GöNÜlden esiNTİler: (6) peygamber (3) Hz. İBRÂHÎm-halîlûllah


(Vezkür filkitâbî İbrâhîme innehü kâne sıddîkan nebiyyen)



Yüklə 0,72 Mb.
səhifə4/8
tarix25.06.2018
ölçüsü0,72 Mb.
#51156
1   2   3   4   5   6   7   8

(Vezkür filkitâbî İbrâhîme innehü kâne sıddîkan nebiyyen)
19/41. “Kitapta İbrâhim'i de zikret. şüphe yok ki, o pek sadık bir Peygamber idi.”
Yukarıda da bahsedildiği gibi, Kûr’ân-ı Kerîmin anlatım yollarından biri de (Vezkür-zikret-hatırla) şekliyledir.
İlmi İlâhî, Ümm-ül kitapta olan a’yan-ı sabiteler de kişilerin (kaza) genel hükümleri “kazayı mübrem-mutlak” ve “kazayı muallâk” olarak düzenlenmiştir. Bunların zaman süreleri içerisinde yavaş yavaş ortaya çıkarak faaliyyete geçmelerine de bilindiği gibi,”kader” denmektedir, miktar, miktar zuhura çıkmasıdır. İşte ey habîb-im senin gönül kitabında “hullet” İbrâhîmiyyet hakikatleri de mevcuttur, onları bâtınından zâhirine çıkararak varlığını hatırla-zikret, ve bizde sana bunları ayrıca “Cibrîl-i emîn” vasıtasıyla da bildiriyoruz. Sende bu bilgileri Ümmet-i ne bildir. Denmektedir.
61





(İz kâle li ebîhi yâ ebeti lime tagbüdü mâ lâ yesmeu velâ yübsiru ve lâ yuğnî anke şey’en)
19/42. “Bir vakit ki, babasına demişti: Ey babacığım!. Ne için işitmez, görmez ve seni hiçbir ihtiyaçtan kurtaramaz bir şeye taparsın?.






(Yâ ebeti innî kad câenî minel ilmi mâ lem ye’tike fettebignî sıraten seviyyen)
19/43. “Ey atacığım!. Muhakkak ki, ilimden sana gelmeyen bana gelmiştir. Artık bana tâbi ol, seni bir doğru yola eriştireyim.”
Burada İbrâhîm ilk def’a kendisine bâtınen gelen “Tevhid-i ef’âl” ilmini açıklıyor idi, ancak üvey babası bunu anlayacak durumda olmadığından ona tabi olmuyordu ayrıca o günün anlayışı itibari ile babanın oğluna uyması pek kabul edilebilir bir durum da değil idi. O yüzden üvey babası ona tâbi olamadı.





(Yâ ebeti lâ tagbüdüşşeytâne inneşşeytâne kâne

62

lirrâhmâni asıyyen)


19/44. “Ey babacığım!. şeytana ibadet etme, şüphe yok ki: şeytan, Rahmana isyan eder olmuştur.”
Acabâ onlar putlara ibadet ederlerken neden “şeytana ibâdet etme” diye babasına söylemiştir. Çünkü şeytan hayal ve vehim yoluyla putları onlara “ilâh” gibi göstermiştir, ve bu anlayışın arkasındaki de kendi olduğundan böylece putlara yapılan ,ibadet kendisine yapılmış olmaktadır. Bu hakikati idrak etmiş olan İbrâhîm o yüzden bu şekilde ifade de bulunmuştur.
İblisliğin hakikati “Mudil” isminin hayal ve vehminden kaynaklandığına göre, bunun neticesi de nefs-î benlik olduğundan bu yaşantı da, üzerinde başka bir kuvvet kabul etmediğinden Rahmân-î hükümlere boyun eğmemektedir, bu yüzden Rahmân’a isyan üzeredir.





(yâ ebetî innî ehâfu en yemesseke azâbün minerrahmâni feteküne lişşeytâni veliyyen)
19/45. “Ey babacığım!. Ben muhakkak korkarım ki, sana Rahman tarafından bir azap isabet eder de artık şeytana bir yar olmuş olursun.”
Hayal ve vehminin peşinde koştuğundan Ramân’a
63

karşı gelmiş olmaktasın bu yüzden de Rahmân’ın azabı sana isabet eder, böylece onunla birlikte ona muhabbetli olursun, bu yüzden onun yolcusu olmuş olursun. Neticesi azaptır.








(Kâle erâğıbün ente an âlihetî yâ İbrâhîmü lein lem tentehî le ercümenneke vehcurnî meliyyen)
19/46. “-Âzer- dedi ki: Ey İbrâhîm!. Yoksa sen benim tanrılarımdan yüz mü çeviricisin?. And olsun ki, eğer buna son vermez isen elbette seni taşlarım ve benden uzun bir müddet uzaklaş.”






(Kâle selâmün aleyke seestağfiru leke Rabb-î innehü kâne bî hafiyyen)
19/47. “-Hazreti İbrâhîm de- dedi ki: Sana selâm olsun. Senin için Rabbime elbetteki, istiğfarda bulunacağım, şüphe yok ki, o benim için çok ikram etmektedir.”
İbrâhîm (a.s.) üvey babasına, onun bütün yaptıklarına rağmen (Selâm) esmâsının selâmetiyle temennî de bulunmuştur ve üzerinde zâhiren de olsa hizmeti bulunduğundan, kendisi hakkında Rabb’ın dan istiğfarda bulunacağını bildirmektedir.

64








(Ve agtezilüküm vemâ ted ûne min dünillâhi ve ed’û rabb’î asâ ellâ eküne bi düâi rabb’î şakıyyen)
19/48. “Ve sizi ve Allah'tan başka tapındıklarınızı bırakıp çekiliyorum ve Rabbime dua ediyorum. Umulur ki, Rabbime dua ile bedbaht olmam.”
Bu anlayış ile putperestlerin arasından çıkmaya karar vermiş olmaktadır. Hakk’ın rızası istikametinde yaşadığı bütün hayatını ve her şeyini terk ederek bir meçhule doğru yola çıkmaya karar vermektedir.






(Felemmâgtezelehüm vemâ yegbüdddüne min dü nillâhi ve hebnâ lehü ishâka ve yagkûbe ve küllen cealnâ nebiyyen)
19/49. “Vaktaki onlardan ve Allah'tan başka ibadet ettikleri şeylerden çekilip gitti, ona İshak'ı ve Yakub'u ihsan ettik ve hepsini birer Peygamber kıldık.”





65
(Ve vehebnâ lehüm min rahmetinâ ve cealnâ lehüm lisâne sıdkı aliyyen)
19/50. “Ve onlara rahmetimizden ihsan ettik ve onlar için dillerde yüksek, doğru bir övgü nasip kıldık.”
Görüldüğü gibi bu Âyet-i Kerîme de Zât-î dir. Cenâb-ı Hakk yukarıda bahsedilen kişilere özel rahmetinden hibe etmiştir. Ve insânların arasında onları doğru bir övgü ile övülmelerini sağlamıştır.






(Ve lekad âteynâ İbrâhîme rüşdehu min kablü ve künnâ bihî âlimîne)
21/51. “Ve andolsun ki, İbrâhim'e de bundan evvel rüşdünü vermiştik ve biz onu bilenler idik.”
Yine Zât-î Âyetlerden biridir, Cenâb-ı Hakk “kasem” yemin ederek, “rüşd” ün Kendisine daha evvelden verildiğini açık olarak bildirmektedir.
(Rüşd) Lügat’ta, Hakk yolunda salâbet, metânet, ve kemâli isâbetle dosdoğru gitmek* Hayra isâbet etmek* Buluğa ermek* İstikamette olmak* Dînine ve malına zarar verecek şeyi bilmek* Doğru düşünmek* Kişinin akıl ve idrâki kâvî ve tedbiri metîn olmak, diye ifade edilmektedir.

66

Yukarıda bahsedilen “rüşd” tarifleri beşeri anlamda olan tariflerdir. Allah’ın (c.c.) verdiği “rüşd” ise, “İlâh-î kemâlât’ın kemâl-i ve hikmet-i yönünden gelmektedir.” Burada ki, “rüşd” ise o güne kadar olan Allah (c.c.) anlayışının en yükseği olan (Hanif) anlayışı ve idrâkidir.


(Hanif) Lügat’ta= (İslâmiyyet’ten önce Allah’ın birliğine inanan ve Hz. İbrâhîm dinine bağlı olan kimse.) Diye tarif edilmektedir.
Diğer şekli ile ise, (Hanif) hayâlî ve ötelerde olan bir “Allah” anlayışından, âlemde zuhurda olan gerçek “Tevhîd-i Ef’al” mertbesi, “Allah” anlayışına geçmektir. “Tefhîd-i Ef’al” (İbrâhîmiyyet) mertebesi, aynı zamanda “Tevhîd-i Zât”sız, (Teşbih)tir de, diyebiliriz.

(Mürşid) Lügatta; “Rüşd”en. İrşad eden* Doğru yolu gösteren* Gafletten uyandıran* Peygamber varisi olan* Kılavuz* Tarikat Pîri, şeyhi. Diye de geçmekte’dir.
Diğer şekli ile ise, (Mürşid) evvelâ; “Allah” (c.c.) sonra “Kûr’ân” sonra da “Muhammed” (s.a.v.) dir. O halde tüm mertebeleri kapsayan “irşâd” bu yoldan gelen irşât’tır. Kimlere bu hakikatler’den hisse verilmiş ise gerçek kemâlât “Mürşit” leri bunlardır.
İbrâhîmiyyet mertebesinde verilen (Rüşd) ise daha henüz, (Kûr’ân ve Hz. Muhammed (s.a.v.) gelmediği için. Buranın (Rüşd) ü “10 suhuf” “Hanif” “Hullet” ve o mertebenin “İmâmet” hakikatleri’ dir diyebiliriz.

67
Bu hakikatler daha evvelce gelenlere verilmemiş idi. İlk def’a bunlar İbrâhîmiyyet mertebesinin zuhur mahalli olan Hz. İbrâhîm’e verildi bunların toplamı ona Allah (c.c.) tarfından verilen özel (Rüşd) tür. Böylece o da bu (Rüşd) ü kavmine aktarması sûretiyle bâtınen onların (Mürşit) leri, yine aynı zamanda, zâhiren ve bâtınen de “Nebî ve Rasûl” leri olmuştur. Bilindiği gibi zâten kendisi (Ulül azm) olan Peygamberlerin ikinci sidir. Böylece Peygamberliği de tasdik edilmiş oluyordu.


İşte Ümmet-i Muhammed’ten olan bizlere Cenâb-ı Hakk Peygamberimiz vasıtası ile bu hakikatleri açması bu hakikatler vasıtasıyla da, bizleri İbrâhîmiyyet mertebesi itibariyle irşâd etmesidir. Bize düşen ise bunları kendi bünyemizde olabildiğince yaşamak ve gerçek bir (Mürşid-i Kâmil) in kontrolunda seyr-i sülûğumuz da, tatbik etmek olmalıdır.
ve biz onu bilenler idik.”
A’yan-ı sabitesi ve hakikat-i İbrâhîmiyyet, itibari ile biz onu bilenlerden idik.






(İz kâle liebîhi ve kavmihî mâ hezihîttemâsîlülletî entüm lehe âkifüne)
21/52. “O vakit ki, babasına ve kavmine dedi ki:
68

Nedir bu heykeller ki, siz onlara -tapınmaya- devam edip duruyorsunuz?”
(Temâsil) “Temsiller” Putlar. Heykeller. Resim ler. Sûretler. Semboller.Tasvirler.“Nedir bu heykeller”

Yâni bunların sizin yanınızda ne kıymeti olabilir.? Diye sormaktadır. Aslında İbrâhîm (a.s.) onların ne olduğunu hakikatleri itibari ile biliyordu. Ancak onların anlayış ve yönelmeleri itibari ile babasını ve kavmini onlardan men etmeye çalışıyordu. Gerçekte men edilme onlardan-temsiller’den değil onları, anlayışlarından dolayı men etmekteydi.


Aslında “Tevhîd-i Ef’âl” mertebsi idrakinde bütün varlık zuhurlarının Hakk’ın birer isimlerinin zuhuru olduğu anlayışı itibari ile, her zuhurda Hakk’ın gayrı olmadığından, bu yönüyle onlara yönelmek suç unsuru olmaz. Suç unsuru tek ve belli zuhurlara yönelmektir. Ancak onların anlayışı itibari ile, hakk’ın zuhuru sadece kendi ürettiklerinde ve gökyüzünde gördükleri bazı yıldazlara Ulûhiyyet ve Rubiyyet isnâd etmeleri ve diğerlerini ayrı görmeleri men edilme sebebi olmuştur. İşte asıl putperestlik budur. Hakk’ın zuhurlarını bir birinden ayırıp onları ayrı ayrı görmek ve kendilerini müstakil varlıklar zannederek (Esmâül Hüsnâ)nın bütünlüğünü bozmak suçun en büyüğüdür. İsmine kesret ve (şirk) denir. En büyük günahtır.
siz onlara -tapınmaya- devam edip duruyorsu-nuz?”

Onlara tapınmakla büyük günah olan (şirk) i işlemeye devam ediyorsunuz. İşte şirk’in hakikati “Tek”i çok ve sevdiğini-yöneldiğini “tek-yegâne” görmektir.

69





(Kâlü vecednâ âbâenâ leha âbidîne)
21/53. “Dediler ki: Biz babalarımız! bunlara ibadet ediciler bulduk.”
Böylece kendilerinin müşahede ehli olmadıklarını ve taklitçi olduklarını, kendileri kendi lîsanları ile belirtmiş olmaktadırlar.


(Kâle lekad küntüm entüm ve âbâüküm fî dalâlin mübîn)
21/54. “Yemin olsun dedi: Siz de, babalarınız da pek açık bir sapıklık içinde bulunmuş oldunuz.”


(Kâlû eci’tenâ bilhakk’ı em ente minellâibîne)
21/55. “Dediler ki: Sen bize hak ile mi geldin, yoksa sen lâtife edenlerden misin?”






(Kâle bel Rabbüküm Rabbüssemâvâti vel ardıllezî ve tera hünne ve enâ alâ zâliküm mineşşâhidîne)
21/56. “Dedi ki: Hayır... Rabbiniz göklerin ve yerin
70

Rabbidir ki, onları yaratmıştır ve ben ona şahitlik

edenlerdenim.”
Görüldüğü gibi, Tevhid-i Ef’âl mertebesini yaşayan İbrâhîm (a.s.) varlıklara bir bütün olarak bakmakta ve onlarda var olan Hakk’ın varlığnı görüp müşahede ederek bu hakikate açık olarak (şahit) olduğunu belirtmekte idi. Böylece Hakk’a giden yolda İnsânlık tarihinde çok büyük bir aşama elde edilmiş olmakta idi. Daha evvelce bilinmeyen (Hanif) anlayışı böylece faaliyyete geçmekte idi. İşte bu yüzden gerek İnsânlık tarihinde gerek birey kişinin seyrü sülûkunda bu mertebe büyük bir aşamadır.


(Ve tallahi leekîdenne esnâmeküm bagde en tüvellû müdbirîne)
21/57. “Vallahi yemin ederim ki; Siz dönüp gittikten sonra elbette putlarınıza bir oyun oynayacağım.”
Yâni, putlarınızı-sevdiklerinizi bir yere kapayıp nefsi eylencelerinize gidince.






(Fecealehüm cüzâzen illâ kebîran lehüm leallehüm ileyhi yerciûne)

71

21/58. “Artık onları parça, parça etti, ancak onların bir büyüğünü değil, belki kendisine müracaat ederler diye.”


Bu hadise, (Konyalı Mehmed Vehbi) efendinin “büyük Kûr’ân tefsiri hülâsat’ül beyan” adlı eserinde cild 9 sahife 3443 te şöyle kayıtlıdır.

İş bu vakıa şöyle cereyan etmiştir; Bayram günü Hz. İbrâhîm’in pederi, “bizim bayram yerine gitsen beğenirsin beraber gidelim” demişse de Hz. İbrâhîm (a.s.) puthaneyi alt üst etmek için fırsata uygun olup bayram gününden daha ziyade bir fırsat olmadığından bu fırsatı kaçırmamak için pederine hasta olduğunu beyan ederek gitmedi. Ahâli âdetleri vechile puthane ve kasabayı terkederek bayram yerine gittiler.


Fakat âdetleri herkes bayram yerine gitmeden evvel putların önlerine nefis yemekler korlar ve bayram yerinden doğru puthaneye gelir, putlara secde eder ve kemâl-i ta’zimle o yemekleri yerlerdi. İşte onlar bayram yerine gidince Hz. İbrâhîm elinde balta ile puthaneye girer büyük puttan maadasını kırar ve puthaneyi demirci dükkânına döndürür, baltayı da büyük putun boynuna takarak bırakıp gider. Putlar kendi nefislerini muhafazaya muktedir olamayınca ibadet edenlere bir menfeat temin etmekten âciz olduklarını ahaliye bildirmekle ikaz etmek ister. Hepsinden ziyade ta’zim ettikleri büyük putu kırmamaktan maksadı; Ahalinin dikkatini çekmekti. Çünkü “bunları kim kırdı?” dedikleri zaman “balta kimin boynunda ise o kırmıştır.” Deyince onlar. “Büyük put bunları kıramaz” dedikleri zaman:
72

“Bunları kırmaktan âciz olan bir şeye ne için ibâdet edersiniz?” demekle anlaşılması kolay olsun halis niyyet-ine binaen büyük putu kırmadan bıraktı. Bayram yerinden döndüklerinde İbrâhîm (a.s.) ın düşündüğü üzere hadise cereyan etmiştir.


* * *
Görüldüğü gibi burada, Nûh (a.s.) zamanında olan putlara verilen isimler gibi bu putlara çokluğundan dolayı isimler verilmemiştir. Seyrü sülûk’ta bu hadise oldukça mühim bir yer işgâl etmektedir. İbrâhîm (a.s.) ın geçlik yıllarında yaşadığı bu hadise de çok ibretler vardır. O yıllarında “Tevhîd-i Ef’âl” anlayışını pekiştirmeğe çalışan İbrâhîm (a.s.) için bütün varlıkta ne varsa bunların hepsini gönlünden çıkarması gerekiyordu, işte bu yüzden gördüğü ve hissettiği her şey ona zâhirleri itibari ile perde olabilirdi. Küçüklüğünde azda olsa bunlara gönlünde bir değer vermişti. Daha sonra bunların hiç bir asılları olmadığını anladığında gönlünde olan o varlıkların hepsini gönül hanesinden parçalayarak çıkarıp attı. Kendisinde oluşan bu kudret gücünün ifadesi olan baltayı en büyük olan (hayâl) putunun boynuna astı.

(Kâlû men feale hâzâ biâlihetinâ innehü le minezzâlimîne)
21/59. “Dediler ki: İlâhlarımıza bunu kim yaptı ise şüphe yok ki, o zalimlerdendir.”
73

Hayal putunun ve diğerlerinin çevresinde toplanmış olan halk onların parçalandığını görünce bunu yapan (zâlim) lerden’dir, dediler. Bu sözlerinde kelime olarak isâbet vardı fakat anlam olarak kendi anlayışlarına göre bu işi yapan (zâlim) putlarını kırmak sûretiyle onlara (zulüm) etmiş olmaktaydı. O halde cezalandırılması gerekiyordu.


Ancak cenâb-ı Hakk’ın indinde ise, bu vasıf (zalûman cahulâ) idi. (Ahzab 33/72)
.................

33/72. onu “emâneti” insân yüklendi. şüphe yok ki, o, çok zâlim, çok bilgisiz oldu.


Bu Âyet-i Kerîme de zâtîdir, ifadesi çok geniştir yeri olmadığı için sadece (zâlim) kelimesine bakacağız başka kitap ve sohbetlerimizde bu Âyet-i Kerîmeden bahsetmiştik. Zâhiri mânâda putperestlerin kullandığı şekilde ve anlayışta bir (zâlim) lik olsaydı Cenâb-ı Hakk “emânet”i ni ki! Bu “emânet zât-î tecellî” si dir, onu bu şekilde anlaşılan bir (zâlim) e yüklermi idi.?.
Hakk’ın yüklediği (kâne zalûmen) zâten kendisine ezelden yüklenmiş bir husus idi. Bilindiği gibi (kâne) kelimesi “idi” olarak kullanılır. Bu ise “mazi” geçmişteki bir hâli belirtir. Demek ki, bu hadise de verilen (zâlim-zalûm) lûk, büyük karanlık, “sevâd-ı a’zam” “a’ma’iyyet” in karanlığından çıkan “Nûr” u İlâhiyye’den gelen ilâhî hakikatlerin o mahalde zuhura çıkmasıdır. Diyebiliriz. İşte (zâlim-zulûm) un iki yönü vardır. Biri kaynağını “ezelden-a’maiyyetten” alan,diğeri

74

ise kaynağını “nefs-i emmârenin cehennem-î karanlığından alan (zâlimlik) tir.


İşte Âyet-i Kerîme de, bahsedilen (Minezzâlî-mîne-zâlimlerdendir) ifadesi, İbrâhim (a.s.) tarafından “a’ma’iyyet” hakikatinden gelen ilâhî zulmet- karanlık. Kavm tarafından ise “nefsin” cehennem-î karanlığından gelen (zulüm-zâlimlik) ifadesidir. Evet orada bir hakikat-i keşfetmişler ancak kendi anlayışları ile değerlendirdiklerin den büyük suç unsuru olarak kabul etmişlerdir.  (Men feale) kırma işini, “kim işledi” diye sorduklarında, eğer işleyenin İbrâhîm-in varlığında hakk’ın hâdî isminin o fiildeki fâil-i olduğunu bilselerdi, İbrâhîm-i suçlamazlardı. Bunu anlayamadılar, çünkü “müşrik idiler. Müşriklik ise “Esmâ-i İlâhiyye’yi bölmektir.

(Kâlû semignâ feten yezküruhüm yükâlü lehü İbrâhîmü)
21/60. “Dediler ki: Kendisine İbrâhîm denilen bir genci işittik ki, onları anıp duruyormuş.”






(Kâlû fe’tü bihî alâ agyüninnâsi leallahüm yeşhedün)
75

21/61. “Haydin dediler, onu insanların gözleri önüne getiriniz, umulur ki, onlar şahitlikte bulunurlar.”


Kendi aralarında ve zanlarına göre suç unsuru olan putlarının kırılması fiilini, işleyeni gören varsa şahitlik eylesin diye aralarında konuşmaları. Aslında bu arayışları kendilerini gerçekten hakk’ın indinde İbrâhîm (a.s.) ın şahidi yapmış olmaktaydılar. Yâni diyorlardı ki, bu putları “İbrâhîm” kırmıştır. Bu şahitlikleriyle âhiret’te Hakk’ın huzurunda İbrâhîm (a.s.) ın yaptığı bu işin şahitleri olmuş, ve onu tasdik etmiş olmaktaydılar. Eğer bu hakikati idrak etmiş olsalardı böyle bir şahitlikte bulunmazlar idi.

(Kâlû eente fealte heze bi âlihetinâ yâ İbrâhîm)
21/62. “Dediler ki: Ey İbrâhîm! Bizim ilâhlarımıza bunu sen mi yaptın?”






(Kâle bel fealehü kebîruhüm heze fes’elühüm in kânû yentikûn)
21/63. “Dedi ki: Belki onu onların şu büyüğü yapmıştır. Haydin onlara sorunuz, eğer söyleyebilmekte iseler.”
76

Hayâlin karanlık dehlizlerinde olan “vehim” putların en büyüğüdür. Nerde ne zaman nasıl çıkacağı belli olmaz, çünkü kaynağını (Kahhar) esmâsından almaktadır. İşte orada olan putların en büyüğü de “hayal” putunun yaptığı “tasfir-î-sûret” putuna sorun demiştir. Eğer cevap verebilirse tabii.




(Feraceû ilâ enfüsihim fe kâlû inneküm entüm-üzzâlimüne)
21/64. “Bunun üzerine kendi nefislerine döndüler de dediler ki: Siz şüphe yok ki, siz zâlimlersiniz.”
Bu cevap karşısında, geçici bir süre kendilerine, Yâni kendilerinde varolan öz benliklerine, Hakk’ın Ef’âl mertebesinden tecellisi olan vicdanlarına, İlâhî gerçek nefislerine dönerek, o sesi dinleyerek kendi kendilerine, şüphe yok ki; siz zâlimlerdensiniz dediler.
İşte buradaki zâlimlik yukarıda bahsedilen, kaynağını “nefs-i emmârenin cehennem-î karanlığından alan (zâlimlik) tir ki; kendi kendilerine, kendilerinde var olan bu vasıflarını kendileri de aleyhlerine olmak üzere tasdik etmiş olmaktaydılar.





77

(Sümmenükisû alâ ruusihim lekad alimte mâ heülâi yentikûne)
21/65. “Sonra da başları üzerine döndürüldüler de -dediler ki-: Muhakkak sen bilmişsindir ki, onlar söz söyler değildirler.”
Nefs-i emmâreleri, hayal-vehim ve çevre şartlanmaları onları tekrar, Hakk’ı inkâr, putları tasdik şirkine, başlarını eski inançlarına geri döndürerek hemen düşürdü. -: Muhakkak sen bilmişsindir ki, onlar söz söyler değildirler.”
Kendileri de itiraf ediyorlar ki; onlarda gerçek mânâ da “kelâm” sıfatı yoktur. Kelâm sıfatı olmayanda da “Sıfat-ı subûtiyye” den olan (Hayat, İlim, İrâde, Kudret....” ve diğerleri olmaz bunlar olmayınca da onlarla alış veriş mümkün olmaz o halde onlar madeniyyat’tan olan “taş ve kurumuş odun” dan kendi elleriyle yonttukları semboller-tasfirler-putlardır. Bu sözleri ile onlar farkında olmadan sen bilmişsindir” diyerek İbrâhîm (a.s.) mın irfâniyyetini ve kendi cehillerini tasdik etmiş olmaktaydılar.






(Efetagbüdüne min dünillâhi lâ yenfeuküm şey’en velâ yedurruküm)
21/66. “Dedi ki: O halde Allah'tan başka size hiçbir şey ile fâide veremeyecek ve zarar da veremeyecek bir şeye ibadet eder misiniz?”

78








(Üffin leküm ve limâ tagbudüne min dünillâhi efelâ tegkılüne)
21/67. “Yuf size! Ve Allah'tan başka tapar olduğu-nuza! Siz hiç akıllıca düşünmeyecek misiniz?”
Yazıklar olsun size ve Allah’tan başka taptığınız şeylere. Bu kadar meydanda olan gerçekleri göremeyip-te, taş ve odun parçalarından meydana gelen kendi yaptığınız sûretlere yönelmenize. Genelde insânlar, kendilerine göre hayal ve vehimlerinden bir “Rabb” anlayışı tasfir edip ona hayallerinde bir sûret verip kendileri de o sûreti “Rabb” olarak kabul ederler. İşte bu sûret kendilerine sevimli gelir, çünkü kendi halkiyyetleridir. O yüzden herkesin sevdiği kendi “Rabb”ı dır ve ona yönelirler. Bu yüzden onlara da kendilerinin halkettikleri ilâhları sevimli geldiğinden onlardan ayrılmak istemediler.
Siz hiç akıllıca düşünmeyecek misiniz?” Evet onların bir düşünceleri vardı! Fakat o düşünce ise nefs-i emmâre-lerine dönük “akl-ı cüz” leri’nin oluşturduğu putprestliğe dönük düşünceleri idi. İbrâhîm (a.s.) ın yukarıda ki, suali ise bu anlayıştan çıkıp “akl-ı kül” yönünden, “akıllıca düşünmeyecek misiniz?” sualidir ki; Onları akl-ı selime davet idi. Ancak onlar şartlanmışlıklarını aşamadılar ve hallerinde ısrarlı olarak İbrâhîm (a.s.) mı suçladılar.

79



(Kâlû harrikûhü vensurû âliheteküm in küntüm fâilîne)
21/68. “Dediler ki: Onu yakınız ve ilâhlarınıza yardım ediniz, eğer yapacak kimseler iseniz.”

Görüldüğü gibi yukarıdan beri gelen Âyet-i Kerîmler İbrahîm (a.s.) ın ve kavminin lisânından çıkmaktadır. Bu Âyet-i Kerîme de kavminin lisânından çıkmaktadır. Bu hususlara da çok dikkat etmemiz lâzım gelmektedir. Cenâb-ı Hakk İbrâhîm (a.s.) ın kavminin lisânından bu haberi vermektedir.


Onu yakınız” Hükmü kendilerince en büyük ceza idi ve kendilerinin İç bünyelerindeki yapılarını da göstermekte idi. Akıllarına ilk gelen onların içlerinde en şiddetli halleri idi buda kendilerinde bulunan nefs-î “Cabbar” isminin cebbariyyet-i ve iblisin ateşi idi ki o ateşin kaynağı kendileri idiler. İşte bu yüzden ilk akıllarına gelen ateş olmuştu çünkü tabiatları idi.
İbrâhîm (a.s.) mı evvelâ kendi içlerinde nefislerinde bulunan ateşe attılar, daha sonra da odun ateşine attılar. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk ateşe.

(Kulnâ yâ nârû künî berden ve selâmen alâ İbrâhîme)

80

21/69. “Dedik ki: Ey Ateş! İbrâhîm üzerine serin ve selâmet ol.”


Görüldüğü gibi bu Âyet-i Kerîme yukarıdakilerden sonra gelen, gene Zât-î Âyetlerdendir. Yânî Cenâb-ı Hakk bizâtihî kendisi, “Dedik ki:” ifadesiyle bu hükmün sadece kendine ait olduğunu açık olarak belirtmektedir.
Esmâ’dan olan “Cebbâriyyet” in (azab-yakıcılık) zuhuru olan “ateş” yönüne, Ey Ateş! Diye Hakk tarafından, Zât-î bir hitap geldi. Bunun üzerine Esmâ kaynaklı olan “ateş” ne yapması lâzım geldiğini anlamak için Zât-î hitabın devamını dinlemeye başladı.
İbrâhîm üzerine” diye Kelâm-ı İlâhî devam edince, ateş anladı ki; burası husûsî bir makamdır. Çünkü eğer “İbrâhîm’in” üzerine deseydi sadece Hz. İbrâhîm’e tahsis edilmiş olacaktı. “İbrâhim” üzerine, denince bunun bir mertebe olduğunu ve bu mertebenin daha başka zuhur mahallerinin de olabileceğini anlamış oldu. Çünkü gerçekten İbrâhîmiyyet “Halîl-hullet” dostluk mertebesidir ve seyr-ü sülûk ta yaşanacak bir metebedir. Gelecek Âyet-i Kerîmelerde onu göreceğiz.
Hullet, “Esmâ-i İlâhiyye-Esmâül Hüsnâ” nın mânâları ile dokunmuş bir bütün kumaştır ki onu giyebilenlere aslı itibariyle varlıkta hiç bir şey zarar veremez, çünkü Hakk’ın koruması altındadır.
Evet ateş kendine gelen bu özel hitap ile yapacağı işin mahallini anladı ancak daha henüz ne yapacağını bilemiyordu, böylece hitab-ı İlâhiyye’nin sonunu
81
beklemeğe başladı. Hitab-ı İlâhî de, “serin ve selâmet ol.” Diye iki husus ile devam etti. Bunun üzerine yanmakta olan genel ateş ne yapacağını bilerek, kendisine gelmekte olan “Aziz” misafirinin üzerine “cebbariyyet” yapmaması lâzım geldiğini anlayarak, Cebbâriyyet-i kendisi o mahalde kendinden kendi üstüne, yaparak o mahalden Cebbariyyet tecellîsini çevreye yaymak sûreti ile o Halîllik mahallinden kaldırmış oldu. “Serin” olması, aslı itibariyle “Nâr”ın “Nûr” dan meydana gelmesindendir. Nûr yoğunlaştıkça nâr’a dönüşür. İşte Nâr-ateş, aslî haline dönünce Nûr olur, işte orada ateşin sadece aslı olan Nûr’un yakmadan sadece aydınlığının ateş şeklinde görünmesinden başka bir şey kalmamıştı dışarıdan bakanlar ise onu kendi hissî ve beşerî kıyasları ile yanmakta olduğunu zannetmişlerdi. Tur dağında Musâ (a.s.) ma olan tecelli gibi. (Tahâ/20/10-11) Ayrıca sıcağın fizîki karşılığı da, “serinlik” ve bu serinliğin içinde ki, huzur ve rahatlıktır.
ve selâmet ol.” Bilindiği gibi (selâmet) “Selâm” Esmâsından kaynaklanmaktadır. “Selâm” Esmâsı’nın, “Rahmân” Esmâsı gibi geniş kapsamı vardır. her varlığa kendi mânâsı istikametinde selâmetini verir. İnsân varlığının ana isimlerinden biri de “Selâm” ismidir. Ayrıca İslâm da; Selâm ve selâmettir, bu yüzden Mü’min’lerin bir vasfıda karşılaştıklarında Selâm üzere mukabelede bulunmalarıdır. Ve Cennet ehline de Rabb’larından Selâmlar vardır. (Yâsîn/36/58) İşte bu yüzden ateşten istenilen ikinci husus, aslı itibariyle kendinde bulunan Selâmet-i İbrâhîm üzerinde uygulaması’dır.

82


Ateş kendinden istenen “serin ve selâmet üzere ol.” mayı yerine getirerek kendi aslî tabiatının dışına çıkarak Hakk’ın emrini yerine getirmiştir.
İşte seyrü sülûk yolunda olan bir sâlik de belirli aşamalardan geçerek “Tevhîd-i Ef’âl” mertebesine ulaştığın da kendisinde meydana gelebilecek bu hadiseler ile değişik şekilde karşılaşabilir nefsinin ve çevresinin ateşine girebilir, o zaman yapacağı dua Cenâb-ı Hakk’ın Hz. İbrâhîm hakkında belirttiği Kelâm-ı İlâhîsini tekrar etmek olacaktır.

(Kulnâ yâ nârû künî berden ve selâmen alâ İbrâhîme)
Ancak bu Kelâm-ı İlâhiyye yi virdeder-zikrederken nefsinden değil, kendi gerçek hakikatinden zikretmesi gerekecektir. İşte o zaman zikreden Hakk’ın kendisi olacağından, kişinin üzerinde oluşan nefsin ve cabbar’ın ateşi (serin ve selâmet olacaktır). Çünkü emir Hakk’ın olduğundan başka çaresi yoktur.
Şimdi bu hâdiseyi zâhir seyri üzere tarihî bir ifadeyle vermeye çalışalım.
* * *

Bu hususta Konyalı Mehmed Vehbi efendinin (Hülâsat’ül Beyân) isimli tefsirin de cilt 9 sâhife 3450-51 den, özetle mevzuumuz ile ilgili bölümünden küçük bir bilgi aktarımı yapmağa çalışalım.

İbrâhim (a.s.) yetişkin hâle gelince, kavminin

83
yolunun batıl, ve putlara tapmanın da hamlık olduğunu anlamış olduğundan uygun bir zamanda onları kırmıştı.

Oluşan hadiseyi gören kavmi bu işi İbrâhim’in yaptığını anlayıp onu ateşte yakarak imha etmeye karar verdiler.

Fahri Râzî, Kâzî ve Hâzî’nin beyanlarına göre hâdise özetle şöyle cereyan etmiştir.

Âyette beyan edildiği üzere İbrâhim (a.s.) mın Allah’ın indinde makbul olan (putları kırma) fiili ni, onlar cinâyet olarak kabul ederek azâbın şiddetlisi olan ateşle yakmağa karar verdiler.

İbrâhim (a.s.) mı tutup hapsettiler. Irak’ta Babil’de (Kevsa) isminde bir kasaba civarında etrafı yüksek duvarlarla çevrili ağıl şeklinde bir yer yaptılar ve hayvanlarla odun çekmeye başladılar. Kemâl-i arzularıyla bütün ahali odun çeker, hatta, hasta olanlar şifa bulursa bir miktar odun alacağını vaad eder, vefat edenler odun alınmasını arttırır odun alırdı.

Bu hâl belirli bir müddet devam etti ve yaptıkları yer fazlasıyla odunla doldu. Yedi gün ateş yaktılar, sekizinci günü İbrâhim (a.s.) mı mancınık ile ateşin ortasına attılar İbrâhim (a.s.) (Hasbünellah ve ni’mel vekîyl) “Allah bana yeter ve ne güzel vekil”dir. (virdine) zikri ne devam eder Cenâb’ı Hakk’ın (yâ nâru.....) hitabı ateşe gelince ateşin içi İbrâhim (a.s.) için yeşillikle dolu bir bahçe olduğu ve Nemrud’un Yüksek bir yerden bunu seyrettiği rivâyet edilmiştir.


84
O makamda İbrâhim (a.s.) mın yedi gün kaldığı ve “dünya da en çok lezzet duyduğum o yedi gündür” buyurduğu da rivâyet edilmiştir.

O günde dünya yüzünde bütün ateşlerin sönüp yanmadığı da rivâyet edilmiştir.

Ateşe atıldığı halde sadece (Hasbünellah ve ni’mel vekiyl,) sözleriyle Rabb’ı na ne kadar güven içinde olduğunu mutmain bir gönül ile hadiseleri şikâyet etmeden nasıl karşıladığı ve hiç kimseden yardım istemediği anlaşılmaktadır ki; bu hadise bir yönüyle onun Rabb’ı nın kendisinden râzı olmasını kendisinin de ehli Merdiyye den olmasını sağlamıştır.


* * *




(Ve erâdû bihî keyden fecealnâhümül ahserîne)
21/70. “ Ve ona bir tuzak kurmak istediler. Biz de onları pek büyük hüsrâna uğramış kimseler kıldık.”





85
(Ve necceynâhu ve lûtan ilel ardılletî bâreknâhu fîhe lil âlemîne)
21/71. “Ve onu ve Lût'u kurtarıp bir yere kavuşturduk ki, o yerde âlemler için bereketler vermişizdir.”









(Ve iz kâle İbrâhîmü Rabbi erinî keyfe tuhyilmevtâ kâle evelem tü’mini kâle belâ velâkin liyetmeinne kalbî kâle fehuz erbaete minettayri fesurhünne ileyke sümmec’al alâ külli cebelin min hünne cüz’en sümmed’uhünne ye’tîneke sagyen vaglem innellahe Azîzün Hakîmüne)
2/260. “Ve o vakti de yâdet ki. İbrâhim, Yarabbi!. Ölüleri nasıl dirilteceğini bana göster demiş, -Cenâb-ı Hak da- inanmadın mı?, diye buyurmuştu. O da evet... İnandım, fakat kalbim mutmain olsun için demiş. Allah Teâlâ: Kuşlardan dört tanesini tut da onları kendine çevir sonra her dağ üzerine onlardan birer parça at, sonra da onları çağır, sana koşarak gelirler ve bil ki Allah Teâlâ şüphe yok azizdir, hakimdir diye buyurmuştur.”

86

Bu Âyeti Kerîmeyi (14-İrfan mektebi) adlı kitabımızın Dördüncü bölüm “Mutmeinne mertebesinde geçen şekliyle buraya ilâve etmeyi uygun gördüm.



Özet yorum:

Mertebe-i İbrâhimiyye’nin, bir mertebesi olan Mutmeinnîlik yani müşahedeli yaşantı, bu Âyet-i Kerime ile idraklerimize sunulmaktadır, yavaş, yavaş incelemeğe çalışalım. Bilindiği gibi Ulûl azm peygamberlerden olan İbrâhim (a.s.) mın hayatında bizler için bir çok örnekler vardır. Bunlardan biri de



(ba’sül ba’del mevt) öldükten sonra dirilmedir. Bu ise seyrü sülûk yolunda yaşanması gereken bir aşamadır. Buradaki; ölüm fena fillâh mertebesinde ki külli ölüm değil mahalli ölüm ve dirimdir.

İbrâhim (a.s.) ölülerin nasıl diriltildiğini görmek istediğini bildirmiştir. Bu hususta (Mutmain) olmaya çalışmakta idi, çünkü bu muhteşem hayatın başı ve sonu olan iki oluşum, diriliş ve ölüm, insânlığı, şuurlandığı ilk günlerden itibaren derinden ilgilendirmiş

tir.

İbrâhim (a.s.) dahi bu hususta müşahedeli bilgiye ulaşmayı istiyordu.



Bu isteği karşısında, Rabb’ı (inanmıyormusun?) o da evet inanıyorum, fakat kalbimin (Mutmein) yani bu hususta güvenle tatmin olmasını istiyorum demişti.

(Öyle ise dört kuş al, onları kendine alıştır.)

Tefsirlerdeki rivayetler bu kuşların, (tavus, horoz, karga, güvercin) olduğu yolunda dır. Cenâb-ı Hakk’ın


87

bu dört kuşu tecrübe için belirtmesi tabii ki bir çok hikmete bağlıdır.

Bu kuşların üçü (Nefs-i Emmâre) yi biri ise (Nefs-i Levvâme) yi ifade etmektedir.

Tavus; süs ve zîneti, dünya ya bağlılığı, gösterişi.

Horoz; gazab ve hücum kuvvetini.

Karga; düşük adi tabiatı.

Güvercin; hevâ ve hevesi, ifade etmektedir.

İşte bu hadise kişilerde, genelde var olan bu tabiatların öldürülmesinin gerekliliğini açık olarak ifade etmektedir.



Mutmeinne mertebesine gelirken bu ahlâkların bir kısmının zâten geçilmiş olması gereken oluşumlardır, ancak bura da tekrarlanması gerçekten bu ahlâkların öldürülme hükmü ile mutlak mânâda kendi konturolünde olmasının gereğinin belirtilmesidir.

(Onları kendine alıştır.)

Yani, onları eğit düşük ahlâklarını iyiye dönüştür, sana faydalı ve ehil olmalarını sağla, öyle bir itaat ehli olsunlar ki; (sonra onları parçala) dığın zaman sana hiç bir şekilde karşı gelmesinler.

Tefsirler bu parçalanmayı genelde, şöyle anlatırlar.

İbrâhim (a.s.) o kuşları aldı, kafalarını koparıp yanında alıkoydu ve bedenlerini parça, parça ayırıp bir


88

birleriyle karıştırdı, dörde bölüp dört dağın başına koydu.”

Tekrar; tefekkür yoluyla özet olarak hadiseyi incelemeye devam edelim.

Yukarıda belirtildiği üzere, dört kuştan ikisi, karga ve güvercin, gök ehli, tâvus ve horoz, ise kanatları olduğu halde yer ehlidirler. Arada sırada uçuş yapsalar da kısa süreli olur.

Bu dört kuşun hayvanî ahlâkları bizlere bu yönlerden gelmektedir.

Karga; karanlığı, nefsi Emmârenin kurduğu pusuları, belirsizliği, acaba’ları, adî düşük tabiat lı işleri, ve daha benzeri bir çok şeyleri.

Güvercin; heva ve hevesi, Hakk’a dayanmayan ne türlü bilgi, oluşum, yaşam ve muhabbet var ise hepsini ifade etmektedir, bunlar bize havadan yani, hevamızdan gelmektedir ki; hepsine birden hevâiyyat veya evhamlar denir, bunların hepsi de karanlık ve belirsizliktir, insanın yalnız başına savaşabileceği şeyler değildir, bu hallerle yaşayan insanlar ömürlerini heva ile heba etmiş olurlar.

Tavus; süsü, süslenmeyi, dünya ya bağlılığı, nefsi benliğin en şiddetli şekliyle yaşanmasını, önder olup yönetme arzusunu, her kesten üstün görünme çabasını, ve benzeri bir çok şeyleri ifade etmektedir.

Horoz; hakkında bilindiği gibi, bir söz, darb-ı
89

mesel, vardır, deniliyor ya, (her horoz kendi çöplüğünde öter) işte meşhur olduğu mahâl–yer çöplüktür, ve burası nefs-i Emmâre’nin çöplüğüdür. Kendine göre değerli gibi olan bu çöplük onda çöplük ahlâkını da oluşturur.

Eğer horoz ahlâkı, kişinin beden çöplüğünde hâkim duruma geçerse, orada ötmeğe ve orasının hâkimi olmaya çalışır, böylece kişinin belirgin ahlâkı farkına dahi varmadan o ahlâkın özellikleri ile yaşamını sürdürür hale gelir.

Böylece kişi tevhid eğitimi alamazsa, iki yönden gökten, yani heva’dan, yerden, yani nefs-i Emm­âre den aldığı yanlış kıstaslarla yanlış hesaplar yaparak ömrünü, yani vaktini yanlış yerlerde ve yanlış işlerde sonu hüsran olacak bir biçimde geçirmiş olur.

Hayat sahibi olan her bir birey olan bizlerin bu çok hassas meselelerin özüne vaktiyle eğilebilmemiz her birerlerimizin lehine olacağı aşikârdır.

(Sonra onları parçala.)

Eğer onların ahlâklarının üstümüzden gitmesini arzu ediyorsak Âyette belirtilen emre uyarak evvelâ onları parçalara bölmemiz gerekmektedir, yani onları olduğu gibi bütün bırakmayıp ufaltmamız gerekecektir ki; faaliyetleri de küçülsün ve mücadelesi kolaylaşsın.


O hayvanların parçalanmış karışık fakat toplu olan uzuvlarını kendi adetleri üzere dörde böl ve onları (her dağın üzerine bir parça koy.) yani dört dağın üstüne dört parça koy. Bu dağlar kişinin varlığında mevcud
90

(anâsır-ı erbaa) “dört ana unsur” yani dört ana madde dir ki; bunlar da, toprak, su, ateş, hava, dır.
Bu unsurların lâtif ve kesif olmak üzere iki özellikleri vardır, lâtif taraflarıyla Hakk’a kesif taraflarıyla da nefs-e hizmet ederler.

Bu dört ana unsurun, dağ’ın her birerlerinin üzerine dört kuşun karıştırılmış dört kısmının konması bu kuşların bütün ahlâklarının dört unsur ile de eşit olarak imtizac etmesi yani mizaçlarının-ahlâklarının hepsinin-hepsinde dengeli ve itidâl üzere olacak şekilde bulunması içindir ki; her yönden yapılabilecek terbiye ile terbiye edilebilsinler.İşte bu oluş kişinin bu ahlâklarına hâkim olduğunu ancak bu hâkimiyetinin bir eğitim neticesinde gelişebileceğini bildirmektedir.



(Sonra onları çağır.)

Eğiticisi tarafından güzel eğitilmiş olan hayvanlar çağırıldıkları zaman hemen gelirler. Onların da asılları bize dayandığından ve başları, yani a’yan-ı sabiteleri–programları bizim cebimizde-bünyemizde olduğundan, biz onların âmiri ve var edicileri olduğumuzdan bizim emrimize uymak zorundadırlar.



(Koşarak sana gelirler.)

Eğitim gereği parçalanmış olan o duygular asıllarına bağlı olduklarından bulundukları anasır tepelerinden çağrılınca merkeze doğru (sâ’y) ederek-koşarak-sevinerek gelirler ki; tekrar eski ferdî varlıklarına kavuşsunlar.

Ancak artık onlar giden kuşlar değil onların bedelleri ve yeni bir inşa ile oluşan sadece Rahmânî
91

tarafları faaliyyet sahasında gözükecek varlıklar olacaklar’dır.


Böylece iki yönden, bundan sonra, yerden ve gökten gelebilecek tehlikeleri haber vererek Hakk yolcusunun en büyük yardımcıları olacaklardır.

Tavus; kanatlarını ve kuyruğunu açtığında güzelliğinin en kemâlli hâline ulaştığı gibi Hakk yolcusu sâlik de kendi rahmet kanatlarını açtığında öyle bir güzelliğe ulaşıp çevresinde olanları da kanatlarının altında koruması bu güzelliğin oluşmasına sebep olacaktır.

Horoz; müezzinliğe başlayıp davetçi olacak ve böylece kendinde bulunan erliği erginliği ile çoğalmaya sebep olacaktır.

Karga; karanlık yerlerde yapılan fitneleri ve düşmanlıkları onlar farkında olmadan kara renginden istifade ederek aralarına girip o fitnelerden haber vermesi ve hava değişikliklerinden de haber vermesi bizleri tehlikelerden korumağa sebep olacaktır.

Güvercin; ise, Hakk yolcusu sâlikin gök ve gönül habercisi olacaktır.
Nefs-i Emmâre hükmünde bir çok hayvan görünümünde olan Cenâb-ı Hakk’ın (Hay) esmâsının zuhur mahalli o varlıklar, Rahmâni mânâda kullanıldığı zaman insân oğluna ne derece faydalı olduğu Kûr’ân-ı Keriym de küçük hikâyeler halinde bildirilmiştir.

92
İşte bunların dördü, tavus, horoz, karga, güvercin, dir. İbrâhim (a.s.) ile birlikte ifade edilmişlerdir. Bu sûretlerde var olan Hay esmâsının zuhurları bu mertebe de gerçek değerlerine irfaniyetle ulaşmaktadırlar. Aksi halde o zuhurlar hep töhmet

Altında kalıp kötü örnekler olarak değerlendirilmektedir-ler ki; çok yanlış ve haksız bir uygulamadır.

Nûh (a.s.) epey zaman sularda dolaştıktan sonra güvercin’ i göndererek suların halinden haber almak istedi güvercin de bir zeytin dalı ile döndü. Böylece suların çekilmekte olduğu anlaşıldı.

Cenâb-ı Hakk. Mûsâ (a.s.) ma “asânı yere bırak” dediğinde, asâ-değnek, bir yılan olarak müneccimlerin ürettikleri bütün araçlarını yuttu gitti.

Yunus balığı yunus (a.s.) mı bir müddet kendi evinde misafir etti.

Süleyman (a.s.) mın hüd hüd kuşu ona bilmediği haberleri getirdi.

Ashâb-ı Kehf’in köpeği onların nöbetçisi-bekçisi oldu.

Salih (a.s.) mın nakata-devesi taştan çıkarak onun mucizesi oldu. Ve âlemlerin sultânı ile dostuna nöbetçilik yapan güvercin ile örümceğin ne hikmetli bir iş yaptıkları ortadadır.

Güvercin’in özelliklerine daha evvelce kısaca

93

değinmiştik, burada ise örümceği anlamağa çalışalım. Bilindiği gibi örümcek, sinsiliği, ağa düşürmeyi, avcılığı, ifade etmektedir. Ördüğü ağa düşen avlarını sinsice avlar yapmış olduğu, örmüş olduğu ağlar, kendi cüssesine göre çok kuvvetli bir örgü ipine sahiptir.



Sevr mağarasında içeride iki mübarek kişi onları avlamaya gelen, dışarıda bir gurup ihtiraslı kişiler. İzci, aradıklarının sürdürdükleri izlerden mağara içerisinde olacaklarını kesin olarak söylemekte, fakat etrafındakiler sahnede gördüklerini beşeri bir anlayışla değerlendirdiklerinden gerçeğe ulaşamamaktalar.

İşte o anda onlara güvercin kendi nefs-anlayışları üzere hayal ve vehim ile göründü, onlar da hayal ve vehim ile kıyas ettiklerinden içeride kimsenin olamayacağına kanaat getirdiler. Çünkü güvercin yuvasında yumurtaların üstünde oturuyor idi.

Eğer buraya birileri girmiş olsaydı, güvercinin korkudan uçup giderek orada olmaması gerekecekti. Halbuki güvercin hiç korkmamış ve rahatsız olmamış idi ki, yerinde duruyordu.

Ve örümcek; onlara zihnen öyle bir oyun oynadı ki; içeridekilere en yakın oldukları bir zamanda onları-dışarıdakileri oradan kendi düşünce ve istekleriyle uzaklaştırdı.



Örümcek onlara öyle kuvvetli hayal ve vehim ağı ördü ki; o ağı aşıp içeriye ulaşmaları hiç mümkün olmadı.

Bu iki küçük (Hay) vanın-yaşayan varlığın karakteristik ahlâk ve zanları onların o anda bütün

94

benliğini sararak orada oluşan manzaraya hayal ve vehimlerinin kendilerine verdiği hayali kıstas-ölçümlerle içeri de kimsenin olamayacağına dair oldu. Çünkü içeriye girilmiş olsaydı bu örümcek ağı da mağara ağzında olmaz idi. Diye, düşündüler.



Eğer onlar bu vehmi kıstası yapmayıp, izci nin tecrübeli sözlerini az bir mantıkla dinlemiş olsalardı, içeriye eğilip bakarlar ve içeridekilerini görürler idi.

İşte eğitimin varlıklar üzerindeki açık durumu böylece ortaya çıkmış olmaktadır.

Daha evvelce Nefs-i Emmâre hükmüyle faaliyyet gösteren bu duygular eğitildiğinde, kişiye–sahibine ne derece faydalı olduğu açık olarak görülmektedir.

Bu tür hikmetlerle:”



(O halde Allah’ın azîz ve hakîm olduğunu bil) demişti.

Allah’ın azîz izzet sahibi, hakîm hikmet sahibi, “her şeyi yerli yerinde yapan” olduğunu bil diyerek, böylece bazı şeyleri bildirmek istemişti.

Bu hadise İbrâhim (a.s.) mın şahsında onun hayatından bir bölüm olarak bizlere sunulmuştur.

İbrâhim (a.s.) (İSR’) in yani “gece yolculuğu” nun–seyr-ü sülûk’un çok mühim makamlarından biridir. O nun bir kendine ait yaptığı seyr-ü sülûku vardır, hem de onda başkalarına örnek bir çok mertebenin yaşantısı da vardır. Bu hadise ise onun mutmein’nilik mertebesine ulaşınca Rabb’ından istediği
95

bir talebidir ve ondan da bizlere birer armağan tecrübe ve yol göstermedir.



Kâ’be-i muazzama da ki ayak izi de onun takib edilmesinin gereğidir. Ancak o ayak izini takib ederek, Hakk’a ulaşmanın mümkün olabileceği açık olarak ifade edilmektedir.

Bu ulaşılan Mutmeinne”lik, dördüncü mertebe ilk huzur bulunan, belirli denge sağlanan bir mertebedir. Ancak her mertebenin kendi içinde kendine ait ayrı ayrı Mutmeinnelik hâli vardır.

Eskiden bazı dergâhlarda sâlik bu mertebeye ulaşınca başına “ârâkiye” ismi verilen “fes“ benzeri, krem renkli bir başlık giydirilerek ödüllendirilir idi.

* * *




(Ve inne min şiatihî li İbrâhîme)
37/83. “Ve şüphe yok ki, İbrâhîm de onun izinden gidenlerdendi.”
Bu Âyet-i kerîmenin daha evvelkilerinde “Nûh” (a.s.) dan bahsedildiğinden “onun izinden gidenlerdendi” ifadesi bunu bildirmektedir. Yâni Âdem (a.s.) dan Onun zamanına gelinceye kadar bütün “Nebî ve Rasûller” in izinden demektir. Gerçek olan bütün Peygamberlerimiz
96

bu izi sürdürmüşler ve Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz ile de Mi’râc da kemâle ermiştir. İşte ancak bu izi sürdürenler Hakk ve Mi’râc ehli olabilmektedirler.

Daha sonra bu mevzua tekrar döneceğiz. İnşeallah.

(Ve kâle innî zâhibün ilâ rabbî seyehdîni)
37/99. “Ve dedi ki: şüphe yok ben Rab'bime gidiciyim, elbette beni doğru yola iletir.”

Eğer bizler de Rabb’ımıza gidici isek bu Âyet-i Kerîmeyi her birerlerimiz samimi olarak kendimize düstur edinip gereğini yerine getirmemiz lâzım gelecektir. İbrâhîmiyyet mertebesinin büyük bir aşamasıdır. Kendisi, kendisinden evvel gelenlerin yolu-izi, üzerinden yürüdükten sonra kendisi de o yolu daha ilerletmek için, “Rabb’ım elbette beni doğru yola iletir.” Anlayışı ile bu yolu kendi mertebesi itibari ve Rabb’ının lütfu ile çok ilerilere (Tevhîd-i Ef’âl-Fiillerin birliği) anlayışına kadar ilerletmiştir. Bundan sonrası (Mûseviyyet) anlayışı içerisinde (isr) in hakikati ve yaşantısı ile ortaya çıkacaktır. (6 Peygamber 4 Hz. Mûsâ) kitabında bu hususlara yer vermeğe çalışacağız İnşeallah. Biz gene yolumuza devam edelim.






97




(Veiz ibtelâ İbrâhîme Rabbehu bikelimâtin feetemmehünne kâle innî linnâsi imâmen kâle ve min zürriyyetî kâle lâ yenâlü ahdizzâlimîne)
2/124. “Şunu da hatırla ki, bir zamanlar İbrâhîm'i Rabbisi bir takım kelimeler ile imtihan etmişti. O da bunları tamamen yerine getirmiştir. -Cenâb-ı Hak- dedi ki: Ben seni insanlara imam kılacağım. O da dedi ki: Zürriyetimden de -Hak Teâlâ da- buyurdu ki benim ahdime zalimler nâil olamaz.”


İbtilâ= Lügatlarda; Bir şeye düşkün olma, düşkünlük, tiryâkilik, tecrube ve imtihan, mükellef tutuş. Diye ifade edilmektedir.

Kelime= Lügatlarda; Bir fikir anlatan, bir veya birkaç heceden meydana gelen kelâm, lâfız, ses, söz, sözcük. Diye ifade edilmektedir.
Füsûs-ül Hikem de ise! (Her bir kelime ifade ettiği mânânın o sûret’te “ kevn-zuhur” undan başka bir şey değildir. Ve mânâ o sûret, kevn-zuhur’un rûhudur.) Diye ifade edilmektedir.
Halîl= Samîmî dost.

Hullet= İçten sevgi, hakîkî dostluk, arkadaşlık.

Bilindiği gibi İbrâhîm (a.s.) ın büyük vasfı


98

(Halîl-ürrahmân) dır. O zamana kadar bu (kelime-vasıf) hiçbir kimseye verilmemiş idi. İşte yukarıda Âyet-i Kerîme de bahsedilen, imtihan kelimelerinin başında bu kelime ve mânâsı, gelmektedir. Diğerleri ise bu asıl olan kelimeye yüklenmiştir.
Füsûs’ül-Hikem, cilt 2 İbrâhîm Fassının başında: Bu hususta özetle şöyle ifade edilmektedir.
* * *

İbrâhîmiyyet kelimesinin içinde (müheyyem-şiddetli aşk) ın hikmeti mevcut’tur. “Heyemân” şiddetli aşk mânâsınadır. Cenâb-ı İbrâhîm (a.s.) da Hakk muhabbet-i gâlip olduğundan, Allah’ın yolunda babasından, kavminden yüz çevirdi, ve hakk yolunda oğlunu feda eylemeye kararlı idi, ve çok malını da terk etti. Ve muhabbetinin şiddetinden Hakk’ı, nûriyyetin zuhuru sebebiyle yıldızların zuhurunda talep edip: “Eğer Rabbim bana hidâyet etmez ve doğru yolu göstermezse şaşırmışlardan ve Hakk’ın cemâlinde hayrete düşenlerden olurum” (En’âm 6/77) dedi. Bu hallerin cümlesi heyemân’ın galip gelmesindendir. Ve âkıbet heyemân’ın kemâl- i sebebiyle kendi nefsinden fâni ve Hakk’la bâkî oldu. Ve Hakk’ı semâvât, arz, ervah, ve cisimlerin zuhurlarında idrâk eyledi.


* * *

Şimdi bunların bazılarına bir göz atalım.

(1) Kâfirlerin puthanelerinin haline ne oldu? Bütün putları kırıp, baltayı büyük putun boynuna kim astı? de­diler. Bunu yapsa, yapsa Âzer oğlu İbrâhîm yapmıştır dediler ve ona çok eziyet eylediler.

99
Bu hadise de var olan imtihan kelimesi, Onlar yönünden “mudil” İbrâhîm “yönünden” ise “Hâdî”dir. Ancak onlar kendi anlayışlarına göre, kendi yönlerinden, kendilerinin doğru yolda Yâni, “Hâdî” olduklarını, İbrâhîm’in (a.s.) ise eğri yolda “Mudil” olduğu kanaatinde idiler. Bu yüzden kendilerini haklı olarak gördüklerinden İbrâhîm’e (a.s.) putlar hakkında çok eziyet ettiler.

(2). Nemrud, İbrâhîm (a.s.)mı ateşe attı. Hak Teâlâ ateşi gülistan eyleyip onu kurtardı.
Bu hâdisede ki, imtihan kelimesi ise onlar yönünden “nefs-î azamet” İbrâhîm yönünden ise “İlâh-î İzzet” tir. Ancak onlar gene işin tersi yönünde kanaat getirerek, putları yönünden “izzet” İbrâhîm yönünden “nefs-î azamet” hükmünü hayal ve vehim ettiler. İçlerindeki ateşi dışarıda da var edip-hazırlayıp, onu ateşe attılar. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk!
21/69. “Dedik ki: Ey Ateş! İbrâhîm üzerine serin ve selâmet ol.”
Böylece “serinlik ve selâmet-selâm” ismi, ateşin içerisinde İbrâhîm (a.s.) ı korumak üzere Ulûhiyyet mertebesinden koruma amaçlı giydirilmiş olmakta idi.

(3). Mısır’a hicret ettiğinde hane’i saadetlerine kafirler çok cefa ve eziyet ettiler. Hak teâlâ onları koruyup cefa ve eziyet edenlerin ellerini kuruttu.

100

Bâbil’den ayrıldıktan sonra seyehatleri sırasında bir müddet mısırda ikamet etmişlerdi. Bu sırada (Sera) valideyi o günün Fir’avn-u saraya aldırmıştı. Bir kötü niyeti ile ona yaklaşmağa çalışmıştı, o anda eli iskelet gibi kurumuştu. Elini geri çektiğinde eli eski haline dönmüş idi, bu hadise birkaç sefer tekrar edince bunda bir başka hal var diyerek, hareketinden vazgeçerek ve ona bir de yardımcı (Hacer) i hediye vererek serbest bırakmıştı.


İşte bu hadisede de (Hâfız) ismi yönünden İbrâhim ailesi korunmuş olmakta idi. Tarihte Hakk’a uzanmış olan, ilk kuruyan eldir. Bilindiği gibi bu kuruyan ellerin devamı Kûr’ân-ı Kerîm’de Tebbet Sûresi (111/1) de ebû leheb’in iki elinin de kuruması olarak bildirilmiştir. Kûr’ân-ı kerîm de iki elden bahsedilir, biri “Yedullah” diğeri ise “yed-i ebû leheb” tir. İşte buradaki kuruyan el Hakk’a karşı kalkan ellerin, cedlerinden olan bir, eldir. Ebû lehebin ise iki eli kurumuştur.
(4). Hazret-i ALLAH c.c. İbrâhîm (a.s.)ma, koçu göndererek oğlu İsmâil’i kurban etmekten kurtardığı bir öğle vakti idi.
Bu hadisede de “Vehhâb” ismi yönünden “hîbe” olarak gelen koç şeklinde gözüken “Vehhâb” isminin onları koruması idi.
ÖĞLE Namazı:

Öğle namazının vaktine ve farzının dört rek’at olmasına sebeb budur ki:


101

Bu dört türlü imtihandı, zorluktan kurtulduğu için dört rek’at namaz kıldı. Dergâh-ı izzet’te kabul oldu. Sebeb-i hikmeti budur.


Not= yukarıdaki dört hususun baş tarafları ve bundan sonraki “selâm” bölümü ”selâm” ismine ilgisi dolayısı ile (Salât-namaz) isimli kitabımızdan aktarılmıştır.

S E L Â M
Düzgün bir şekilde namazını buraya kadar getiren kişinin, namazından çıkması için yapacağı son şey selâm vermektir.

esselâmü aleyküm ve rahmetüllah diyerek, başını önce sağa,

sonra tekrar aynı selâm-ı (esselâmü aleyküm ve rahmetüllah diye) söyleyerek sola çevirmek sûretiyle namazının o bölümünü bitirmiş olur.


Bunun karşılığında allahümme en tesselâmu ve min kesselâm tebârekte yâzelcelâli vel ikrâm diyerek cevap ge­rekir.
Eğer yalnız kılınan bir namaz ise, kendi kendine,

cemeatle kılınıyor ise, müezzin, imam’ın selâmına cevap vererek namazı bitirmiş olur.


Şimdi: Kısaca bu selâmları incelemeye çalışalım; bir günlük namazda;

- (21) adet tahiyyatta okunan ikişer selâm (21 x 2 = 42)

- (13) adet ikişer selam, (13 x 2 = 26)
102

- (13) adet se­lâm karışılığı ikişer selâm (13 x 2 = 26) toplam (42 + 26 + 26 = 94)


beş vakit namazın da her biri toplu birer selâm olduğundan neticede (94 + 5 = 99) eder.

Nasıl bir sistemdir ki her yönü insân’ı hayrete düşürüyor.

Baş taraflarda gördüğümüz gibi namaza (99) esmâ-i ilâhinin varlığı ile başlamıştık,

sonunda da (99) selâm ile nihayete erdirmiş oluyoruz.


Esselâmü aleyküm ve rahmetüllah diye başını sağa çeviren, Zat tecellisindeki kişi, o istikamette ne kadar varlık varsa hepsine selâmet dilemiş olur. Sola çevirdiğinde de aynı şeyi o istikamette olanlara dilemiş olur.

İnsân-ı Kâmîl’in ihatası ve rahmeti çok geniştir.
ALLAHÜMME EN TESSELÂMU VE MİN KESSELÂM


Allahümme en tesselamu ve min kesselâm tebarekte yâzelcelâli vel ikrâm diyen müezzin veya namaz kılan kişi,

(ey Allah’ım selâm sensin ve selâmet sen­dendir, sen bereket yücelik ve ikrâm sahibisin) demiş olur.

Bu ifadeleri değişik mertebelerden çok iyi değerlendirmek lazım gelir.

Ehli indinde gerçekleri bi­lindiği üzere Hakk kendi

103

kendini yücelterek kulunun ağzından cevap vermek-tedir.



Hak’kın güzel isimlerinden Esma’ül hüsnâ’dan biri olan selâm, büyük ağırlığı olan bir isimdir ve insân’ın kay­naklarından biridir.

Nasıl ki Sübbuh ve kuddüs melekler için kullanılırsa,



Azîz ve cabbar ve mütekebbir de cin ve şeytanlar için kullanılır.
Namazın sonlarında oluşan (99) selâm ismi, başta oluşan (99) esmâ-i ilâhiyeye birer selâmet geçidi olurlar.

Şöyle ki: Meselâ, Kahhar esmâsından başına bir zorlanma gelecekse, namazda okuyarak oluşturduğu selâmlardan bir tanesi onun önüne geçer, tamamen selâmete ulaştırır veya en azından şiddetini azaltır.

Böylece her bir selâm, her bir esmânın ya karşıtı veya destekleyicisi olur. Yâni (99) esmâ’nın biri vasıtasıyla sana faydalı bir şey de gelecekse onu da arttırır.

Selâm’ın bir başka ifadesi de;kendinde olmak’tır, kendinde olan kişi de selâmette olur.
ALLAH’ın c.c. isimlerinden olan selâm, kulunda te­celli ettiğinde o kul birimsel benliğinden uzaklaşmış, Hakk varlığı ile gerçek selâmetine ulaşmıştır. İşte o kul görünümündeki zuhur her varlığa selâmet ve huzur kaynağı da olmuştur.
104

Netice itibariyle, olgun bir namaz, kulu yüce idraklere çıkarıp İrfan ehli olmasını sağlar. İşte böylece na­mazların sonlarında bulunan selâmların sırları meydana çıkmış olmaktadır. Allah’tan (c.c.) her birerlerimiz için İbrâhîm (a.s.) gibi selâm ve selâmetli! neticeler niyaz ederiz. Böylece, bu isimler ve diğerleri ile “ibtilâ-imtihan” olan İbrâhîm (a.s.) bunları varlığında tatbik ederek başarı ile sonuçlandırmıştır. Bundan sonra..


-Cenâb-ı Hak- dedi ki: Ben seni insanlara imam kılacağım.

-------


İnsânlık tarihinde ilk def’a bu Âyet-i kerîme ile İbrâhîm (a.s.) şahsında (İmamlık) müessesesi kurulmuş oluyordu. Aslında bu (İmamlık) müessesesi hep var idi ancak daha evvelce mahallî olduğundan tahsis edilmemişti. Bu mertebede umumileştirildiği için özellikle ifade edilmiştir. Bilindiği gibi, İbrâhîm (a.s.) ın diğer lâkabı, halkın babası idi, işte bu babalık dahi genel mânâda önderlik-
O da dedi ki: Zürriyetimden de -Hak Teâlâ da- buyurdu ki benim ahdime zalimler nâil olamaz.”
İmamlık İbrâhîm (a.s.) ın bu duasıyla “İsmâil” (a.s.) ın kanalından Efendimize ve oradan da ümmetine ulaşmıştır. Ehli gaflet bu hakikate nâil olamaz. Yâni gaflet ehli bu hakikatleri kendilerinde perdelediklerinden zulmette karanlıkta kaldılar, böylece nefislerine zulmetmiş olduklarından da, zâlim olmuş oldular.

105



(İz kâle lehü rabbehû eslim kâle eslemtü lirabbil âlemîn)
2/131. “Hani o vakit ki İbrâhîm'e Kerem sâhibi Rabbi İslâm-teslim ol dedi. O da âlemlerin rabbine teslim oldum -işlerimi ona bıraktım.- dedi.”
Mertebe-i İbrâhîmiyyet Hakk’a tam bir teslimiyetle teslim olunacak mertebedir. Esâsen, (eslim-teslim ol) sözünü-emrini duyup ta teslim olmamak mümkün değildir. Ayrıca buradaki teslimiyyet zâhirdeki anlaşıldığı gibi de değildir. Burada ki, teslimiyyet gerçekte aslına kendi gerçek varlığına dönüştür. Daha evvelce kişinin çocukluğundan beri almış ve giyinmiş olduğu nefs-î benliğini yavaş, yavaş üzerinden soyarak, onun yerine Esmâ-ül Hüsnâ elbisesini giyinmesi aslına dönüş olduğundan zoraki bir teslimiyet değil aslına koşmaktır.

teslim oldum” demesi, bende nefsime ait bir şey kalmadı, bütün varlığımı Hakk’ın varlığı sardı, o halde teslim olan, teslim olunanda yok olduğundan ortada kalan İbrâhîm ismiyle görünen hakk’ın kendisi oldu.


Teslim olmak, irâdesini teslim olunana terk etmektir. İradesini terk edenin de, kendi varlığı kalmamıştır. O halde teslimiyyet o mertebede ki, fenâ hâlidir. Bunun neticesinde oluşan hâdise devam eden Âyet-i Kerîme ile açık olarak ifade edilmiştir.


106



(Belâ men esleme vechehü lillâhi vehüve muhsinin felehü ecruhü inde rabbihî velâ havfun aleyhim velâhüm yahzenün)
2/112. “Hayır... Kim muhsin olduğu halde yüzünü Allah'a teslim ederse işte onun için Rabbinin katında mükâfatı vardır. Ve onların üzerine bir korku yoktur. Ve onlar mahzun da olmayacaklardır.” Çünkü bu mertebenin irfaniyyet-i içerisinde Hakk’ta fânî olmuşlar ve kendi varlıklarından soyunmuşlardır.
Yukarıdaki Âyet-i Kerîmenin cevâbı bu Âyet-i kerîme ile çok açık olarak verilmiştir. Burada ki; “Muhsin” hakk’ın zât-î ihsân-ı dır. Ve vecih vech-i ilâhî’dir, kim ki, beşeri vechini ilâh-î vecih ile değiştirip aslı olan hakk’ın vechine döndürür ve teslim ederse, bu gün onlar için korku yoktur. Yarın da mahzun-hüzünlü olmayacaklardır. Yeri olmadığı için daha fazla yorum yapmadan yolumuza devam edelim.
Bu hususta daha geniş bilgi (imân,ihsân,ikân…) isimli kitabımızda verilmiştir, dileyen oraya bakabilir.






107


(Vemen ahsenü dînen mimmen esleme vechehu lillâhi ve hüve muhsinin vettebea millete İbrâhîme hanifen vettehazellahu İbrâhîme halîlâ)
4/125. “Ve din itibariyle daha güzel kimdir, o kimseden ki, muhsin olduğu halde yüzünü Allah Teâlâ'ya teslim etmiş, ve hânif olarak İbrâhîm'in milletine tâbi olmuştur. Allah Teâlâ da İbrâhîm'i bir dost edinmiştir.
Daha evvelki Âyet-i Kerîmeye benzerliği olan bu Âyet-i Kerîmeyi de özet olarak incelemeğe çalışalım. Görüldüğü gibi, Kim ki, bu mertebelerde dinin güzelini ister ise seyr-i budur.



  1. Dînin güzelini talep etmesi:

  2. Vechinin-yüzünün-varlığının, Hakk için olması:

  3. Bu şekilde Muhsin olunması:

  4. İbrâhîm milletine tâbî olunması:

(5) İşte bu oluşumlardan sonra da, Cenâb-ı Allah (c.c.) tarafından İbrâhîm’e (Halîl) lik vasfının verilmesi-dir. Bilindiği gibi bir de o mertebenin (Halîlürrhmân) diye ifade edilen makâm-ı vardır.
Demek ki, (Hullet-Halillik) vasfına ulaşılabilinmesi için yukarıdaki seyrin oluşması gerekmektedir.
(Halîl) Lügat mânâsı ile, Samimî dost demektir.

(Tahallüt) İse, karışma-karışık olma, demektir.


() Ebced hesabı ile (Halîl) şu sayısal değerleri
108

vermektedir. (ha) (600) (lâm) (30) (ye)(10) (lâm) (30)

toplarsak, (600+30+10+30+=670) tir. Tekrar toplar isek, (6+7=13) tür görüldüğü gibi nasıl bir uyumdur, bu hususta daha çok bilgi isteyen (13 ve Hakîkat-i İlâhiye) isimli kitabımızın “İbrâhîmiyyet” bölümüne bakabilirler.
Bu makamın da, hakikatinin, “Hakîkat-i Muham-mediyye ye bağlı olduğu açık olarak görülmektedir.
Şimdi biz yine yolumuza devam edelim. Cenâb-ı Hakk, Bakara Sûresinde bizlere bildirdiği gibi.


(ve alleme âdemel esmâe küllehe)
2/31. “Ve -Allahu Teâlâ- bütün eşyanın isimlerini Âdem'e bildirdi-öğretti.”
Görüldüğü gibi İnsânlık tarihinde ilk def’a Esmâ-i İlâhiyye Ceddimiz Âdem (a.s.) a öğretildi, daha sonra İbrâhîm (a.s.) a “Halîl” vasfıyla giydirildi, daha sonra da Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimize (Cevâmiül kelîm) ifade ve hakikatiyle her mahalde salâhiyyetle kullanma hükmü verildi.
Muhyiddîn-i Arab-î Hz. “Füsus-ül Hikem” adlı eserinin “A. avni Konuk” şerhi cild (2) sayfa (43) İbrâhîm Fass-ı nda. Halîl kelimesi hakkında şöyle tarif vardır.
(Halîl) “Muhibb’in rûhu meyanında “tahallül”
109

eden habîbdir. Ve “hıllet” habibde tahallül eden muhabbet-tir.” Diye tarif edilmiştir. Şimdi bunları anlamaya çalışalım.
Cümleyi çevirmeye çalışırsak şöyle dememiz gerekecektir.
Halîl, Gerçek dostluk-muhabbet, seven ve sevilen arasında ki birbirine karışan şiddetli rûhî muhabbettir.” Diyebiliriz.
Cenâb-ı Hakk, o güne kadar, İnsânlık tarihinde ilk def’a bu tecellî-i “halîl” muhabbet-hubbiyyet-i, İbrâhîm (a.s.) ın varlığında ortaya çıkardı. Yâni kendisinde bulunan esmâ-i İlâhiye ile kendisine ve kendisinde tahallül ile tecellî eyledi, böylece esmâ-i ilâhiye içten ve dıştan onu sarmış idi. Ancak bu sarış sonradan kendisine dışarıdan ilâve edilen “hulûl” gibi bir şey olmayıp zâten kendi varlığında mevcud olan “esmâ-i ilâhiyye hakikatlerinin Hakk yönünden zuhur ve idrâki idi. Böylece İbrâhîm “Halîl” olup Hakk’ta kaybolmuş, Vücûd-u Hakk onda zâhir olmuştur. Ayrıca vücûd-u Hakk’ta, İbrâhimin sûretinde tahallül etmiş, o zaman da vücud-u İbrâhîm zâhir vücûd-u Hakk bâtın olmuştur. İşte bu yüzden daha başlarda belirtilen Âyet-i kerimelerin ifadeleri ile samavat ve arzda zuhurda ve zâhir olanın hakk’ın vücûd-u olduğunu açık olarak bilmişti. İşte bu biliş ile (Ebrahem) halkın babası ünvanını kazanmış idi ki, bu anlayış (Tevhîd-i Ef’âl) in hakikatidir. Seyr-ü sülûk’ta (8) inci ders, hazarât-ı hamsenin ise (1) inci dersidir. Bu hususta daha geniş bilgi (İrfan mektebi) adlı kitabımızda mevcuttur dileyen oraya da bakabilir.

110


Biz yine yolumuza devam edelim. “Tahallül- hıllet” karışma-karışık olma, “Halillik” muhabbet şiddetli sevginin, seven ve sevilen arasında bir birine karışarak, bir birinde mahv ve fâni olmasıdır diyebiliriz. Özetle.

İnsânlık tarihinde bu süreç değişik şekilde devam etmiştir. “Halîl” likten sonra bu husus, Mûsâ (a.s.) ın şahsında, (Kelimullah) sûretiyle devam etmiş. Daha sonra İsâ (a.s.) ın şahsında, (Ruhullah) sûretiyle. Muhammed (s.a.v.) Efendimizin şahsında ise (Habibullah) hükmü ile en son kemâline ulaşmıştır.


(Menreânî fekat reel Hakk) (bana kakan Hakk’ı görmüştür.) Hükmü bu hususta belirtilen hakiktlerden bir tânesidir.

Halîl-tahallül, varlığına karışma, özünde olanın zuhura çıkması, farkında olmak, yenilenme, muhabbet, sevgi, şeddetlisi aşk, gibi kelimelerle ifade edilen bu hal üç şekilde ifade edilmiştir.

(1) Aşk-ı hayavânî:

(2) Aşk-ı mecâzî:

(3) Aşk-ı İlâh-î:
(1) inci yaşantıdaki hal, iki ayrı varlığın bir birine olan nefs-i emârenin şiddetli geçici isteğinin maddî mânâ da hiçbir manî tanımadan bir birine tahallülüdür. İşte o yüzden hemen düşmanlıkla ve hüsranla ayrılıp sona erer. Yeri değildir ama uygun yaşantıyı bünyesinde barındırdığı için kısaca belirtmekte yarar olacaktır.

111


Yüklə 0,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©www.genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə