor, sakının!... 
Başı yana kaymış, gözleri akla örtülmüştü. 
Đki gün yalnız namaz ve yemek vakitlerinde mola vererek 
düşmanı takip ettiler. Bir de, geçtikleri yerlere muayyen ara- 
lıklarla başı yontulmuş işaret kazıkları çakmak için atlarından 
iniyorlardı. Bu işaretler arkadan gelmekte olan Harzem ordu- 


suna yol gösterecekti. 
Üçüncü gün öğle üstü bir ormanı geçerlerken atlar birden 
huysuzlanmaya başladı. Hele Temür Melik'in cins atı eşinip 
duruyor, ileri gitmek istemiyordu. Tecrübeli savaşçı bunun ne 
demek olduğunu hemen anladı: 
— Yakında tehlike var, dedi. Tedbirli olalım. 
Kılıçlarını çekip ellerine aldılar. Her ağacın arkasından 
bir düşman çıkacağını bekleyerek bir süre daha gittiler. 
Birden patır patır ağaçların tepesinden adamlar döküldü. 
Temür Melik : 
— Sakının! diye bağırdı. Üstüne atılan adamla birlikte ye- 
re yuvarlandı. Çetin bir mücadele başlamıştı. Atından düştüğü 
zaman kılıcı da elinden fırladığı için silâhsız kalmıştı. Zaten bu 
durumda kılıcı elinde bile olsa kullanması mümkün olmayacak- 
tı. 
Düşmanıyla alt-alta, üst-üste bir sürı- bdRuştu. Adam 
arada bir konuşuyordu ama, Temür Melik dilini bilmediği için 
- 107 - 
bir şey anlamıyordu. 
Nihayet parmaklarım boğazına geçirmeye muvaffak oldu. 
Sıktı... Ne var ki düşmanı çok oynaktı. Kısa süre çırpındıktan 
sonra elinden kurtuldu. Doğruldu. Belindeki eğri kılıcı çekerek 
hâlâ yerde yatmakta olan Tcmür Melik'e doğru salladı. 
Temür Melik şimşek gibi bir hareketle yana kaydı, aynı an- 
da sıçrayarak doğruldu. Kılıcı yoktu. Kısa hançerini çekmekten 
başka çare bulamadı. Bacaklarını gerdi. 
— Gel bakalım... 
Moğol atıldı. Temür Melik yine yana kaydı, hançer tutan 
elini yıldırım gibi ileriye uzattı. Hançer, boyunca adamın kar- 
nına girdi. Sıcak bir kan sütunu Temür Melik'in eline bulaştı. 
Canhıraş bir feryat orman içinde yankılandı. 
Acele hareket ederek kılıcını düştüğü yerden aldı. Arkadaş- 
ları da toparlanmış ve dövüşmeye başlamışlardı. 
— Kalabalık değiller, diye bağırdı. Dayanın. 
Kısa zamanda neticeye ulaştılar. Đki arkadaşları ölmüştü 
ama Moğollardan da beş kişiyi haklamışlardı. 


Temür Melik alnında biriken ter tanelerini elinin tersiyle 
kuruladı. 
— Yaklaştık, galiba, dedi. Bunlar olsa olsa düşmanın aracı- 
ları. Cucrnin ordusu yakınlarda bir yerde mola vermiştir. Ka- 
çanlar yerimizi söyleyecek. Dönüp durumu bizimkilere bildire- 
lim. 
Önce bulundukları yeri tesbit ettiler. Anlayınca hayret 
etmekten kendilerini alamadılar. Irgız ırmağının kıyısında idi- 
ler. Demek Cuci'nin ordusu, yukardan bir kavis çizerek tek- 
rar ırmağa inmişti. Her ne sebeptense suya yakın olmak istiyor- 
du. 
Temür Melik : 
— Şimdi kaybedecek vaktimi/ yok, doludizgin geri dön- 
meliyiz. 
— 108 — 
KIRAN KIRANA SAVAŞ... 
Cuci Han, Harzem ordusunun yaklaştığını haber aldığı za- 
man çadırında şarap içiyordu. Đnce dudaklarını elinin tersiyle 
silerek boş kadehi köle kıza uzattı: 
— £h, dedi. Mademki buralara kadar peşimizden geldi- 
ler... 
Sözün gerisini getirmedi. Hançeriyle tırnaklarını kazıyarak 
durmadan sırıtan Subutay Bahadır'a döndü : 
— Hazırlan Subutay, dedi. Harzem Şahına bir ders verme- 
nin zamanıdır. 
Subutay ayağa kalktı. Han'ı selâmlayarak çadırı terketti... 
Aynı anda Harzem Şahı da Temür Melik'ten haberi almış- 
tı. 
— Muharebeye hazır olunsun, emrini verdi. 
Bütün gece yürüdüler. Ertesi sabah şafak açarken düşman 
ordugâhının içinde yakılan ateşleri gördüler. 
Muharebenin başlaması için herşey hazırdı. Sultan sağ ce- 
nahın kumandanlığını yine oğlu Celaleddin'e vermişti. Kendisi 
Merkezde bulunuyordu, sol cenahı Kıpçak Hanlarından Turgay 
yönetiyordu. 
Güneş yavaş yavaş çıktı. Çişe ile ıslanan yaprakların üstün- 
de oynaştı. Step, tatlı bir rüzgârla yalandı. Harzem Şahl kuman 


danlarını etrafına topladı: 
— Đki koldan hareket edeceğiz. Bir yandan Celaleddin, bir 
yandan Turgay saldıracaklar. 
- 109 _ 
Celaleddin'e ve Turgay Han'a doğrudan hitap etti: 
— Düşmanı çembere almaya çalışacaksınız. Ben de mer- 
kezden yüklenip Cuci Hanı esir edeceğim. Hepinizden feragat 
ve sabır bekliyorum. Zafer bizim olacaktır. Allah hepimizin yar- 
dımcısı olsun... 
Hoca kısa bir dua okudu. Sultan Muhammed bir tepeciğin 
üstüne çıktı. Uzun uzun düşman ordugâhında kaynaşan asker- 
lere baktı. Sonra emrini bekleyen adamlarına döndü: 
— Sofrayı kurun, donatm... 
Sofra hemen kuruldu. Acem halısı yere serildi. Üstü çe- 
şitli yiyecek ve içeceklerle donatıldı. Đhtimal Cengiz Han bu 
manzarayı görse gülmekten katılacaktı. 
Aynı anda Cuci Han kumandanlarına taktik veriyordu : 
— Telâşa kapılmak için sebep yok. Şimdiye kadar olduğu 
gibi şimdi de zaferi biz kazanacağız. Kazanmalıyız. Esasen me- 
selemiz savaşı kazanmak de değildir. Az bir zayiatla çemberi 
yarıp çıkmağa bakalım. Nasılsa buralara tekrar döneceğiz. 
Đşte o zaman Harzem Şahı kaçacak delik arayacaktır. Ölüm pa- 
hasına olsa bile askerlerinizin başından ayrılmayın. Her esir ala- 
cağınız Harzem askeri ve atı sizindir. Dilediğiniz gibi satabilir- 
siniz. Yahut hizmetinizde kullanabilirsiniz. 
Atına atlamadan önce kuyruğunu bağladı, yelesini okşa- 
dı. Kumandanlarından Subutay ile Tokuçar'a gülümseyerek 
baktı. Đki kurt asker aynı şekilde mukabele ettiler. 
Celâleddin de atına atlamış, askerlerinin önüne düşmüştü. 
Kılıcını çekti: 
—? Kahraman Türkmenler dağ arslanı Karahitaylılar. Đş- 
te düşman önümüzde saf tutar. Bu topraklardan Allahın izniyle 
atacağız. Zafer bizim olacaktır. Đleriiü... 
Dağdan kopmuş çığ gibi tostoparlak yardan indiler. Düz- 
lüğe çıktılar. 


Savaş başladı. «Allah Allah» sesleri Moğolların harp nara- 
larına karıştı. Kılıç yiyenlerin iniltisi at kişnemeleriyle birlikte 
uzadı, gitti. 
- 11« - 
Moğol atlarının üstü kalın kösele ile kaplı idi. Askerler 
de aynı şekilde zırhlanmışlardı. Bin kişilik on sıra halinde sava- 
şa girdiler. Đntizam ilk bakışta dikkati çekiyordu. Bir emirle, 
kılıca baş uzatmaktan çekinmiyorlardı. Birinci hattı zahmetsiz- 
ce yardılar. 
Celâleddin elindeki kuvvetlerle Moğolların sol kanadını 
sıkıştırıyor, önüne geleni ezip yürüyordu. Ama Kıpçak Han'ının 
idaresindeki sol kanat aynı celadeti gösteremiyordu. Padişah 
hâlâ sofra başında oturuyor, bir yandan karnım doyururken 
bir yandan harekâtı gözlüyordu. Celaleddin'i takdir etmişti. 
— Gerçek bir kumandan, diye mırıldanmaktan kendini 
alamadı. 
Bir an ortalık toz, toprak içinde kayboldu. Sultan Muham- 
med sofradan kalktı. Elini gözlerinin üstüne siper ederek dik- 
katle baktı. Dört Moğol kıtası sol cenahı dağıtmış, süratle bu- 
lunduğu yere doğru tırmanmaya başlamıştı. Duracak zaman 
değildi. 
— Atımı getirin, diye bağırdı. 
Üstüne atladı. Merkez kuvvetlerinin önüne geçti. Gittikçe 
tepeye doğru yaklaşan Moğol kıtasını işaret etti: 
— Peşimden gelin, Bismillah hücum!... 
Süratle tepeyi indiler. Yıldırım gibi düşmanın üstüne düş- 
tüler. 
Moğollar bunu hesaplamamışlardı. Çok üstün bir kuvvetle 
karşılaşmaktan hayli şaşkına döndüler. Hatta bazı kıtalarda da- 
ğılma istidadı belirdi. 
Tek gözlü Subutay durumu kavramakta gecikmedi, Gök 
gürlemesini andıran bir sesle bağırdı: 
— Kim kaçarsa kazığa vururum! 
Askerlerin içine ölüm korkusundan daha derin bir korku 
girdi. Bir tarafta Đrgiz Irmağı, bir tarafta Subutay'm kazığı 
vardı. Ölümlerden ölüm beğenmek durumunda idiler. En iyisini 
seçtiler. Harzem kılıcında can vermeyi tercih ederek ileri atıl- 


dılar. 
— 111 _ 

— Lu!... Lu!... Lu!... Lu... 
Böyle bağırıyorlardı. Cesaretlenmişler, toparlanmışlardı. 
Gözü kapalı ölüme koşuyorlardı. 
Savaş kanlı geçiyordu. Sultan Muhammed kısa zamanda 
zafer elde edeceğine inanıyordu. Yüz kişilik yalın kılıç muhafızın 
ortasında, kır atı üstünde dimdik duruyor, zaman zaman asker- 
lerini coşturmak için bağırıyordu : 
— Vurun aslanlarım, vurun şahbazlarım, vurun!... 
Ama durum Sultanın gördüğü kadar iyi değildi. 
Cuci Han, Turgay Han'ın kumandasındaki Harzem ordu- 
sunun sol kanadını bozmuş, müşkül durumda kalan Subutay'ın 
imdadına koşmuştu. Aynı anda ihtiyat kuvvetlerinin tamamını 
da harp meydanına sürüyordu. 
Harzemliler bu taze kuvvet karşısında bocaladı. Sultan du- 
daklarını kanatırcaşına ısırdı: 
— Bunca yıldır savaş idare ederim, böyle bir harp taktiğin- 
den haberim olmamıştı, ifrit gibi adamlar! 
Dedi. Maiyetindeki muhafız grubunun yarısını ileri sürdü. 
— Benim korunmaya ihtiyacım yoktur, varın dindaşları- 
nıza yardım edin. 
Fakat bir işe yaramadı bu hareket. Sultanın kendisi de teh- 
likeye girmişti. Celaleddin ise önünden kaçmaya çalışan Mo- 
ğolları kılıçtan geçirmekle meşguldü. 
Temür Melik kendinden geçmişti. Bildiği gibi kılıcını oyna- 
tıyor, ölüm saçıyordu. Bir ara başını kaldırdı. Önünde kesecek 
kimse kalmadığını görünce aranır gibi bakındı. Birden gözleri 
bulandı. Sultan tehlikede idi. Atını çevirdi. Avazı çıktığı kadar 
bağırdı : 
— Kahraman Türkmenler beni takip edin, Sultanımız teh- 
likede... 
Bu söz hepsini elektriklemeye yetti. Süratle hareket etti- 
ler. Erimekte olan merkez kuvvetinin imdadına yetiştiler. 
- 112 


— Allah, Allah Allah!... 
— Lu!... Lu!... Lu!... Lu!... 
— Vur ha, vur ha!... 
Temür Melik'in Türkmenleri Moğollar kadar düzenli üste- 
lik şehadete susamış müslümanlardı. Canlarını avuçlarına al- 
mış, dişleriyle dövüşüyorlardı. 
Cuci Han bu îman seli karşısında fazla tutunamayacağını an- 
layınca hemen kararını verdi: 
— Dağlara! diye bağırdı. 
Bir süre dövüşe dövüşe çekildiler. Çok zayiat veriyorlardı. 
Sonra birden savaşı bıraktılar. Küçük atlarının yelelerine sülük 
gibi yapışarak cehennemi bir süratle dağlara doğru çekildiler. 
Birazdan savaş alanında düşman askeri olarak sadece başsız 
cesetlerle, can çekişen yaralılar kaldı. Sultan Muhammed ba- 
şarısından memnundu. Düşmanı kaçırmış, kati bir zafer elde 
etmişti. Ancak uyuyan yılanı uyandırmış, yıllarca ardında kan 
ve leş bırakacak, uzun bir savaşın çekirdeğini atmıştı. 
—? Zafer bizde kaldı elhamdülillah!... 
Diye ellerini açıp uzun uzun dua etti. Ellerini yüzüne sü- 
rerken yanıbaşında bir ses duydu : 
— Henüz zafer kazanılmış değildir Sultanım. 
Öfkeyle doldu, neşesini kırmak isteyen bu yüzsüz kimdi?.. 
— Ha! Sen misin Temür, aferin, şimşek gibi yetiştin. Ama 
hâlâ niçin böyle acı söylersin?.. 
— Gerçekler acıdır Sultanım. 
— Đşte zafer, düşman kaçtı, adamlarım peşindeler, hep- 
sini kılıçtan geçirecekler, başka ne istiyorsun? 
— Bu bir başlangıçtır sadece bir başlangıç. 
— Taaccüb, sen neyin başlangıcından söz edersin?.. 
— Muharebenin başlangıcından. 
— Muharebe bitti, gözlerinle gördün. 
— Hayır Sultanım, belki muharebe henüz başladı. Cengiz 
bundan hazetmeyecektir. 
_ 113 _ , • 
F: 8 



— Hâlâ korku... 
Temür Melik sarardığını hissetti. 
— Heyhat, yanlış anlaşılmak kadar kötü bir şey daha var 
mı acaba? 
Sultan şefkatle baktı. 
— Yorgunsun Temür Melik, git istirahat et. 
— Başüstüne Sultanım. 
Celaleddin'in yanına gitti. 
— Bunlar çok büyük bir ordunun öncüleri idi, yendik, ama, 
bizim için iftihar edecek bir şey değildir. Koca Harzem ordusu 
bir avuç Moğol öncü kuvvetini dağıtırsa ne lâzım gelir? Asıl 
harp bundan sonradır. Mademki bir kere bu yola girdik, hemen,,, 
süratle hazırlanmaya başlamamız gerektir. 
Celaleddin aynı fikirde idi. Zaten O'nun düşündüğü gibi 
Temür Melik düşünür, Temür Melik'in düşüncesini o paylaşır-, 
di. Yapışık kardeş gibiydiler. 
SARI ÇADIR... 
Irtiş ırmağı kıyısında çadırlar kurulmuştu. Hafif bir yağ-, 
mur bunların üstünde habbelenerek ince şeritler halinde top- 
rağa akıyordu. Çadırların hepsi birbirinin aynı idi. Yalnız, 
bir tanesi vardı ki, ilk bakışta diğerlerinden ayırdedilebiliyordu. 
Sarı ipekliden yapılmıştı. Kazıklan altındandı. Kapısının önünde, 
dokuz at kuyruklu bir tuğ asılıydı. 
Bu san çadır, sarı yüzlü Cengiz Han'ın çadırı idi. Đçerde 
Kulan Hatun adlı genç karısıyla yalnızdı. Konuşuyorlardı. Kulan 
Hatun: 
— Artık emeline nail oldun, büyük Kaan, dileklerine ka- 
vuştun. Yetmez mi? Benim için büyük çileler demek olan bu, 
savaşların ardı arkası kesilmeyecek mi? Her zaman vahşi bir 
kartal gibi daldan dala konacak, vahşî bir kurt gibi dağdan dağat 
mı gezeceksin? Hiç bir vakit yanıbaşımda yıllarını geçirmeye-. 
cek misin?... 
— 114 _ 
Cengiz'in atmaca gözüne çok benzeyen gözleri içinde alev- 
ler oynaştı. 


— Her kadın gibi kendi nefsini düşünmek sana yakışmaz 
Kulan Hatunum, dedi. Sen kadınlar sultanısın. Bütün dünya 
kadınlarının Sultanı. Başka türlü düşünmek zorundasın! Ama 
iyi dedin; bir vahşî kartal gibi daldan dala, bir vahşî kurt gibi 
dağdan dağa... Evet, dünya hâkimiyetim altına girmedikçe bu 
seferlerin ardı arkası kesilmeyecektir. 
— Ama neden?... 
—• Çünkü... her yendiğim Hakan'ın atına ve kadınına sa- 
hip olmak benim için dayanılmaz bir istektir. Buna karşı gele- 
mem. Askerime bu yolda verilmiş sözüm var. Dünya ayaklarım 
altına kapanıp köle olmadan kılıcımı kınına sokmayacağım... 
— Bir gün kahpe bir ok seni benden ayırırsa yaşamam... 
— O zaman zaten yaşamanı ben de istemiyorum. Yalnız 
şimdiden böyle kötü şeyler düşünme. Dostlarım ölüm ilâcını 
bulmanın peşindeler. Bulacaklar da! Ben dünyanın en büyük 
Sultanıyım. Her insan gibi ölemem. Yaşayacağım, sonsuzluğa 
kadar yaşayacağım. 
Avuçlarını ileri uzatıp kapattı. Ebedî hayatı tutmuş gibi 
sevindi. Tırnakları etine batıncaya kadar sıktı... 
— Hayat, dünyanın en kıymetli şeyi, ben bunun ebedisine 
mazhar olacağım. Ölümsüzlüğe ereceğim. 
Kadın inanmaz bakışlarla baktı. 
— Ölümün çaresi var mı ki?.. 
Cengiz Han hışımla karısına döndü : 
— Var! diye gürledi. Kadınların aklı buna ermez. Dost- 
larım büyük sihirbazlardan, hekimlerden bahsettiler. Peşine 
düştüler. Yakında hayat suyunu getirecekler. îşte 0 aman... 
Sustu. Sonra ellerini çırptı: 
— Son diye bir şey olmayacak benim için. ölümden kork- 
mayacağım, ölümün önünde bile boyun eğmeyen 
- 115 - 
El çırpma sesini duyup seğirten nöbetçiyi tepeden tırnağa 
kadar süzdü : 
— Bana baş Şamanı çağır, diye emretti. 
Birazdan baş Şaman çıkageldi. Gösterilen yere oturdu. 


Cengiz bir el işaretiyle karısını dışarı gönderdikten sonra Şa- 
man'a sordu : 
— Ölümün çaresi ne zaman bulunacak Şaman?... 
Şaman ellerini oğdu : 
— Ölüm bir korkulu rüyadır büyük Kaan, dedi. Bu rüyayı 
defetmek için arkadaşlarımız çalışır. Yakında çaresini bulacak- 
larını sanırım. 
— Sanmak ne demek Şamanbaşı kati değil midir ki?.. 
— Katidir yüce Kaan! 
— Đyi; üstümden ölüm korkusunu alın, sizi dünyanın hâki- 
mi yapayım. 
Uzun bir süre sesini çıkarmadı. Şaman da sustu. Sonra 
Cengiz Han tekrar söze başladı: 
— Harzem Şahı'nın yaptıklarına ne dersin?.. 
Şaman yeni uykudan uyanmış gibi gözlerini kırpıştırdı. 
— Şu son baskın mı?. 
—Đlk ve son. Ne başka baskın yapabilecektir, ne de bir 
savaş kazanabilecektir. 
— Niçin? Onlara saldırmayı mı düşünürsün?... 
Sinsi sinsi güldü : 
— Gayet tabiî değil mi?... Şımardı. Benim meşguliyetimden 
istifade etmek istedi. Muharebe için bu fazla bir sebep. Daha 
az sebepler yüzünden kaç devlet yıkmışımdır... 
Şaman düşünceli bir tavır takındı. 
— Ne düşünülsün? Yıldızlar böyle bir savaşa müsait değil 
mi?... 
— Değil Hakanım... 
Cengiz'in yüzü karıştı. Yıldı/nameye sonsuz güveni vardı. 
— Ne diyorsun?... tşte bu çok kötü bir haber. 
Şaman düşünceli tavrını bozmadan konuşmaya devam etti. 
_ 116 _ 
— Bu gece yıldızlara baktım. Bizden yana değiller. Yıl 
boyunca da bizden yana olmayacaklar. 
Cengiz Han yıldızların aklanacağını hiç bir zaman kabul 
etmezdi. 
— O takdirde Sultan Muhammed'in yaptıkları bir süre 
yanına kâr kalacak demektir, diye söylendi. Benim için çok 


acı. 
— Bir şey daha var büyük Kaan. 
— Nedir o?.. 
— Şimdilik Sultan Muhammed'in dostluğunu kazanmanda 
fayda görülür. 
— Bunu da mı yıldızlardan öğrendin?.. 
— Evet, bunu da. Hamel Burcu, Yay Burcunun doru- 
ğunda. Akrep, Arslanın ağzının içine doğru kuyruğunu kırmış. 
Barış olmazsa bizim için felâket demektir. 
— Akrep, arslanı ağzından da sokabilir... 
— Çok zayıf bir ihtimal, öğrendiğim ilim bana bunu söy- 
lüyor. Yıllarca Çin'li Ha - Si Yung'un önünde diz çöktüm. Bana 
göklerin esrarını belletti. Bu gücümü senin emrine verdim. 
Şimdi okuduğumu söylerim,inanmak istemezsin. 
Cengiz Şamandan çekinirdi. Ellerinde şimşekler tuttuğuna 
inanıyordu. Đsterse kıyameti koparabileceğini sanırdı. 
— Sana inanıyorum, dedi. Ama Harzem'le dostluğu nasıl 
kuracağımı bilemiyorum. 
— Ondan kolay bir şey yok. Emrinde sürü ile müslüm.m 
var. Onlardan bir kervan kurup Sultana gönder. Hcdiy 
türsünler. Sultanın gönlünü hoş etsinler. Birkaç da cariye • 
der. Bizim için asıl tehlike Sultan bile değildir, ama şimdilik 
gönlünü hoş tutalım. 
— Ya nedir?.. 
— Oğlu Celaleddin ve kumandam Temür Melik 
— Birkaç çoluk - çocuk bunlar Şaman, ben de bır^y söy- 
leyeceksin sandım. * 
— Öyle deme büyük Kaan, ikisi de çok müthişmiş. 
- 117 - 
— Bunları nereden biliyorsun sen?.. 
Baş Şaman esrarengiz bir tebessümle gülümsedi: 
— Yıldızlar herşeyi dosdoğru söyler. 
Oysa bu işle yıldızların bir ilgisi yoktu. Harzem Şahı or- 
dusuyla dövüşen Moğol askerlerinden duymuştu. Ama işi yıldız- 
lara maletmeyi safsatalarının garantisi olarak görüyordu. 
Cengiz yine başını önüne indirdi. Bu müthiş adam, en bü- 


yük kumandanlara baş eğdiren Cengiz Han bir Şamanın önünde 
baş eğiyordu. Ne tuhaf!... 
Şaman sözlerine devam etti: 
— Harzem Ülkesi her bakımdan zengindir. Bol otlağı var- 
dır. Şehirleri mamurdur. Etraflarında yüksek kaleler yükselir. 
Đçlerinde büyük âlimler yaşar. Adeta dünyanın kalbidir buraları. 
Hele bir Kurgan vardır ki, âlimden yana dünyaya eşittir. 
Cengiz çekik gözlerini süzdü : 
— Đyi ya işte, dedi, oraları bizim olmalı değil mi?.. 
— Vakti saati var. Bu yıl yıldızlar bizimle değil. Bir kervan 
gönder. Ticaret kervanı. Bu kervanla Sultana hediyeler sun. 
Bir de mektup gönder. Kendisine karşı bir husumetin olmadığını 
söyle, inandır onu. 
— Niçin kervan göndereyim?.. 
— Casusluk için Sultanım. Harzem tacirlerinin ağzı kala- 
balıktır. 
Cengiz Han bir karış havaya sıçradı. Ağzı hayretten açık 
kalmıştı. 
— Aklınla yaşa Şamanbaşı, diye bağırdı. Bunu düşüneme- 
miştim hiç. Doğru söz edersin. Gerçekten casusluk için... Çok 
iyi... Acaba.kimleri gönderelim?... 
Şaman iyi bir iş yapmanın neşesi içinde gülümsüyordu. 
— Danişmend Hacip'i elçi başı yaparsın, birkaç da müs- 
lüman katarsın yanına. Gerisini bizimkilerden doldururuz. Har- 
zem lisanı bilenleri hassaten tercih edersin. 
— tyi, çok iyi. Niçin hepsini bize bağlı müslümanlardan 
seçmiyoruz?.. 
— 118 - 
— Maalesef yapamayız bunu. Çünkü müslüman müslüma- 
na kolaylıkla ihanet etmez. Harzem Şahı ne de olsa müslüman. 
Onun için casusları Moğolların arasından bulmalıyız. 
— Oldu bu iş. Derhal emir vereceğim. Bir kervan düzüp 
yola salacağım. Alaüddin Muhammed'i ziyaret etsinler. Diğer- 
leri de tacir kılığında malûmat toplasmlar. Şehirdeki kalelerin 
zayıf noktalarını tesbit etsinler. Bize kolaylık olur. Ancak ker- 
vanda bulunacak müslümanlar, casusluktan haberdar olmaya- 
cak. 


— Evet büyük Kaan. 
— Sağol ulu Şaman, sana minnettarım. Hazine eminini gör, 
dilediğin kadar altın ve kıymetli taş versin. 
— Devletin uzun olsun büyük Kaan!.. 
— Devletim nasılsa uzun olacak, sen ömrüme dua et Şa- 
man. 
— Gök Tanrısı sonu olmayan bir ömür versin sana! 
— Sağol, gidebilirsin şimdi. 
Şaman eteğini toplayarak sevine sevine çıktı. 
MOĞOL ELÇĐLERĐ... 
Harzem Şahı Alaüddin Muhammed büyük divanı topla- 
mıştı. Salonun içinde gezinerek konuşuyor, zafer sarhoşluğuyla 
alabildiğine coşuyordu. Büyük Đskender'in yapamadığını ya- 
pacaktı. Çin'i de ülkesinin sınırları içine alacağından dem vu- 
ruyordu. Kıpçaklar sık sık başlarını sallayarak Sultanı tasdik 
ediyorlardı ama, Celaleddin'le Temür Melik manidar bakışlarla 
arada bir bakışıyorlardı. 
Sultan Muhammed kaç kere bu bakışları yakaladı. Sonun- 
da dayanamadı. Gitti, Temür Melik'in tam önünde durdu. 
— Benimle alay mı edersiniz nadanlar?.. Diye bağırdı. 
Temür Melik kendisine hitap edildiğini görünce ayağa kalk- 
tı: 
— Hâşa Sultanım, haddimize mi düşmüş?/. 
- 119 _ 
— Öyleyse Celaleddin'le ne bakışırsın?... 
— Emredersen bakışmayız Sultanım... 
— Ne demek?... Ben büyük bir Sultan değil miyim? Mem- 
leketimin hudutlarım Çin'e, Maçin'e kadar genişletemem mi?.., 
— Allah dilerse yaparsın Sultanım. 
— Allah müslümanlardan yanadır. 
— Allah çalışandan, dileyenden, fiiliyle bunu gösterenden 
yanadır. 
— Đtiraz mı edersin bre?...' 
— Emredersen itiraz etmem Sultanım... 


— Emrediyorum öyleyse itiraz etme! 
Hırsla Kıpçak Hanlarına döndü. Onlar hâlâ baş sallaya- 
rak tasdik ediyorlardı. 
— Siz ne düşünürsünüz?*.. 
Kıpçak Hanlarından biri cevap verdi: 
— Sultanımızın eşi, menendi dünyaya gelmiş değildir. 
— Đyi düşünürsünüz.. 
Celaleddin dayanamayarak ayağa kalktı. 
— Sultanım, bu dalkavukça sözler sizi teshir mi eder?.. 
Sultan hışımla oğluna baktı. 
— Bu ne demek, bu?... 
— Yani Hazreti Ömer de mi sizden büyük Sultan değil- 
di?.. 
Şah Muhammed şaşırdı: 
— Anlayamadım?.. 
Celaleddin parmağını Kıpçak Hanına dikti: 
— Bu Han dünyaya eşinizin, menendinizin gelmediğini 
söyledi, yani dünya kurulahberi bir kumandan gelmemiştir ki, 
sizin kadar büyük olsun. Siz de bu sözü kabul ettiniz. Ben de 
soruyorum. Hazreti Ömer'den üstün müsünüz?.. 
Kıpçaklar korkuyla bakıştılar. Sultan başını önüne indirdi: 
— Onlar bambaşka, diye mırıldandı. 
_ 120 _ 
Sonra adımlarını sürüye sürüye gidip tahtına oturdu. Bir 
süre sessiz durdu. Sanki yıkılmıştı. Đçinden oğluna hak veriyor, 
ancak yine kızıyordu. Bu sözler ne kadar doğru olursa olsun bir 
kalabalık önünde babaya karşı sarfedilebilir sözlerden değildi. 
Acaba haklı mı idi? Gerçekten Kıpçak Hanları dalkavukça mı 
söz ediyorlardı? Öyle ya! Deminki sözleri dalkavukluğun ta ken- 
disi idi. Onlara inanmakla şüphesiz hata ediyordu. Yine de inan- 
mak istiyordu, niçin? 
Ağır ağır başını kaldırdı. Tek tek herkesi süzdü. Temür 
Melik'in ve Celaleddin'in yüzünde bakışları bir süre oyalandı. 
Sanki zihnine iki yüzü de nakşetmek istiyordu. Sonra heyecansız 
bir sesle konuştu : 


— Semerkant'ı payitaht yaptık, bir büyük cami ve saray 
inşa ettirdik. Niyetimiz bütün dünya âlimlerini buraya toplamak- 
tır.- Bildiğiniz, tanıdığınız âlim var mı? 
Temür Melik'in beyninde bir şimşek çaktı. Başını Sultana. 
çevirdi: 
— Deli Derviş, diye bağırdı. 
— Kim?... 
— Deli Derviş, zindandaki adam. 
— Kim bu adam?... 
— Ben zindanda misafirken Moğollar hakkında bazı bil- 
giler vermişti. Dillerini iyi konuştuğunu söyledi. Çok gezmiş, 
çok görmüş ve çok okumuş. Faydalı olur zannederim. Daha 
önce de size bahsetmiştim ondan. 
Sultan derhal emir verdi: 
— Deli Derviş'i kurtarın. 
Zindan işleriyle ilgilenen kumandan dışarı çıktı. 
Diğerleri de bildikleri isimleri tek tek saydılaMISııllaıı ka- 
tibine not aldırdı. Sonra her birinin bulunduğu yere birci mektup 
yazılmasını ferman etti. 
Mektup yazma işi bitince şehrin imarı hususundu bir müd- 
det konuşuldu. Bu sırada teşrifatçılardan biri Đçe prc\ Sul 
_ 121 _ 
ı 
tana bir şeyler fısıldadı. Sultanın yüzünde şaşkın bir ifade be- 
lirdi. Bir müddet eli sakalında düşündükten sonra, yanında di- 
kilip duran adama döndü : 
— Getirilsin, diye emretti. 
Kumandanlarına haberi verdi: 
— Moğol Hükümdarı Cengiz Han bir takım hediyelerle 
elçiler göndermiş. Demek Cengiz Han bizden iyice korkar. 
Hele gelsinler de ne istediklerini öğrenelim. 
Sözün burasında dışardan gür bir ses duyuldu : 
— Asya Hakimi, Moğol Hakanı Cengiz Han'ın elçileri, 


büyük Harzem Ülkesi Sultanı, îskender-i Sani, Đslâmm çekil- 
miş kılıcı, hasmetlû, sevketlû, devletlû Şah Alaüddin Muhammed 
tarafından huzura kabul edilme şerefine erdiler... 
Kapı açıldı. Teşrifatçı eşikte belirdi. Birkaç adım ilerledi. 
Peşinden gelen adamı işaret ederek: 
— Moğol Hanı Cengiz'in elçisi ve mutemedi Danişmend 
Hacip, diye tanıttı. Danişmend Hacip ellerini göğsünde kavuş- 
turdu . 
— Selâmünaleyküm... 
Sultan selâma selâmla mukabele etti: 
— Vealeykümselâm elçi, hoş sefa geldin. 
, Danişmend Hacip Sultanın eteğini öptü, beyleri selâmla- 
dı. Gösterilen yere bağdaş kurup oturdu. Maiyeti de iki yana 
dizildiler. Daha arkadan gelenler ipekli bohçalara sarih kıymet- 
li eşyaları Sultanın ayaklan dibine yığdılar. Kıymetli taşlar 
ve ipeklilerden küçücük bir tepe meydana geldi. Sultan memnun 
memnun gülümsedi. Danişmend Hacip'e : 
— Seni tanıyorum galiba, dedi. 
— Beli Sultanım, Irgiz Irmağı kıyısında sizinle tanışmak 
şerefine nail olmuştum. Cuci Han'ın elçisi olarak barış dileğine 
gelmiştim. 
. — Hatırladım şimdi, yine aynı dilekle mi geldin yoksa?. 
— 122 - 
— Evet, Sultanım ayan oldu. 
— Demek Cengiz Han'ı temsil edersin. 
— Beli... 
— Ne diler?... 
— Hakanım muharebe olsun istemez. 
— Oldu bile... 
— Bir yanlış değerlendirmeden ileri gelen üzücü hadiseyi 
unutmaya hazırdır Tekerrür etmediği takdirde mesele kalma- 
yacaktır. 
— Moğollar yurdumuzun hudutlarına girmezlerse teker- 
rür etmesi için sebep kalmaz. 
— Cengiz Han da böyle düşünür. 
Sultan Muhammed sesini yükseltti. 
— O düşüncesini kendine saklasın, ben düşündüğümü 


 söylüyorum. 
— Düşünceniz Han'ımızca makbuldür Sultanım. 
— Öyleyse anlaştık demektir. Azmadıkça belâsını bul- 
maz. 
Cengiz Han'ın elçisi belli belirsiz gülümsedi: 
— Doğru söylersiniz Sultanım. 
— Pekâlâ elçi, çıkabilirsin... 
Elçi ayağa kalktı. Elini koynuna sokup bir mektup çıkar- 
dı. Öptü, basma koydu. Sonra Sultana uzattı: 
— Hakanımızın selâmlarıyla birlikte bir de namesi v;ır. 
Sultanım, ülkeniz hudutları içinde ticaret yapma izni ister, mu- 
vafakat ederseniz dostluğumuz perçinleşecektir. 
Sultan, kâtibine işaret etti. Kâtip mektubu alıp açtı. Oku- 
maya başladı. 
Tatlı bir dille yazılmıştı. Selâm kelâmdan K>nn basanla- 
rım sıralıyor, Harzem Şahı Muhammed'in namı» duyduğunu, 
bundan memnun olduğunu bildiriyordu. Dostluklarının ebedi- 
leşme® için her iki ülkeye mensup tacirlerin rahatça ticaret 
yapmalarına izin istiyordu. Kendisi tereddütsüz bu izni verin 
hazırdı. , 
- 123 - 
Sultan Alaüddin Muhammed düşünmeye lüzum görmeden 
kararını bildirdi: 
— Pekâlâ, git Han'ına söyle, ticarete müsaadem vardır. 
Ülkemin herhangi bir şehrine gidip ticaret yapmakta Moğollar 
serbesttir. Size mühürlü bir kâğıt vereceğim. 
Hemen yazdırdı. Mühürledikten sonra elçiye uzattı. 
— Al bunu. Daha sonra kâtibim mukabil namemi sana 
verecektir. Han'ına götürürsün. Şimdi istirahat et ve emrimi 
bekle. 
— Emriniz başım üstüne Sultanım. 
— Gidebilirsiniz. 
Danişmend Hacip maiyetini alarak çıktı. 
H ARZ E M HEYETĐ . 
Harzem Şahı Muhammed, Cengiz'in gönderdiği elçilerden 


hemen sonra mukabil bir elçi kafilesi çıkardı. Başlarında Sultan 
Muhammed'in vezirlerinden Bahaüddin-i Razi bulunuyordu. 
Deli Derviş de heyette yer almıştı. 1216 yılında Pekin'de Cengiz 
bu iyi niyet heyetini kabul etti. Đzaz ve ikramda bulundu. Đki 
devlet arasındaki kardeşlikten bahsederek Sultan Muhammed'i 
övdü. 
Ama bütün bunları o kadar müstehziyane bir tavırla yapı- 
yordu ki, Bahaüddin-i Razi'nin içine bir şüphe girmişti. Cengiz 
Han'ı bazı küçük hesapların peşinde bulmuştu. Bu hesapların 
ne olduğunu kestirmesi mümkün olmadı. Ancak teşhisini Har- 
zem Şahı'na aynen bildirdi. 
Eğer Sultan Bahaüddin-i Razi'nin endişeleriyle meşgul 
olacak vakti bulmuş olsaydı, herhalde bütün bir Harzem Ül- 
kesini yakan ateşi zamanında söndiirebilecekti. Ne var ki bir 
vehim olarak kabul etti ve üstünde durmadı. Öte yandan Cen- 
giz Han'ın tacirleri casusluklarına bütün yurt sathında devam 
ediyorlardı. 
Yıllar yılların peşinde takıldı aktı. Sultan, büyük bir ordu 
- 124 - 
hazırlayarak yürüdü. Niyeti Halife Nâsır'ı yola getirmekti. Bu 
işi hallettikten sonra da zengin yecüc-mecüc ülkesine saldır- 
mayı düşünüyordu. 
Ama Tavşan yılının (1219) kışı çok ağır bastırdı. Ağır ve 
zamansız. Đran dağlarında Harzem Ordusu mahsur kaldı. Sul- 
tan Muhammed korkarak çekildi. Yüce Allah, Halifeye karşı 
çıkmasını istemiyor mu idi?... Yanlış bir iş yapmak üzere mi 
bulunuyordu?... 
Geriye döndü. Ordusu çok zayiat vermişti. Buhara'ya gitti. 
Yorgun ve bitkin, şehre girdi. Halk Sultanı ve ordusunu alkış- 
lamak için evlerinin kapısına çıkmaya bile zahmet etmemişti. 
Buna çok kızdı. Askerine evlere girmelerini, sağlam bütün er- 
kekleri sokağa çıkarmalarını ve insafsızca kırbaçlamalarını em- 
retti. 
Bu vahşet tam üç gün devam etti. Askerler halka zulmetti- 
ler. Nihayet Celaledd in ve Temür Melik'in sabırları taştı. Đkisi 


birden Sultanın huzuruna çıktılar. Temür Melik önce söz aldı: 
— Ne haldir Sultanım, dedi. Kendi teb'amızı kendi elleri- 
mizle ezeriz. Cengiz Tatarı şehri alsa başka bir muamele mi ede- 
cekti sanırsın? Bu milletten iyilikten başka ne gördük? Vergiler 
onların sırtında, askerlik onların sırtında, iş .onların sırtında, 
savaş onların sırtında. Üstelik zulmetmek!... Reva mıdır? Müs- 
lümanca bir iş midir?... 
Sultan hiddetle Temür Melik'e baktı. Çok ağır bir şey söy- 
lemeğe hazırlanmıştı. Ancak oğlunun bakışlarıyla karşılaştı. 
Kararlı ve sertti. Bocaladı. Başını önüne indirdi. 
— Kırbaçlamayı durdurtunuz, diye mırıldandı. Başını el- 
leri arasına alarak düşünceye daldı... 
_ 125 _ 
YĐNE SARĐ ÇADIR... 
Yine sarı çadır... Đçinde yine Cengiz Han'la Şaman... Ko- 
nuşuyorlardı. Cengiz sinirli sinirli dolaşıyor, kaftanının etekleri 
savruluyordu: 
— Beni oyalar mısın nedir? Kaç yıl önce yıldızların bizden 
yana olmadığını söyleyerek Harzem Ülkesine karşı girişeceğim 
savaşı önledin. Ondan sonra da hep yıldızlar aleyhimize çalıştı. 
Oysa girdiğim bütün savaşları kazandım. 
Şaman korkuyla titredi. Cengiz gerçi kendisine dokunmaya 
cüret edemezdi, ama, büinmez ki... Đstese yine de bir emriyle 
başını gövdesinden ayırabilirdi. Birkaç adım attı. Cengiz Han- 
ın karşısına geçip durdu. " 
— Muvaffakiyetinizden gayrı bir isteğimiz mi var? Dedi. 
Kaç senedir yıldızlar Harzem Ülkesine saldırmamızı istemiyor. 
Yıldızlar istemeyince ben ne yapabilirim? Doğru okuyorum. 
Ama bu gece yine bir kere daha danışacağım. 
Cengiz alev alev yanan gözlerini Şaman'a dikti: 
— Danış Şaman, danış ve yıldızların muvafakatini al, yok- 
sa yıldızlara da savaş açacağım. 
Şaman korkuyla geriledi : 
— Ağzından yel alsın büyük Kaan, bu nasıl söz?... 


— Böyle işte, sabrım taştı, Harzem'in zenginliklerine kon- 
mak için daha fazla bekleyemem. Ömrümün yavaş yavaş sön- 
düğünü hissediyorum. Đhtiyarlamaktayım. Kanım damarlarım- 
— 126 _ 
da kuruyor. Senin salaklar ise hâlâ ebedî yaşamanın ilâcını bu- 
lamamış. 
Đhtiyarı yakasından tutup sarstı: 
— Şaman Şaman! Bu gece yıldızların muvafakatini al- 
mazsan kendini yok bil. 
Şaman'ın hayret ve korkudan ağzı açık kaldı. Sarı, küçük 
dişleri göründü. Alt dudağı çenesine doğru sarktı. Elleri çaresiz- 
likle iki yanma açıldı. 
— Deneyeceğim büyük Kaan, diye inledi. 
— Şimdi hemen git ve dene. 
Şaman çıktı. 
Cengiz bir süre toprağı tekmeleyerek dolaştı. Bütün si- 
nirleri üstünde idi. Söyleniyordu: 
— Bir sürü budala, bir sürü sersem. Bilmem başlarında 
benim gibi bir büyük Kaan olmasa halleri ne olacaktı? Köle 
tipli insanlar. Ellerinden bir şey gelmez budalalar. 
Kumandanlardan Kurt Cebe Noyan içeri girdi. Dizini yere 
vurarak Kaanı selâmladı: 
— Ne istersin Kurt Cebe? 
— Sağlığınızı Sultanım. Bir de askerin arzusunu bildirmeye 
geldim. 
— Asker ne ister?... 
—- Buralar artık kısırlaştı. Sürülerimiz çayırları bitirdi. A- 
razi çıplak kaldı, derler. Asker nicedir koyunlarını yer. Sonra 
sıra atlara gelecek. Bu felâkete düşmeden evvel bir sefere çık- 
mayı düşünmüyor musunuz?... 
— Cengiz'in gözleri parladı: 
— Đşte tatlı bir haber Cebe, dedi. Asker ne kadar aç olu 
düşmana o kadar büyük iştahla saldırır. Orduyu hazırla, yakın 
da seferimiz olacaktır. Harzem ellerini fethe gidiyoruz. 
Kurt Cebe'nin bakışlarında şimşekler çaktı. 
— Çok güzel büyük Kaan, yalnız yıldızlar ne der?... 


— Ne diyecekler, yıldızlar kuvvetten yanadır. Ama bizinv 
_ 127 - 

sersem Şamanlar onları yanlış okumakta inat ederler. Baş Şa- 
manı gönderdim. Yıldızlardan müsaade getirecek. 
— Çok güzel, çok güzel!... 
Cengiz Han sırıttı. Sonra kahkahalarla güldü. Cebe şaşır- 
dı. Kaan'ın gülüşü çok iğreti ve yapmacık oluyordu. Sanki yalnız 
dudakları büzülüyor, yüzü yine asık kalıyordu. Bu durum Ka- 
an'a korkunç bir görünüş veriyordu. 
— Önce nereye saldırmayı düşünüyorsunuz?... 
Cengiz tereddüt etmeden cevap verdi: 
— Otrar'a, derler ki orası çok zengindir. Taş üstünde taş 
bırakmayacağım Cebe, silip süpüreceğim. Yakında Harzemli kız- 
lar sarı çadırımda oynayacaklar. 
Cebe kalktı. Yavaş yavaş dışarı süzüldü. Kapıda Şamanla 
karşılaştı. Bakıştılar. Cebe sordu: 
— Yıldızlardan ne haber? 
Şaman acele acele cevap verdi: 
— Şimdi konuştum Cebe Noyan, iyi şeyler söylerler. Sefere 
-çıkmanın vaktidir. 
— Şimdi mi konuştun?... 
— Evet şimdi. 
Kurt Cebe başını göğe kaldırdı. Güneş pırıl ?pırıldı. Şaman'a 
döndü : 
— Yemin ederim gökte güneşten başka bir şey yok, sen 
yıldızları nereden buldun?... 
Bu, Şamanın aklına hiç gelmemişti. Şaşırdı, sendeledi. Cevap 
vermeden çadırın kapısından ayrıldı. Koşarak uzaklaştı. 
Kurt Cebe peşinden bir kahkaha attı: 
— Sersemler, bizi kandırmaktan başka işe yaramazsınız. 
Yürümeye hazırlanırken bir kadın önünü kesti: 
— Cebe Noyan... 
— Evet... 


— Kaanımla görüşmek isterim. 
— Niçin?... Kaan düşünüyor... 
_ 128 - 
—- Bizi de düşünmek zorundadır. Kocam bana eziyet eder. 
Onu söyleyeceğim. 
— Kimin karışısın?... 
— Kumandan Tokuçar Noyan'ın... 
Çadırın kapısı aralandı. Cengiz'in ince kafası göründü. 
Sonra da heybetli vücudu meydana çıktı: 
— Sen mi konuşursun kadın?... 
Kadın kendini Kaanm ayakları dibine attı: 
— Ne olur kurtarınız beni ulu Kaan!.. Kocam olacak. 
Tokuçar günde üç defa demir sopayla döver, dayanamıyorum, 
kurtarın. 
— Demek Tokuçar Bahadır'ın karışısın. 
— Keşke olmasaydım... 
— Bundan sonra olmayacaksın kadın... 
Bakmadan seslendi: 
— Nöbetçi... 
— Emret büyük Kaan. 
— Al şu kadını sana verdim, sonra da boynunu vur. 
Kadın cıyak cıyak bağırdı. Beddualar etti. Ama kimse din- 
lemedi. Sesi gittikçe zayıfladı. Nihayet söndü. 
Cengiz, Cebe ile gözgöze geldi. Bir el işaretiyle içeri çağır- 
dı. Hiç bir şey olmamış gibi sözü baştan aldı. 
— Otrar'a saldıracağım Cebe, daha doğrusu bunun için 
seni göndermeyi düşünürüm. Otrar fazla dayanamaz. Casus- 
larımız şimdiye kadar iyi faaliyet gösterdi. Şeririn zayıf nokta- 
larını tespit ettiler. Halkı hazırladılar. Kıpçaklan Türkmenlere 
karşı kışkırttılar. Halktan bazıları hakimiyetimiz altında di 
ha rahat yaşayacaklarına inandırıldılar. Adeta gitmemizi dört 
gözle bekliyorlar. 
— Ne düşünürsünüz?... 
— Önce tacir kılıklı birkaç yüz kişiyi içeri sokıu^ğım. De- 
delerle gidecekler. Tabiî develerin üstü kıymetli mallarla dolu 
- 129 _ 


r. 9 
olacak. Ucuz fiyata halka dağıtacaklar. Buna karşılık malû- 
mat alacaklar ve halkın itimadını kazanacaklar: 
— Yine casus göndereceksiniz. 
— Evet yine casus. Bu işler böyledir Cebe. Hile harbi ka- 
zanan en tesirli silâhtır. Bunu ben herkesten iyi kullanıyorum 
hepsi bu. Gelmiş geçmiş bütün kumandanların hepsinden da- 
ha iyi... Gidince işgale hazır bir şehir bulacaksın. 
Cengiz Han ellerini tavana doğru kaldırdı. Yumruklarım 
sıktı: 
— Ben her zaman haklıyım. Şu kadını cellada teslim eder- 
ken de haklıydım. Tokuçar Bahadır iyi bir kumandan. Böyle- 
zıpçıktı bir kadınla beyni bulansın istemiyorum. Onu böyle bir 
belâdan kurtanrken askerin de gönlünü yapmış oldum. Benim 
gibi düşünen bir Kaan kolay yıkılmaz Cebe Noyan. 
Cebe bunun zulüm olduğunu elbet biliyordu. Ama söyleye- 
mezdi. O takdirde kendi boynu da vurulurdu. Tasdik etti: 
— Doğrusunuz büyük Kaan. 
— Şimdi git, asker içine yay; yakında seferimiz var. Sab- 
redip atlarını yemesinler. Aç dursunlar, ama binek hayvanlarını- 
yemesinler. Yakında bol otlağı ve sürüsü olan ellere gideceğiz. 
- 130 - 
OT R AR'D A BĐR KERVAN 
Otrar şehri huduttaki ilk müslüman şehri idi. Mamurdu. 
Büyük hanları, hamamları, camileri, çeşmeleri vardı. Çin'e gi- 
denler, Çin'den gelenler uzun zaman burada kalır, dinlenirlerdi. 
Büyük pazaryerleri vardı. Tacirler bağıra - çağıra eşyala- 
rını bu pazar yerlerinde satar, yahut beğendikleri şeylerle de-* 
ğiştirirlerdi- 
Moğol kervanı şehre girdiği zaman doğruca pazar yerine 
gitmedi. Kervanbaşı Tığın her büyük evin önüne develerini çök- 
türdü. Adamlarına şöyle bağırttı: 
— Duyduk duymadık demeyin, Cengiz Han Ülkesinden 


büyük bir kervan gelmiştir. Aradığınız bütün mallar burada. 
Frenk bezleri, Çin ipeklileri, Moğol testileri. Ne dilerseniz çok 
ucuza bulabilirsiniz. Gelin alın!... 
Evlerden uğrayan halk bir anda kervanın etrafına biriki- 
yor, hayran bakışlarla seyrediyorlardı. 
Moğol kervanının şehre gelişi dilden dile, anında yayıldı. 
Öyle ki kervan, daha pazar yerine varmadan halk yığın 
yığın oldu. Yollar kesildi, kalabalık mahşeri bir hal aldı. 
Sokaklar ana - baba gününe dönmüştü. Askerler halkı da- 
ğıtmak için ne kadar uğraştılarsa da muvaffak olamadılar. Niha- 
yet işi oluruna bıraktılar. 
Kervan pazar yerine ulaştı. Zorlukla kendisine bir yer aça- 
rak kondu. Mallarını indirdi. Çadırlar kurdu. • » 
_ 131 _ 
Halk akın akın gelip alışveriş yaptı. Hattâ ucuz bulunca 
memleket tüccarları da almaya kalkıştılar. Sonra bunlan hal- 
ka yüksek fiyatla satacaklardı. 
Şehrin valisi Đnalcık Hayır Han harekete geçti. Tüccarın 
Moğol kervanından mal almasını yasakladı. Ucuz satışlardan 
halk istifade etmeliydi. 
Bu karar Moğolları çok kızdırdı. Çünkü Moğol kervanının 
başı Tıgm, daha kervan gelmeden Ortar tacirleriyle anlaşmıştı. 
Malın çoğunu tüccarlara satmak istiyordu. Tüccardan tutacağı 
casuslar hem daha işe yarar, hem de halk idareye karşı bir mem- 
nuniyetsizlik duyardı. Bu hesaplar Otrar Valisinin emriyle alt- 
üst oluyordu. 
Otrar tacirlerini kışkırttılar ve ayaklanmalarına sebep ol- 
dular. Hem de kendi mallarını yağma etmelerini öğütlediler... 
Tacirler halkı coşturdu. Birlikte Moğol kervanına saldır- 
dılar. Bütün malı yağmaladılar. Büyük hadiseler oldu. Pazarye- 
rindeki çadırlar ateşe verildi. Đnalcık Hayır Han isyanı güçlük- 
le bastırdı. Moğol tacirlere zararlarının ödeneceği yolunda söz 
verdi. Ama kervanbaşı Tığın, Cengiz Han'dan aldığı emir muva- 
cehesinde hareket ederek zararın ödenmesini değil malının geri 


verilmesini istediğini bildirdi. 
Đnalcık Han bunun mümkün olamayacağını, ama dilerse 
zararın iki mislini başka mallarla karşılayabileceğini, bu mik- 
tarı tesbitte kendilerinin'serbest olduğunu ifade etti. 
Tığın kızmış gibi yaparak ayağını hırsla döşemeye vurdu. 
Đnalcık Han'ı tahrik etmek için yüzüne karşı şöyle haykırdı: 
— Sen Han değil çoban bile olamazsın!... 
Đnalcık Han renkten renge girdi. Gözleri hırstan karardı. 
Hiddetle yerinden fırladı: 
— Behey nadan! Diye gürledi. Zararınız ödenecek deriz, 
kanmazsınız, özür dileriz inanmazsınız. Sizin hakkınız kılıçtır... 
Tığın küstah bir tavırla meydan okudu : 
_ 132 
— Bizi sen değil, senin Sultanın bile korkutamaz. 
Bu söz valinin cinlerini beynine çıkardı: 
— Hepsini cellâda verin, diye bağırdı... 
Đşin şakaya gelmediğini anlayan Tıgm yalvarmaya, canını 
kurtarmak için diller dökmeye başladı. Ama karar verilmişti. 
Vali bu karardan dönmüyordu. 
Bu sefer ümitsiz bir cüretle tehdide yeltendi. Cengiz'in 
şehre gireceğini, her tarafı ateşe vereceğini söyledi. 
Vah buna da aldırmadı. Kervan mensuplarının başı uçu- 
ruldu. Yalnız bir tanesi canını kurtarabildi. Cafer Hoca. Onu 
da müslüman olduğu için bağışladılar. Moğolistan'a dönmeye 
niyetli olduğunu bildirdi ama, nereye gideceği hakkında katî 
bir söz söylemekten de çekindi. 
Serbest kaldığının akşamı ise kendine bir at temin ederek 
şehirden sıvıştı. 
— 133 
« 
CAFER HOCA 
Atını çatlatırcasına sürmeye devam eden Cafer Hoca ilk 
at değiştirme menziline ulaştığı zaman yıkılacak gibi yorgundu. 
Ama Otrar'da Moğol kervanı'nm uğradığı felâketi efendisi Cen- 


giz Han'a bir an önce ulaştırması gerekiyordu. 
Menzil kumandanı Moğol subayına kısaca durumu izah ede- 
rek dinlenmiş bir at temin etti. Süratle stepte koşturmaya baş- 
ladı. 
Cengiz Han vaktiyle her konaklık mesafeye at değiştirme 
istasyonu koymakla çok akıllılık etmişti. Eğer bu yapılmamış 
olsaydı Cafer Hoca çok vakit kaybedecek, haberi geciktirmek 
zorunda kalacaktı. 
«Kuşdak» denen ordugâha vardığı zaman vakit akşama 
yakındı. Tam dört gün hiç dinlenmeden yol almıştı. Bitkindi. 
Yıkıldı yıkılacak bir hali vardı. Birkaç askerin yardımıyla atın- 
dan inebildi... 
* — Beni Kaan'a götürün, diye mırıldandı. 
Hemen götürdüler. Cengiz Han bir keçenin üstünde otu- 
ruyor, yemek yiyordu. Otrar'a gönderdiği kervanın tercümanı 
Cafer Hoca'yı karşısında görünce mütereddit bakışlarla süzdü. 
Halinden herşeyi anladı. Buz gibi bir sesle: 
— Hepsini mi öldürdüler?... 
Diye sordu. Cafer Hoca başını sallayarak tasdik etti. 
— Peki sen nasıl kurtuldun?... 
— Müslüman olduğum için bıraktılar... 
Cengiz Han'ın gözlerinde bir donukluk belirdi: 
_ 134 _ 
- Demek müslüman olduğun için... Anlat, herşeyi en ince 
teferruatına kadar bilmek istiyorum. 
Cafer Hoca olup bitenleri bir bir hikâye etti. Zaman za- 
man nefes almak için durarak bir saat kadar anlattı. Cengiz'in 
sarı yüzü, giderek daha da sarardı. Atmaca gözleri bulutlandı. 
Lokma ağzından yere düştü. 
— Bütün bunları yanlarına koymayacağım, diye hırıldadı. 
Ama önce, bir elçi daha gönderip Harzem Şah'tan özür dileme- 
sini isteyeceğim. Böylece dünyaya onu rezil ettikten sonra bes- 
beter bir hale getirmek için ordularımı harekete geçireceğim. 
Melül olma Cafer Hoca, yıldızlar bu yıl bizden yana, Şaman söy- 
ledi. Savaşacağız. Arkadaşlarımızın intikamını alacağız, 
Cafer Hoca sesini çıkarmadı. Bunlarla kader birliği ettiği 


güne lanet ediyordu. Ama Cengiz'in hizmetine bir girenin bir 
daha çıkması mümkün değildi, öküzün boynuzuna girse bulur 
buluşturur, boynunu vurdururdu. 
Derin bir nefes bıraktı. Cengiz Han delici bakışlarla Cafer 
Hoca'ya baktı: 
— Ne o! Memnun olmuş görünmüyorsun?.. 
Cafer Hoca başını kaldırdı. Gerçekten memnun olmadığını 
söyleyemezdi. 
— Siz iyisini bilirsiniz büyük Kaan, dedi. 
— Elbette ben iyisini bilirim. Đyisini bilmesem, güneşin 
bile hakim olamadığı bunca ülkeye hâkim olabilir miydim? Đyi- 
sini bilirim ve bunu bilmek sayesinde Harzem Ülkesini atımın 
ayakları altında ezeceğim. Gidebilirsin... 
Cafer Hoca çıktı. Çadırına giderken Cengiz Han'ın deli 
olup olmadığını düşünüyordu ... 
Moğolistan'da bu işler olurken Semerkant'a mektup gel- 
di. Mektup, Otrar valisi Đnalcık Hayır Han'dan geliyordu. Sul- 
tan Alaüddin Muhammed'e hitaben yazılmıştı. Yaptıklarını 
mazur göstermeye çalışıyor, başka türlü davranması halinde 
Sultanın haşmetini zedelemekten çekindiğini anlatıyordu. 
Kâtip mektubu okumayı bitirince Sultan Muhammed çık- 
— 135 _ 
masını işaret etti. Sessizce odayı terketti. Harzem Şahı iki eliy- 
le sakalını çekiştirdi. Uzun uzun düşündü. Neden sonra ayağa 
kalktı. Altın çıngırağı birkaç kere salladı, içeri giren nöbetçiye 
bakmadan emretti: 
— Atımı hazırlasınlar. Nöbetçi selâm alıp çıktı. Birazdan 
tekrar gelip atının hazır olduğu haberini verdi. Sultan dışarı 
çıktı. Maiyetinin de hazırlanmış olduğunu gördü. Elinin tersiyle 
maiyetini istemediğini belirttikten sonra atına atladı. Şehrin or- 
tasına doğru dörtnala sürdü. 
Sıkıntılı idi. Biriyle dertleşmek ihtiyacını duyuyor, ancak 
bu birinin kim olabileceğini kestiremiyordu. 
Halk, Sultanı görünce kenara çekiliyordu. Buna bir zaman 
dikkat etmedi. Sonra farkına vardı. Halk kendisinden korku- 
yor ve çekiniyordu demek!... Oysa bir sultan ancak sevilmeli, 


sayılmalıydı... 
Ne yapmıştı ki teb'ası böyle bir korku hissine kapılmıştı. 
Hak etmeyene zulmettiğini hatırlamıyordu. Yoksa kendisinin 
haberi olmadan zulmedenler mi vardı?... 
Cengiz Han da çok olmaya başlamıştı. Neydi o gösterme- 
lik kervanlar? Sanki onlardan daha iyileri Harzem'de yokmuş 
gibi. Gerçekten yoktu belki de. Öyle ya, Harzem Şahı, Cengiz 
Han gibi Çin Ülkesinin zenginliklerini ele geçirmiş değildi ki... 
Çin'i fethetmek hiç de fena olmayacaktı. Madem Bağdat'ı ala- 
mamıştı, bunu deneyebilirdi... 
Bunun için de önce Cengiz'i sindirmesi gerekiyordu. Çün- 
kü Cengiz Çin Ülkesinin hemen yarısından çoğunu elinde bu- 
lunduruyordu. 
Kervanın yağmalanmasına, adamlarının öldürülmesine ne 
diyecekti? Savaşa nıı kalkışacaktı? Belki de aynı hareketle mu- 
kabele eder, Harzem kervanlarını yağmalardı. 
Bu intikam yolu şüphesiz ihtimallerin en basiti idi. Cengiz 
böyle basit intikamlar peşinde koşacak adam değildi. Öyleyse 
tehlike çanları çalmaya başlamış demekti. Asker toplamanın 
zamanı gelmişti. 
- 136 - 
Đnalcık Hayır Han kervan mensuplarını öldürmekle iyi yap- 
mamıştı elbette. Ama bir şey diyemezdi. Onu azlettiği takdirde- 
annesi ile arası açılacaktı. Çünkü Đnalcık Hayır Han annesinin 
yeğeni oluyordu. Şimdilik Türkân Hatun'la çatışmayı göze ala- 
bilecek kuvveti kendinde göremiyordu. 
En iyisi hadiselerin gelişmesini beklemekti. Cengiz Han'- 
ın nasıl davranacağını öğrendikten sonra kendisi de durumunu 
ayarlardı. Yine de asker toplasa fena olmayacaktı. Hemen sa- 
raya dönüp bu hususta emrini vermeliydi. 
Temür Melik'le Celâleddin ihtimal bu hareketin de aleyhi- 
ne geçecek, Cengiz Han'a karşı çıkmanın ölümden farksız ol- 
duğunu iddia edeceklerdi olsundu. Đşini onlara sorup yapacak 
değildi. Namıyla, şanıyln bütün Harzem Ülkesinin tek hâkimi 
idi. Dilediği zaman istişaresini yapar, ama mutlaka son kararı 
kendisi verirdi... 
— Saraya dönmeliyim, diye mırıldandı. Atının başını çe- 


virdi... 
— O ne!... 
— Beş atlı birbirlerine yakın bir halde önünde duruyor, 
yolu kapamış bulunuyorlardı. Sinsi bakışlarından iyi niyette ol- 
madıkları belli oluyordu. Buna nasıl cüret edebilir, Sultanın yo- 
lunu nasıl kesebilirlerdi?... 
Etrafına bakındı. Tenha ara sokakların birinde bulunuyor- 
du. 
Dik dik önündekilere baktı. Eli belli beiirsiniz beline doğrır 
kaydı. 
— Kimsiniz?... Diye bağırdı. 
Hiçbir cevap alamayınca endişesi bir kat daha arttı. 
Cengiz Han'ın adamları olmalıydı, intikamını bu kadtl 
müthiş mi almak istiyordu?... 
— Kimsiniz bre?... 
Yine cevap alamadı. Adamlar sanki dillerini yutmuşlardı. 
Sadece yavaş ya\%ş yaklaşıyorlardı. 
— Savulun!... 
_ 137 
Diye gürledi. Kılıcını çekti. Atının gemini kıstı. Üzengile 
rin üstünde doğruldu: 
— Savulun!... 
Adamlar savulmadılar. Yaklaşmakta devam ettiler. Sultan 
beş kişi ile pekâla baş edebilirdi. Kollarında bu kuvveti hissedi- 
yordu. Bileğini bükecek yiğidin yörede mevcut olmadığına inanı- 
yordu. 
Ama payitahtta bir Sultana sardırabilecek kadar gözüdön- 
müş bu beş adam kimdi?... Niçin kendisini öldürmek istiyorlar- 
dı?... Kimden emir almışlardı?... 
Bunlar şimdilik Sultan'a meçhuldü... Zaten üstünde dü- 
şünecek vakti de yoktu. Kafası yapacağı mücadele için çalışma- 
lıydı. Bu badireden bir an evvel kurtulması lâzımdı. 
Hücuma geçti. Đlk vuruşta en öndekini yaraladı. Ama çem- 
beri yaramadı. Adamların tam ortasına düştü. Kılıcını süratle 
işletmeğe koyuldu. Hırsından soluyordu : 
— Bre vicdansızlar! Siz bir Sultanın kolayca öldürülebile- 


ceğini mi sanırsınız? Alın!... 
Biri yıkıldı. Şimdi önünde dört kişi vardı. Büyük bir cesaret 
ve kuvvetle dövüşüyordu. Soğukkanlı idi. Kazanacağına da yüz- 
de yüz inanıyordu. 
Lakin beş kişinin daha ardına geçtiğini farkedince sarardı. 
Çevrilmişti. Kurtuluş ümidi gittikçe zayıflıyordu. Yahut büs- 
bütün yok oluyordu. Devriyelerden biri rastgelmezse mahvo- 
lup gidecekti. 
Kılıç şakırtıları sessiz sokağı doldurmuştu. Bir kişi, on ki- 
şiyle dövüşmek zorunda idi. Yine de cesaretini kaybetmiyor, öl- 
dürücü darbelerle etrafına kimseyi yaklaştırmıyordu. 
O sırada Temür Melik, Ceiâleddin ve Sarı Lagod şehir için- 
de geziniyorlardı. Avdan yeni dönmüşlerdi. Karınları açtı. Ama 
mevzu yiyecek üstüne değil, savaş üstüne idi. Son hadiseyi 
bilmedikleri için de oldukça iyimserdiler. 
Ceiâleddin : 
— Cengiz Han'la iyi münasebetlere geçtik ama bunun ne- 
- 138 - 
reye kadar gideceği hiç belli olmaz. Moğol Sultanı delinin biri. 
Ne zaman ne karar vereceği anlaşılmıyor. Bizimle iyi münase- 
betlere girişmesini de bir türlü anlıyamadım. Oysa ordusuna ta- 
-arruz etmiştik. 
Temür Melik gülerek arkadaşına baktı. 
— Cengiz intikam almak için acele etmez 
Sarı Lagod susuyordu. Demindenberi kulağına bazı sesler 
geldiği için yanılıp yanılmadığını kontrol ediyor, bütün dikkati- 
ni sesin geldiği yana vermiş bulunuyordu. 
Nihayet aldanmadığına kanaat getirdi: 
— Bir şeyler duyuyor musunuz?... Diye sordu. 
Durdular. Temür Melik : 
— Sahiden... Kılıç şakırtılarına benzeyen sesler geliyor. 
Neyin nesi acaba? Hele bir bakalım. 
Atlarını süratlendirdiler. Kılıç şakırtılarının geldiği yana 
doğru doludizgin sürdüler. 
Birazdan kavga yerine varmış bulunuyorlardı. Đlk anda 
Sultanı tanıyamadılar. Etrafını çeviren sürüyü görünce Temür 
Melik yere bir tükürük attı : 


— Namertler, diye bağırdı. Erkekliği çuvala mı koydu- 
nuz?... 
Temür Melik'in hazmedemediği, bunca kalabalığın bir 
adama saldırmış olmasıydı. 
Sultan Alaüddin Muhammed güç durumda bulunuyordu. 
Adamakıllı sıkışmıştı. Hasımları üstünlüklerini giderek daha 
?çok hissettiriyorlardı. 
— Urun bre!... 
Diye bağırdı.. Üç arkadaş bu sesi tanıdılar. Aynı anda du- 
daklarından : 
— Sultan!... sözü döküldü. Daha fazla bekli 
üste kuvvetli naralar atarak fırladılar. 
— Savulua>!... 
— Savulun!... 
— Savulun!... 

_ 139 - 
Şimşek gibi çaktılar. Adamlar bir an neye uğradıklarım 
anlayamadılar. Kendilerine geldikleri zaman sadece dört kişi 
kaldıklarını gördüler. Ama mücadeleden kaçmadılar. Sanki 
tamamı ölmeden kaçmamaya yeminli idiler. 
Sultan, üç kişinin imdadına koştuğunu görünce derin bir 
nefes aldı. Kılıcını daha coşkun bir kuvvetle işletmeye koyuldu : 
— Urun yiğitler, koman aslanlar!... 
— Vur Sultanım, vur Şahım!... 
— Vur baba vur!... 
Padişah oğlunu o zaman tanıdı. 
— Sen misin Celaleddin?.. 
— Benim Sultanım!... 
—Zamanında yetiştin, az daha geç kalsan babasız ve Sul- 
tansız kalacaktın... 
— Allah korusun. 
Kavga uzun sürmedi. Süremezdi. Üç arkadaş Sultanlarına 
yapılan taarruzu ve hele böyle bir cüreti affetmezlerdi. Đnadına 
adamlar da kaçmadılar. On kişi öldürücü yaralar alarak yere 
serildi. Meraklarını giderecek bir kişi bile kalmamıştı. Lâkin 


hepsi aynı şeyi düşünüyordu. Cengiz... 
— 140 
VERGĐ MEMURU VE TELLAL 
Bulamça Köyü ekili tarlaları, küçük deresi ve çalışan halkı 
ile tanınmış bir köydü. Otrar'a hayli yakındı. Hududun tam üs- 
tünde bulunuyordu. Yazın köy kadınları ve kızları dere kenarın- 
da çamaşır yıkar, bir yandan da ekinlerinden söz ederlerdi. 
Erkekler sabahın köründen akşamın geç saatlerine kadar 
tarlalarda çalışıyorlardı. Kimisi ormandan odun kesip Otrar'da 
satardı. 
1219 yılı Bulamça köylüsünün kara kara düşünmeye baş- 
ladığı verimsiz yıllardan biri idi. Ekim yapıldıktan hemen son- 
ra başgösteren ve günlerce süren şiddetli kuraklık tarlaları ka- 
sıp kavurmuştu. Sanki güneş Mahşer günü gelmiş gibi bir mız- 
rak boyu alçalmıştı. Değil ekinler, ağaçlar bile kuruyordu. Köy- 
lü bu yıl ekinden yana çok yoksuldu. Seneye nasıl çıkacaklarını 
bilemiyorlardı. Umumî neşe, yerini ye'se terketmiş, istediği ka- 
dar yiyecek bulamayan köy çocuklarına bir suskunluk gelmişti. 
Kimsenin yüzü gülmüyor, kimse eski neşesine dönemiyordu. 
Sultan Alaüddin Muhammed'in vergi memurlarının koy köy 
dolaşıp iki yıl sonrasının vergilerini tahsile gayret cttikicimi, 
bu küskünlük içinde duyunca Bulamçalılar tepeden tırnağa 
titrediler... Nasıl titremesinlerdi ki, yıllık vergiyi bile zor denk 
leştirmiş, çoluk - çocuğun açlığı pahasına vatan borçlarını öde- 
mişlerdi. Gerçekten iki yıl sonrasının vergisini alacak olurlarsa 
açlıktan ölecekler demekti. 
- 141 _ 
Anlaşılan Sultanın kafası kızgındı. Bir suikaste uğradığı 
haberi Bulamça'ya kadar gelmişti. Bu yüzden binlerce insanın 
tevkif edildiğini duymuşlardı. Ama yine de mesele aydınlığa 
kavuşamamıştı. Söylentilere inanmak gerekirse işin ucu varıp 
Türkân Hatun'a dayanmış, Sultan annesine diş geçiremediği için 
daha fazla araştırma yaptırmamıştı. Galiba Türkân Hatun bir an 
evvel Sultan Muhammed ölsün, Padişahlık Ozlak Şah'a geçsin 
istemişti. Şehzade henüz küçük olduğu için memleketi vasî sıfa- 
tıyla Türkân Hatun yönetecekti. 


Neyse Sultan Muhammed bu badireyi savuşturmuş bulu- 
nuyordu ama bu vergi işini de nereden çıkarmıştı?... Hem de 
iki yıl sonrası için. Savaş bile beklense halkın verecek fazla bir 
şeyi yoktu. 
Korktukları sıcak bir yaz günü başlarına geldi. Süslü elbise- 
ler içinde aşırı şişman, iri elâ gözlü hain bakışlı bir tahsildar, 
yanında yirmi kadar silâhlı seçme asker bulunduğu halde köye 
girdi. Haber Bulamça'da hızla yayıldı. Tahsildarı görmek iste- 
yen çocuklar koştular. lahsiUarın hain bakışlarıyla gözleri kar- 
şılaşınca, hemen kuytulara çekildiler ve ancak korka korka elli 
metre kadar ardından yürüyebildiler. 
Haberin yayılmasıyla birlikte köy içinde bir velveledir kop- 
muştu. Hiç kimse iki yıl sonrasının vergisini vermeye mukte- 
dir olmadığından, karara herkes isyan ediyordu 
- Bu nasıl iştir ki, biz, kendi rızkımızı düşünürken Sul- 
tan iki yıl sonrasının vergisini ister? Her namuslu Harzemli gibi 
bir tamam yıHık vergimizi yatırmışız. Bunun dışında bizim dev- 
lete verecek tek tane buğdayımız bile yoktur. 
— Allah için benim durumum hepinizden besbeter. Has- 
ta karım bu yıl çalışamadı. Tarlada sağlam kalan ekinleri bile 
rü/gfır savurdu. Aç kalma pahasına senelik vergiyi yatırdım. 
Đ\ kot budayı, on kot arpayı bir tamam verdim. Bundan bas- 
ilimi isterlerse alîinlar!... 
_ 142 - 
— Sultan son zamanlarda çok değişti derler. Eski halım- 
selim lıaüni kaybetmiş, bir parçalayıcı kartal gibi olmuş derler, 
inanır mıyım?... Sultanım her zaman iyidir, hoştur, müşfiktir. 
Milletini canı gibi sever. Askerin önünde aslanlar gibi savaşır. 
Ama bu karar onun tarafından alınmışsa!.. 
Bir yandan konuşuyor, bir yandan vergi memuru ve maiye- 
tinin ardından gidiyorlardı. Herkesin ruhu sıkılıyordu. Adım- 
ları mecalsizdi. 
Đri yapılı, hain bakışlı tahsildar durdu. Onun durduğunu 
gören köylüler de durdular. Yanaşmaya cesaretleri yoktu. 
Adam eliyle bir işaret yaparak yanına toplanmalarını istedi. 
Çekine çekine seğirttiler. Üstten aşağı köylüleri süzdü. Çatlak 
bir sesle konuşmaya başladı: 


— Bakınız itiraz istemem ha!... Harzem Şahı Sultan Ala- 
üddin Muhammed'in tahsildarıyım. 
Elini koynuna sokup bir ferman çıkardı. 
— Đşte burada herşey yazılı. Siz vatansever köylüler ola- 
rak iki yıl sonrasının vergilerini de vereceksiniz. Hiç birinizden 
daha iki yıl vergi alınmayacak... Sultan sözünden dönmez. Ra- 
hat edeceksiniz. 
Hiç kimse yerinden kımıldamadı. Kimse konuşmaya istek- 
li görünmedi. Tahsildar birkaç adım attı. Köylüler gerilediler. 
Güldü : 
— Korkmanız için sebep yok canım!... Sadece bir vergi 
memuruyum. Burada Sultanı temsilen bulunuyorum. Banı 
vereceğiniz kot kot buğdaylar, arpalar Sultana verilmiş olu vur 
Vergisini en önde verme şerefine ermek isteyen bir adım öne 
çıksın... 
Hiçbiri o şerefe nail olmayı istemedi. Boş gözlerle bakmaya 
devam ettiler. 
Tahsildar kızmaya başlıyordu : 
— Anlaşıldı, siz de diğer köylerdeki inatçı keçilerdensiniz, 
onları yola getirdiğim gibi sizi de yola getirmesini Inlirim. Ca- 
nınız bir parça yanacak belki ama, günah benden gitti... 
- 143 - 
Fırladı. En yakınmdakine ulaştı, yakasından tutup silkeledi. 
— Adın ne senin?... 
Bu yaşlı bir adamdı. Đsmini sanki hatırlıyamıyormuş gibi 
?sakalını kaşıdı, başını oynattı: 
— Sadi, dedi. 
Tahsildar elinde uzun bir liste tutan adamına döndü : 
— Bak bakalım, Sadi isimli ihtiyarın vergisi ne kadar? 
Adam listeden okudu : 
— Bir yıllık altı kot buğday, iki kot arpa. Vergi iki yıllık 
'olacağına göre iki misli tahsil edilecek. 
Tahsildar hain bakışlarını ihtiyarın çipil gözlerine dikti. 
Đhtiyar Sadi başını iki yana salladı: 
— Yok ki... 
— Yok mu?... 


— Yok ya!... 
— Aç mı duruyorsun?.. 
— Bir iki ay sonra aç durmak zorunda kalacağız, hepimiz. 
Köylü bir ağızdan tasdik etti: 
— Đhtiyar doğru söylüyor. 
Askerlerden biri hışımla çıkıştı: 
— Susun!... 
Ürkerek birbirlerine sokuldular. 
Tahsildar ihtiyarın yakasını daha kuvvetle sıktı: 
— Söyle bakalım, ekinleri nereye gömdün?.. 
Đhtiyar gülüyordu: 
— Hiç bir yere... 
— Söyle "diyorum...... 
— Söyledim ya, hiçbir yere. 
— Söylemezsen seni gömeceğim, Sultanın emri var. 
Đhtiyar Sadi dik dik baktı: 
— Sultan vergi vermeye buğdayı olmayanı gömün mü 
«dedi?.. 
Vergi memuru ayağını hiddetle toprağa vurdu : 
— 144 — 
— Bu topraklar Sultanındır, anladın mı? Sultanındır bu 
topraklar... 
Đhtiyar mırıldandı: 
— Mülk Alfanındır... 
— Ne... ne dedin?... Sultanın değil mi?. 
— Olabilir, ama önce Allahın. O Sultanlar Sultanı, o yüce- 
ler yücesi verdiği bunca nimetin kirasını istemez. Buğdayın, 
arpanın, yulafın, meyvenin vergisini istemez. Oysa Harzem Şahı 
Muhâmmed kanımızla suladığımız bu topraklara sahip çıkar, 
üstelik iki yıl sonrası için de vergi ister. 
Bu sözlerin manasını anlamak için arif olmaya ihtiyaç 
yoktu ya nedense vergi memuruna çok çapraşık gelmişti. Đhti- 
yarı yere yuvarlamak için itti. Fakat yaşlı bir çınar gibi yerinden 
kımıldamadığını gördü. Sanki toprağa kök salmıştı. Gülüyordu : 
— Nice düşman erleri beni yıkamadı, şimdi dost belle- 
diğimiz kişiler yıkmayı dener!. 
Bakışlarını tahsildarın gözlerinin içine mıhladı: 


— Bak evlât, dedi. Karşındaki yaşlı adam bu devletin temel 
taşı olmuştur. Vücudumda kılıç kesmedik, ok değmedik yer 
yoktur. Sen dünkü çocuk, geldin sataşırsın. Bilirim Sultan fer- 
manı taşırsın. Ama kişi biraz saygılı olamaz mı?... 
Vergi memuru bocaladı, afalladı, belli etmemek için aske- 
re sert bir emir verdi: 
— Ne bakıyorsunuz bre?.. Hâlâ söyletecek misiniz?.. Sul- 
tana hakaret ettiğini duymaz mısınız?.. 
Askerler tereddüt ettiler. Tahsildar büsbütün çileden çıktı : 
— Hepinizi astıracağım, diye homurdandı. 
Can korkusu galip geldi. Đhtiyar Sadi'nin üstüne atllddtr. 
Bayıltıncaya kadar tekmelediler. 
Sonra sıra diğerlerine geldi. Đtiraz edeni yıktılar yere. Da- 
yaktan korkan kilerinin anahtarını teslim etti. 
Tahsildar maiyeti köyden ayrılırken ihtiyar Sadi yen' veni 
kendine gelmeye başlamıştı. Đlk sözü şu oldu : 
_ 115 _ 
f : 10 
—• Cengiz Han gelecekmiş, bizi esir edecekmiş, zulmede- 
cekmiş, şehrin müdafaası için vergi vermeliymişiz... Niçin?.. 
Cengiz denen Moğol Hanı bunlardan daha az mı merhametlidir 
sanki!... 
* * * 
Ertesi gün köye bir kafile daha geldi. En önde kırmızı es- 
vaplar giymiş elinde boru taşıyan bir adam gidiyordu. Hepsi 
de atlı idiler... 
Köylü bir gün önce başlarına gelen felâketin tekrarlana- 
cağından korktuğu için kuytu yerlere sindi. Korkuyla, kuşkuyla 
gözetlemeye başladılar. 
Kırmızı esvaplı adam atını köy meydanının tam ortasında 
durdurdu. Elindeki koca boruyu kalın dudaklarına dayadı: 
— Duyduk duymadık demeyin. On sekiz yaşından elli ya- 
şına kadar kılıç tutabilen herkes atıyla yemiyle, küıcıyla, ok ve 
yayıyla birikte en geç on güne kadar Otrar'a inecektir... Sulta- 
nımız efendimiz mukaddes cihad ilân etti. Moğollara karşı 


memleketimizin mübarek topraklarını savunacağız. Duyduk duy- 
madık demeyin... 
Köylü, kırmızı esvaplının yeni bir vergi için değil de başka 
bir iş için geldiğini anlayınca yavaş yavaş toplandı. Çocuklar 
kırmızı esvaplı adama iyice sokuldular. O bağırmasını sürdür- 
dü ... 
— Duyduk duymadık demeyin. Şehrimizi korumak için 
mukaddes cihad ilân edilmiştir. Dinini, milletini, Sultanını se- 
ven herkes, on sekiz yaşından... 
Hiç kimse dinlemedi gerisini. Bağrışmalar başladı. Tellâlın: 
sesi boğuldu. Her kafadan bir ses çıkıyordu : 
— Moğollar gelecekmiş, gelsinler; şimdiki idareden daha 
zalim bir idare mi getirecekler?.. 
— Biz askere gitmeyiz Arkada kalanlar açlıktan ölür. 
- 146 _ 
—? Askere gidelim, ülkemizi koruyalım ama, bu ülke ki- 
min? Sultan Muhammedin mi, bizim mi?.. Dün Sultanın ülkesi 
idi, malının öşrünü istiyordu. Đhtiyar Sadi'yi ayaklarının altında 
çiğnediler. Bugün başı sıkışırca asker istiyor... 
— Kim gelirse gelsin, biz zaten sağlığımızda öldük... 
Askerler araya girdi. Ellerindeki uzun çubuklarla halkı teh- 
dit ettiler. Tellâl tekrar bağırmaya koyuldu : 
— Duyduk duymadık demeyin... 
SAVAŞ KARARI 
'Cengiz Han kızgındı. Üstü nadide yiyecekler ve güney ülke- 
lerden geime meyvalarla süslü sofraya elini bile uzatmamıştı. 
Sofranın etrafı dolu idi. Moğol Beylerinden başka bir de 
Çinli elçi vardı. Men - Huıı adlı bu elçi elindeki kâğıda bazı not- 
lar almakla meşguldü. (Bu notlar günümüze kadar gelmiştir.) 
Cengiz Han, sadece şarap içiyordu. Đran'dan hususî ola- 
rak getirttiği bu içkiyi çok severdi. Kımıza tercih ederdi. 
Durgundu. Bıyıkları çenesinin altına doğru intizamsız bir 
şekilde sarkmıştı. Her ağzını kımıldatışta uçları oynuyor, zelze- 
leye tutulmuş gibi titriyorlardı. 
Çadırın içinde bir ehil panter dolaşıyor, sık sık Cengiz Han'- 
ın bacaklarına başını sürtüyordu. Cengiz bu hayvanı çok sever- 


di. Bunun gibi üç panteri daha vardı. Zaman zaman birkaç esiri 
panterlerin önüne attırır, kendinden geçercesine coşarak bu 
vahşeti seyrederdi. Cengiz'in avdan ve savaştan sonra gelen bir 
eğlencesi de bu idi... 
Beyler konuşmuyorlardı. Önlerindeki taze tay ve kah 
tinden tıkmıyor, bol bol şarap yudumluyorlardı. 
Nihayet Cengiz Han sofradan kalktı. Đki yanında iki alını 
kaplan heykeli bulunan tahtına kuruldu. Bu hareket ziyafetin 
bittiğini gösteriyordu. 
Kumandanlar da kalktılar. Çinli hizmetkârlar her zaman 
ki gibi sessiz hareketlerle sofrayı topladılar. 
_ 147 _ 
Herkes dikkatle Cengiz Han'a bakıyordu. Buraya mühim 
kararlar almak için toplandıklarını biliyorlardı. Herhalde Kaan 
yeni akınlara yönelecekti. Acaba bu sefer hangi bedbaht ülke 
yanacak, hangi talihsiz Sultanın başı düşürülecekti?.. 
Nihayet ağır ağır konuşmaya başladı: 
— Kahraman Moğol Kumandanları... Çin hükümdarının 
elçisi Bahadır Men-Hun... Kral Burka'nın elçisi Aşıgabu No- 
yan... dinleyiniz. Harzem Şahı adamlarımı öldürttü... hem de 
ticaret için gitmiş masum adamlarımı. Alçaklık etti. Cezalan- 
dırmaya karar verdim. Nasıl davranalım?.. 
Bir sessizlik oldu. Cebe Noyan'm gür sesi bu sessizlik için- 
de patladı: 
— Bir memlekette tacirler öldürülür, eşyaları yağmalanır- 
sa o memleketin cezalandırılması şart oldu demektir. Hemen or- 
dularım Harzem Ülkesi üstüne şevket taş üstüne taş bırakma- 
yalım. Sultanı sakalından sürüyelim. 
Tokuçar Noyan bu fikirde değildi: 
— Cebe Noyan heyecanla söz eder, dedi. Oysa meselenin 
heyecana değil, mantığa ihtiyacı vardır. Ben derim ki Harzem 
Sultanına bir imkân daha tanıyalım. Bir elçi gönderip özür di- 
lemesini isteyelim. Tacirlerimizi katleden vali Hayır Hanı bize 
teslim etmesini söyleyelim. Yapmazsa icabına bakılır. 
— Cengiz, önce Cebe'ye baktı: 
— Senden beklediğim konuşmayı yaptın Cebe, dedi. 


Sonra Tokuçar'a baktı : 
— Sen de beklediğim konuşmayı yaptın Tokuçar, dedi. 
Sonra hepsine birden hitap etti: 
— Kurt Cebe gençtir, heyecanlıdır, atılgandır; onun için 
savaş taraftarıdır. Tokuçar ise oldukça yaşlıdır ve tecrübelidir, 
mantığıyla muhakeme etmeye alışmıştır, onun için Harzem 
Sultanına bir imkân daha tanımak ister. Peki rey ne cihette- 
dir?.. 
Eller kalktı. Savaşmak isteyenler çoğunlukta idi. Ama 
Cengiz Han başını salladı: 
_ 148 — 
— Hayır dostlarım, dedi. Şimdi savaş vakti değildir. Oğ- 
lumuz Cuci yola çıkmış bulunuyor. Yakında burada olacak. 
O zaman harekete geçeceğiz. O zamana kadar ise Tokuçar'ın 
söylediğini yapacağız. 
Başını arkaya doğru çevirip seslendi: 
— Danişmend Hacip... 
Danişmend Hacip tahtın ardını dolanarak öne çıktı. 
Dizini yere koydu. 
— Buyur Büyük Kaan... 
— Hemen Harzem Şahına bir mektup yaz. Münasip bir 
elçi heyeti seçerek gönder. De ki: Hayır Han'ı bize teslim et- 
sin. Tacirlerimizi öldürdükleri için de kendisi özür dilesin... An- 
cak böyle davranırsa affını düşünebiliriz. Yoksa savaş olacak... 
— Başüstüne Büyük Kaan... 
— Derhal yaz ve getir, mühürleyeyim. Ondan sonra da sü- 
ratle Semerkant'a gönderirsin. 
Tekrar kumandanlarına döndü: 
— Aldığımız karar üzere hareket etmediğim için darılmayı- 
nız. Bilirim hepiniz benim uğruma ölüme atılacak insanlarsınız. 
Kaanınız iyiliğinizden, başarınızdan başka şey düşünmez. Böyle 
hareket etmenin daha münasip olacağını zannederim. Yakında 
gönlünüzü müslüman ülkelerinde dilediğiniz gibi eğlendireceksi- 
niz. Hiç endişeniz olmasın. Harzem Şahmın cevabı ne olursa 
olsun savaş kararımız değişmeyecektir. 


Cebe Noyan bu konuşmadan heyecanlandı. Ayağa fırladı. 
Moğolların harp narasını attı: « 
— Lu!... Lu!... Lu!... Lu!... 
Diğer kumandanlar ve Cengiz Han da buna k.ıiıMı. Ç.ulı- 
rın içi bir müddet bu seslerle uğuldadı... 
- 149 _ 
— Lu!... Lu!... Lu!... Lu!... 
Kazıklara bağlı savaş atları bu sesleri duyunca eşindiler. 
Sonra da uzun uzun kişneyerek gürültüye iştirak ettiler. 
SON ELÇĐNĐN AKIBETĐ 
Moğol elçisi maiyetiyle Semerkant'a girerken şehrin kalın 
bir surla çevrilmekte olduğunu gördü. Ustalar, çıraklar, ame- 
leler ölesiye çalışıyor, on iki fersahlık koca bir hisarı tamamla- 
mak için insanüstü bir gayret sarfediyorlardı. Elçi kendi ken- 
dine güldü. Harzem hazırlanıyordu. Ama bu muhkem taş du- 
varlar Moğolların gücü karşısında dayanamayacaktı. Savaşta 
kale pek işe yaramazdı. Đçinde, canını feda etmeye yeminli as- 
ker gerekti. 
Harzem'de işte bu yoktu. Sultanın gaddarca harketleri 
halkı bıktırmıştı. Elçi de pekâlâ bunu biliyordu. 
Sultan Alaüddin Muhammed, Moğol elçilerinin geldiği ha- 
berini duyunca memnun oldu. Besbelli Cengiz Han kendisinden 
çekiniyordu. Yoksa niçin elçi gönderecekti? Doğrudan ordula- 
rını üstüne sevketmesi lâzımdı. 
Kıpçak Hanlarıyla toplantısını mahsustan uzatarak elçileri 
bir hayli bekletti. Sonra mağrur bir tavırla kabul etti. Cellâtları- 
nı tahtının iki yanına dizmişti. Elçiye gözdağı vermek istiyordu. 
Elçi dimdik içeri girdi. Bir defa bile başını eğmedi. Sultan 
kızmakla birlikte adamın bütün söylediklerini sükûnetle dinledi. 
Elçi sözlerini şöyle bitirdi: 
— Tacirlerimizin öldürülmesi Büyük Kaanımrzın hışmını 
galeyana getirdi. Bu hışma uğramanız halinde ülkeniz başınıza 
yıkılır. Şimdi Hayır Han'ı kendi elleriyle cezalandırmak üzere 
ister, sonra da bu hadise yüzünden özür beyan etmenizi em- 


reder. 
Son cümle Harzem Şah'ı Muhammed'i çileden çıkarmaya 
_ 150 _ 
yetmişti. Zaten elçi söze başladığından beri tahrikkâr bir lisan 
kullanmaya bilhassa dikkat ediyordu. Ayağa fırladı: 
— Bre nadan! Diye gürledi. Senin uyuz Kaanm kim oluyor 
ki bana emir verebilsin?.. Haddine mi düşmüş Yıkıl!. 
Adam kıpırdamadı bile. Küstahça dudak büktü: 
— Tacirlerimizi öldürdünüz, diye devam etti. Moğol kanı 
Otrar'a aktı, onları müslüman kanıyla yıkayacağız. 
Kıpçak Hanlarından Tonguç, hiddetle yerinden fırladı. 
Kimsenin mani olmasına kalmadan keskin hançerini sapına ka- 
dar elçinin böğrüne sapladı... 
— Geber!... 
Temür Melik yerinden sıçrayarak Tonguç Han'ı sımsıkı 
tuttu ama, artık çok geçti. Elçi yerde can çekişiyordu. Kıymetli 
Buhara halıları kana boyanmıştı. Elçinin maiyeti geri geri çe- 
kilerek saraydan çıktı. Atlandıkları gibi şehri terkettiler. Kötü 
haberi bir an evvel Cengiz Han'a ulaştırmak üzere mahmuzladı- 
lar. 
Haber Cengiz Han'a ulaştığı zaman sendeledi. Bu kadarını 
beklemiyordu. Bu cüreti Harzem Şahının gösterebileceğine 
inanamıyordu. 
Sonuna kadar açtığı çekik gözlerini, bir müddet haberi ge- 
tiren adamların üstünde tuttu. Sonra hiç konuşmadan atına at- 
ladı. Süratle tepelere doğru sürdü. 
Bir mağaranın önüne gelince durdu. Atından indi. Ellerini 
ağzında boru gibi tutarak seslendi: 
—? Gökçe, Gökçe!... 
Đçerden zayıf, titrek bir ses geldi: 
— Çok kızgınsın Temuçin?.. 
— Gökçe Ata, gel, Temuçin'in başına gelenleri^ 
namert Sultanın işine bak, elçilerimi öldürdü.. 
Çok yaşlı, sakalı hemen göbeğine kadar uzanan klM boylu, 
zayıf bir adam mağara ağzında belirdi. Çatal Uf dal pari 


dayanıyordu. 
_ 151 
Bu adam meşhur Moğol bilgini Gökçe idi. Herkes kendisi- 
ne hürmet gösterir, herkes kendisinden çekinirdi. Đstediği za- 
man istediği yere yıldırımlar gönderebildiğine inanılırdı. Gök 
Tanrı ile irtibatı olduğu söylenirdi. 
Cengiz Han Samanlardan çok bu adamdan çekinir, en sı- 
kışık zamanlarında ondan yardım istemeye koşardı. 
— Ne yapacağız Gökçe Ata? 
Gökçe gülümsedi: 
— Sen ki ülkesinde güneşin batmadığı bir hükümdarsın, 
sen ki bütün düşmanlarını dize getirmiş bir Kaansm, nasıl olur 
da benim gibi aciz ihtiyardan yardım istersin Temuçin? 
— Bunları söylemenin ne lüzumu var Gökçe Ata, manevî 
oğlun sıkışık durumda. Harzem meydan okur. Karşı çıkmak 
gerekmez mi?... 
Gökçe bir süre düşündükten sonra : 
— Anlat hele, dedi. 
Birlikte mağaraya girdiler. Bir köşesinde ateş yanıyordu. 
Ehil bir kurt ateşin önünde yatmakta idi. On iki yaşlarında bir 
çocuk onunla oynuyordu. 
Gökçe çenesiyle bunları işaret etti: 
— Dostlarım, dedi. Đkisini de evlât edindim. Başka kim- 
sem yok. 
— Ben kimsen değil miyim Gökçe Ata?. 
— Her zaman yanıbaşımda olacaklara ihtiyacım var. Bi- 
rinin nefes alması lâzım. 
Yüzünü Cengiz Han'a çevirdi: 
— Hadi şimdi anlat ... 
Cengiz anlatmağa başladı. Uzun uzun, bütün teferruatıy- 
la... 
Gökçe düşünceye daldı. 
Neden sonra başını kaldırdı. Gözlerini ateşe dikti. Göz 
bebekleri büyüdükçe büyüdü. Sanki bütün yüzü gözden iba- 
ret kaldı. Parladı, gözbebeklerinin içinde ateşler oynaştı. Kolla- 
rını ateşe doğru uzattı: 


_ 152 - 
— Ateş, ateş, ateş, diye inledi. Her taraf ateş. Dünya alev 
alev yanıyor. Her yer. Otrar, Buhara, Semerkant, bütün Batı ül- 
keleri. Kan, çağlayanlar gibi... Cesetler, cesetler... 
Gözlerini ağır ağır ateşten aldı. 
— Bütün Harzem'e hakim olacaksın Temuçin, ama tarih 
seni ebediyen mahkûm edecek. 
Cengiz Han titredi: 
— Ama niçin?.. 
— Çünkü zulmedeceksin, mamur şehirleri yıkacaksın, 
âlimleri öldüreceksin, nice büyük bilginlerin göznuru döktüğü 
büyük eserleri yakacaksın... 
— Yapmam bütün bunları... 
— Elinde değil, ruhundaki şeytan tatmin olmak ister! 
Cengiz ayağa kalktı. Gerçekti Gökçe'nin söyledikleri. Ru- 
hundaki şeytan tatmin olmak istiyordu. Bir ay kan dökmese 
çıldırma derecesine gelirdi. Baş kesmeli, kan dökmeliydi. 
Yavaşça dışarı süzüldü. Atına atladı. Süratle tepeden aşa- 
ğı inerek çadırına kapandı. 
_ 153 - 
BU ÇUKURLARA GÖMÜLÜRSÜNÜZ... 
Savaş hazırlığı Harzem ülkesinin her yanında sürdürü- 
lüyordu. Şehirlerin etrafına derin çukurlar kazılıyor, kaleler 
tamir ediliyordu. Yol boylarına gözcüler çıkarılmıştı. Kimsede 
neşeden eser yoktu. Herkes asık suratla kendine verilen görevi 
yapmaya çalışıyordu. 
Ülkenin her tarafını tarayan vergi memurları halktan iki 
yıl sonrasının vergilerini de zor kullanarak alıyorlardı. Bu tarz 
vergi toplama, umumî bir nefret doğurmuş, halkı devletten so- 
ğutmuştu. 
Harzem Şahı Muhammed'in belki memurlarının yaptığı 
zulümden haberi yoktu. Ama güngün milletinin kendisine küs- 
künlüğü belirginleşiyordu.Buna umumî sıkıntının sebep oldu- 
ğunu sanıyor, zafer kazanınca herşeyin düzeleceğine inanıyor- 
du ... 
Semerkant karınca yuvasına benzemişti. Köylerden top- 


lanan sanatkâr ve esirler arasından seçilen kuvvetli ameleler 
şehri kalın duvarlarla çevirmiş, etrafına derin hendekler aç- 
mışlardı. 
Sultan çalışmalardan memnundu. Sık sık kale dışına çıkı- 
yor, çalışmaları bizzat kontrol ediyordu. 
Bir keresinde hendek açan amelelerin yavaş çalıştıklarını 
farkedince kızdı: 
— Çabuk olun, diye bağırdı. Yoksa Moğollar yarı kalmış 
kanallarınızı leşlerinizle doldurur. 
- 154 _ 
Bu tehdit hepsini hızlandırmaya kâfi geldi... 
Bir yandan da şehir kumandanları asker toplamaya devam 
•ediyorlardı. Halk yığınları silâhları ve atlarıyla akın akın şehre 
geliyor, ilgili makamlara müracaat ederek adlarını yazdırıyor- 
du. Uzun listeler meydana gelmişti. 
Atlı ekçu birlikleri ile yaya mızrakçı birlikleri kuruldu. 
Herşey hızlandı. Moğollar beklenmeye başlandı. 
Harzem Şahı ilk iş olarak Moğol hududu üstünde bulunan 
bütün köyleri yaktırdı ve sakinlerini başka yerlere iskân etti. 
Böylece; Cengiz'in buraları istilâ etmesi halinde, barınacak 
yurt ve yiyecek bulabilmesinin önüne geçmiş oluyordu. 
Ama bu köylerde oturanların büyük kısmı çok kızdı. Yer- 
leştirildikleri köyleri beğenmediler. Kaçtılar. Karahitay bölgesini 
geçip Cengiz ordusuna iltihak ettiler. 
Sultanın bundan hiç haberi olmadı. Ona verilen rapor, köy- 
lerin yakıldığı ve halkın yakın köylerde iskân edildiği şeklinde 
oldu. 
Nihayet Cengiz'in ordusunu yürüttüğü, bazı hudut köy- 
lerini aştığı ve süratle Otrar'a yaklaştığı haberi her yana 
di, çığ gibi büyüyerek yayıldığı her yere korku saldı. 
1220 yılı başı Semerkant'da harp faaliyetlerinin en çok ke 
safet kazandığı günlere rastladı. 
Şah bütün kumandanlarını büyük sarayda toplayarak du- 
rum hakkında bilgi verdi ve yapılması gereken ordu. 
Herkes bir fikirle çıktı, düşündüğünü söyledi. 
Bu sırada Kıpçak Hanlarından biri söz alarak konuşmaya 


başladı: 
— Sultanım, Cengiz Han bu toprakları bilme/, ama kendi 
topraklarını avucunun içi gibi bilir. Bırakalım memleket içine 
kadar girsin. Nasılsa boğacağız. 
Başka bir Kıpçak Hanı tasdik etti: 
— Arkadaşım doğru söyler, hattâ, kale bedenlerine kadar 
_ 155 
gelsinler. Hele Buhara ve Semerkant'm surları çok muhkem. 
Değil bir Cengiz, bin Cengiz birleşse yine de bir şey yapamaz. 
Temür Melik bu kadarını hazmedemedi. Hiddetle oturdu- 
ğu yerden bağırdı : 
— Đhanettir!.. 
Sultan Muhammed ona döndü : 
— Nedir ihanet olan?.. 
— Kıpçak Hanının sözleri... Besbelli ihanettir. Yoksa hiç 
bir akıl sahibi düşmanın kale önüne kadar gelmesini tavsiye 
edemez. Moğol lan tanıyanlar bilir. Geçtikleri yerlerde taş üs- 
tünde taş, omuz üstünde baş komazlar. Bunlar Harzem hal- 
kına zulmettirmeyi nasıl teklif edebilirler?.. 
— Peki, senin fikrin nedir?.. 
— Karılar gibi kale arkalarına saklanmaya tenezzül et- 
mem, boş durmaktansa düşmanla vuruşmayı yeğ tutarım. 
Candan geçmeyenin aramızda işi yoktur. 
— Đyi ama Cuci Hanın askeriyle dövüşürken hiç te sa- 
vaş taraftarı değildin!.. 
Temür Melik acı acı güldü: 
— Evet, dedi. Uyuyan yılanı uyandırma taraftarı değil- 
dim. Cengiz bize henüz diş bilemiyordu, ısırmayı ise belki hiç 
düşünmüyordu. Saldırdık, kervanını yağmaladık, aldırmaz 
göründü. Elçilerini öldürdük. Adeta bir savaşı zorla davet et- 
tik, istekli göründük. Savaş taraflısı Kıpçak Hanları şimdi de 
kaleden çıkmamamızı tavsiye ederler. Kurbanlık koyun gibi 
Moğol kılıcı önüne Harzem Ülkesini yatırmaya çalışırlar. Bu- 
nun ihanetten başka adı var mı?.. 
Sultan münakaşanın önüne geçmek için alelacele oğluna 


döndü: 
— Sen de ne dersin Celâleddin?.. 
Celâleddin hürmetle doğruldu : 
— Kalede durulmaz Sultanım, düşmanı sahrada savaş- 
maya mecbur edelim. Kazanma şansımız artar. Kaleye ka- 
_ 156 _ 
panacak asker ne kadar kuvvetli olursa olsun uzun bir muha- 
saraya tahammül edemez. Zaten yiyeceğimiz mahdut, suyu- 
muz da öyle... 
— Yani aşağı yukarı Temür Melik gibi düşünürsün... 
Celâleddin başını indirdi Sultan gürledi: 
— Siz birbirinizden ayrı şeyler düşünmez misiniz hiç?: 
Beyinleriniz yapışık mıdır? Đkiniz de sahrada dövüşmek ister- 
siniz demek?.. 
Temür Melik atıldı: 
— Evet Sultanım, sahrada dövüşmek isteriz. Çünkü an- 
cak sahrada galip gelebileceğimize inanırız. Moğolların kale- 
civarına gelmesini beklemek, ölümümüzü beklemeye eştir. Biz 
müdafaada kalmamalı, saldırmalıyız. Bir asker kendini mü- 
dafaayı düşünürse mağlubiyete hazır demektir. 
Kıpçak Hanlarından biri sözü Temür Melik'ten kaptı: 
— Olmaz öyle şey! Cengiz'e saldırmak akıl kârı değildir. 
Sen Sultanımızı tehlikenin kucağına atarsın. Biz razı gele- 
meyiz. Mühim olan Sultanımızın hayatıdır. Gerekirse dağ- 
lara çekilir, oradan Gazne'ye gider, yeni kuvvetler toplaya- 
rak Cengiz'e tekrar sakhrabiliriz. 
Temür Melik müstehzi bir tavırla konuşana döndü : 
— Ya!., dedi. Sorabilir miyim acaba, mevcut askerle şeh- 
ri müdafaa edemeyen bir Sultan ve sayın Kıpçak Hanları na- 
sıl olurda Gazne'den yeni bir ordu toplayarak Cengiz'i mağ- 
lûp etmeyi düşünebilirler? Doğrusu hayret!.. 
Sultan Alâüddin Muhammed hiddetle doğruldu. Kürk- 
lü kaftanının önünü topladı. Kıpkırmızı olmuştu : 
— Demek ille de sahradj vuruşmak istersiniz Temür Me- 
lik, git bin kişi al, Cengiz Hanın ordugâhını ara, bul 
ver. Ondan sonra Hocent kalesine git. Seni oraya kumandan 
tayin ettim. 


Temür Melik zerre kadar tereddüt etmeden elini 
koyup eğildi: 
— Emriniz başım üstüne Sultanım. 
- 157 _ 
Celâleddin'in önünde bir an durdu. 
— Hakkını helâl et kardeşim. 
Celûleddin çok sevdiği arkadaşının boynuna sarıldı. Göz- 
leri yaşlarla dolmuştu. Böyle bir harekâtın intihar demek ol- 
duğunu iyi biliyordu. 
— Ben de geleceğim diye fısıldadı. 
Tcmür Melik : 
— Senin yerin babanın yanıdır, dedi. Alçak ruhlardan 
koru onu. 
Ve sert adımlarla salonu terketti. 
Üç gün sonra Sultan tekrar kurultayı topladı. Şehre yakın 
mahallelerde küçük atlı bazı süvarilerin görüldüğü haberi gel- 
mişti. Beylerine sordu : 
— Ne tedbir gerek?.. 
Herkes susuyordu. Parmağını Celâleddin'e dikti: 
— Sen ne düşünürsün?.. 
Celâîeddin dalgın dalgın cevap verdi: 
— Ordunun kaleye kapanmasında fayda yoktur. 
— Hâlâ aynı fikirdesin yani... 
— Evet..., 
Bir şey söylemedi. Gözlerini Beylerin, Hanların, kuman- 
danların üstünde dolaştırdı. Bir daha baktı. Aradığını bula- 
mamıştı. 
— Temür Melik nerede?.. 
— Yanına bin kişi alıp Cengiz Han'ın ordugâhını basma- 
sını emretmiştiniz, unuttunuz mu?.. 
Sultan derin bir pişmanlık duydu : 
— Hemen hareket etmesini de söylememiştik ya, diye 
mırıldandı. 
Temür Melik'in yokluğunu şiddetle hissediyordu... 
- 158 - 
BĐR GECE 


Cengiz Han çadırların kaldırılmasını, askerin harekete ha- 
zır bulundurulmasını emretti. Kendi de doru atına binerek 
karısı Burte'ye gitti. 
Burte ilk karısı idi. Đhtiyarlamış ve oldukça şişmanlamış- 
tı. Çadırın dışında bir keçe üstüne oturuyordu. Gözleri yıl- 
dızlarda, gençliğini arar gibi Đsrarla bakıyordu. Birden nal 
sesleri duyup başını çevirdi. Cengiz Hanı karşısında görünce 
dizini yere koydu: 
— Büyük Kaan, diye mırıldandı. 
Cengiz Han atından indi. Burte'nin yanma oturdu. 
Bir müddet birlikte yıldızları seyrettiler. Sonra kadın sor- 
du : 
— Neden gece vakti çadırları toplatıyorsun, Büyük 
Kaan?.. 
— Çünkü bu gece benim için uğurlu bir gece. 
— Annen seni bu gece mi doğurmuş?.. 
— Yok, annemin beni doğurduğu geceye ancak Ifuıei 
ederim. Oysa bu gece çok sevinçli bir gecem. 
— Hiç bilmiyordum. 
— Neyi?.. 
—? Dünyaya gelmekten memnun olmadığını < I) la kını» 
sürüsü kadar askerin var, bunlar bir işaretinle BteiC Đtilir. lif, 
görmediğin ülkelerin var. Bilmediğin toprakların tahibiıin 
Karıların, çocukların var. Kolay kolay kimsenin 
— 159 - 
cağı işler yaptın. Yine de halinden memnun değil misin?.. 
Başını iki yana salladı: ? 
— Değilim Burte! Halimden memnun değilim. Saydıkla- 
rının hepsi var ama. ölümce var. Đnsan ölmek için doğduk- 
tan sonra, bütün bunlar iieve yarar? 
— Koca cihangir iramaen korkar oldu demek?.. 
— Alay etme^Brart^, sen anlamazsan beni başka kimse 
anlamaz. Đlk kaj^M'a, acı günlerde ortağım oldun. Bilki, ölü- 
mü her hatirJawCjs Isocan, rüzgârda titreyen yapraklar gibi tit- 
rer. önünd&^g£Waüftüğüm tek kaledir bu. Öleceğim, evet. 
Büyük/fskenh?rzxme öldü. öleceğim. Benim budala bilginler 


bir tdrlü ÖKime çare bulamadı. 
^ Gözleri daldı. Uzun uzun göğe baktı. Her taraf yarı gün- 
'4Ü2 gibiydi. Ayın etrafında büyüleyici bir parlaklık halelen- 
mişti. 
— Bu gece uğur gecem, diye konuştu neden sonra. Uğur 
gecem bu gece, Burte. Niçin biliyor musun?.. 
Burte duyduklarından allak - bullak ve şaşkındı: 
— Niçin?.. 
— Eski günleri düşünsene. Yirmi yıl öncesini. Evet tam 
yirmi yıl önce, yine böyle pınl pırıl bir gece idi. Güzel, çok 
güzel bir şey olmuştu. O gece ay yine böyle parlaktı. Yıldızlar 
gökte salkım salkımdı. Her taraf gündüz gibi aydınlanmıştı. 
Etrafımda küçük bir müfreze vardı henüz. Babamın ölümü 
içimi dağlardı. Anne ayrılığı kalbimi yakardı. Gençtim, dinç- 
tim, kuvvetli idim. Av yapıyordum. Tıpkı şu ovanın sonunda 
başlayan uzun ağaçlıklı orman gibi bir ormanın içinde, vahşî 
hayvanları takip etmekten yorulmuş adamlarımla birlikte mo- 
la vermiştim. Dinleniyorduk. 
Birden bir kadın çığlığı duyarak yerimden fırlamıştım. 
Kılıcımı sıyırdığım gibi atımın sırtına atlamıştım. 
Burte büyülenmişti sanki, nefes almaktan bile korkarak 
kocasını dinliyordu... 
- 160 - 
Yavaş yavaş anlamaya başlamıştı. Kaanın Sustuğunu gö- 
rünce kendisi anlatmaya koyuldu : j}jQk£ 
— Beni kaçırmak isteyen üç kişinin ortaimayıldırım gibi 
düşmüştün. Adamlar neye uğradıklarını şaşırmışlardı. Kısa za- 
manda ikisini yere sermiş, öbürünü kaçırtmıştın. Ay ışığı al- 
tında bakışmıştık. Gepegenç taze bir genç kızdım o zamanlar. 
Başını salladı: 
— Yıllar yılların üstüne binip aktı, Đrgiz Irmağı gibi, çağ- 
layarak aktı. Fakat sessiz bir çağlayışla... Ne hazin... Saçlarım- 
da ilk aklar belirmeden üstüme başka kadınlar aldın. Sı- 
kılmış paçavra gibi kenara fırlattın Burte'ni. Dayanmaya ça- 
lıştım. Đçim kan ağladı, bağrıma taş bastım. En çok üzüldü- 
ğüm günü biliyor musun? Kulan Hatunu aldığın gündü. Genç- 
ti, güzeldi. Büsbütün beni unutacağından korkup günlerce ağ- 


ladım. Haklıydım, gerçekten de unuttun beni. Bazen haftalar, 
bazen aylar geçti, çadırıma uğramadm, bir haberci olsun gön- 
derip hatırımı sordurmadın. Benim kötü günlerimi paylaşan 
Burte ne yapıyor? Diye meraklanmadın... 
Gözlerinden sicim sicim yaş aktı. Dizlerine damladı. Pör- 
sük elinin arkasıyla sildi yanaklarını. 
— Çok acı çektim Büyük Kaan. Ama basanların bu acı- 
ma merhem oluyordu. Gök Tanrıya hep senin için yalvarıyor- 
dum. 
Cengiz Han karısının ellerini avuçlarına aldı: 
— Burte, dedi. Seni hiç unutmadım. KuMfei Hatun kı/:ır 
diye yanma gelmeye çekindim. Yoksa benim dert orl 
sensin. Aklımdan nasıl silebilirdim? Bütün kadınlarım bil 
na, sen bir yana Burte, Gök Tanrı hepsinin belâsını versin. 
Birden şiddetli gürültüler duydu : 
— Kaan nerede? Kaan nerede?.. Bağrışmaları kul 
geldi. Kılıç şakırtıları arasında Kurt Cebe'nin sesini tamdı. Şim- 
şek gibi yerinden fırladı. Bir sıçrayışta atına ıtkdl. 
— 161 - 
F: 11 
— Lu... Lu... Lu!... 
Diye bir nara attı. Seslendiler: 
— Büyük Kaan!... 
— Geldim. 
— Basıldık!.. 
— Albız götüresi, basıldık ha! Toplanın. 
Borular öttü. Kılıçlar sakırdadı... Oklar vızladı... 
— Vurun!... 
— Daire şeklinde toplanın.. 
— Yıkın namertleri... 
— Savulun! 
Gür, erkek bir ses, bütün sesleri bastırdı: 
— Vurun Türkmen aslanları! 
Sarı Lagod'un narası bunu takip ederek çınladı: 
— Vur Temür Melik!. 


— Vur kartalım!.. 
Moğollar o zaman baskıncıları tanıdı. Cengiz Han dişlerk 
ni sıktı. 
— Harzemliler, diye mırıldandı. Adamlarına emretti: 
— Çevirin etraflarını. Hepsini kılıçtan geçirin. 
Kurt Cebe, Temür Melik'in payına düşmüştü. Đkisi de kı- 
yasıya bir dövüşün içinde idiler. Ustalıkla kılıç kullanıyor, bir-. 
birlerini avlamaya çalışıyorlardı. 
Kurt Cebe ilk defa böyle kuvvetli bir düşmanla karşılaştığı 
m kendi kendine itiraf ederken Temür Melik de ayni şeyi düşü-. 
nüyordu. 
Cebe bildiği kadarıyla Harzem dilini konuşmaya çalıştı, 
— Kimsin?.. 
— Bana Temür Melik derler... 
— Şu meşhur Türkmen!... 
— Đyi bildin. 
— Bana da Kurt Cebe derler. 
— Duydum ki yiğitmişsin.. 
— Namımız öyle çıktı. 
_ 162 - 
- Yiğitliğin masum çocuklarla, zavallı ihtiyarlan kılıçla- 
mak imiş!... 
Kurt Cebe bir kahkaha attı: 
— O işi hiç yaptığımı hatırlamıyorum ama, bu gidişle ya- 
pacağım galiba... 
— Yakışır sana!. 
— Açık verdin delikanlı al! 
Temür Melik atını süratle yana sürüp kurtuldu. Mukabil 
taarruza geçti. 
— Beceremedin Cebe Noyan, sen de bunu kabul et! 
Ama o da aldırmadı. 
— Bırrr, dedi. Oldukça kurnaz. 
Yarım saat kadar çarpıştılar. Đkisi de yorgun düşmüş fa- 
kat netice alınamamıştı. Şaşkındılar. Böyle zorlu düşmanla 
karşılaştıklarını hatırlamıyorlar, birbirlerini takdir ediyorlardı. 
Temür Melik bunu söylemekten çekinmedi. 


— Đyi kılıç kullanıyorsun Cebe Noyan. 
— Sen de iyisin Temür Melik. 
— Düşünürüm, senin gibi biri bu çakal sürülerinin ara- 
sına nereden düştü?.. 
Kurt Cebe cevap yerine şiddetle kılıcım indirdi. 
— Şunu al da yine düşün! 
Fakat kılıç takatsiz inmişti .Temür Melik kolayca savdı. 
Hiç bir şey olmamış gibi konuşmasını sürdürdü : 
— Gerçekten hayretteyim. Moğolların içinde senin gibi- 
leri de çıkıyor demek?.. 
— Moğol ordusu silme benim gibüerle doludur delikanlı 
— Bunu, cesetlerinizi saymaya başlayınca anlarsın. 
— Sağ kurtulacağını mı sanırsın?. 
Temür Melik bir fırsatını bulup etrafına bakındı. Ark;ı>' 
lan yapacaklarını yapmış, üçer beşer ormana doğru çekilmeye 
başlamışlardı. 
— Allah'ın izniyle Kurt Cebe, ben yapacağımı yaptım, 
yakında yine karşılaşacağız. 
- 163 - 
Süratle atının gemini çekti. 
— Hey!, nereye?... 
— Allahaısmarladık Cebe Noyan, yakında görüşeceğiz... 
Cebe atım Temür'ün peşinden sürdü. Bir müddet gitti. 
Nihayet peşinde kimsenin olmadığım farketti. Durdu: 
— Lanet sizin gibi askere, diye ardına doğru bağırdı. Ger- 
çekten marifetimiz, çocukları ve müdafaasız ihtiyarları öldür- 
mek midir? Niçin takip etmeyiz?.. 
Kimse cevap vermedi. Geri döndü. Sualini Cengiz Han'a 
haykırdı: 
— Niçin takip etmiyoruz?.. 
Cengiz hırsından titriyordu. 
— Heyecanlanma, dedi. Bunlar az bir kuvvet, herhalde 
Harzem ordusunun öncüleri. Şimdi asıl kuvvet üstümüze gele- 
cek. Bu küçük kuvveti takip edip onların ağına mı düşelim? 
Cebe Noyan'ın aklı o zaman başına geldi. Takdirle Kaana 
baktı. 


— Dosdoğru lâf edersin, dedi .Gerçekten bunlar öncü ol- 
malı. Harzem Şahı iyi düşündü, bizi peşlerinden sürükleyip tu- 
zağa düşürmeyi kurdu. 
— Evet iyi! Ama bu oyuna gelecek kim? 
— Ne düşünürsün büyük Kaan?. 
Cengiz Han başını kaldırdı. Etrafına birikmiş kumandan- 
lara baktı. Sakalını çekiştirdi. Çekik gözlerini göğe çevirdi: 
— Bu gece uğurlu bir gece, dedi. Yirmi yıl önce uğurlu 
olduğu gibi yine de uğurlu. Orduyu nizama sokun. Harzem ordu- 
sunun saldıracağını sanırım. Bizi iyi kıstırdı. Bu fırsatı değerlen- 
direcektir. Hepinizden sebat ve cesaret beklerim. Doğrusu Har- 
zem Şahı Muhammed'in bu kadar çabuk hareket edebileceğini 
sanmıyordum. Yavaş davranmak aleyhimize oldu. Hayatımda 
ilk defa bir savaş hatası işledim. Bu da... 
Sonumuz olabilir, diyecekti ama, kumandanlarının cesareti 
kırılmasın diye vaz geçti. Onun yerine şunları söyledi: 
- 164 _ 
— Bu da cesaretiniz ve kahramanlığınız sayesinde bertaraf 
edilecektir. Pek durun, yağma bizi bekliyor.. 
— Lu!.. Lu!.. Lu!... 
Bu sesler çekilmekte olan Temür Melik ve arkadaşlarının 
kulaklarına kadar ulaştı. 
— Çakal ulumalarını duyuyor musun Lagod? 
Sarı Lagod mahmuzlarını bir kere daha şakırdatarak vurdu. 
— Duymaz olur muyum dedi. Ama anlamadığım bir nok- 
ta var. Niçin peşimizden gelmediler?.. 
— Korktuklarından diye cevap verdi Temür Melik. Bizi 
öncü kuvvet sanmışlardır. Harzem ordusunun orman içinde pu- 
su kurduğu zehabına kapılmışlardır. Keşke böyle olsa... 
Sesinde teessüf ve kırıklık vardı : 
— Keşke, diye devam etti. Cengiz zannettiğimiz kadar ce- 
sur değildir. Büyüttük, efsaneleştirdik. O kadar bahsettik ki, 
halkı korkuttuk. Görmedikleri düşmandan kaçacak duruma 
geldiler. Harzem Şahı da aynı korkuya kapıldı. Bizimle birlikte 
gelip baskına iştirak etse ne iyi olacaktı .Şuracıkta Moğol ordu- 
sunu imha edebilecektik. 


Sarı Lagod sordu : 
—Gerçekten bizim Sultan korkuyor mu dersin? 
Temür Melik herşeye rağmen Harzem Şahı'na korkak di- 
yemiyordu. 
— Korkmaz o, sadece Kıpçak Hanlarına uydu. Hâlâ b 
sinden niçin çekindiğini anlamış değilim. O bir kadın, sen kml 
retli bir Sultansın. Çekinecek ne var? Bir türlü anlamanı \m ı 
oldu olacak. Bari şehirlerini müdafaa etse, sanmıyorum. Kıp 
çaklara uyup çekilecektir. Đran dağlarına belki. Oradan da Hin- 
distan'a geçmeyi hayalliyordur ihtimal. Ama Cengiz Han'ın 
oğlu Cuci o yolu çoktan tıkamıştır. 
— Nereden biliyorsun?. 
— Bunu bilmek için birkaç yıl askcı Đdari ı .....Imak 
yeter. Cengiz aptal değildir. Yok, o belki aklUl d |ildil 
_ 165 _ 
yanında gerçekten değerli kumandanlar vardır. Kurt Cebe'yi 
tanıyor musun?. 
— Namını duyardım. 
— Ben yakından tanıdım, hem de çok yakından. Đyi bir 
silâhşor, akıllı bir düşman. Bir daha karşı karşıya gelmeyi ne 
kadar isterdim. 
Temür Melik'in Cebe ile vuruştuğunu Lagod anlamıştı. 
— Yenişemediniz mi? Diye sordu. 
— Yenişemedik. Zaman yoktu ki, kuvvet muvazenesi de 
yoktu. Baskını verdikten sonra kararlaştırmış olduğumuz gibi 
muntazam müfrezeler halinde ormana çekilmek zorunda idik. 
Sizin çekilmeye başladığınızı gördüm. Kavga yarım kaldı. Bir 
daha nerede karşılaşırız Allah bilir.. 
— Bu muharebe çok sürer mi dersin?.. 
— Çok sürer mi? Ne bileyim. Ama ihtimal vermiyorum. 
Cengiz Han bizden azlıktır. Şiddetli vuracak ki kuvvetleri yıp- 
ranmadan neticeye ulaşsın. 
— Bizim yenileceğimizi mi söylemek istiyoısun?.. 
Temür Melik bir an sustu. Atının yelesine bir şaplak in- 
dirdi. 
— Deeeh! Diye bağırdı. Sonra cevap verdi: 


— Cesur ve akıllı kumandanlardan mahrum asker ne ka- 
dar kalabalık olursa olsun, çapulcu sürüsünden farksızdır. 
— Celaleddin var ya... 
—? Babasının aksine hareket edemez. Etmek istese bile ya- 
pamaz bunu. 
— Niçin?.. 
— Sultan emrine karşı çıkanın cezası tektir. Đsterse bu 
Sultanın öz oğlu olsun. 
— Đdam! 
— En azından zindan. Beni aylarca çürütmedi mi?... 
— Celaleddin ölümden mi korkacak?. 
— Hayır, ölümden korkmaz. Ama babasını Kıpçak Han- 
_ 166 _ 
barının eline bırakırsa daha feci akıbetler doğuracağını bilir. 
Yanında kalıp ikaz vazifesini yapmalı hiç olmazsa. 
Sarı Lagod cevap vermedi... 
Ay, ağaçların yapraklan arasından süzülerek yolu aydın- 
latıyordu. Uzaktan bahar böceklerinin mırıltılan aksediyor, ba- 
zan bir kurt bazan bir çakal uluması geliyordu. 
Yollar ıssız ve sessizdi... 
BU DÜŞMANDAN KAÇMAKTIR... 
Harzem Şahı Alaüddin Muhammed, sarayının arz odasında 
bir aşağı bir yukarı dolaşıyordu. Yanında kimse yoktu. Halinden, 
tavrından birilerini beklediği anlaşılıyordu. 
Sabah olmak üzere idi. Ay henüz batmış, fecir ağarmaya 
yüz tutmuştu. Semerkant uyumuyordu. Ne zamandır geceleri 
de uyanıktı. Baskın endişesi gözlerde uyku bırakmamıştı. Harıl 
harıl çalışıyor, surlar kuvvetlendiriliyordu. 
Pencereye gitti. Atlas perdeyi aralayıp dışarıya baktı. Koca 
bir bahçe gözünün önünde uzanıyordu. Daha yeni ikmal edilen 
büyük caminin hayal meyal farkedilen minareleri semaya doğru 
kollarını açmış bir meleği andırıyordu. 
Birden kapı açıldı. Harzem Şahı yavaş yavaş döndü. Ka- 
pının önünde bekleyen sekiz nöbetçiden biri idi giren. Ellerini 
göğsünde kavuşturdu : 


— Tonguç Han emrinizi bekler Sultanım. 
Sultan Muhammed sinek kovar gibi bir el harekeli yaptı. 
— Gelsin. 
Tonguç Han girdi. Selâm vererek Sultanın yanımı yürüdü, 
— Allah devletinizi uzun etsin Sultanım. 
— Ne kadar uzun olsa sonumuz ölüm değil muin I 
Han?.. 
—• Allah geçinden versin haşmetlüm. Biz 
— Kendinize başka bir Sultan bulur.unu Bu ı 
olmamış mıdır? Ozlak Şah iyi bir Sultan OĐUI ••mumı 
_ 1C7 
Tonguç Han'ın yüzünde endişeli çizgiler belirdi: 
— Biz Sultanımızdan razıyız, Allah da razı olsun. 
— Bırak beylik lâfları Tonguç Han, şu duruma bir çare 
bulmak gerek. Derler ki Cengiz Han çok yakınlarda Otrar üs- 
tüne yürürmüş. Önce orayı alıp Hayır Han'ı cezalandıracak- 
mış. Ondan sonra sıra Semerkant'a, Buhara'ya, Kurgan'a ve di- 
ğerlerine gelecek. 
— Allah korur. 
— Koruyalım diye Allah bizi bu ülkenin başına getirdi, 
kullarını emrimiz altına verdi. Peki biz ne yaptık?.. 
— Devleti büyüttük efendimiz. 
— Yetti mi?.. Büyüyen devletin dertleri de büyür. Köklü 
tedbirler alacağımıza kolay yollardan halktan vergi almayı yeğ 
saydık. Kendimizi beslemeyi düşünürken, halkın açlıktan kı- 
rılması vız geldi. Ülkemi bana güllük gülistanlık gösterdiler. 
Çekilen açlıkları, eziyetleri hep sakladılar. Bunu niçin yaptınız 
Tonguç Han?.. 
Tonguç susuyordu. Ne dese fayda etmeyeceğini biliyordu. 
Sultana bir şeyler olmuştu. Önüne bakmayı tercih etti. 
— Milletimiz aç gezerken ben yemekten patlıyordum, mil- 
letim ızdırap çekerken ben zevkten kıvranıyordum, milletim 
toprak bulamazken ben hanlarıma şehirler ihsan ediyorum... 
Şimdi o hanlar nerede? Niçin hepsi bir yana savuşur? 
— Buradayız Sultanım. 
Alaüddin Muhammed parmağını Tonguç'un göğsüne dikti. 


— Sen hurdasın, ya arkadaşların? Diğer beyler, kuman- 
danlar?... 
— Hepsi şehirlerin müdafaasına koştular. 
— Güldürme... Hepsi kalın surların ardına saklanıp can- 
larını kurtarmak için tedbire koştular. Doğrusu bu değilmi? 
Cevap vermedi, veremedi. Bakışlarını indirdi... 
— Niçin susarsın Tonguç Han?.. Doğru değil mi söyledik- 
lerim?.. 
_ 168 _ 
— Sultanım beylerinize neden kızarsınız? Hepsi iyi ku- 
mandanlardır. Şehirler müdafaa ister, askerin başına kuman- 
dan gerek. Göreceksiniz Cengiz'in askerlerine kan kusturacak- 
lardır. Şehre saldırmayacak bile.. 
— Dua edelim de öyle olsun. Yoksa bu adamlar kaleden 
dışarı adım bile atmazlar... 
Bir zaman sustular. Sonra Alaüddin Muhammed sordu : 
— Semerkant'da mı kalalım, yoksa Buhara'da mı? Ne der- 
sin? 
Tonguç zaten bu soruyu bekliyordu. Heyecanla konuşmaya 
girdi : 
— Semerkant'ın surları maşallah sağlam, Cengiz buradan 
yüzgeri etmek zorunda. Ordunuzu peşinize takıp buradan çık- 
malısınız. Bir miktar asker de Buhara'dan alırsınız. Buhara'da 
yüz bin kahraman var. Şehrin müdafaası için elli bin asker ye- 
terlidir. Gerisini peşinize takar Đran'a gidersiniz. Oradan taze 
kuvvetler toplayıp Cengiz Hanın karşısına çıkarsınız. Eminim 
Cengiz güneşe yakalanmış bir avuç kar gibi eriyecektir. 
— Đnşallah!. 
— Đnanınız Sultanım. Burada durmanızda tehlike vardır. 
Allah göstermesin mübarek bedeninize bir kaza erişirse başsız 
ordu ne yapar? Felâketin büyüğü kalmaktır. Mutlaka bu şehri 
terketmelisiniz. 4 
Alaüddin Muhammed bir müddet düşündü. Sakalından ;ık 
kıllar kopardı. 
— Demek gitmeliyim öyle mi?.. 
— Mutlaka gitmelisiniz. Biz kanımızın son damla.m ı 
dar şehri müdafaa edeceğiz. Yakında zafer haberimi/ Đçini 


rûra garkedecektir. Sadık Kıpçak kulların her fedakarlığı ya- 
parak, .. 
Sultan bir el hareketiyle sözünü kesti: 
— Hangi Kıpçak fedakârlığından ba nun I 
Han?.. Bilmez misin ki Otrar'a göndeı ni bin ;ıilı 
Kıpçak ihanet ederek düşman saflarına katildi 
- 169 - 
Kıpçak Hanı sapsarı oldu : 
— Şey, efendimiz, Siz... siz bunu biliyor muydunuz?.. 
Sultan Alaüddin hırsla ayağına vurdu : 
— Bre! sen bizi ahmak mı sanırsın?. 
Kapıyı gösterdi: 
— Defol!... 
Kıpçak Hanı titrenerek geri geri çıkarken Alaüddin Mu- 
Tıammed şöyle mırıldanıyordu: 
«— Şu adi ruhların aşağılıklarını gördükten sonra bile 
fazileti anlayamamışsan ey gafil! Seni bu gafletten kim uyandı- 
?rabilir?» 
Bir müddet daha pencere önünde kaldı. Sabah ezanı ve- 
rilmeye başlamıştı. Yanık bir ses perde perde semaya yükseli- 
yordu. Huşu içinde diz çöktü. 
Az sonra imam gelecek ve sabah namazını kıldıracaktı. 
Bir türlü karar veremiyordu. Gitmek veya kalmak arasında bo- 
calıyordu. Çıkıp gitse canını kurtaracaktı ama, ülkesiz bir Sul- 
tan olmaktan kurtulamayacaktı. Kıpçakların bir kısmının iha- 
netini aklı almıyordu. Seneler senesi ekmeğini yedikleri bir dev- 
lete nasıl ihanet edebilmişler, nasıl bir putperestin saflarına il- 
tihak edebilmişlerdi? Söylendiği gibi Cengiz Han'ın üstünde 
?sihirli bir tüy mü vardı ki, gören ondan yana oluyordu?.. 
Đmam içeri girince düşüncelerini böldü. 
— Selâmünaleyküın büyük Sultan... 
Sultan sıçradı : 
— Sen misin Kadızade? Vealeykümselâm. 
— Bcndenizim Sultanım, ömrünüze duacıyım. 
— Abdestim var, namazı kılalım... 


Sünneti kıldılar. Uzun uzun teşbih çektiler. Kadızade 
imam oldu, farzı kıldırdı. Dua ettiler. Muzaffer olmak için Al- 
laha yalvardılar. 
Dua bitti. Ayağa kalktılar. Sultan bir kere de derdini ima- 
ma açmak istedi: 
_ ĐÎO _ 
— Dinle, sen Allanın sevgili bir kulusun. Đyi dinle... Der- 
ler ki, ben şehri terkedip peşime takacağım askerle birlikte 
Bağdat'a gideyim. Oradan da bir miktar alayım ve Iran dağ- 
larına çekileyim. Taze kuvvet toplayıp tekrar döneyim. Cen- 
giz'in ordularını yıldırım gibi vurayım. Ne dersin7 
imam tereddüt etmeden cevap verdi: 
— Buna düşmandan kaçmak derler Sultanım. 
Sultan yerinden sıçradı: 
— Bu nasıl söz?... 
— Gerçeği söylerim. 
— Haklısın ama, çare de yok galiba?.. 
— Niçin Sultanım? Daha yüz yüze gelmediğiniz bir düş- 
manın önünden niçin kaçmak istersiniz? Hele çarpışın. Hak- 
tealâ ne gösterir? Belki Ceng'z Han kaçar. Belli olur mu? 
— Cengiz çok kuvvetli derler... 
— Yıllarca aralarında bulundum. Kuvvetlidir, cesurdur, 
.ama sizin kadar çokluk değildir. Cesaretle iş görür. Aynı cesa- 
reti gösterebildiğimiz takdirde mağlûbiyet için sebep kalmaz. 
Ben bu memleketin ekmeğini yemiş evet zindanda bile olsa ek- 
meğini yemiş bir kişi olarak hisseme düşeni yapmaya hazırım. 
Bu topraklar müslümanların kanıyla sulanmıştır. Sultanım, bu 
topraklar yeniden kan dökmeydfteğer. 
Đmamın sözlerini Sultan makul buluyordu. Ne var ki şehir- 
den çıkma fikri bir türlü kafasından silinmiyordu. 
— Düşüneyim, dedi. 
Đmam çıktı. Sultan yine yalnız kaldı. Uzun uzun düşündü. 
Sonunda tekrar Tonguç'u çağırttı. Yeniden görüştü. Ton 
Han şehri terketmesi için türlü diller döktü, ölümden hah 
Korkuttu. Çıkıp gitmeye razı etti. 
Semerkant'ı müdafaa etmek için toplanmış bini 
ölüme hazırlanırken, bunların başında bulunm Sul 


 tan Muharnmed peşine muhafızlarını da 
terk etti. Kumandan kaçınca asker n ddin 
_ 171 
hem babasını takip ediyor, hem iki gözü iki çeşme ağlıyordu. 
Son bir defa daha Semerkant'a baktı. Gözlerini buğulayan yaşı 
elinin tersiyle sildi, isyanla söylendi: 
— Ama niçin, niçin muharebeden kaçıyoruz? 
Dağlar taşlar konuşmuyordu ki, cevap versin. Babası ise 
and içmiş gibi susuyordu. 
OTRAR DÜŞTÜ... 
— Otrar düştü... 
— Otrar düştü... 
— Otrar Cengiz kuvvetlerinin eline geçti... 
— Đnalcık Hayır Han katledildi... 
Buhara sokaklarında bağrışmalar ayyuka çıkmıştı. Umumî 
telâş bir kat daha artmış, heyecan biraz daha yükselmişti. Her- 
kes birbirine meselenin mahiyetini soruyordu : 
— Nasıl olmuş nasıl?.. 
— Küçük atlı Tatarlar bir kere sur önünde görülmüş, bir* 
de şehir içinde... Herkesi katletmişler. Ellerine geçirdiklerini 
kazığa vurmuşlar. 
— Doğru mu söylüyorsun? Ne vahşet!.. 
— Vahşilerden vahşet beklenir, ama bir şey söyleyeyim mi 
sana dostum, biz buna lâyıkız. 
— Ne halse buraya da gelirler mi dersin?.. 
— Pek yakında... 
— Ya!.. 
— Ama kanımızın son damlasına kadar şehri müdafaa ede- 
ceğiz. 
— Kanımızın son damlasına kadar mı, niçin?.. 
— Niçini var mı? Memleketimizdir. 
— Harzem Şahı Muhammet'in memleketi değil midir?., 
— Onun da tabiî... 
— Niçin kaçtı öyleyse?.. 


— Düşmanı basacaktır belki de... 
— 172 _ 
— Üstelik elli bin askeri de peşinden sürükledi. Kaçmak 
için plânlar düşünür de, düşmanla vuruşmayı hiç düşünmez, ne 
hazin!... 
— Bizim görevimiz düşmanla vuruşmaktır. 
—• Doğru mahkûmuz, liyakatsiz kumandanların idare etti- 
ği asker ölüme mahkûmdur. 
— Herkes fikir yürütüyordu. Kimsenin kimseyi pek din- 
lediği yoktu. Herkes kendi fikirlerini umuma hâkim kılmaya 
çalışıyordu. 
Buhara beylerinin toplantısı uzun sürdü. Bir türlü karara 
varılamadı. Ertesi gün toplanılmak üzere dağıldılar. 
Ertesi gün cuma idi. Birlikte cuma namazını eda ettikten 
sonra imamın candan yaptığı duaya âmin dediler. Sonra da 
toplantı salonuna gittiler. 
Nişabur Han söze başladı: 
— Büyük Hanlar, ulu beyler. Biz Harzem Ülkesinin mesul- 
leri olarak burada toplandık. Dün kötü bir haber geldi. Otrar 
düşmüştür. Kahramanca müdafaa edildi ama, büyük kuvvetler 
önünde yine dayanamadı. Cengiz, koca şehri yaktı. Harabezara 
çevirdi. Yarm Buhara'ya da savaşla girerse aynı şeyi yapacak. 
Oysa bu şehir yaşamalıdır. Đlim merkezidir, âlim barınağıdır. 
Bunu yaşatmak zorundayız. Sultanımız burasını bize güvenerek 
terketti. Yeni ordular toplayarak Cengiz'i vurmaya gitti. Şim- 
di kendi fikrimi söylüyorum. CenŞiz'in şehri tahrip etmemesinin 
tek yolu vardır. O da .. 
Bir an sustu. Söyleyeceği müthiş sözü geciktirdi. Sanki 
dudaklarını yakmasından korkuyordu. Nihayet söyledi : 
— Şehri teslim etmeliyiz... 
— Ne!... 
Söz, bir kısım beylerin üstünde şok tesiri yaptı Ak nktllı 
bir pirîfânî genç bir delikanlı gibi yerinden sıçradı 
— Ne söylediklerinin farkında mısın? Yol 
lar gibi sen de ihanet içinde mi bulunursun?.. 
Kıpçak Hanı Nişabur meydan okur gibi h;ıktı : 
_ 173 _ 


— Söylediklerimin tamamen farkındayım ihtiyar, sen toy 
bir delikanlı kadar heyecanlısın. Kanın damarlannın içinde hâlâ 
sıcak dolaşır, onun için lüzumsuz şeyler söylersin. 
Đhtiyar kıpkırmızı olmuştu. Beylere döndü : 
— Bakın a beyler! Bu unvanı size kazandıran bir ülkeyi 
düşman eline teslim etmek isterler, siz ise susarsınız. 
— Asla!... 
— Başka çare var oh?.. 
Đhtiyar hiddetle bağırdı: 
— Var... 
— Neyse söyle... 
— Dövüşeceğiz, kanımızın son damlasına kadar... 
— Ne dediğinin ya farkında değilsin, ya da Cengiz Hanı 
tanımıyorsun.Karşı gelenleri affettiği görülmemiştir. Ben Cen- 
giz'i tanıdım. Ne kadar zalim olduğunu yakından gördüm. 
Memlekete ayak bastıktan sonra herşeyi, heryeri yağma ede- 
cektir. Eüerine geçeni öldürecekler, şehri baştan başa yıkacaklar- 
dır. Bunu mu istiyoruz? 
Yaşlı bey hiddetinden titriyordu : 
— Ne dersin? Diye gürledi. Niçin teslim olmaktan bahse- 
dersin? Vuruşmayı niçin aklına getirmezsin?. Buhara sağlam 
bir şehirdir. Kolay yıkılmayacak kaleleri vardır. Askerlerimizin 
maneviyatı yüksektir. Bütün bunlar dururken teslim olmak akla 
gelir mi? Bu ihanetin ta kendisi değil midir?.. 
— Başka çare yek... 
Đhtiyar daha beter bir hiddetle Nişabur Hanı yakasından 
tuttu : 
— Bre!.. Kahpeliğin varsa kendine sakla, bir milletin başına 
çorap örmene müsaade edemem. 
Nişabur Han silkindi: 
— Çek elini ihtiyar, kendini öldürtmek mi istiyorsun?.. 
— Keşke... şu sözlerini duyacağıma, keşke ölmüş olsay- 
dım. Ne acı! Yıllarca ekmeğini yediğin bir memlekete ihaneti 
düşünürsün.. 
- 174 - 
— Sadece gerçekleri kabul ederim. 


— Tek ok bile atmadan düşmana teslim olmak gerçek 
ha!... 
— Gerçek tabiî. Tek bir ok atmak eğer binlerce insanın 
hayatına mal olacaksa, neye yarar?.. 
Đhtiyar hepsinin yüzüne küçümser bakışlarla baktı: 
— Ölmesini bilmeyen yaşamaya lâyık değildir, dedi. 
Sert adımlarla toplantıyı terketti. 
Kıpçak Hanlarının çoğunluğu teslim taraftan idi. Buna mu- 
kabil Türkmenler, kanlarının son damlasına kadar vuruşmak 
istiyorlardı. Aralarında ihtilâf çıktı. Sonunda Türkmenler bir 
avuç kuvvetle iç kaleye kapandılar. Hiç değilse burasını müdafaa 
edecek, ölünceye kadar Cengiz'in eline geçmeyeceklerdi. 
Bu yolda Kur'ana el basarak yemin ettiler. 
_ 175- 
HOCENT KALESĐ KUMANDANI... 
Temür Melik sıkılıyordu. Felâketler öncesi insanın içini 
ürperten bir sıkıntı idi bu. Hiçbir yerde rahat edemiyordu. Cen- 
giz'e verdiği baskından sonra doğruca Hocent kalesine gelmiş, 
kumandanlığı eline almıştı. 
Askeri azdı. Ama buna aldırdığı yoktu. Hocent nehir kıyı- 
sında idi. Bir yandan akan coşkun nehir kıvrılarak kalenin 
•öbür yanına dolanıyordu. Cengiz'in büyük oğlu Cuci Han'ın 
yakınlarında olduğunu biliyordu. Her ihtimale karşı hazırlıklı 
idi. Hocent'in kara ile bitişik olan kısmınına okçular yerleştir- 
miş, mancınıklar koydurmuştu. 
Hava sisli idi. Akşam henüz olmuştu. Temür Melik kale 
burçlarının birinde akşam namazını kılmış Allah'a uzun uzun 
yalvardıktan sonra burçları dolaşmaya çıkmıştı. 
Nöbetçilerin şakalaşmalarını duyuyordu. Maneviyatları iyi 
idi. Sevinmesi lâzımdı. Ama içi sıkılıyordu yine. 
Otrar'ın düştüğünü ve Sultan Alaüddin Muhammed'in ma- 
îyetiyle birlikte kayıplara karıştığını duyduğu zaman yüreği bir- 
den kabarmış, asker içinde ağlamak istemediği için odasına 


kapanmıştı. Doya doya, kana kana ağlamıştı yalnız başına. Ha- 
yatında ağlamadığı şekilde ağlamıştı. Yün yatağını yumrukla- 
mış, hırsını bununla da alamayarak kıymetli bir Çin vazosunu 
duvara fırlatmıştı. 
Ne olurdu Sultan hücum etseydi? Ne olurdu canının derdi- 
ne düşmeseydi? Ne olurdu Kıpçak Hanlarının sözlerini dinleme- 
deydi?.. 
_ 176 - 
Sıkılıyordu. Bütün bunlar daha da bunaltıyordu Temür 
Melik'i... 
Bir nöbetçinin yanından geçerken hatırını sordu: 
— Nasılsın kardeşim?... 
Nöbetçi gözünü kırpıştırarak baktı. Kale kumandanını ta- 
nıdı. Toparlandı: 
— Duacınızım Beyim... 
— Milletinin duacısı ol. 
Yürüdü. Nöbetçi hayretle arkasından bakakaldı. Olanları 
anlatmak için arkadaşlarına seslendi. 
Temür Melik ufka baktı. Her taraf sessizdi. Ama düşmanın 
pek uzakta olmadığını hissediyordu. Hislerinde aldanmazdı. 
Acaba bir baskın verse miydi? Ama yerlerini bilmiyordu ki. 
Aklına geldi. Alelacele aşağı indi. Atının hazırlanmasını emret- 
ti. Sonra Sarı Lagod'u buldu. 
?— Haydi gidiyoruz... 
Sarı Lagod sormadı bile. Onun peşinden seve seve ölüme 
bile gitmeyi çoktan göze almıştı. Sorup da ne yapacaktı.'... 
Atlandılar. Sür'atle kaleden çıktılar. Ağaçlıksız sahrayı 
geçtiler. Ormanlık bölgeyi arkada bıraktılar. Ve Temür Melik 
aradığım buluverdi. 
—? Bak şuraya! 
San Lagod gösterilen istikamete dikkatle baktı. Bazı pırıl- 
tılar farkeder gibi oldu. Yanıp sönen bu ışıklar, acaba ne idi?.. 
Tek kelime ile cevap verdi: 
— Gördüm. 
— Cuci Hani 
— Kim?.. 
— Cengiz'in oğlu Cuci... Bu kadar yakınımızda ı 


Zavallı güzel Otrar. Düşman eline geçti şimdi. Y;ıkıp vık. 
mışlar, taş üstünde taş komamışlar. Đnalcık Hayır ll;m"ı < \-uy.w 
kimbilir kendi usulüyle nasıl cezalandırmıştır? Kazığa mı oturt 
tu, kulağına erimiş gümüş mü akıttı?. ttib;ıılı l>.-vlnı boyla 
— 177 — 
ı U 
öldürmek adetidir. Karşısına geçip kahkahalar atar. Daha adi- 
lerini ise kaplanlarına parçalatır. Korkunç!. 
— Çok... 
— Bir baskına ne dersin?.. 
San Lagod tereddüt etmedi... 
— Ben varım. 
— Ben de... 
Geri döndüler. Asker zaten hazırdı. Kısa bir emir verdi: 
— Bin kişi atlansın. 
Kaleyi süratle terkettiler. Gürültü yapmamaya çalışarak 
ormanı geçtiler. Nal sesleri duyulmasın diye atların ayaklarına, 
keçe bağlanmıştı. Hayaletler ordusu gibi sessizce ilerliyorlardı. 
Ordugâha nazır bir tepenin üstünde Temür Melik atlılarını 
durdurdu. Sıraya soktu. Yüzer kişilik bölüklere ayırdı, önce. 
Sarı Lagod beş koldan hücuma geçecekti. Kendisi ondan yanm 
saat sonra saldıracaktı. Ne kadar kırabüirlerse kârdı. Deneye- 
ceklerdi. 
San Lagod'un sırtını sıvazladı. 
— Göreyim seni, şimdiye kadar yaptıklanna bir yenisini 
daha ekle. Büyüklüğün sonu yoktur. 
Sarı Lagod'un gözlerinin içi gülüyordu. 
— Utandınyorsun beni Temür Melik. Sana rastladığım 
geceyi yaradana şükran. Şimdi hâlâ gelip geçenleri soymakla, 
meşgul olacaktım. 
Kucaklaştılar. 
— Hakkını helâl et... 
— Helâl hibe olsun, sen de helâl et! 
— Ananın ak sütü gibi... 
San Lagod başa geçti : 
— Yürüyün aslanlarını. Cuci'mn başına yıldırım gibi ine-_ 


Um... 
Ordugâha daldılar... 
Cuci Han çadınnda şarap içmekle meşguldü, Kumandan-.. 
- 178 - 
larını toplamıştı Bir yandan da konuşuyorlar, savaş stratejisini 
tesbite çalışıyorlardı. 
Sert gürültüler ve kılıç sesleriyle sıçradılar. Cuci Han göz- 
lerini kısarak beylerine baktı: 
— Ne oluyor?.. 
Bir asker içeri daldı. 
— Basıldık!... 
Cuci elindeki altın şarap tasını fırlattı. Hiddetle soludu: 
— Kim cüret eder buna?.. 
— Bilmiyoruz... 
Kumandanlara ateş saçan gözlerini çevirdi: 
— Askerin başına geçin, toparlayın, tek birini sağ korsanız 
karşıma çıkmayın... 
Kendi de atlandı. Karanlıkta vuruşanların içine daldı. 
— Toplan borusu çalınsın, bunlar çapulcu sürüsü değil, 
muntazam kuvvetler. 
Bir nara çınladı: 
— Savulun!... 
Cuci Han kısık bir kahkaha attı: 
— Türkmenler, dedi, Harzem'in uşakları! 
Sesinin yettiği kadar bağıdı: 
— Sağ komayın Moğol aslanları, vurun! 
Sarı Lagod'un sesi daha da yüksek çıktı: 
— Sarı belâlara nefes aldırmayın kardeşlerim, gebertin!.. 
Kılıç şakırtıları, at kişnemeleri iniltiler, küfürler birbirine 
karıştı. 
Zaman zaman : 
— Allah Allah, nidası yankılandı. 
Zaman zaman: 
— Lu!... Lu!... Lu!... ulumalan çınladı. 
Temür Melik durumu tepeden gözlüyordu. Fakai kin&bktl 
görebüdiği bir şey yoktu. Ama arkadaşlarının sı ı Đnden 


işlerin yolunda gittiğini anlıyordu. 
Kararlaştırılan zaman gelince adamlarına Hurini verdi 
- 17!» 
— Yallah hücuuum!... 
Tepeden indiler. Harp naraları atarak, «Allah Allah» diye 
bağırarak «Allahüekber Allahüekber!...» diye tekbirler getire- 
rek dövüşe katıldılar. Cuci Han'ın kuvvetleri şaşırdı, bocaladı. 
Düşmanı çok kalabalık zannetmişlerdi. Karanlıkta sayılarını 
tesbit etmek mümkün olmuyordu. Cuci Han avazı çıktığı kadar 
bağırdı: 
— Geri çekilin, geri çekilin!... 
Vuruşa vuruşa çekilmeye başladılar. Temür Melik peşle- 
rini bir süre bırakmadı. 
— Yürüyün, zafer bizimdir... 
Esir almadılar. Alıp nereye götüreceklerdi? Bir de onların 
karnını doyurmak gerekti. Oysa kalede fazla yiyecek yoktu. El- 
lerine geçen pirinç çuvallarını atlarının terkisine bağladılar. Mo- 
ğol çadırlarını ateşe verdiler. Sabaha karşı kaleye döndüler.. 
_ 180 - 
CUCĐ HAN KIZIYOR... 
Cuci Hanın elinde on bin atlı vardı. Oysa Temür Melik 
bin kişi ile saldırmıştı. Bunu hiçbir zaman öğrenemedi. Düş- 
manı çok kalabalık sandı. Hemen kurultayı topladı. Öfkeden 
bıyıkları titriyor, gözleri fıldır fıldır dönüyordu. 
— Ne biçim iş? Diye kükredi. Düşman içimize kadar gi- 
riyor da ondan sonra haberimiz oluyor. Beşyüz maktul, bir 
o kadar da yaralı verdik. Harzemlilerin cesaretsiz olduğunu 
sanmakla hazâ gaflet ettik. Nasıl kumandanlarsınız? Nöbetçi- 
leriniz neredeydi? Niçin zamanında işin farkında olamadılar?.. 
Hiçbir cevap alamadı. Herkes Cuci Han'ın öfkesinden 
korktuğu için susuyordu. O hırsla devam etti: 
— Yiyeceğimizin çoğunu fötürdüler. Aç kalmaya mah- 
kûm olduk. Bulun geceki nöbetçileri ve hepsinin boynunu 
vurun... 


Kumandanlardan birine döndü : 
— Ugedey Noyan, derhal adamlarından seçeceğin bil 
yeti babama gönder. Onbin asker çıkarsın. Süratle 
Yiyecek bulmak için civar köylere saldıracağımızı bildil Eli* 
mize ne geçerse kârdır. Durma, hemen dediklerimi yerim 
Ugedey Noyan yerinden fırladı. Söylenen Ki ı 
askerin içine doğru yürüdü. 
Cuci Han öfkesini alamamıştı. Ban 
du: 
_ ĐHI 
— Uyuyorsunuz, hepiniz uyuyorsunuz, Size güvenmek- 
le aptallık ettiğimi anlıyorum. 
Çadırın kapısını gösterdi: 
— Çıkın dışarı! 
* * * 
Cengiz Han, oğlunun başarısızlığını duyunca küplere bin- 
di: 
— Hay beceriksiz salak oğlan! Diye böğürdü. Sonra bir 
müddet gezinerek düşündü. Burka'yı çağırdı. Çok uzun boylu, 
kalın yapılı bir Tatardı Burka. Dizini yere vurup Kaanı se- 
lâmladı. 
— Geldim Büyük Kaan. 
— Oğlum Cuci Han bozguna uğramış Burka. Bir avuç 
Türkmenin koruduğu Hocent'i alamamış. Benden imdat is- 
ter. Yanına on bin atlı al ve yardıma git. Peşinden hiç ayrılma. 
Adeta gölgesiymişsin gibi her yerde oğlumu takip et. Bu ka- 
çıncı aptallığı çok oldu gayrı, dünyada fazladır. Hocent alın- 
dıktan sonra bildiğin gibi yaparsın. 
Adamın dudaklarında sinsi bir tebessüm dolaştı: , 
— Anladım Büyük Kaan... 
— On bin asker al ve hemen yola çık... 
Adam kalktı. Asker içine girdi. Đstediklerini ayırdı. Ha- 


reketlerini seyreden Kaanı elini kaldırarak selâmladı. «Đleri» 
emrini verdi. 
Cengiz, Burka'nın ardından bir zaman baktı. Onu bazı 
kumandanlarını ortadan kaldırmak için kullanırdı. Kaana öle- 
siye sadıktı. 
Temür Melik Cuci Han'ın babasından yardım istediğini 
öğrenmekte gecikmemişti. Hemen kararını verdi. Bu sefer ya- 
nına iki bin atlı aldı. Hocent'e gelen tek yolun üstünde pusu 
kurdu. 
_ 182 
Günlerce bekledi. Ama beklediği bir türlü gelmiyordu. 
Askerde sabırsızlık alâmetleri belirmeye başlamıştı. Sabrın pat- 
lama noktasına geldiği bir gün, beklenen haberi getirdiler. 
— Geliyorlar!.. 
Haber Temür Melik'i çok sevindirdi. Bu kadar bekledik- 
ten sonra eli boş dönmek askerin moralini bozardı. Yerinden 
fırladı. Gülerek San Lagod'a baktı: 
— Geliyorlarmış, dedi. 
Sarı Lagod kılıcını okşadı: 
— Hele gelsinler... 
Kuvvetlerini geçidin iki yanındaki ormanlık bölgeye giz- 
ledi. Bir kola yine Sarı Lagod'u kumandan yaptı. Diğer kolu 
kendisi idare edecekti. 
Fazla beklemelerine lüzum kalmadan düşman göründü. 
Fakat Burka kurnaz davranmış, beşyüz kişilik bir öncü kuvvet 
çıkarmıştı. 
Temür Melik'in keyfi kaçtı. Taarruz etmezse görülebilir- 
di. Bir an tereddüt ettikten sonra kararını verdi: 
— Haydaaa!.. — 
Düşmanın üstüne atıldılar. Aynı anda Sarı Lagod da adam- 
larını harekete geçirdi: 
— Davranın yallah!... 
Düşman neye uğradığını şaşırdı. Toparlanmasına vakit 
kalmadan Türkmen kılıçlan altında can verdi. 


Kati netice alındıktan biraz sonra Moğol kuvvetinin Đm 
yük kısmı da göründü. Ama bunlar olup bitenlerden habttdtl 
olmuş, tedbirlerini almışlardı. Harp nizamı ile yürüyorlardı. 
Burka burnundan soluyor, en önde at sürüyordu TmbüI Me- 
lik: 
— Geri çekilin diye emretti. Baskın suya dUfülUftü «er- 
ci ama, düşman öncü kolu tamamen imha edilmişti Allan da 
yedeğe alarak süratle çekildiler. Moftollaım hayvanları yor- 
- 183 
gun olduğu için Türkmenlere yetişemezlerdi. Rahatlıkla ka- 
leye girdiler. Moğol kumandanı Burka yumruklarını sıkarak 
kaleye doğru salladı: 
— Hepinizi kılıçtan geçireceğim! diye bağırdı. Asık bir 
yüzle Cuci Han'ın huzuruna çıktı. 
* * * 
Buhara halkı o sabah yine erkenden sokağa dökülmüştü. 
Şehirde ne zamandır derin bir sükûnet hüküm sürüyordu. Cen- 
giz ve ordularının pek yakınlarda olduğunu biliyorlardı. Hat- 
ta bazı düşman birlikleri Buhara civarında görülmeye başla- 
mıştı. 
Artık pazarlar kurulmuyor, sergiler açılmıyordu. Halk, 
alış - veriş yapmaz olmuştu. Birkaç kuruşu olan kötü günler 
için saklıyordu. Şehri korumaya azimli kişiler askeri iaşe etmek 
için avuç açarak dileniyorlardı da bu birikmiş paralardan bir 
kuruş bile alamıyordu. Zenginler mal derdinde, fakirler can 
derdinde idi. Gerçi memleket derdinde olanlar da vardı. Bun- 
lar halk arasına çıkıyor, müdafaa için yardım istiyorlardı. 
Deli Derviş yamalı cübbesini savura savura sağa - sola 
sekiyor, çıplak ayaklarının parçalanmasına aldırmadan yardım 
toplamak için çırpınıyordu. 
Buhara zenginlerinden Hacı Zeyyad'a yaklaştı: 
— Efendi Hazretleri, dedi. Şehrin müdafaası için askerin 
erzağı yok. Ya biraz yiyecek veya birkaç kuruş verseniz. 
Zeyyad şöyle bir baktı. Burnunun ucuna konan bir sineği 


kovar gibi elini salladı: 
— Allah versin, dedi. 
Derviş gitmedi. 
— Bana Deli Derviş derler. Otrar'da yıllarca zindanda 
kaldım. Bu devletin nimetinden çok eziyetini tattım. Ama müs- 
lümanlar kurtuluş bekler. Otrar'ın yanışını, Đnalcık Hayır 
Han'ın öldürülüşünü dehşetle gördüm. Müslümanların kılıçtan 
geçirilmesine şahit oldum. AHaha andolsun ki, o zaman ölüm- 
_ 184 - 
den başka şey düşünmedim. Kendimi Moğolların önüne attım. 
Elime geçenin boğazını sıktım. Tartakladılar, yaraladılar, öl- 
dü diye şehir dışına attılar. Ama ölme mistim. Lanet olsun ba- 
na, ölümü bile beceremedim. Buhara'ya geldim. Bu şehrin Ot- 
rar gibi düşman eline geçmesine gönlüm elvermez, ölmeyi yeğ 
sayarım. Gel yardım et bize, kendini ateşe attığının farkında 
değilsin. Moğolların zulmünü bilmiyorsun. Bir gelirlerse ne 
malın kalır, ne namusun!... 
Zeyyad homurdandı: 
— Git başımdan be... 
— Ölüme gidiyorsun, farkında değilsin, tahmin edeme- 
diğin felâketleri elinle hazırlıyorsun, gaflettesin... 
— Defolacak mısın?.. 
— Niye? Para istedim diye mi kızdın? Verme istersen.. 
Yine de gel, bize katıl. Đç kalede binlerce dindaşın var. Şeh- 
rini onlarla birlikte müdafaa et... 
— Ben asker değüim, tüccarım. 
— Öyleyse mesleğinle mütenasip olsun, para yardımı, yi- 
yecek yardımı yap. • 
— Git be adam. 
Derviş ellerini semaya açtı: 
— Rabbım rahatları için yurdunu ezdirmeyi göze alan bu 
kulların, her ne kadar bir yurt sahibi olmaya lâyık değillerse 
de, içlerinde bu şuura ermişlerin yüzü suyu hürmetine mem- 
leketi düşmandan koru... 
Parmağını Zeyyad'a dikti: 
— Bunlar ne yaptıklarını bilmiyorlar ya Rab! 
Hacı Zeyyad adamakıllı köpürdü. Herşeyi kflbullenebiliı 


di ama, kendisine gafil denmesine tahammül edemezdi I Đni 
detle fırladı: 
— Çiğnerim billâh, diye bağırdı. Defol yol inerimi 
Derviş alçak sesle mukabele etti : 
— Yakında kendin çiğneneceksin ey flfUl 
Uzaklaştı. 
- ĐIS - 
Sokaklar dolmuştu. El açmaya devam ediyordu. Akşama 
kadar topladığı paralar bir avuç bile olmamıştı. Buğday ise sır- 
tındaki küçük torbanın yarısına ulaşamamıştı. Melül melül 
iç kaleye döndü. Kumandanın huzuruna çıktı: 
— Cesaretini yitirme, dedi. Bunlar bir sürü gafil, bir sürü 
ne yaptığını bilmez... 
Kumandan başını salladı, acı ile yüzünü buruşturdu. 
Yarım saat sonra gelen bir haberci Moğolların ordugâh 
kurmakla meşgul bulundukları haberini getirdi. Şehirde tam 
bir panik başladı. Halkın bir kısmı dövüşmek, bir kısmı tes- 
lim olmak istiyordu. Teslim olmak isteyenler Harzem Şahının 
adil olmayan idaresini ileri sürüyor, Cengiz'in ondan daha beter 
olmadığını iddia ediyorlardı. Diğerleri ise, idarede kusur bile 
etse bir müslümanla bir putperestin arasında büyük fark bu- 
lunduğunu, Moğolların zulmünün afâkı tuttuğunu söylüyor- 
lardı. 
Đç kaledeki kahramanlar halk arasından beşbin kadar as- 
ker toplayabildiler. Bazıları kaçmak için hazırladığı, fakat Cen- 
giz'in çabuk yetişmesiyle bir işe yaramayan atlarını kahraman- 
lara lütfen verdiler. Beşbin atlı gece yansından biraz sonra ka- 
leden çıktı, Moğol ordugâhına atıldılar. 
Moğollar kalabalıklardı gerçi ama, üstlerine saldıran düş- 
manın sayısını bilmiyorlardı. Üstelik yorgundular. Bütün bun- 
lara rağmen dövüşmeleri gerekti. Ancak böyle yapmadılar. 
Küçük atlarına atladıkları gibi ordugâhı terkettiler. 
Buhara kumandanı Đnanç Han düşmanı takip etmeyi yer- 
siz saydı. Askerin er/ağı ;ı/ olduğu için çadırlara bırakılan 
gıda maddelerini elegeçirme sevdasına kapıldı. Askerlerine bu 
yolda emirler verdi. 


Sabaha kadar yiyecekleri topladılar, atlara yüklediler. Ken- 
dileri yaya olarak, ancak güneş doğarken Buhara yoluna düş- 
tüler... 
— 186 _ 
Uzaktan önce bir toz bulutu belirdi:, Yaklaştıkça büyüdü, 
yayıldı. Đnanç Han şaşırdı. Düşman geri mi dönmüştü? Yoksa 
bir dost mu idi gelen? 
Merak uzun sürmedi. Az sonra küçük atlılar gözükmüştü. 
Buhara kahramanları yaya idi. Buna rağmen arslanlar gibi vu- 
Tuştular... 
Fakat Moğolların ardı arkası kesilmiyordu. Lu... Lu... 
Lu!... diye naralar atarak durmadan hücum tazeliyorlardı. 
Kanlı bir savaş oldu. Meydan insan ve hayvan leşleriyle 
doldu. Buhara müdafilerinden pek azı Buhara'ya ulaşabildi. 
Kale kapılarını sıkı sıkıya kapadılar... 
IK7 
BUHARA YANIYOR... 
Đnanç Hanın beş bin askerinin çoğunun kılıçtan geçmesi 
ve pek azının Buhara'ya dönebilmesi şehir halkını adamakıllı 
ürküttü. Halkın ileri gelenleri toplanarak bir kurultay kurdu- 
lar. Đnanç Han'ın askeri hatasının üstünde durmayarak düşma- 
nın kuvvetinden bahsettiler. Onlara göre Cengiz'in ordusu tepe- 
lerdeki kum taneleri kadar, yerdeki karıncalar kadar çokluk- 
tu. Kesmekle bitmeyeceğinden yenilmesi mümkün değildi. Beş- 
bin Buhara fedaisinin büyük kısmım bir anda kılıçtan geçiren 
düşmanın önünde durulabilir mi idi?.. 
Buna karşılık vatanperverler ne olursa olsun «müdafaasız 
teslim olmama taraftarı idiler. Cengiz'in askerlerini Buhara'yı 
yıkarken görmektense Ölmeyi tercih ettiklerini söylüyorlar- 
dı... 
Dinletemediler. Teslim olmak isteyenler ağır bastı. Onlar 
hediye yüklü bir kervan donatarak süslü elbiseler giydiler... Can- 
larını bağışlaması şartıyla şehri teslim etmeye razı olduklarını 
Cengiz'e bildirmek için şehirden ayrıldılar. 


Öbürleri ise şehri kanlarının son damlasına kadar müdafaa 
etmek için iç kalede bir avuç serdengeçtiye iltihak ettiler. 
Toprak buram buram bahar kokuyordu. Yeni açmaya baş- 
l.tviin çiçekler yol boyu yabanî otlara karışmıştı. Cengiz Hanın 
ulırı güneş altında parlıyordu. 
0 yılı felâketlerle başlamış, felâketlerle devam ediyordu, 
_ 188 - 
«Müslümanların canı» denen, dünyanın bu en ileri, en mamur 
şehri Buhara'nm on iki kapısı düşman atlılarına açılmak üzere 
hazırlanıyordu. 
Güneş müslümanlarm bu haline ağlar gibi bakıyordu san- 
ki. Nereden nereye gelmiş, ne hallere düşmüşlerdi. 
Birlikte hareket ettikleri zamanlar ne kuvvetli, ne yenil- 
mezdiler. Sonra parça parça olmuşlardı. Onlar parçalandıkça 
düşman birleşmiş, Cengiz Han'ın kuvveti giderek artmıştı. 
Birlik zafiyetten de gelse muvaffak olacaktı. Ayrılık kuv- 
vetten de doğsa hezimete mahkûmdu. Bu değişmez bir kaide ola- 
rak tarih sayfalan arasına kazınmıştı. 
Buhara heyeti Cengiz Han'ın çadırına ulaştığı zaman iç- 
lerinde pişmanlık hissi duyanlar az değildi. Ama bir kere bu yola 
girmiş bulunuyorlardı. Koparabilecekleri kadar taviz koparmak 
için çalışmak en iyi yoldu. 
Danişmend Hacip heyeti çadırın kapısında karşılayarak 
Cengiz'in huzuruna götürdü. Ciddî bir tavırla Kaanm önünde 
dizini yere koydu. 
*- Büyük Kaan, dedi. Buhara halkı temsilcileri ayağına 
yüz sürmek üzere huzurundalar. 
Yüzü çok ender gülen Cengiz Han'ın dudakları sadistçe bir 
•tebessümle kıvrıldı: 
— Baskın üçyüz kahramanımı götürdü, dedi. 
Ses tonu buz gibiydi. Heyet mensupları titrediklerini 
settiler. Ümitsizce bakıştılar. En yaşlıları söz söyleme 11 
tini gösterdi: 
— Büyük Kaan, dedi. Biz Buhara halkı teouilcild 
Şehrimizin kalesi çok yüksek ve duvarları da sağlamdll 
içerde canını vermeye hazır kahramanlar vardır. 


Cengiz Han insanın kemiklerini donduran bil rdu 
— Onun için mi teslim olmak istersiniz'' 
Heyet başkanı duymamazlıktan geldi. D clil 
— Erzağımız da boldur. Ne kad. Đli blı urdu uluı 
sanız olunuz şehri alabilmeniz için yularca mu I Imcni/ 
I8!l 
gerekecektir. Fakat biz beyhude yere kan aksın istemiyoruz. 
Şehri bazı şartlarla teslim etmeye geldik Çoluğu - çocuğu dü- 
şünmek zorundayız. 
Cengiz Han homurdandı: 
— Şartlan söyle ihtiyar. 
— Şehir halkına ilişmeyeceksiniz ve dinimizde bizi serbest 
bırakacaksınız... 
Cengiz Han tek tek elçilere baktı. Elini yana uzatıp Çinli 
kölenin uzattığı şarap kupasını aldı. Bir dikişte yuvarladı. Son- 
ra elçilere çok tuhaf gelen bir sual sordu : 
— Şarap içer misiniz?.. 
Hepsi aynı anda tiksintiyle cevap verdiler: 
— Hayır... 
Yüzünü buruşturdu : 
— Öyleyse sizin dininizle bizim dinimizin bağdaşması müm- 
kün değildir. Teslim olmak istiyorsunuz. Kabul ederim. Ancak 
mağlûpların şartı - şurtu olmaz. Ya yenilgiyi peşin kabullenir, 
kapılan açarsınız, veya dövüşü göze alır meydana çıkarsınız. 
Heyet başkanı inler gibi mırıldandı: 
— Kale duvarlarımız çok sağlamdır. 
Cengiz Han hiddetle doğruldu. Ayağını hırsla yere vurdu : 
— Bir kalenin sağlamlığı müdafilerinin cesaretiyle ölçülür. 
Görüyorum ki o müdafiler tek ok bile atmadan teslim olmak 
için can atarlar. Gidin, kalenin bütün kapılannı açın. Hakkınız- 
daki hükmü sonra vereceğim. 
Bir an düşündükten sonra ilâve etti: 
— Bu hükmün mümkün olduğu kadar mülayim olması için 
Şeytanımı kandırmaya çalışacağım. 
Sinsice bir kere daha sırıttıktan sonra sırtını döndü. 
Muhavere bitmişti. Buhara elçileri sakallarını tutmuş, 


endişe ile bakışıyorlardı. Şaşkınlıklanndan kurtulup çadırı ter- 
ke! mek bile akıllarına gelmiyordu. Danişmend Hacip ak sakallı 
kafile başkanını kolundan çekmese, belki saatlerce orada di- 
kilip duracaklardı. 
_ 196 _ 
Dışarı çıktıkları zaman havanın bulutlanmış olduğunu gör- 
düler. Güneş bile bu manzarayı görmeye tahammül edememiş, 
kendini bulutların ardına saklamıştı. Gök ağlamaya hazırlanı- 
yordu. 
Kafile, Buhara'ya döndüğü zaman halk etraflarına birikti. 
Yüzlerine bakıp ne diyeceklerini anlamak mümkündü ama, 
sözlerinde belki bir ümit ışığı buluruz diye durmadan soruyor- 
lardı : 
— Ne haber?.. 
— Kaan ne dedi?.. 
— Bize ilişmeyecek mi?.. 
— Şehri yakmayacak mı? 
— Camilerimizi yıkmayacak mı?.. 
— Kadınlarımızı tutmayacak mı?.. 
Kafile reisi ümitsizce başını salladı. Aslında herkesin bekle- 
diği cevabı verdi: 
— Hiçbir taahüt altına girmiyor... 
Ağızlarından korkulu bir hayret sayhası döküldü : 
— Yaaa!... 
Đç kaleye kapanmış gönüllüler durumu öğrendikleri zaman* 
halkın arasında yine adamlar saldılar. Bunlar : 
— Düşman namerttir diyorlardı. Kaldı ki hiçbir taahhüt 
altına girmedi. Hakkımızdaki karan sonra vereceğini ifade etti. 
Canları cehenneme. Biz kurbanlık koyun değiliz. Camileri m i/ in 
içinde şarap içmelerine nasıl göz yumarız?.. Kadınlarınıı/ı 
gözümüzün önünde oynatmalarına nasıl dayanırız? Çocukltri 
' mızın kılıçlanmasına nasıl tahammül edebiliriz Yek 
teslim olmakla başımıza gelecekleri ellerimizle hazırlanır., oluru 
Bırakalım, vuruşup mertçe ölelim. Zelil yaşamak la dili 
ölmek evlâdır. Đslâmlığa, insanlığa yakışan da budui 
Ama dinletemiyorlardı. O gün sanki herk. 
lanmışü. Cengiz'in âlicenap ve barışsever olduftunu ki I 


 bilecek kadar samimiyetsizleşmişlerdi. 
Diyorlardı ki: 
I'M 
— Cengiz Han'ın yanında iki de müslüman Han vardır. 
Karluk Hükümdarı Arslan Hanla, Almalık Hükümdan Sugnak 
Tigin. Cengiz bize kıymak bile istese, bu Hanlar müsaade et- 
mezler. Hayli de kuvvetlidirler. Elbette dindaşlarını korusalar 
.gerektir. 
—? Etmeyin eylemeyin düşmana iltihak eden kim olursa 
olsun dost değildir. Onlar Cengiz'in istilâ ve yağmalarını ko- 
laylaştıran basamaklardır sadece, bilerek veya bilmeyerek za- 
limin zulmüne ortak olmuşlardır. Güven olmaz. Gelin teslim 
olmayalım. 
— Hayır, teslim olmak hepsinden iyidir. Arslan Han iyi 
bir müslümandır. Beş vakit namazında, niyazında adam; din- 
daşlannı ezdirmez, Cengiz'i frenler... 
Yüklü bulutlar yağmur tanelerini şehrin üstüne serpiştirir- 
ken Buhara'nın oniki kapısı da düşman atlılarına açılıyordu.. 
Gök ağlıyor, melekler ağlıyor, basiret sahipleri ağlıyordu. Teslim 
olma taraftan olmayanlar ne pahasına olursa olsun müdafaa 
ederek ölmeye bir kere daha karar vermiş, Şehristan denen yer- 
de kurulmuş iç kaleye tekrar çekilmişlerdi. Kale bedenlerinde 
tertibat aldılar. Okçular yerleştirip, mancınıklar kurdular. 
O gece şehre kimse girmedi. Halk geceyi sokakta geçirdi. 
Her an Cengiz ve ordusunu bekleyerek korkulu dakikalar yaşadı. 
Cengiz Han sanki bundan büyük zevk aldığını belirtmek için 
mahsus sabahı bekledi. 
Şafakla birlikte yüz Moğol atlısı şehre girdi. Etrafı şöyle 
bir gözledikten sonra : 
— Lu... Lu... Lu... Lu!... diye zafer naralan atarak Ka- 
an'a koştular. Durumu bildirdiler. Kapıların açık tutulduğunu 
söylediler.. 
Cengiz çadırlarını toplattı. Acele hareket etmiyordu. Nasılsa 
kurbanlığın bıçak beklediğini biliyordu. 
Yavaş yavaş şehre yaklaştılar. 


Kaleden düşman atlılarını seyreden halkın kalbi ürperdi. 
- 192 _ 
Çocuklu kadınlar »erkeklerin ayaklarına kapandılar : 
— Ne olur bizi düşman eline teslim etmeyin, diye yalvar- 
dılar. Aldıkları cevap ise hep aynı oldu : 
— Merak etmeyin, Cengiz âlicenaptır, yanında iki müslü- 
man Han'ı da var bizi, korurlar... 
Şehre yaklaşınca, Cengiz Han askerlerini durdurdu. Atının 
üstünde ayağa kalktı: 
— Moğol arslanları, işte yenilmez Buhara! Tek ok bile at- 
madan, korkusundan kocakanlar gibi büzüldü. Đstilâya açıldı. 
Yüzer kişilik kollar halinde ayrılın. Her kol bir mahalleyi iş- 
gal edecektir. Merkez benimle birlikte kalacak, konduğum yer- 
de konacak, gittiğim yere korkusuzca gelecektir. Anlaşıldı mı?.. 
Meş'um karşılık geldi: 
— Lu!... Lu!... Lu!... Lu!.. 
— Dinleyin. Yağma serbesttir. Şehrin en güzel kızlarım 
önce bana takdim edeceksiniz, bu töreyi bozan elimden kurtu- 
lamaz. Diğerleri sizindir. Yağmalayın, yakın, yıkın! Vuruşma- 
dan teslim olmak neymiş anlatın. Düşmanın bile cesuru mak- 
buldür. 
— Lu!... Lu!... Lu!... Lu!... 
— Dörtnaaaal, ileriiiü... 
Atını mahmuzladı. Üstünde eğildi. Sonra birden durdu. 
Elini havaya kaldırıp şehrin kapılarını gösterdi: 
— Hücuuum yiğitlerim!... 
Moğol atlıları yıldırım gibi şehrin kapılarını geçtiler 
naraları atarak sokaklara dağıldılar. 
Cengiz Han da biraz sonra kapıdan girdi. Đki yanında, Bu 
haraTıiarın güvendiği müslüman Karluk ve Alnuılıl Hanlan 
vardı. Ardından Burak Hacip yürüyordu. Doru atını 
şehrin büyük meydanına sürdü. Halk toplanmıştı l 
kapandılar. Affedilmeleri için ağlaya - sızlaya 
yuldular. 
_ 193 - - 
I II 


Cengiz Han söylenenlerin gerçi tek kelimesini anlamıyor- 
du ama, canları için alçalan bu insanların hareketlerini iyi de- 
ğerlendiriyordu. Bir ara Danişmend Hacip'e sordu: 
— Ne istiyor bunlar?... 
— Affedilmeleri için yalvarıyorlar büyük Kaan! 
— Yaaa!... 
Bir an durdu. Bakışlarını esir halkın üstünde dolaştırdı. 
Sonra Danişmend Hacip'e döndü : 
— Bunlar müslümandır öyle mi?.., 
— Evet büyük Kaan... 
— Kitaplarında düşmana silâh çekmeden teslim olmaları; 
hususunda bir emir var mı?.. 
— Yok... 
— Öyle ya, sen de müslümansın, iyi bilirsin. 
— Bilirim büyük Kaan... 
— Peki ,kitaplannda böyle bir kayıt yoksa, niçin teslim 
oldular?.. 
Cengiz büyük meydanın tam ortasında durmuş konuşuyor- 
du. Etrafı muhafızlanyla çevrilmişti. Yalınkılıç emir bekliyor- 
lardı. 
— Sor bakalım Danişmend Hacip, kitaplarında böyle birşey 
yazmıyorsa niçin teslim olurlar? 
Danişmend Hacip kalabalığa döndü, Harzemce sordu : 
— Büyük Cengiz Han, Kur'anda vuruşmadan teslim olma- 
nızı emreden bir âyet olup olmadığım soruyor. 
Halk uğultu halinde cevap verdi: 
— Yoktur... 
Danişmend Hacip tercüme etti: 
— Yoktur derler büyük Kaan. 
— Savaşmayı yasaklayan bir emir var mı? 
Danişmend Hacip tercüme etti .Halk uğullu şeklinde ce- 
vap verdi: 
— Aksine, dinimiz küffarla cihad'ı emreder. 
Cengiz Han cevabı öğrenince kinle büzülmüş gözlerini ka- 
— 194 - 
labalığa dikti. Danişmend Hacip'e bakmadan emretti 
— Niçin teslim olduklarını sor. 


— Öyleyse niçin teslim oluyorsunuz?.. 
Şaşkınlık cevap vermelerine mani oluyordu. 
— Niçin teslim oldunuz? 
Herkese endişe hakim olmaya başlamıştı. 
— Cevap vermiyorlar büyük Kaan! 
— Çünkü bunun cevabı yoktur. Kimse korktuğunu itiraf 
etmek istemez. 
Bu sırada koşa koşa bir Harzemli geldi. Danişmend Ha- 
cip'e doğru bağırdı: 
— Askerleriniz şehri yağmalıyor, mani olunuz. 
Danişmend Hacip Cengiz Han'a baktı. 
— Şehir yağmalanıyormuş mani olmanızı istiyor. 
4 Cengiz Han kısık gözlerle adamı süzdü. Ardında dikilen ya- 
lın kılıç muhafıza dönüp meş'um işareti verdi. Muhafızın kılıcı 
şimşek gibi bir hareketle kalkı, indi. Etrafa kan sıçradı. Baş 
bir yana, gövde bir yana düştü. 
Cengiz Han bağırdı: 
— Mağlûplar şikâyet etme hakkına sahip değildir. 
Atını sürdü. Şehrin en büyük ibadethanesi Ulu Camiin k;ı 
pısına yaklaştı. Danişmend Hacip izahat veriyordu : 
— Bu gördüğünüz bir camidir büyük Kaan. MÜSĐÜmanUı 
bunun içinde ibadet ederler. Adına Ulu Cami derler. Bir eşi da 
ha yeryüzünde yoktur. 
Cengiz'in yüz çizgileri kasıldı : 
— Burada ilk defa ben şarap içeceğim... 
Karluk hükümdarı Arslan Han feryadı bt 
— Aman büyük Kaan!... 
Sert bir bakış fırlattı: 
— Müslümanlığın mı incindi Arslan 11.m ' I meyi 
mi özlersin? 
_ lifi 
Arslan Han boynunu büktü. Canı dininden kıymetli gel- 
mişti. Sesini çıkarmadı. 
Buhara'nın sayılı ilim adamları camide toplanmıştı. Sanki 
bu bina kendilerini kurtaracaktı. «Allahın evidir» diyen koş- 
muştu .Aslında «Allahın evi» korunmak isterdi. Bu akülanna 


gelmiyordu. Ele kılıcı almadan taş duvarların kendilerini koru- 
masını istiyorlardı. Daha doğrusu koruyamadıkları bir dinin 
koruyuculuğuna sığınıyorlardı. 
Cengiz Han tereddüt etmeden atını kapıya sürdü. Buhara- 
lılarm dehşetle irkilip çekilmelerine aldırmadan içeri girdi. Kor- 
kudan iki yana açılan cemaatın arasında ilerledi. Mihraba vardı. 
Yüzünü cemaate çevirdi. Gözler alabildiğine açılmış, alabildi- 
ğine yüzler sararmıştı. Bazılarının yanaklarından artık çok geç 
kalmış pişmanlık yaşları süzülüyordu. Cengiz umursamadı bile. 
Hocalardan birine döndü. Sarığını işaret etti. Sordurdu. 
— Başına niçin bu kadar bez sarmış? 
— Bu din âlimidir... 
— Gök Tann'yı bilir mi?. 
— Tek Allah bilirler. 
— Şu sarığı merak ettim yakından görmek istiyorum. 
Bir müddet durdu, kısık gözlerini muhafızlarından birine 
çevirdi. Bir gözünü açıp kapadı. 
Muhafız seri bir hareketle kılıcını salladı. Âlimin başı 
tanı omuz üstünden gövdeden ayrıldı. Yere yuvarlandı. Diğer- 
leri bağrışarak gerilediler... 
— Allahım!... 
Cengiz Han'ın muhafızı eğildi. Boyun damarlarında hâlâ 
hayat kıpırtıları taşıyan kanlı başı kaldırarak sarığını giydirdi. 
[jyla Kaan'a uzattı... 
Cengiz kesik başı aldı. Bir bilgin titizliğiyle inceledi. Ellen- 
in kanı sarığa sildi. Sonra camiin ortasına fırlattı attı. 
— Alın bilgininizi!... 
_ 196 _ 
Atından indi. Şarap getirilmesini emretti. Karnı davul gibi 
şişinceye kadar içti. 
Bu arada üç Moğol askeri yanlarında bir kızı sürükleye- 
rek getirdiler. Kız direniyor, yürümek istemiyordu. Gözlerinden 
sicim gibi yaşlar boşanıyordu. 
— Merhamet, merhamet ediniz!.. 
— Yürü! ... 
Cengiz'in önüne getirdiler. Eğilip Kaan'ı selâmladılar. 
— Büyük Kaanımız, siz bize Buhara'nın ambarlarını açtı- 


 nız, aç kursağımıza yemek girdi, hayvanlarımız patlaymcaya ka- 
dar arpa yedi. Biz de size hediye getirdik. 
Cengiz Han çekik gözlerini genç kıza dikti. Zavallıcık ya- 
ralı bir kuş gibi titriyordu. 
— Niçin titriyor?... 
— Siz büyük Kaan'ın karşısında titrememek kimin had- 
dine düşmüş? 
— Söyleyin raksetsin, belki beğenir haremime alırım. 
Kılıçların ucuyla dürttüler. 
— Oyna bakalım güvercinim. 
Âlimler biraz daha geriledi. Cengiz Han bunu farketti. 
— Şu müslüman bilginleri yaklaşsınlar. Kızın etrafında 
daire olsunlar. Seyretsinler emrediyorum. 
Emir bilginlere anlatıldı. Birkaçı itaat ederek ilerledi. Anı.t 
çoğunluk olduğu yerde çakılmış gibi kaldı. 
Cengiz Han hiddetle bağırdı: 
— Đlerleyin!... 
Kimse kıpırdamadı: Çok acı bir şekilde aklan.Iı) I irini 
lıyor cezalarını takdir ediyorlardı. Aralarından 
fırladı: 
— Burası ibadethanedir diye bağırdı. I 
Cengiz Han, şehri teslim etmekle ne büyük Iı i .m 
ladık .Ölüm bizim için nimet oldu. Bu CM artl 
nıez. Emrini dinlemiyoruz. Lânel olsi olan 
ĐM. 
askerlere lanet olsun bize!... Biz ki tek ok atmadan şehrin ka- 
pılarını açtık. 
Cengiz Han açık bir Moğolca ile söylenen sözleri sonuna 
kadar gözünü kırpmadan dinledi. Hiçbir harekette bulunmadı. 
Uzun uzun konuşana baktı: 
— Sana kim derler? diye sordu. Bizim dilimizi nereden 
öğrendin?. 
— Bana Deli Derviş derler. Diyar diyar dolaşmış bir ada- 
mım. Senin ellerde yıllarca kaldım. Çin'i, Maçin'i gezdim. Çok 
zalim gördüm. Dünyadaki bütün zalimlerin en zalimi şu anda 
karşımda. Lanet sana, lanet zulmüne!... 


Deli Derviş o anda ölümden başka bir şey düşünmüyordu. 
Nasılsa şehir teslim olmuştu. îç kalede düşmana karşı direnmek- 
te olan yiğitler ise çabucak tükenecekti. Cengiz Han'ın yapa- 
caklarını görmek için değil, müslüman âlimlerin haysiyetini kur- 
tarmak için buraya koşmuştu. 
Ondan cesaret alan bilginler kıpırdanmaya başladılar. 
Birkaçı: 
— Lanet! Diye gürledi. Sonra bu umumî bir uğultu ha- 
linde kubbelerde çınladı: 
— Lanet sana!... 
Cengiz'in üstüne doğru yürüdüler. 
Cengiz Han korkuyla sıçradı. Muhafızlar hemen çembere 
aldılar... 
— Hepsini öldürün!... 
Diye bağırdı. Kılıçlar, kılıçsız insanların başı üstünde do- 
laştı, ölüm makineleri kana bulandı. Yeşil Buhara halıları kızıla 
boyandı. Cengiz Han: 
Kıza ilişmeyin, dedi. 
Katliam kısa sürdü: 
Tamam, haberi geldiği zaman caminin içi cesetlerle 
dolmuştu. Ortada kandan bir gölcük vardı. Beyaz kavuklar 
kırmızı lekelerle benek benekti... 
_ 198 - 
Cengiz Han çok normal bir hadiseye şahit olmuş gibi baktı. 
Tekrar gözlerini genç kıza dikti: 
—? Raksetsin... 
Parmağını cesetlerin üstüne dikti: 
— Şu hocaların cesetleri üstüne basa basa hem de... 
Đki asker genç kızı kollarından tutarak oraya sürdüler. 
Çıplak ayaklan cesetlere değdi. Kanla kızıllaştı. Ürperdi. Đçer- 
dekilerin arasında babasını araştırdı. Buldu. Cesedinin üstüne 
kapanmak için bir hareket yaptı. Sonra vazgeçti. 
— Dinini korumasını bilmeyen, kızını korumasını da bile- 
medi, canını korumasını da... diye mırıldandı. 
Başını dimdik tuttu. Bütün nefretini sesine vererek Cen- 
giz Han'ın yüzüne haykırdı: 


— Đhtiyar çakal, Allah sana lanet etsin! 
Cengiz, Burak Hacip'e sordu : 
— Ne diyor bu?.. 
— Allah sana lanet etsin, diyor. 
içten söyledin Burak Hacip, bu beddua seni de 
sarmışa benzer. 
Cevap beklemeden yürüdü. Đki adımda genç kızın yanma 
vardı. Kız korkuyla gerilemek istedi ama, mani oldular. Kolun- 
dan tuttu: 
— Rakset!... • 
Fınldak gibi çevirdi: 
Yüzü pek nadir gülen Cengiz Han kahkahalar atıyordu 
Genç kızın gözü Kaan'ın belindeki hançerde iıli B 
atıldı. Kaan'ın belindeki altın saplı hançeri kavradı. 
—? Al lanet olası!... 
Hançer tutan elini süratle kaldırdı ama, tnd \> 
kasında tetikte duran kurnaz bir Moğol askeri bili ftini tutu 
tu. 
Cengiz, ağzını kızın yanağına yapıştırdı 
çirdi. Var kuvvetiyle sıktı. Ağzının içi m l.lu Ti/ 
_ Uf 
bir feryat camiin içinde çınladı. Cengiz Han dişleri sıkılı oldu- 
ğu halde başını hızla çekti. 
Ağzında koca bir et parçası vardı. Türkmen kızı acı ile 
bağırıyor, elini yanağına bastırmak istiyordu. Ama askerler iki 
kolunu da tutmuşlardı. Eti alınmış yerden elmacık kemiği gö- 
rünüyordu. Kan sütun sütun çenesinden süzülüyor, fengi git- 
tikçe saranyordu, irileşmiş kara gözleri Cengiz'in üstünden 
ayrılmıyordu. 
Bir zaman öylece ayakta tuttular. Moğolların bile kanı 
donmuştu .Cengiz, ağzının içindeki et parçasını köpek uluma- 
sını andırır sesler çıkararak sakız gibi çiğniyordu. 
Nihayet genç kızın ayakları büküldü. Đki asker kollarım 
bıraktılar. Külçe gibi yere yığıldı. Beyaz sarıkların arasına se- 
rildi kaldı. 
O zaman Cengiz Han üstüne yürüdü. Hançerini tekrar 


kınından çıkardı. Baygın Türkmen kızının önünde diz çök- 
tü. Bir çekişte göğsünü yırttı. Tam kalbinin üstüne hançerini 
sapladı... Aşağıya çekti. Sonra yana, sonra yukarıya ve tekrar 
yana. Bir dörtgen çizdi. Kan fışkırdı. Hançerinin ucunu kaldır- 
dı. Kestiği parçayı tuttu, kenara fırlattı. Bir kan gölünün için- 
de genç kızın kalbi göründü. Son titreşimlerini yapıyordu. Elini 
daldırdı. Bir çekişte yerinden söktü. Genç kızın vücudu bir 
kere kasıldı. Baştan tırnağa kadar titredi. Sonra hareketsiz 
kaldı. Askerlerin zoraki kahkahaları arasında Cengiz ayağa 
kalktı. Hâlâ sımsıcaktı Türkmen kızının kalbi. Cengiz'in par- 
makları arasından kan sızıyordu. 
Avucunu kastı, sıcak kalbi ağzına götürdü, dişleriyle ince 
parçalara ayırdı. Kubbeleri çın çın öttüren bir kahkaha daha 
attı. 
Avluya çıktı. Meydanda toplanan askerlerine el salladı. 
— Bütün müslümanları böyle cezalandıracağım, diye bö- 
l'.cıiilü. Ben Gök Tanrının müslümanları cezalandırmak için gön- 
ı büyük Moğol Hakanı'yım. Önümde her kuvvet yıkılma- 
dı m.ılıvolmaya mahkûmdur. Ey askerlerim. Đşte size Buhara 
- 200 - 
BABA-OĞUL... 
— Sultanım, haşmetlû Haızem Şahı, babacığım... Bu ka- 
çış daha nereye kadar sürecek? 
Harzem Şahı Alaüddin Muhâmmed dizginleri hafifçe çe- 
kerek atını yavaşlattı. Oğluna sert bir bakış fırlattı: 
— Canımızı emniyette hissedene kadar... 
— Memleketimizin üstünde düşman tepinirken, milletimi- 
zin sırtında kırbaç izleri çıkarken, bizim canımız çok mu kıy^ 
metli?..« 
— Biz sağ olduktan sonra tekrar bir devlet kurabiliriz 
Celaleddin! 
— Öyle mi Sultanım? Kurulmuş bir devleti, kendisi için 
can vermeye hazır bir milleti muhafaza etmekten kaçan biz- 
ler, yeni bir devlet kuracağız ha! 
— Dilin bir yılanmkinden daha zehirli. 
— Başka türlü olabilir mi? Kollarımı âdeta bağladınız 
bir emrinizle beni ardınızdan sürüklediniz, bırakın baı 


işlesin... 
— Đstersen gelmezsin, seni zorlayan yok. 
— Öylesini istemiyorum Sultanım, Celaleddin bu 
âsi oldu dedirtmem. Ama düşmana karşı çıkfl 
tek başıma geri döner, şehit oluncaya kadai rum, Hiç 
değilse şerefle ölürüm. 
— Celaleddin, Celaleddin! Kader bi/. ' mı/ 
den ne gelir?... 
•in 
— Kader mi? O kimseye küsmez Sultanım. Biz kaderi- 
mizden mi kaçıyoruz şimdi?... 
— Beli... 
— Büyük hata. Küllî irade Allanın elindedir, cüz'î irade 
ise insanların. Biz bu cüz'î iradeyi büe istimal etmedik ki. Ka- 
derimizin ne yolda tecelli edeceğini bile denemeye lüzum gör- 
medik. Heyhat... 
— Sen bir kumandan olamazsın sadece basit, cesur bir 
askersin, ömrün boyunca böyle oldun ve bundan sonra da böyle 
kalacaksın. Bak şu peşimden gelen binlerce atlıya, onların ha- 
yatından sorumluyum, sen bunları anhyamazsın. 
Celaleddin sıra sıra gelen atlılara baktı: 
— Neye yarar, dedi. Bir sürü atlı, ama şu anda kadınlar- 
dan farksız, düşmana bir kılıç darbesi bile vurmadan peşimizden 
kaçıyorlar. Ah!... kaçan bir şehzade olacağıma, vuruşarak ölen 
bir asker olmayı ne kadar isterdim. 
— Kaçmıyoruz, müsait bir fırsat kollamak üzere çekili- 
yoruz. 
— Öyleyse Seyhan'a doğru dönelim. Düşmanı o cenahta 
kıstıralım. Sandığımız kadar kalabalık değiller. Gelen haberlere 
kulak verin, Temür Melik bir avuç yiğitle Cuci'ye kan kusturur. 
Buhara'da iç kaleye çekilmiş birkaç kahramanı teslim alamazlar. 
— Peki, ne yapalım istiyorsun? 
— Dönelim, Seyhan kıyılarında Cengiz'e bir baskın vere- 
lim. Elimizdeki kuvvetler iyi idare edildiği takdirde büyük iş- 
ler başarabilecek kadar çokluktur. 
— Derler ki, Cengiz'in elinde dörtyüz bin asker varmış... 


— Đnanmayınız, Cengiz'in elinde ancak yüz elli bin kişilik 
bir kuvvet vardır. Çoğunu şehirlerin muhasarası için taksim 
ıimistir. Bir merkeze yüklenirsek Moğol Kaanını da esir ala- 
biliriz. 
— Ne güzel hayâl. 
Evet Sultanım, güzel bir hayâl... Lâkin hakikatleri hayâl 
görmek... Đşte bu hiç güzel değil. 
_ 202 — 
— Ne demek istersin? Kiminle konuştuğunun farkında 
mısın?.. 
— Farkındayım, ülkesiz, milletsiz bir Sultanla... 
— Defol!... 
— Müsaade edin Sultanım, şimdiye kadar sadık bir ben- 
deniz olarak her emrinizi yerine getirdim. Peşinizde at uşağınız 
gibi dolaştım. Ama şimdi... 
— Bırakacaksan bırak... 
— Acı, işte bunu yapamıyorum; Sultanımsınız, babamsınız, 
bırakamam. Emredin istiyorum. Küçük bir kuvvet veriniz em- 
rime. Düşmanın canına okurum. Allattın izniyle bunu yaparım. 
— Hiç bir şey yapacak gücümüz yok şimdilik, sus ve bana 
itaat et. 
—? Bari nereye gittiğimizi söyleyin?.. 
— Söyleyeyim, Tus'a gidiyoruz. 
Celaleddin boynunu büktü. Ancak kendisinin işitebileceği 
kadar hafif bir sesle : 
— Tus'a kaçıyoruz, diye mırıldandı. 
Wet, kaçıyorlardı. Koca koca orduları bırakıp bir efsane- 
den kaçıyorlardı. Uzun zaman kaçacak, Tus'tan Devletabâd'a 
geçecek, orada Moğolların bir koluyla Celaleddin'in zorlaması 
yüzünden savaşacak, fakat ordu çok kötü idare edilmek yü/im 
den hcz'nıcte uğrayıp çekilecekti. Büyük bir kısmı dağıhı. 
Sultan, elinde kalan bir avuç sadık adamıyla Abiskun'ckı (I I 
Denizi) bir adaya sığınacak, lüks ve ihtişam içinde geçen gül 
rin ceremesini, yer yataklarında yatarak ödeyecekiı 
Düşmanla savaşmayı göze alamayanların ihn-ı ionu 
olarak, bu hal tarihe böylece kazınıyordu. 
_ 203 


BUHARA'D AN SEMERKANT'A... 
Ejderha yılı (1220) ilkbaharında Cengiz Han, Semerkant'ı 
almak üzere Buhara'dan ayrılırken koca şehrin üstünde hâlâ du- 
manlar tütüyordu. Đç kaleye kapanmış bir avuç kahramanın 
teslim olmayışı Kaan'ın canını adamakıllı sıkmış son olarak 
ezeli taktiğine başvurup müslüman esirleri zincirlerle birbirle- 
rine bağladıktan sonra, kaleye saldırtmıştı. Đçerdekiler dindaş- 
larını öldürmek yerine kendileri ölmeyi tercih ettiler. Kapıları 
açtılar, Đçkaleye düşman çığ gibi girdi. Hepsi kılıçtan geçirildi. 
Cengiz Han tatmin olduğu için memnundu. Bir sabah or- 
dusunu peşine taktığı gibi şehri terketti. Semerkant'a doğru 
yola çıktı. 
Mcğol Ordusu Zirufşan ırmağını takip ederek yol üstünde 
bulunan Serepuy ve Dabussiye şehirlerini aldı. Elinde mühim 
miktarda bir esir kafilesiyle Semerkant'a ulaştı. 
Şehir dışında Harzem Şahı Alaüddin Muhammed'in yazlık 
bir sarayı vardı. Sultan bazen avlanmak üzere kafileler tertipler, 
av mevsimi geçinceye kadar bu sarayda ikamet ederdi. 
Cengiz Han bu saraya yerleşti. Her sabah saray penceresin- 
den Semerkant'ın yüksek surlarını uzun uzun süzdü. 
Kaba kuvvetle bu muhkem surları aşamayacağını çok iyi 
biliyordu. Hile yapacaktı. Đçerdeki Kıpçaklardan bir kısmını 
kandırabilirse, Buhara'da olduğu gibi burada da kapılar kendi- 
li 'inden açılırdı. 
I H iler ki: Eğer şehir kumandanlığı Temür Melik gibi cesur 
- 204 — 
bir askeri dahinin elinde bulunsaydı Semerkant en azından yiye- 
cek stokları bitinceye kadar, yani bir, birbuçuk sene istilâcılara 
karşı koyabilir, hattâ zaman zaman yapılacak huruç hareket- 
leriyle düşmanı kaçırabilirdi. 
Ne var ki kale kumandanlığını Valide Sultan Türkân Ha- 
tun'un kardeşi Harzem Şah Muhammed'in dayısı Kıpçaklardan 
Turgay Han yapıyordu. Ne halk onu seviyordu, ne asker. Sa- 
dece etrafındaki birkaç dalkavuk tarafından destekleniyordu. 
Şaşaadan başka şey düşünmezdi. Đpeklilere vücudunu gar- 
keder, her parmağına en az iki tane kıymetli taşlı altm yüzük 


takardı. 
Halk içine çıkmayı zül sayar, askeri saraydan idare ederdi. 
Cengiz Han bütün bunları biliyordu. Şehri içinden fethe- 
decekti. Hele kuvvetlerini üç misli çok gösterecek bir hile dü- 
şünmüştü ki Turgay Han'ın görür görmez teslim olmak iste- 
yeceğinden şüphe etmiyordu. 
Bir kısım adamlarını gizli yollardan şehre sokarken bir yan- 
dan da bu düşüncesini tatbike geçti. 
• Elindeki esirleri muntazam sıralar halinde dizdirdi ve her 
sıranın başına sancaklar diktirdi. Esirler gerçi birbirlerine bağlı 
idiler ama, uzaktan bakan birinin bunu farketmesi mümkün 
•değildi. Onun için Turgay Han zahmet edip saray burcuna çık- 
tığında esirleri bile asker zannetti. Uzun bir hayret nidası çıkın- 
dı, düşünceli bir tavırla tekrar odasına döndü. Kumandanl. ti1 
topladı. 
— Düşman çokluk, diye konuştu. Mukavemet etmem 
mümkün görülmüyor. Eğer Cengiz Han'ı kızdınrsak Buhuru 
gibi Semerkant'ı da yakar ve cümlemizi kılıçtan geçim 
Türkmenlerden Balan Han sözün bitmesini bel n .ı\.ı 
jğa fırladı: 
— Ne demek, diye bağırdı. Düşmanın azlığı Đle çokluğu 
neden alâkadar etsin? Şehri müdafaa etmek üzere hurinin 
kanımızın son damlasına kadar müdafa 
Ali Er I lan da bu fikirde idi. Halan 11 tun ionı ı 

zü o aldı: 
— Buhara teslim oldu, Cengiz'in yaptıkları meydanda... 
Gelen haberler tüyler ürpertici... Kuzu kuzu cellâda boynumu- 
zu uzatmak, düşmanı gözümüzde büyütmek niçin? Şehri son 
ana kadar koruyacağız... 
Turgay Han Kıpçak Hanlarına bir göz attı. Sonra Balan 
Han'a döndü: 
— Halk dövüşmek istemese de mi?... 
Balan Han başını salladı: 
— Halk dövüşmek istemese de, evet. Halk niçin dövüş- 
sün? Vergi verir yetmez mi? Dövüşmek askerin işidir. Kalede 


yeterince asker de vardır. Kaldı ki gerektiğinde halktan gönül- 
lü toplayabiliriz. Kaledeki bütün sivil Türkmenler buna hazır- 
dır. 
— Konuştun mu onlarla?... 
— Ben milletimi iyi tanırım Turgay Han. 
Kıpçak Hanlarından biri araya girdi: 
— Boş yere münakaşa ediyoruz. Balan Han ve Ali Er Han 
dövüşmek isterler, buyursunlar dövüşsünler, onları tutan yok 
ki!... 
Ali Er Han hiddetle ayağa kalktı: 
— Siz de karılar gibi oturup seyredin, mani olan mı var? 
Diye bağırdı. 
— Ne demek istiyorsun?... 
— Şunu demek istiyorum ki, memleketimizin şehrimizin, 
halkımızın istiklâli tehdit altına iken kuzu kuzu teslim olmak 
isteyerek rahatını düşünenlerin varlığıyla kahroluyorum. Ka- 
dınlar bile bu kadar cesaretsiz değildir. 
Kıpçak Hanı hançerini çekti: 
— Sözünü geri al... 
Ali Er Han da hançerine el attı: 
— Peşine askerlerini takıp kaleden çıktığın ve düşman 
LUtUne atıldığın an, sözümü geri almaya hazırım. 
*>imdi geri alacaksın. 
- 206 - 
gibi büyük ve muazzam bir şehrin kapılarını açtırdım, Sada- 
katinizi gösteriniz ve ölüme olsa dahi peşimden geliniz. Size 
yeni zaferler kazandıracağım. 
Askerler he.g bir ağızdan bağırdılar : 
— Peşindeyiz Büyük Kaan!... 
— Şimdi büyük bir ateş yakınız. Bu ateş bir ev tutuştur- 
mak suretiyle de yakılabilir. Ne kadar kitap bulursanız içine 
atınız. Kitabı kafalarda taşıyanları da alevlerin arasına atınız. 
Biz asker milletiz, ilim değil savaş gerekir. 
— Lu!... Lu!... Lu!... 
Haydi davranın aslanlarım... 

'Su emir Danişmend Hacip'in yüzünü buruşturdu: 


— Büyük Kaan, dedi. Biz göçebe bir milletiz. Ancak ilele- 
bed böyle yaşayamayız. Buralar medeniyetin nimetlerine ermiş. 
Gelin bu kitapları yakmayalım, âlimlerden keseceğiniz kadarını 
zaten kestiniz, hiç değilse geri kalanını bağışlayın. Devlet işle- 
rinde kullamrız. Kırbaç altında bas kaldıramaz size hizmet eder- 
ler. V ' * 
Cengiz Han ters ters baktı: 
— Onlardan yana mısın Hacip köpeği?.. 
— Haşa Büyük Kaan!.. 
— Sus öyleyse, bugün zırvalıyorsun, geçmiş hizmetlerin 
olmasaydı... 
Sözünü tamamlamaya lüzum görmedi. Danişmend Hacip'in 
sararan yüzü, anladığını belli ediyordu. 
Halk büyük meydanın ortasında ah-vah ederek ağlaşıyor, 
iç kaledeki bir avuç müslüman kanlarının son damlasını .ikili- 
yorlardı. 
Şehir yer yer ateşe verilmişti Alevler sütun Ulun yül 
liyor, sönen ideal ateşine inat, BUHARA Y i\l) OR du 
201 
Bir adım yaklaştı: 
— Ben ancak erkeğe erkek derim... 
— Sözünü geri al, diyorum. 
Kıpçak Ham hırsla hançeri kaldırdı. Ama indirmeye vakit 
bulamadı. Arkadan uzanan çelik mengene gibi parmaklar bile- 
ğini kavradı. Hiddetle döndü. Balan Han'la yüzyüze geldi. Nef- 
retle baktı: 
— Köpek!... 
Balan Han bileğini kıvırarak yüzünü yüzüne çevirdi. Ser- 
best kalan eliyle şiddetli bir tokat çıkardı: 
— Ahmak! 
Araya girdiler. Gerçi Kıpçak Hanları çokluktu ama, iki 
Türkmenin pervasızlığını iyi biliyorlardı. Turgay Han işi tatlıya 
bağlamak için konuştu : 
— Niçin çekişirsiniz. Biz buraya kavga etmeye değil, düş- 
mandan korunma çarelerini araştırmaya geldik. Bu hususu tar- 


 tışın. 
Balan Han şöyle cevap verdi: 
— Biraz evvel cesaretimizi gösterebileceğimiz söylenmişti. 
Biz cesaret gösterisi yapmak istemeyiz. Şehir muhasara edilmiş- 
tir. Bu muhasaranın yarılması lâzım. Bunun için askerimin başı- 
na geçip Cengiz Han'ın ordugâhını basacağım... 
Ali Er Han birkaç adımda Balan Han'ın yanına ulaştı. Eli- 
ni omuzuna koydu, gözlerini Kıpçaklara dikti: 
— Ben de kuvvetlerimi peşime takıp aynı şeyi yapacağım... 
Şimdiye kadar hiç söz etmeyen Türkmen Beyi Ayhan da 
ayağa kalkıp onlara doğru yürüdü. Yanlarına geçti. Elini Ba- 
lan Han'ın omuzuna koydu. 
Zeaen fazla konuşmayı sevmezdi. Bazen günlerce ağzından 
lâf çıkmadığı olurdu. Ağızla söylemek yerine, iş becermekten 
hoşlanırdı. Başını iki kere müsbet mânâda salladı. Böylece iki 
Türkmen beyinin safında yer aldığını ifade etti. 
Üçü birlikte saraydan ayrıldılar. Hemen askerlerini hazır- 
ladılar. Biner kişilik üç kol halinde şehirden süratle çıktılar... 
_ 208 — 
Moğol ordugâhına vardıkları zaman şafak atmış, tanyeri 
kızıllaşmıştı. 
Şiddetli bir muharebeye girdiler. Moğollar gerçekten ka- 
labalıktı. Üç bin kişi onlar için hiç sayılırdı. Ancak yine de ge- 
rilemek zorunda kaldılar. Türkmen atlıları çok iyi vuruşuyor, 
üç kumandan ellerindeki kuvveti maharetle idare ediyorlardı. 
Şiddetli muharebe bir saat kadar sürdü. Moğolların to- 
parlanmaya başladığını gören Balan Han kuşatıldığını hisseder 
etmez çekilme emrini verdi. Ustaca bir manevra ile sıyrıldılar. 
Peşlerine takılan beşyüz kadar Moğol atlısını esir alarak şehre 
girdiler. 
Kaledeki beylere bunun bir cesaret aşısı olacağını zannet- 
mekle aldandıklarını tekrar toplandıkları zaman anladılar. Kıp- 
çak Hanlarından bazıları gerçi savaşa yanaşmıştı ama, büyük 
kısmı hâlâ aleyhte idi. Müzakere gün boyunca devam ettikten 
başka geceyarısına kadar sürdü. Hiçbir netice alınamadı. Sonun- 
da ümidini kesen Balan Han hiddetle yerinden fırladı: 


— Korkaklar! diye bağırdı. Đkinci defa huruç hareketi yap- 
maya hazırlanmak üzere askerlerinin başına gitti. 
Sabaha herşey tam^pdı. Bu sefer kale halkından bir kısmı 
da gönüllü olarak muharebeye iştirak ediyordu. Ali Er Han ve 
Ayhan Bey de hazırdılar. Bunlardan başka iki Kıpçak Hanı da 
askerlerini hazırlamıştı. 
Hepsi altıbin atlı olmuşlardı. 
Umumî kumandayı Balan Han üstüne aldı. Temür Mclik'lc 
birlikte uzun yıllar kılıç sallamış tecrübeli bir askerdi l 
Hım gururuna mağlûp olmayıp maiyetini ona teslim ı 
büyük bir ihtimalle şehir kurtulabilecekti. 
Cengiz Han zaten ikinci bir huruç hareketim bekliyordu. 
Hazırlanmıştı. Birinci baskının kendisine hayli puhulıyu mal 
olduğunu gördükten sonra tedbirini almıştı. 
- 20!( 
F : 14 
Hücum edenlerin önünde çekilme taktiği yaptı. Sağ ve sol 
kanat yerinde sayarken merkez alabildiğine gerilere gitti. Balan 
Han her ne kadar bunun bir harp taktiği olduğunu anladıysa 
da diğerlerine dinletemedi. Moğollar çekildikçe onlar yüklendi- 
ler. Akılları başlarına geldiği zaman ise sağ ve sol kanat arkadan 
sarkarak birleşmiş, müslümanlar çembere girmişti. 
Buna rağmen cesaretlerini kaybetmediler. Arslanlar gibi 
vuruştular... 
Moğollar vahşî naralar atarak küçük atlarının üstüne sin- 
miş, etrafında dönüp nara atıyorlardı: 
— Lu!... Lu!... Lu!... 
Balan Han coşmuştu: 
— Allah... Allah... Allah!... 
— Allahüekber, Allahüekber... 
Turgay Han Kıpçak Hanları yanında olduğu halde sarayın 
en yüksek burcunda, elini gözünün üstüne siper etmiş bakıyor- 
du. 
— Halleri kötü, diye söylendi. Sonra yanındakine döndü : 
— Yardıma ihtiyaçları var. Eğer yirmi bin kişi şehirden 
çıkarsa Moğollan dıştan çembere alabilir. 


Kıpçak Hanı zehir gibi bir tebessümle mukabele etti. 
— Yirmi bin kişiyi daha mı feda etmek istiyorsun? Yetmedi 
mi bu gözü dönmüş Türkmenler yüzünden harcadıklarımız?... 
Turgay Han sesini kesti. Kıpçak Hanları homurdanmakta 
bir süre daha devam ettiler. 
Derler ki: Kaleden bir miktar asker çıkıp Moğollan çevirse, 
Balan Han rahatlıkla çemberden kurtulabilecek ve belki Cen- 
giz Han'ı bozguna uğratabilecekti. 
Ama olmadı. Turgay Han çok yorgunmuş gibi tekrar odası- 
na kapandı altın sırmalarla işlemeli sedire gerçekleri görmemek 
için uzandı gözlerini yumdu. 
Muharebe ikindi vaktine kadar devam etti. Balan Han bir- 
kaç çemberi yarmaya muvaffak oldu. Düşmana büyük zayiatlar 
_ 21» - 
verdirdi. Ama kesmekle bitmiyordu. Bir an geldi her tarafında 
düşman atlılarının kaynaştığını gördü. Arkadaşlarından kimse- 
cikler kalmamıştı. Gözlerinden şimşekler çaktı. Kılıcını bırak- 
madı. Tam on iki yerinden yaralandı. Kan her tarafından 
ırmak olup aktı. Atının sırtı kızıla kesti. Yine kılıcı elinde vur- 
du... vurdu. Gözleri kararana kadar vurdu. 
— Allah Allah sözü ağzından kan pıhtılarıyla birlikte do- 
nana kadar vurdu. 
Yavaş yavaş atından kaydı yere yuvarlandı. Acı acı gülüm- 
sedi. Ağzından burnundan kan geldi. Son bir defa daha: 
— Allah! dedi, sağ omuzu üstüne döndü. Öylece, ebediye- 
te kadar devam edecek hayatın basamaklarına ilk adımını attı. 
Kaleye sağ dönebilenlerin arasında Ali Er Han da vardı. 
Hepsi bin kişi bile tutmazdı. Beş bin müslüman daha şehit olmuş- 
tu 
- 211 - 
ĐHANET ŞEBEKESĐ... 
Cengiz Han her zaman yanında gezdirdiği Çinli sanatkâr- 
ları yanına çağırdı. Kısa adamlar boy boy önünde dizüdiler. 
Hepsi ayak uçlarına bakıyor, gözlerini kaldırmaya cesaret edemi- 
yorlardı. 


Cengiz Han toprağı tekmeledi. Ardından öfkeyle titreyen 
sesi çınladı: 
— Nice durursunuz soysuz kısa boylular, derhal harekete 
geçin, uzun mesafeye ok sürebilecek yaylar yapın. Đki gün içinde 
bu iş tamamlanmadığı takdirde kendinizi yok bilin. 
Adamlar bakışmaya bile cesaret edemediler. Boyun bük- 
tüler. Ürkek adımlarla sarayı terkettiler. 
Şehir dışında, bir zamanlar Harzem Şahının yazlık köşkü 
olan sarayda bunlar olurken, şehir içinde de bir meclis aktedil- 
mişti. 
Kıpçak Hanları Turgay Han'ın önünde bağdaş kurmuş 
oturuyorlar, küstah biı tavırla lâf yarıştırıyorlardı. Aralannda 
Türkmenlerden eser yoktu. Cesaretleriyle tanınmış Kıpçaklar- 
dan da kimse yoktu. Hayatlarında yeyip, içip sefa sürmekten 
gayri şey düşünmemiş Hanlardı bunlar. 
Biri bağıra bağıra konuşuyordu : 
— Gördük bizimkilerin halini, sersemlik, hazâ sersem- 
lik... Kaleden savaşmak için çıkmak akıl kârı mıdır? Bunca 
masumun ölümüne sebep oldular. Daha fazlasına müsaade ede- 
ni -viz. Bu şehirde yaşayan çocukların, kadınların mesuliyeti 
— 212 _ 
var üstümüzde. Cengiz Han eğer zorla girecek olursa kadın 
demez, çocuk demez, yaşlı - genç demez, kılıçtan geçirir. Ben 
kendi hesabıma yapacağımı biliyorum. 
Sordular: 
— Ne yapacaksın?... 
— Ne mi yapacağım? Bu durumda her akıllı adamın ya- 
pacağını... 
— Yani dövüşecek misin?... 
— Akıllı adamın yapacağını yapacağım dedim, delilik ya- 
pacağım demedim!... 
Bir an sustu, sonra kararını şöyle açıkladı: 
— Teslim olacağım... 
Menfaatle gözü dönmemiş gençten biri ayağa fırladı: 
— Buna ihanet derler... 
Öbürü alayla gülümsedi: 


— Adını ben takacak değilim, ne derlerse desinler, ca- 
nım kıymetlidir, malım da kıymetlidir. Pisi pisine ölmek istemi- 
yorum. 
— Hain olarak yaşamak mı istiyorsun?... 
— Neden hain olacakmışım? Cengiz Han'ın safında dövü- 
şürüm gerekirse. Sanki Harzem Şahı bili ne verdi şimdiye ka- 
dar? Alnımızın teriyle kazandık. 
Genç adam çıldıracak gibi oldu : 
,— Utanmaz mısın?... Nasıl böyle konuşabilirsin? Harzem 
Şahı bize her istediğimizi verdi. Devletin en yüksek mevkilerine 
kadar yükseltti. Kusurlarımızı bile anasının hatırı i<,m görmez- 
den geldi. 
— Cengiz de ayni şeyleri yapar... 
Genç adam yalvarır gibi etrafındakilere bakıı 
— Ne olur söyleyin, sizler böyle düşüBmüyorsunuz değil 
mi?... 
Kimsede ses yoktu. Suskundular. Başlarını önlerine eğmiş, 
parmaklarına bakıyorlardı. 
— Ne olur? Bana ihaneti düşünmediğinizi söyleyiniz... 
Yaşlı Hanlardan biri nihayet başını kaldırdı. Genç adama 
baktı: 
— Başka çare de yok, dedi. 
Diğerleri tasdik ettiler: 
— Evet, başka çare yok. 
Bu sefer genç adam gözlerini Turgay Han'a çevirdi: 
— Hiç değilse siz söyleyiniz, teslim olmayacağımızı, bir 
Han'a yakışır şekilde, kanınızın son damlasına kadar vuruşaca- 
ğınızı söyleyiniz... 
Turgay Han başını iki yana salladı: 
— Kararı kurultay alır delikanlı, dedi. Başka çare yok 
derlerse buna mecburuz demektir. 
— Yani şehri müdafaa etmeden düşmana teslim edecek- 
siniz! ... 
— Müdafaa edenlerin halini gördük. 
— Yiğitçe öldüler... 


— Sadece öldüler... 
Genç adam öfkeden kıpkırmızı olmuştu. Adımlarını vura 
vura kapıya yürüdü. Bir an durdu. Geriye baktı. Đçerdekileri 
tek tek süzdü. Tükürür gibi: 
— Yazık, dedi. Bir ihanet şebekesinin içine düşmüşüm 
meğer!... 
Hızla yürüdü. Kaleyi müdafaaya kararlı bir avuç Türk- 
men'e katıldı. 
— Sizinleyim, diye bağırdı. Kanımın son damlasını bu mu- 
kaddes topraklar için akıtacağım; mertçe, bir asker gibi. 
Kucakladılar. Durumu Ali Er Han'a bildirdiler. Omuzun- 
dan hafif yaralı idi. Yatıyordu. Sevinçle doğruldu : 
— Gel kardeşim, dedi. Bizim meselemiz ırk değildir, şu 
.1 cult memleket bizden fedakârlık bekliyor, buna hazır olmak 
m, 
_ 214 — 
— Hazırım ben!... 
— Ben de... Biz hepimiz hazırız... 
Gözlerini boşluğa kaldırdı: 
— Keşke bütün Semerkant hazır olsa... 
Heyhat! Bütün Semerkant hazır değildi. Müdafaanın lü- 
zumsuzluğunda birleşenler vardı. Bir memleketin müdafaası, 
%ir dinin yücelmesi için ölümü nimet sayanlara mukabil, ölü- 
mü hiçlik olarak görüp ölümden korkanlar vardı. 
Bunlar Hazret-i Resulûllah'ın yıllar yılı hudut boylarında 
Mekke'de, Uhud'da dövüştüğünü görmezden geliyorlar. Bun- 
lar «cihad» farizasına sırt çeviriyorlardı. Bunlar «kim kuvvet- 
liyse ondan yanayım» idare-i maslahatçı felsefeyle alçahyorlardı. 
Gece yansı bir baskın yapacaklarım yayarak kuvvetlerini 
peşlerine takıp kaleyi terkettiler. Gittiler Cengiz Han'ın ayak- 
larına kapandılar. 
— Biz, dediler, Kıpçak Hanları olarak tarafınızda şerefle 
•dövüşmek için iltihak ediyoruz, abdi - âcizleri kabul buyur. 
Cengiz Han sırıttı. Umursamaz bir tavırla Turgay Han'ın 
başına ayağını bastı. 
— Bu baş önümde eğildiği müddetçe omuzlarda kalacak- 
tır. Kabul ettim, dedi. 


Çok sevindiler. Kahramanca ölmektense rezilce yaşamaya 
can attılar. Bir can uğruna Cengiz'in emriyle üstlerindeki ll.n 
zem kumandanı kıyafetini tereddütsüz sırtlarından çıkararak 
ateşe attılar. Moğollar gibi giyindüer. Eğri kısa kılıçlar kuşan 
dılar. Başlarını Moğollar gibi tepeden tıraş ettirdiler, uçlarını 
ördüler. 
Bir anda milliyet değiştirdiler, gayeyi tersyüz ettileı < engiz 
Han'ın saflarında kardeşlerine kılıç çekmek için dizildiler. 
Ne acı!... 
# * * 
«.'inli sanatkârlar üçüncü güne kalmadan yaptıkları u/un 
? Đli kirişleri Cengiz Han'a sundulai 
_ 21 
— Đşte Büyük Kaan, dediler: Bu kirişler sayesinde alevli 
okları Semerkant'ın göbeğine düşürebilirsiniz. Ama onların oku 
bize ulaşamaz. 
Han sevindi. Sanatkârları mükâfatlandırdı. 
Ertesi sabah hücumu bizzat idare etti. Uzun menzilli oklar- 
la şehre alev yağdırdı. Birçok yerleri tutuşturdu. Gaziler yan- 
gın söndürmek için canla başla çalıştılar. 
Ama Kıpçakların karşı tarafa geçişi maneviyatları üstünde 
menfi bir tesir yapmıştı. Sıkıntı fırtına gibi her safın içinde esi- 
yordu. Ağızlan bıçak açmıyordu. 
Moğol ordusunun uzun menzilli alevli okları her yanı tu- 
tuşturuyor; insanlar tutuşuyor, evler tutuşuyor, bahçeler tutu- 
şuyordu. 
Yine de gönüllerinde taşıdıkları alev gazileri canla başla 
çalıştırıyordu. Su kovaları elden ele dolaşıyordu. Eteğinden 
tutuşan insanlar canlı çıralar halinde alev alev yanıyorlardı. 
Birkaç kere huruç hareketine kalktılar. Moğollar kalenin 
eteklerine kadar sokulmuştu. Hemen etrafını alıp kılıçtan ge- 
çirdiler. Ne içerden, ne dışardan kuş uçurtmuyorlardı. Kale 
bedeni civarında akşama kadar kum gibi, karınca sürüsü gibi 


 Moğol askeri kaynadı. 
Gece olunca şehrin ileri gelenleri toplandılar. Uzun uzun 
durumu tartıştılar. Kaledeki kuvvet hayli azalmıştı. Mukavemet 
gittikçe güçleşiyordu. Uzun menzilli oklarla şehrin üstüne alev- 
ler yağdırıyorlardı. Beklemekte fayda yoktu. Teslim olmalıy- 
dılar. O takdirde belki masum insanların katlini önleyebilirlerdi. 
Kalenin teslimi kararlaştırıldı. Birkaçı ağladı .birkaçı feryat 
etti. Ama kaleyi teslim etmemek kimsenin aklına gelmedi. Yal- 
nız Ali Er Han ve maiyetindeki bin kadar süvari... Geceyansı 
bu kararın alındığını öğrenince gizlice kaleden çıktılar. Moğol- 
ların üstüne aslanlar gibi atıldılar. Cengiz Han'ı bile şaşkına 
çeviren bir celâdetle çemberi yardılar. Orman içlerine doğru 
;ıt kopardılar... 
_ 216 _ 
Sabah erkenden bir kafile Semerkant'tan çıktı. Cengiz'in 
sarayına vardı. Huzuruna alındılar. Teslim olmak istediklerini 
bildirdiler. 
Cengiz Han gözlerini kısarak uzun uzun baktı. Sonra sor- 
du: 
— Niçin teslim olmak istersiniz? 
En yaşlı olanı cevap verdi: 
— Gazabınızdan emin olmak için. Şehir halkını öldürmeye- 
ceğinize söz verirseniz kapılar açılacaktır. 
Cengiz bu sefer daha uzun baktı. Kendi kendine bir şeyler 
geveledi: 
— Yani şehir halkını kılıçtan geçirmememi istersiniz. 
—r Evet Büyük Kaan... 
— Müsterih olun, şehir halkını kılıçtan geçirmeyeceğini. 
Yer öptüler, sevinerek döndüler. Feci müjdeyi ahaliye bil- 
dirdiler. Kimisi ah vah etti, kimisi sevindi, Bazıları da kale 
burçlarından kendini boşluğa bıraktı. Cengiz'in zulmünden 
korkup Cehennemi niçin tercih ettiler, bilinmez... 
Kuşatmanın altıncı günü idi. Şehrin bütün kapılan açılmış- 
tı. Moğol askerleri başlarında Cengiz olduğu halde meşhur nara- 
larını atarak Harzem Ülkesinin payitahtına girdiler... 
— Lu!... Lu!... Lu!... Sesleri âfâkı tuttu. Kalplere korku 


saldı. Şair o günün o saatlerini hayalledi. Gözleri buğulandı, içi 
kan ağladı: 
• «Koskoca bir âlem çökmüş yıkılmış, 
Camilerin, türbelerin yıkılmış, 
Meydanlara kara putlar dikilmiş, 
Buhara der, Semerkant der ağlarım...» 
Cengiz Han ahaliyi büyük meydana topladı. Her kını evle- 
rinde birini saklarsa acımadan öldürüleceğini bildirdi. Halkı yü- 
zer kişilik kafilelere ayırdı. Şehir dışına çıkardı. Ellerine kazma - 
kürekler vererek geniş kanallar açtırdı. 
•17 - 
Kanal bitince genç birine emretti. 
1 — Gir kanala ve boylu boyunca yat. 
Delikanlı söyleneni aynen yaptı. Cengiz diğerlerine
dön- 
dü: 
— Örtün üstünü! 
Örtmeye başladılar. Đhtiyar biri saflardan fırladı, 
toprağa 
kapandı: 
— Oğlum! 
I Bağırmaz olaydı. Baba kalbi bu, nasıl bağırmaz! Cengiz 
Han sinsi sinsi güldü : 
— Babası mısın? diye sordu. S-.v 
— Evet. 
— Güzeel! Öyleyse olunu çok seviyorsun. 
— Canımdan çok. 
lj — Memleketini de seviyor musun?... 
|> — Seviyorum. H_ 
— Seviyorsan bu hal ne! Oğlunun mezarı kapanırken 
fır- 
lıyorsun da, memleketinin mezara gömülmesini kenardan 
niçin 
I seyrediyorsun? 


Ne denirdi buna?... Đhtiyar hiçbir şey diyemedi.
Cengiz 
kükredi: 
— Eline küreği al ihtiyar, oğlunu sen gömeceksin... 
I Gözyaşları sakalından aşağı kuru topraklara
süzülüyordu. 
— Bağışla Büyük Kaan. 
— Çabuk!... 
— Büyük Kaan!... 
I — Çabuk dedim. 
Ucu kurşunlu kırbaç kalktı, indi. Đhtiyarın gömleği 
yırtıldı. 
Kabarcıklar çıktı... 
— Çabuk... 
I — Çabuk!... 
— Bunu yapamazsınız, diye isyan etti nihayet, bizi 
kılıçtan 
işeyeceğinize söz vermiştiniz. 
.k iiğle güneşinin buruşturduğu hurma yapraklarım 
bile 
_ 218 - 
titreten histerik bir kahkaha duyuldu. Ardından Cengiz Han'ın 
sesi: 
— Ben sizi kılıçtan geçirmeyeceğime söz vermiştim Sö- 
zümdeyim. Tek kişi kılıçtan geçirilmeyecek. 
Parmağını açık çukurlara çevirdi: 
— Hepiniz buraya diri diri gömüleceksiniz. 
Feryatlar ayyuka çıktı, iniltiler nokta nokta toprağa aktı. 
Gövdeler gövdelerin üstüne yığıldı. Baba oğlunu, oğul babasını 
gömdü... 
* * * 
Derler ki: Orada hâlâ feryatlar duyulur. Allah'a yakın olan- 
lar o feryatları duyar tüyleri ürperir. 
Kıpçak Hanlarının akıbeti malûm. Şehir dışına bir yere 
toplu olarak çadır kurmaları emredildi. Bir geceyansı Moğol 


 müfrezesi baskın verdi. Çoluğu - çocuğu ile bütün Kıpçaklar 
kılıçtan geçirildiler. 
Đçlerinde Harzem Şah'ı Alaüddin Muhammed'in dayısı Tur- 
gay Han da dahil olmâk*üzere... 
Hainler de gafiller de cezalarını buldu böylece. Anuı 
meıkant bir daha Harztm'in payitahtı olamadı. 
Şairin içinde dert oldu kaldı: 
«Buhara der, Semerkant der ağlarım, 
Herde benim Ural, Altay dağlarım!...'» 

Yüklə 0,54 Mb.

Dostları ilə paylaş:




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©www.genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə