ardından kendi ölümü ve dirilişi konusunda İsa'nın kendi sözleri dahil,
yazılardaki her şeyi bir yana atamazlardı.
www.maximumbilgi.com tarafından hazırlanmıştır. 25 Böylece çok çeşitli yollar izlediler. Bazısı, California'daki Antik Çağ ve
Hıristiyanlık Enstitüsü'nden Burton Mack gibi, çilenin daha sonraki
Ortodoksluğun uydurmasından başka bir şey olmadığını öne sürdü: Tapınak
olayı olmamıştı, son yemek yoktu, hatta belki İsa çarmıhta da ölmemişti.
Chigaco'daki DePaul Üniversitesi'nde profesör olan eski bir papaz, John Dominic
Crossan, son yemek olduğu sonucuna vardı ama "herkesin bir son yemeği vardır,
marifet, onu önceden bilmektir" diye espri yapmaktan da geri durmadı. Crossan,
çarmıha gerilen İsa'nın cesedinin diğer çarmıha gerilenlerin yazgısından
kurtulmasının olanaksız olduğu yani, vahşi köpekler tarafından yendiği sonu-
cuna vardı.
Muhafazakar akademisyenler, yazıların ya da tarihsel çözümlemelerin gerçek
İsa'yı açığa çıkarabileceği konusunda yanlış yönlendirmekle semineri suçlayınca,
İsa Semineri'nin bir karşı tepki yaratması şaşırtıcı değildi. Birçok muhafazakar
akademisyen, yazıların çarmıha gerilme ve diriliş kehanetleriyle ne ölçüde dolu
olduğunu vurgularken, liberaller için bunlar sadece "Sevindirici Haber"
yazarlarının uydurmalarına yeni örneklerdi.
Genelde, feminist hatta gay bir İsa'nın bile düşünüldüğü akademik çevrelerde,
liberal uzlaşınm farklı türleri geçerliliğini koruyordu. Martin Luther gibi, İsa
Semineri'nden Robert Funk da tezlerini kilisenin kapısına çivilemiş ya da belki
şeffaf bantla yapıştırmıştı.
Bunların kilise kapısında kalıp kalmayacaklarını ise zaman gösterecek...
www.maximumbilgi.com tarafından hazırlanmıştır. 26 6. Bölüm
Nazca Çizgileri Neydi?
1926 Eylülünde, iki arkeolog Peru'nun güneybatısında, Nazca kasabası
yakınlarındaki kayalık yamaçlara tırmandı. Perulu Toribio Mejia ve Amerikalı
Alfred Kroeber'in amacı yakınlardaki bir mezarlığı görmekti. Sonra, bir an için
durup, aşağıdaki düz, taşlık çöle baktıklarında, gözlerine ufka doğru uzanan çok
sayıda uzun, doğru çizgiler çarptı. İki bilim insanı da o an için bu çizgilerin bir
tür sulama sistemi olabileceğinden başka bir şey düşünememişti.
Ancak bazı hava yollarının çölün üzerinden uçmaya başladığı 1930'lu yıllarda,
pilot ve yolcular bu çizgilerden daha çok olduğunu ve başka yerlerde de yığınla
benzer çizgi bulunduğunu gördüler. Kuşbakışı, birçoğu dıştan merkezlere doğru
uzanan, bazıları kilometrelerce uzunlukta kusursuz doğrular oluşturan yüzlerce
çizgi görülebiliyordu. Üçgenler, dikdörtgenler, yamuklar, sarmallar ve bazı
hayvan şekilleri dahil, başka şekiller de vardı. Antropolog Anthony Aveni'nin
yazdığı gibi, kuşbakışı manzara yoğun geçen bir geometri dersinden sonra
silinmemiş bir karatahtayı andırıyordu.
Toprakta ise arkeologlar çizgi ve şekilleri incelemiş ve bunların basitçe çöl
yüzeyini kaplayan çakıl taşlarının bir kenara itilerek yapıldığım anlamışlardı.
Altta açıkça göze çarpan açık renk kumlar vardı, çünkü koyu çakıl taşları artık
çizgiler ve şekillerin etrafında bir sınır oluşturmaktaydı. Arkeologlar, bu
çizimlerin bir kez yapıldıktan sonra ilk durumlarını sonsuza kadar
koruyabileceğini de anlamışlardı. Nazca çevresinde çöl o kadar kuru (yılda
yaklaşık yirmi dakika yağmur alıyordu) ve rüzgarsızdı ki, çizgiler pekala
yüzlerce ya da hatta binlerce yıl eski olabilirdi. Gerçekten de, bu çizgilerden
bazılarının yanında bulunan çömlek kalıntıları, bazılarının iki bin yıldan eski
olduğunu gösteriyor gibiydi.
Bilimciler, bu kadar zor bir tuval seçmeleri için dönemin sanatçılarına neyin esin
kaynağı olabileceğini merak ediyorlardı. Ayrıca, neden zeminde farkına bile
varılamayacak kadar büyük modeller çizmişlerdi? Bazıları, belki de antik
Nazcaların bir tür ilkel planörler ya da sıcak hava balonları kullanarak
uçabildiklerini varsayıyordu. Ya da belki, çizgi ve şekillerin en sansasyonel
açıklamasına göre, bunlar Nazcalılar tarafından değil, uzaydan gelen ziyaretçiler
tarafından çizilmişti. Bu teoriye bakılırsa, çizgiler iniş işaretleri, şekiller ise
yabancı uzay gemileri için iniş pistleriydi.
Erich von Daniken'in tüm dünyada çok satan "Tanrıların Arabaları" adlı
kitabının üne kavuşturduğu bu uzaylılar teorisi tam bir fanteziydi. Sadece
çöldeki şekillerin küçük bir kısmı ile modern bir havalimanı arasında çok
yüzeysel bir benzerlik kurulmasına dayanıyordu. Ama antik Nazcaların uçmayı
bildiği teorisi gibi, von Daniken'in kitabı da en azından dev ve gizemli resimlere
bir çeşit açıklama öneriyordu.
www.maximumbilgi.com tarafından hazırlanmıştır. 27 Kuma çizilen ve sadece kuşbakışı görülebilen bu şekillere bilimciler başka ne tür
açıklama getirebilirdi ki?
Nazca çizgileriyle ilgili ilk ciddi araştırma, bir Amerikalı tarihçi, Paul Kosok'un
çölü ziyaret ettiği 1941'de yapıldı. Kosok da gizemin çözümünü gökyüzünden
bakarak arayanlardandı. Güneşin batışını seyrederken esin perisi geldi. Ansızın
güneşin uzun doğrulardan birinin neredeyse tam bitiminde batmakta olduğuna
dikkat etti. Hemen o günün yılın en kısa günü ve güneşin tam batının en kuzey
noktasında battığı 22 Haziran olduğu aklına geldi.
Kosok daha sonra anılarını anlatırken, "Büyük bir heyecanla, bir anda
bilmecenin çözüm anahtarını bulduğumuzu düşünmüştük!" demişti. "Aslına
bakılırsa, antik Nazcalılar bu çizgileri kış gündönümünü işaretlemek için
çizmişlerdi. Eğer bu doğruysa, o zaman diğer işaretler de pekala aynı şekilde
astronomik ya da ilişkili etkinliklere bağlanabilirdi."
Kosok daha kapsamlı bir inceleme yapmak için çölden ayrılmak zorundaydı. Bu
yüzden Lima'da matematik öğretmenliği yapan Alman asıllı Maria Reiche'nin
yardımını istedi. Yıl sonuna varmadan, Reiche diğer on iki çizginin ya kış
gündönümünü ya da yaz gündönümünü gösterdiğini buldu. Kosok ve Reiche,
çölün "dünyadaki en büyük astronomik kitabı" olduğu sonucuna ulaşmıştı.
Ufuktaki en önemli astronomik konuları işaret eden bu çizgiler, aynı zamanda
dev bir takvim görevi de görüyordu.
Kosok ve Reiche'yi eleştirenler, farklı yönlerde ilerleyen çok sayıda çizginin
varlığı nedeniyle, bir kısmının güneş ile aynı hizada bulunmasının kolaylıkla
rastlantı ile açıklanabileceğini öne sürüyorlardı. Daha sistemli bir yaklaşım
gerekliydi.
1968'de, Peru'ya gelen Gerald Hawkins işte böyle bir sistemli yaklaşımı
amaçlamıştı. Hawkins bu işin tam adamı gibi görünüyordu. Bir kere arkeolog
değil, astronomdu ve Stonehenge'in izdüşümleri hakkında yaptığı bilgisayar
destekli analizler, onu harabelerin bir zamanlar bir astronomi gözlemevi
olduğuna inandırmıştı. Hawkins, işe çöl üzerinde uçmak için bir ekiple işbirliği
yaparak başladı ve çizgilerin tam bir krokisini çizerken kullanabileceği bir dizi
fotoğraf çekti. Daha sonra, güneş, ay ve ufuk çizgisindeki çeşitli yıldızların
konumlarını, son iki bin yıldır yavaş yavaş meydana gelen değişiklikleri de
kaydettiği bilgi sayar programını kullanarak, bunları karşılaştırdı. Sonuçta,
çölün belli bir kesiminden 186 çizgiyi numune olarak seçti.
Hawkins 186 çizgiden 39'unun astronomik konuma uyduğunu buldu. Bu
etkileyici görünebilirdi ama seçtiği çok sayıda astronomik konum onu büyük bir
düş kırıklığına uğratmıştı. 19 çizgi salt rastlantı sonucu izdüşüme şöyle böyle
uydurulabiliyordu. Uygun düşen diğer çizgilerin çoğu gerçekte tek bir çizginin bir
yönde kış gündönümünü, diğer yönde yaz gündönümünü gösterdiği "tekrarlar"dı.
Ayrıca, seçilen çizgilerin yüzde 80'inden çoğu tamamen gelişigüzel yönlerde
ilerliyordu.
www.maximumbilgi.com tarafından hazırlanmıştır. 28 Dolayısıyla, Stonehenge konusunda astronomik açıklamanın bir numaralı
savunucusu Hawkins, Nazca'da "yıldızgüneşay takvimi teorisinin bilgisayar
tarafından ortadan kaldırıldığı" sonucuna ulaştı.
1980'lerin başlarında, Kanadalı arkeolog Parsis Clarkson çizgilerin etrafında
bulunan çömlek parçalarını toplayıp, Peru'nun farklı tarih öncesi dönemlerinden
geldiği bilinen çömleklerle karşılaştırdı. Vardığı çarpıcı sonuca göre, bazı
parçalar, özellikle hayvan şekillerinin yanında bulunanlar, iyice eski bir tarihe,
İÖ 200 ve İS 200 arasındaki bir döneme tarihlendirilirken, bazıları yaklaşık bin
yıl sonrasında hakim olan üsluba uyuyordu.
Çizgilere bir açıklama arayanların çabaları etkileyici bir sonuca ulaşmıştı. Eğer
şekil ve çizgiler bu kadar uzun bir dönemde yapılmış ve çok farklı dönemlerde
yaşayan insanların ortak eserini temsil ediyorsa, o zaman farklı amaçlara da
hizmet etmeliydiler. Başka bir deyişle, çizgiler için birden fazla açıklama geçerli
olabilirdi. Ya da Avani'nin benzetmesine dönecek olursak, karatahta bir değil,
birçok değişik geometri dersinin silinmemiş problemleri ile kaplı olabilirdi.
1980'lerin sonlarında bunları izleyen açıklamalar, çoğunlukla su ile ilgiliydi.
Suyun çölde ne kadar kıt bulunduğu düşünülürse, bu şaşırtıcı sayılmaz.
Antropolog Johan Reinhard, bazı çizgilerin, belki de hasat töreninin parçası
olarak sulama sistemlerinin bazı bölümlerini tapınaklara bağladığını öne sürdü.
Özellikle, modern Nazca çiftçileri balıkçıl, pelikan ya da tepeli akbabanın
görülmesini, yağmur alameti olarak yorumladıklarından, birçok kuş çizimi yeni
bir anlam kazanmıştı. Belki kuş ve diğer hayvan çizimleri yağmur duası
niyetiyle çizilmişlerdi.
Diğer iki antropolog, Aveni ve Helaine Silvermann, çizgilerin çeşitli coğrafi ölçüm
işaretleriyle ilişkili olduğu kanısındaydılar. Çizgilerin çoğu ender görülen çöl
yağmur fırtınasının ardından suların akışı yönünde uzanıyor ve birçoğu suların
bir zamanlar aktığı yakınlardaki oluklarla aynı doğrultuda ilerliyordu. Aveni ve
Silverman, bu çizgilerin sulama kanalları olduğunu düşünmedi, çizgiler bu amaç
için çok sığdı. Ama çizgiler ve su arasında bir çeşit törensel bağ olduğu
konusunda Reinhard ile aynı fikirdeydiler.
Aveni, İspanyollar gelinceye kadar Peu'nın büyük bölümünde hüküm süren
İnkalar konusunda uzman olan bir diğer antropolog, Tom Zuidema ile de birlikte
çalıştı. Zuidema, İnka başkenti Cuzco'nun, şehir merkezindeki Güneş
Tapınağı'ndan çıkan bir doğrular ağı olarak tasarlandığını biliyordu. İlk İspanyol
kronikçilerine göre, ışınsal düzenin İnkalar için dinsel ve toplumsal bir önemi
vardı. Zuidema ve Aveni, çöldeki birçok çizginin ışınsal düzeninin, Nazcaların da
benzer inançlara sahip olduğunu gösterdiği sonucuna ulaştı.
Bir başka antropolog, Gary Urton, Cuzco yakınlarındaki dağ köylerinde yaşayan
modern halkın geleneklerindeki paralellikleri araştırdı. Urton, Pacariqtambo
köylülerinin nasıl bazı festivallerde meydanın uzun, ince şeritlerini süpürme
törenine katıldıklarını anlatıyordu. Urton'a göre, eski Nazcalıların da çöl çiz-
www.maximumbilgi.com tarafından hazırlanmıştır. 29 gilerinde benzer bir tören gerçekleştirdiğini düşünmek hayal gücünü aşın
zorlamak olarak görünmüyordu.
Bu sırada Marie Reiche, Nazca'da yaşamayı sürdürüyor, çizgilerin sadece uzmanı
değil, bir koruyucusuymuş gibi davranıyordu. Erich von Daniken'in eserleri,
Nazca'yı turistik bir yere dönüştürdükten sonra, Reiche kendi sınırlı mali
kaynaklarıyla özel korumalar tutmuştu. Hatta iyice yaşlı olmasına rağmen,
tekerlekli sandalyesiyle çölde devriyeye çıkıyor, çizgileri tahrip edecekler diye
turistleri bölgeden uzaklaştırıyordu. Nazca'da bir halk kahramanı olmuştu.
1990'ların başlarında, Reiche ve kız kardeşi Renate Reiche, en azından bazı
araştırmacıların gözünde biraz fazla titiz davranmaya başlamıştı. Maria
Reiche'nin korumaları, çanak çömlek parçalan çalmakla suçladıkları Clarkson'un
ve ovaya bilerek zarar vermekle suçladıkları Urton'un çölde çalışmasını geçici
olarak engellemişlerdi. Belki de, Marie Reiche'yi eleştirenler, yaşlı kadının
çizgiler kadar kendi astronomi teorisini de korumaya çalıştığını düşünmüşlerdi.
Eğer böyleyse, 1998'de 95 yaşında ölen Marie Reiche, Aveni ve bir İngiliz
astronom, Clive Ruggles'in gerçekleştirdiği en son astronomik analizlerle biraz
olsun teselli bulabilirdi. Hawkins gibi, Aveni ve Ruggles da göksel izdüşümlerin
birçok Nazca çizgisini açıklayamadığını görmüştü. Ama yine de, Hawkins'in
tersine, hepsi rastlantı olarak açıklanamayacak sayıda izdüşüm olduğu sonucuna
da vardılar. Aveni, Cuzco'daki ışınsal çizgilerin bazılarının güneş, ay ve
yıldızların konumlarını gösterdiğini kaydetti. Bu durum, onu astronominin
Nazca'da bir rol oynamış olabileceğini, ama bu rolün hiç de Kosok ya da Reiche'in
düşündüğü kadar büyük olmadığı sonucuna ulaştırmıştı.
Von Daniken'in okurları da çizgilerle ilgili en son görüşten kuşkusuz düş kırıklığı
yaşamış olmalı! Örtüşen teorilerin astronomik, tarımsal, dinsel boyutları, tek bir
açıklamanın verebileceği türden bir doyum sağlamıyor. Ne yazık ki, tek bir
açıklamanın bütün bu çizgi ve şekilleri aydınlatması, neredeyse tamamen
olanaksız.
Bununla birlikte, Aveni, Silverman, Urton, Zudiema ve başkalarının son
buluşları, başlangıçta görülebildiğinden çok daha fazla ortak yan içeriyor. Bu
bilimcilerin her biri Nazcalılar ile eski ya da yeni Peru kültürleri arasında ilişki
arayışıyla işe başlamıştı. Buldukları her ilişki Nazca çizgilerinin anlam
kazanmasına yardımcı olmuştu.
Çizgilerin "antik dünyanın harikaları" olarak adlandırılmış olmaları, bunların
Güney Amerika antik çağı hakkında bilinenlerin hiçbiri bağlamında
anlaşılamayacak kadar çarpıcı oldukları anlamına geliyordu. Oysa Nazca
üzerinde çalışan yeni arkeolog, antropolog ve tarihçilerin çoğuna göre, bunun
tersi doğru: Eğer çizgilere bir açıklama getirilecekse, bu sadece onların dünyası
bağlamında olabilir.
www.maximumbilgi.com tarafından hazırlanmıştır. 30
7. Bölüm
Maya Uygarlığı Neden Çöktü?
"Her şey gizem, karanlık, kalın bir sis perdesi ardındaki gizemdi."
Çok satan bir gezi kitabı yazarı, John Lloyd Stephens 1840'da, Copan'da
harabelerle karşılaştıktan sonra bu satırları kaleme almıştı. Stephens, katır ve
kanoyla yolculuk yapmış, sonra eski Mayaların kayıp şehirlerini bulma
umuduyla, Honduras yağmur ormanlarında kendine yol açarak güç bela
ilerlemişti. Güney Meksika ve Orta Amerika'da geçirdiği sonraki üç yıl boyunca,
kırktan fazla farklı harabe keşfetmişti. Buralarda, ormanda üzerlerine hiyeroglif
benzeri yazılar oyulmuş anıtsal taş heykellerin yanında, etrafa saçılan saray ve
piramit kompleksleri gizliydi. Stephens bunların büyük bir uygarlığın izleri
olduğunu açıkça görmüştü.
Stephens'i izleyen arkeologlar, özellikle anıtlardaki bazı işaretleri çözmeyi
başardıktan sonra, onunla aynı fikri paylaştılar. İşaretlerin sayılar olduğu ortaya
çıkmıştı, anlaşılan Mayalar usta matematikçilerdi. Milyonlarca yıl geriye uzanan
takvimler yapmış ve karmaşık astronomik hareketleri inceden inceye
hesaplamışlardı. Önde gelen arkeologlar, bütün bunlara bakarak, Mayaların ya
da en azından yöneticilerinin akıllı insanlar olduğu sonucuna ulaşmışlardı.
1946'da yazan Sylanus Morley'e ve 1954'de yazan J. Eric Thompson'a göre.
Mayalar aynı zamanda eşi benzeri bulunmayan barışçı bir halktı. Bu iki önde
gelen arkeolog, Maya harabeleri çevresinde görünürde hiçbir tahkimat
olmadığını belirtmişlerdi. Morley ve Thompson, buraların rahipkralların evrenin
matematiği üzerine, sadece kendilerine yiyecek getiren ve akıl danışan
köylülerin arada sırada yaptığı ziyaretlerle kesintiye uğrayan düşüncelere
daldıkları kutsal yerler olduğu sonucuna ulaşmışlardı.
Anıtlara oyulan rakamlar, Maya uygarlığının ne zaman sona erdiğini de
gösteriyordu. Copan'da kaydedilen en son tarih (Maya takviminden çevrilirse) İS
820'ydi ve diğer Maya şehirleri domino taşları gibi yıkılmıştı: Naranjo 849'da,
Caracol 859'da, Tikal 879'da. Ama şu soru yanıtsız kalıyordu: Maya uygarlığı
neden son buldu? İspanyol fatihler tarafından ortadan kaldırılan Meksika'daki
Aztekler ve Peru'daki İnkaların tersine, Mayalar şehirlerini 900'e varmadan
Kolomb'un Amerika'ya yelken açmasından neredeyse 600 yıl önce terk
etmişlerdi. Azteklerin savaşçı ataları gibi bir başka Yerli Amerikan uygarlığının
Maya şehirlerini ortadan kaldırdığı konusunda hiçbir iz yoktu. Ayrıca şehirler
arası savaşlar, en azından, arkeolojik düşünce tarzlarını Mayaların barışçılığı
üzerine oturtan Morley ve Thompson'a olanaksız görünmekteydi.
Dolayısıyla, Maya uygarlığının yok oluşu, en azından son yirmi otuz yıl öncesine
kadar, her yönüyle onu kuşatan orman kadar gizemli görünüyordu.
www.maximumbilgi.com tarafından hazırlanmıştır. 31 Birçok bilimci bir çevre sorunu yaşandığını öne sürdü. Örneğin Morley,
Mayaların sonuçta topraksız kalıncaya kadar çiftçilik amacıyla ormanı
açtıklarını varsaymıştı. Diğerleri Mayalı çiftçilerin topraksızlıktan tükenip
gittiklerini düşündü. Gene diğerleri doğal bir felaket, belki bir deprem, bir
hortum veya uzun süreli bir kuraklık olduğunu öne sürdüler. Ayrıca sıtma ve
sarıhumma da suçlular arasında sayıldı, çünkü özellikle bu salgın hastalıklar
İspanyol fetihlerinden sonra yıkıcı bir rol oynamıştı.
Bütün bu teorilerin sorunu, herhangi birini destekleyecek gerçek kanıtlar
bulunmayışında yatıyor. Belki, bunların tersi de kanıtlanamaz ama Mayalarınki
gibi bir uygarlığı ortadan kaldırabilecek boyutlardaki bir çevre felaketinin,
arkeolojik kayıtlarda bir parça iz bırakmış olması gerekir oysa bu örnekte böyle
bir ize rastlanmış değil.
Thompson'ın teorisi, orta Meksika ya da Meksika Körfezi kıyılarından gelen
daha geri bir halkın, Yucatan Yarımadası'nın en kuzeyindeki Maya şehirlerine
saldırıp buralardaki yöneticileri devirmiş olabileceğini varsayıyordu. Bunun
askeri değil, daha çok kültürel bir istila olmakla birlikte, hem buralardaki hem
de güneydeki yerleşik Maya politik ve dinsel düzenini bozduğunu düşünüyordu.
Bu durum, kendi rahip seçkinlerine itirazsız boyun eğen, ancak barbar
yabancılara haraç ödemeye direnen Mayalı köylülerin ayaklanmasına yol açmış
olabilirdi.
Thompson, teorisine en azından bazı kanıtlar göstermişti. Onuncu yüzyıla
tarihlenen Orta Meksika üslubu portakal renkli çömlekler, Yucatan
Yarımadası'ndaki bazı Maya şehirlerinde bulundu. Meksika Körfezi sahili
mimari üslubu orada kısa süre sonra kendini göstermeye başladı. Burada sorun,
güneydeki Maya anakarasının hiçbir yabancı etki izi taşımamasıydı. Çömlekçilik
ve mimari açıdan, bu durum pekala tam bir barışçıl ticaret sonucu da ortaya
çıkmış olabilirdi. Yabancılar kuzeyi zorlamışlarsa bile, çanak çömlek ve mimari
kalıntıların tarihlemesi, onların Mayaların çöküşünden önce mi, sonra mı gelmiş
olduklarını söyleyecek kadar kesin değildi. Yabancılar pekala Maya yöneticileri
tarafından çoktan terkedilmiş olan bir boşluğu doldurmaktan başka bir şey
yapmamış da olabilirdi.
Bununla birlikte, daha uygun seçeneklerin olmadığı bir ortamda, Thompson ve
Morley'in fikirleri Maya araştırmalarına egemen olmaya devam etmişti. Bu
durum, sonuçta dilbilimcilerin eski Maya yazısındaki rakamların yanı sıra
sözcükleri de okumayı başardığı 1960'lar ve 1970'lere kadar sürdü. Çevrilen
metinler, sadece Thompson ve Morley'in çöküş ile ilgili fikirlerini sorgulamanın
ötesine geçti. Aslında, bu çeviriler Maya uygarlığı ile ilgili akademik görüşü
tamamen değiştirdi.
Thompson olmasaydı, yazıtlar belki de yıllar, hatta on yıllar öncesinden
çözülürdü. Thompson, eskiden çevrilenler gibi, bunların da sadece esrarengiz
matematiksel kavramlar ve takvimler içerdiğinden emindi. Maya anıtlarına
rakamlar ya da resimler gibi sözcüklerin ya da harflerin oyulmuş olabileceğini
www.maximumbilgi.com tarafından hazırlanmıştır. 32 öne süren herkes, öyle büyük bir küçümseme ile karşılaşırdı ki, yazıtları okuma
girişiminden hemen vazgeçerdi.
Thompson o kadar büyük bir etkiye sahipti ki, akademisyenler Diego de
Landa'nın çalışmasını büyük ölçüde gözden uzak tutmuşlardı. Landa, 1550'lerin
ortasındaStephan'ın aynı kalıntıların bazılarına ulaşmasından yaklaşık üç yüz
yıl önce Maya şehirlerinin kalıntılarını gezmiş olan bir Fransisken misyoneriydi.
Landa, Maya sembollerini harflere çevirmek için bazı ilkel girişimlerde
bulunmuştu. Bunların doğru olmadığı ortaya çıkmıştı ama doğru iz üzerindeydi.
Ne yazık ki, Landa bilim insanı değil, inançlı bir misyonerdi. Toplamış olduğu
Maya kitaplarının "hurafeler ve şeytanın yalanlarf'ndan başka bir şey
içermediğine karar verdikten sonra, hepsini yakmıştı.
İspanyol misyonerleriyle nemli tropikal iklimin yıkıcı etkilerinden sadece dört
kitap kurtulabildi. En sonunda, bunlardan biri Berlin Ulusal Kütüphanesi'ne
ulaştı. II. Dünya Savaşı'nın sonunda, kütüphane alevler içindeyken, bu kitap da
az kalsın kül olacaktı. Bereket, Yuri Knosorov adlı bir Sovyet askeri kitabı
kurtarıp, yanında ülkesine götürdü. Orada, Thompson'ın aydın despotizminden
uzakta kalan Knosorov kitap üzerinde çalışmaya başladı. 1952'de, şifreyi
çözdüğünü ilan etti: Maya yazıtı ne (Landa'nın sandığı gibi) sırf harflerden ne de
(Thompson'ın sandığı gibi) sırf rakam ve resimlerden oluşuyordu. Doğrusu,
bunun işaret ve sözcüklerin bir karışımı olduğuydu.
Thompson alışık olduğumuz üslubuyla Knosorov'un çalışmasını alaya aldı. Tipik
küçümseyici edasıyla, "Bu, Rusya'da... Parti ile yapılan kesin işbirliğinin tam bir
örneği olabilir" diye yazdı. "Özgür dünyanın iyiliği için, askeri araştırmayı
ilgilendirdiği kadarıyla, Knosorov'un dediklerinin doğru olduğunu umalım!"
Ne var ki, diğer akademisyenler yavaş yavaş Thompson'ı sorgulamaya ve
Knosorov'un sezgilerini ciddiye almaya başladılar. Thompson 1975'te öldüğünde,
Maya gramerinin ve sözdiziminin genel ilkeleri artık anlaşılmıştı ve
akademisyenler Maya yapıtlarını çevirmeye başlayabilirdi.
Gene de önlerinde yapılacak çok iş vardı, ellerinde bulunan sadece dört kitaba
karşılık, Maya çömlekleri ve bina duvarları üzerindekiler gibi, taş anıtlara
oyulmuş ya da boyanmış binlerce Maya metni vardı. Bu farklı zeminlere yazılan
yazılar çevrildikten sonra, Morley ve Thompson'ın sunduğu Maya görüntüsü
dağıldı. Çevirmenler, bir anıttan diğerine koşturup yazıları çevirdikçe, askeri
stratejilerin, kanlı savaşların, savaş esirlerine zalimce davranışların ayrıntılı bir
biçimde anlatıldığını gördüler. Mayaların barışçı, aydınrahip yöneticileri yerini
kana susamış savaşçı yöneticilere bırakmıştı. Yazıların çoğu onların askeri za-
ferlerini belgeliyordu.
Artık Morley ve Thompson'ın bakış açısından kurtulmuş olan arkeologlar, şimdi
Maya militarizminin diğer kanıtlarını ortaya çıkarmaya başlamışlardı. Örneğin,
Dostları ilə paylaş: |