BÜYÜK KAVİMLER GÖÇÜ
Türk milletinin bozkıra hareketi, insanlık târihinde muazzam bir hâdise oldu. Ancak
Amerika’nın keşfi ve iskânı onunla karşılaştırılabilir. Fakat önceki, çok daha geniş ölçekli ve
büyüktü: Yeryüzü’nün yeni bir tabiat bölgesi iskân edilmişti.
Büyük olarak tavsif edilen bu göç, II. yüzyılda Altay’dan başladı, Avrupa cihetinde ilerledi ve
üç yüz yıldan fazla sürdü.
Elbette, daha önce Hindistan’a, İran’a, Merkezî Asya’ya Türk âilelerinin kütlevî göçleri
olmuştu. Fakat onlar basit kitlelerdi; büyük göçler değillerdi. İskitlerin bozkıra gelişlerini de
Büyük olarak tavsif etmemişlerdir; zîrâ, o sırada Türklerin sayıları azdı ve zayıf idiler.
Üç yüz yıl... Hatırı sayılır bir zaman. Maamâfih, yeni toprakların iskânı çok hızlı olamazdı. O,
başka türlü de Büyük olmazdı.
Kıpçaklar bozkıra, uçurumun üzerine gerilmiş bir halat üstündeymiş gibi gittiler; ihtiyatlı ve
güvenli. Diğer kavimler için son derece ağır işler yaptılar: Bir yığın mükemmel buluş bu
sırada ortaya çıktı. Bunlar hayatı kolaylaştırdılar, güven verdiler. Esâsen, Türk milletinin
cansız bozkırda hayatta kalmasına bu buluşlar yardım etmişlerdi.
Meselâ, çatı-tenteli briçkalar ortaya çıktılar. Tekerlekler üzerinde harekete elverişli (yürüyen)
evcik (kibitka) ortaya çıktı. Bu hareketli (yürüyen) evi keçeyle ısıttılar; izbecik oldu; içi kışın
sıcaklaştı. Birkaç izbecik bir konakta toplanınca, onları dâirevî olarak inşâ ettiler. Tekerlekler
üzerinde gerçek bir site yükseldi. Bunlar, çok kısa bir süre sonra, bozkırda çoğaldılar. Bu,
kale ve ikâmetgâhtı.
Keçe, Türklerde yeni bir nitelik kazandı; inşaat malzemesi hâline geldi. Dahası, keçe kışın
sıcağı, yazın serinliği muhâfaza etmek için çok mühim bir buluştu. Türklerden başka hiçbir
kavim, yünü böyle zarif bir tarzda işlemedi. Sâde ve hızlı.
Keçeden yapılmış şeyler yağmurda akıtmıyorlardı; damlalar tüyler üzerinden aşağıya, yere
akıyorlardı... Atlılar üzerindeki pelerin-kaftan, meşhur yamçı-kepenek böylece ortaya çıktı.
Keçeden güzel halılar- arbabaşlar, sıcak yün çizmeler yaptılar. Yünü o kadar mahâretle
işleyen ustalar idiler ki, bozkırlılar ondan kendilerine elbise ve başlıklar diktiler... Bu ince
işlenmiş keçeye, bugün “fötr” diyorlar.
Keçe... Türk milletinin tartışmasız kartviziti, onun kâbiliyet ve zekâsının de bir mührü.
Araba-izbelerde (yürüyen evlerde) yerde halı serili idi; üzerinde ise, göç esnâsında su
kaynattıkları veya yemek hazırladıkları semâver bulunuyordu... O zamâna kadar,
semâverden daha ekonomik ve daha kolay bir şey düşünülmemişti. Gerçekte, onu şimdi
“Rus semâveri” olarak tavsif ediyorlar. Fakat bu bir Türk îcâdıdır; o, üçlü (üç atlı) arabalar
gibi Kavimler göçü esnâsında ortaya çıkmıştı.
Bozkır, o sırada Türk milletine çok şey verdi; ona çok şey öğretti...
Fakat, tabiî ki, eski Altay gelenekleri unutulmadı. Sâdece eski ile yeni kaynaştı. Dağlar,
eskiden olduğu gibi, insanların kalbinde yaşadılar; rüyâda onlarla oldular. Ve tuhaf bir şey
vukû’ buldu: Hayatlarında dağları görmeyen, fakat onlara saygı gösteren yeni nesil Türkler
yetiştiler...
Netîce olarak, bozkırda, Türk kültürünün hayret verici bir olgusu daha ortaya çıktı:
Kurganlar... Dağların insan eliyle yapılmış kopyaları. Kurganlar, Altay kaynaklı geleneklerin
gözle görülür devamlarıdır. Türklerin Dünyâ gezegenindeki mevcûdiyetlerinin başka bir
işâreti!
Kurganı, hanların veya ünlü başbuğların mezarlarının yerinde yığarlardı. O, kutsaldı. Onun
yanı başında bozkırlılar-Kıpçaklar ölüye okurlar, Tengri’ye duâ ederlerdi. Kutsal dağların yanı
başında duâ etmiş olan ataların vasiyeti üzere, âyin-törenleri, ciddî ve sâde yaptılar.
Kıpçaklar, kendi bozkırlarında, öyle veya böyle her şeyi yaptılar.
Arkeologlar, kurganları inceleyerek, beklenmedik bir keşfe ulaştılar. Bozkır kurganları, öyle
anlaşılıyor ki, inşâ edilmişlerdi. Yığılmamışlar, düpedüz inşâ edilmişlerdi. Onlar, çok şey
hakkında bilgi verebilecek nitelikte mühendislik eseri idiler.
Bozkırlılar, ölüleri önceleri Altay’daki gibi gömüyorlardı... Fakat, bozkırda tabiat farklıydı;
onun için defin törenleri de farklı olmak zorundaydı.
Eski Altaylılar, ölen akrabâlarını toprağa değil, göğe verirlerdi. Bu, sâdece dağlılarda
olabilecek bir esrârengizlikte olurdu. Zîrâ, kayalık dağlarda ve ebedî olarak donmuş
topraklarda mezar kazmak, bâzan düpedüz imkânsızdır.
Altaylılar, beyaz bir kumaşa sarılı ölüyü, kutsal yere taşırlar ve orada yüksek bir taş alan
üzerine koyarlardı. Yakınında yağa batırılmış kuru otlardan ateş yakarlardı. Yükselen
dumanlar, civardaki dağlardan üşüşen yırtıcı kuşları vedâ şölenine çekerdi...
Vedâ taşı üzerinde sâdece koyu gri lekeler ve kemikler kalırdı.
Bu “defin” töreninin ne kadar derin bir mânâsı bulunuyordu. Onda tam bir felsefî öğreti
vardı. Türkler, ölümün yeni bir hayâta doğuş olduğunu kabûl ediyorlardı. Bu sebeple, insanın
rûhu ölümsüzdür; ölümden sonra ölmez, başka bir insana veya canlıya göç eder. Demek ki,
ölen kişiye, hediye olarak yeni, gelecek bir hayat veriyorlardı.
Eski Altaylılar, bâzı durumlarda, ölünün cesedini, mûtad olduğu üzere, dağların zirvelerinde
toprağa verirlerdi... Bunun yanında, toprakta, tomruktan küçük bir oda, bir çeşit ölü “evi”
yaparlardı. Arkeologlar, böyle mezarları “ağaçtan mezar” olarak isimlendirdiler.
Ağaçtan mezarlar, tabutların ilk atalarıdır; bugün bütün Avrupalı kavimlerin en az yarısı,
ölülerini tabutla gömüyorlar.
... Altay’da böyle idi. Fakat, bozkırda tabiat farklıdır. Onun için, ölülerin cesetlerini sâdece
toprağa vermeye başladılar. Seçkinler için cenâze “oda”ları yaptılar; kurganlar yığdılar;
bunların tepelerine, eski vedâ taşları üzerinde yırtıcı kuşlara ziyâfet olmak üzere yapılanlara
benzeyen anıtlar yerleştirdiler.
Tomruktan yapılmış oda, kurgan içine konulur, burada ölenin cesedi yatar, yanında ise
yemek, silâh, çeşitli nesneler, ölü at ve köleler bulunurdu. Buraya, cenâze odasına,
yukarıdan yer altı yoluyla inilirdi; bu yoldan sâdece din adamları inerlerdi. Yer altı yolu bütün
kurganlarda değil, sâdece bilhassa imtiyazlı insanların cenâzelerinin bulunduğu kurganlarda
uzun olurdu. Diğer bir ifâdeyle azizlerinkilerde!
Türk topraklarının görünüşü kurganlarla derhal değişti. Gözle görülür şekilde, gerçekten Türk
toprağı oldular! Zîrâ “kurgan” kelimesi, komşu kavimlerde eskiden “sınır” mânâsına
geliyordu. İnsanlar, nerede kurgan varsa, orada Türklerin olduklarını biliyorlardı. Demek
oluyordu ki, orası başkasının toprağıdır.
... Bozkır kurganları, arkeologlara her şeyi anlatmadılar. Öyle anlaşılıyor ki, onlar, uzaktan
görünüşleriyle, yön bulmada belli başlı noktalar olarak da hizmet verdiler; onun için,
kurganları yol boylarında inşâ ediyorlardı. Bu da bir gelenek hâlini aldı ve bugüne dek bozkır