GöNÜlden esiNTİler: (6) peygamber (3) Hz. İBRÂHÎm-halîlûllah



Yüklə 0,72 Mb.
səhifə2/8
tarix25.06.2018
ölçüsü0,72 Mb.
#51156
1   2   3   4   5   6   7   8

En urafe” (ârif olmak-bilinmeklik.) İfadesi ile bilmek ve yaşamak-irfaniyyet-i nin ne derece mühim olduğunu ve bilinçli sevginin irfaniyyet sıfatı ile güzel olduğunu bildirmektedir.


14

(Fe halektül halke) (Mükevvenât-halkı, halk

ettim.) İfadesiyle Ulûhiyyetinden halkıyyetine olan tenezzülünü ve halkıyyet sıfatını bildirmektedir.



(li uğrafe bihi.) (Halk ve mükevvenatımdan yola çıkarak bana arif-bilici, olmanız için. Bu halkıyyet ve tenezzülü itibariyle O nu tanımağa çalışarak gelinen yoldan tekrar geriye dönmek için.
(Ben gizli bir hazine idim bilinmekliğimi sevdim-arzu ettim ve bu halkı, onunla bilinmekliğim için halkettim.)
İfadesinde, görüldüğü gibi (Zât-ı Mutlak) üç def’a Zâtından, Ahadiyyetinde olan İnniyyetinden, (Ben) diye bahsetmektedir. Çünkü bu mertebede daha henüz kendine bir isim ve vasıf vermemiştir. Ayrıca bu bahsedişin gizli bir bahsediş olduğunu da bildirmektedir.
Bu gizlilikten ilk ortaya çıkardığı“ hûbbiyyet sev gi” sıfatıdır. Bu sıfatın gayesi, kendinin bilinmesi ve bunu sevmesidir. Eğer bir sevgi kontrolsuz olursa “Cemâl” iken “Celâl”e dönüşür, belirli bir zaman sonra o sevginin dışında kalanlara olan düşmanlığı doğurur.

“Bilinçsiz çok sevgi zıddı olanlara düşmanlığı getitir.” Denmiştir. Genelde zıt guruplarda görülen düşmanlık, kendi gurubuna çok bağlılıktan o sevgi hûbbiyyetten kaynaklanmaktadır. İşte bu duruma düşmemek için sevgi ve muhabbetin irfaniyyet’e ihtiyacı vardır.
Hadîs-i Kûdsî de; evvelâ gizlilik sonra “hûb-

15

muhabbet” sonra Âriflik-tatbikatlı bilinç, sıralanmıştır. Daha sonra da “halkıyyet” sıfatı belirtilmiştir.


İşte bu Hadîs-i Kûds-î de belirtilen “Hûb-muhabbet” bu âlemlerin aslî kaynağı olmuş ve her zerre de halkıyyet kudreti ile faaliyyete geçmiştir ve ayrıca feza dokusunun da ana kaynaklarından başlıcası olmuştur. Hakikat-i Muhammed-î bu hûbbiyyet kaynağı üzere programlanmıştır.
Bu âlemlerde ilk faaliyete geçen sıfat-ı İlâhiyye hûbbiyyet yâni, muhabbettir. Bu ilâhi Hûbbiyyet’in zuhur mahalli ise Hakikat-i Muhammed-î dir. İşte bu yüzden diğer bir Hadîs-i Kûds-î de bildirilen, (Levlâke) dir. Yâni (Eğer sen olmasaydın,) Bu ifadenin içinde gizli olan çok büyük bir hûbbiyyet-sevgi vardır. İkinci def’a (levlâk) gene “eğer sen olmasaydın” (lemâ halektul eflâk) “bu âlemleri halketmezdim” haberinde Cenâb-ı Hakk-Zât-ı Mutlağın, Hakikat-i Muhammediyye ye ne kadar Hûb-Muhabbet ettiği açık olarak görülmektedir.
Hakikat-i Muhammediyyenin, nokta zuhur mahalli olan Hz. Muhammed (s.a.v.) Efendimizin de işte bu yüzden lâkabı (Habib) Ullah’tır. Zât-ı Ulûhiyyet’in Hûbbiyyet deryasının ilk coştuğu ve aktığı Hakikat-i Muhammed-î deryasıdır, işte oradan da bütün âlemlere zuhur yerleri itibariyle dağıtılmaktadır.
Hakikat-i Muhammed-î bütün âlemleri kaplayan muhteşem bir programdır. Ve İnsânlık bölümü dünya tarihi sahnesinde Âdem (a.s.) ile uygulanmaya başlanan bir süreçtir.

16


Bu uygulamada görülen bütün İlâhî toplum önderleri! Peygamberler, Hakikat-i Muhammed-î nin kendi mertebelerinden zuhurlarıdır. Yâni kendilerine ait bir varlıkları olmayıp Hz. Muhammed (s.a.v.) Efendimizde kemâlini bulan (İnsân-ı Kâmil) mertebesinin diğer Peygamberler önce, kendi mertebelerinden zuhura getirişleridir. Yâni hangi Peygamber ve velî yeni olarak ne getirmişse onların hepsi Hakikat-i Muhammedî’nin zuhur mahalli Hz. Muhammed’in (s.a.v.) o isim ile o mertebeden ve o özelliği ile zuhura çıkmasından başka bir şey değildir.
Hakîkat-i Muhammed-î programı içerisinde İnsânlık bilinç ve sahnesinin başlamasında ilk faaliyyet gösteren mahallin Âdem ismi ile anıldığını görüyoruz. İşte bu husus diğer bir ifade ile, Hz. Muhammed’in varlığında mevcut olan bu hakikatin Âdem ismiyle ortaya çıkmasından başka bir şey değildir.
Nûhiyyet mertebesi de, Hakikat-i Muhammed-î yye nin o mertebede ki, necâtiyyetinden başka bir şey değildir. İşte mevzuumuz olan bu İbrâhîmiyyet mertebesi dahi Hadîs-i Kûds-î de belirtilen Hûbbiyyetin kendi zamanı için, yâni İbrâhîmiyyet zamanı için en geniş manâ da İbrâhîm ismi ile zuhura çıkmasından başka bir şey değildir. İşte bir sâlik seyr-i sülûkunda;ki, burası “Tevhid-i ef’âl” mertebesidir, buraya geldiğinde kendi bünyesinde bu halin taşıyıcısı olur. Kendisinde Allah sevgisi, irfaniyyet-i ve muhabbet-i üst derecelere, âfaki seyrine doğru yol almaya başlar.
Aslı “Hûb” olup zuhur ismi “vedûd” olan bu halin
17

ilk olarak en geniş manâ da hayat seyrine baktığımız da

İbrâhîm (a.s.) ın başından geçenler ve kendisine verilen (Halilûllah) lâfzıyla kendisinde zuhura çıktığını görmekteyiz.
İlâhî hulliyyet’in kemâli Muhammed (s.a.v.) Efendimiz de kendisi Allah’ın (c.c.) (Habîb) i olması dolayısıyla zuhur bulmuştur. Başlangıçta Hûbbiyyet, netice de de Hûbbiyyet vardır. Öyle ise ortası da Hûbbiyyettir. Düşmanlıklar ise beşeri Hûbbiyyet’in yanlış yönlendirilmeleridir.
Hz. Muhammed (s.a.v.) den sonraki Hûbbiyyet’in en geniş manâda ki. Zuhur mahalli ise, Hz. Mevlânâ (r.a.) Efendimizdir. İşte bu yüzden onun ismi (Mevlânâ) dır. Bilindiği gibi, “Mevlâ-efendi” “nâ” ise “biz” demektir. Bu vasıf bazı kimselere verilmiş ise de ilk akla geleni, Hakikat-i Muhammediyye’nin Hûbbiyyet-i itibari ile en geniş manâ da zuhur mahalli olan Hz. Muhammed (s.a.v.) dir, ondan sonra akla geleni, Hz. Muhammed (s.a.v.) Efendimizin kendinden sonraki Hûbbiyyet zuhur mahalli ise, evvelki ismi, (Celâleddîn-i Rûmî-veya Mollayı Rûm) olan, sonradan (Şems) in-yâni İlâhî- ateşi ile kendisinde zuhura gelen bu Hûbbiyyet hakikatinden sonra, kendisine her kes tarafından (Mevlânâ) lâkabı tabii olarak verilmiş olan zuhurdur.
Böylece Zat-ı mutlak olan “İlâh-î Mevlâ” nâ Allah (c.c.) bu Hûbbiyyet’ini ilk olarak daha geniş mânâ da mertebe-i İbrâhîmiyyet’te (Hullet-Halil)liyyet ile zuhura çıkarmıştır.
Efendimiz (s.a.v.) de ise bu Hûbbiyyet en üst

18

kemâli olan (Habîbullah) lık vasfı ile zuhura çıkmıştır. Bu yüzden “Allah’ın sevgilisi” bizim de (Efendimiz-Mevlânâmız) (s.a.v.) olmuştur.


Mevlânâ-efendimiz Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimizden sonra kendinde olan bu Hûbbiyyet’in en geniş mânâda ki, zuhur mahalli ise, Konya da medfun bulunan, “Celâleddîn-i Rûmî-Mevlânâ” (r.a.) efendimiz dir. Bu idrak ile o mekânı ziyaret etmek bütün bu mertebeleri ziyaret etmek gibidir.
Ancak burada bir tehlike vardır. Bu irfaniyyet oluşmadan orayı ziyaret etmek orada bulunan “mevlânâ” ile yetinmek o mekân da kalmak olursa, diğer önde ki, Mevlânâlara perde olma ihtimali vardır. Eğer kişi ziyarete gittiği o mertebe de kalmayıp, “Mevlânâ Celâleddîn” den “Mevlânâ Muhammed Mustafa” ya oradan da “Mevlânâ Allah-u Tealâ” hazretlerine yol bulub uruc edebilirse oradaki Mevlânâ bu urucun vesilesi olur, Zâten aslî görevi ve zuhuru da bunun içindir. Eğer sadece orada kalınırsa ziyaret eden kişiye diğer “Mevlânâ” lara ulaşmasına perde olma ihtimali vardır.
Hazret-i Muhammed Mustafa (s.a.v.) Mevlânâ-Efendimiz, kendi zamanlarında yeni bir şeriat getirdiğinden yaşamının çok dengeli ve mutedil olması gerekiyordu bu yüzden, İlâh-î “Habîb” Hûbbiyyet; muhabbetini zâhir olarak ortaya çıkarmadı. Bu muhabbeti Âyet-i Kerîmeler ve Hadîs-i şerifler içerisinde gizli olarak bildirildi. İşte bu yüzden (Ahhhhhhh Med)tir.

19

İşte onun bu “Hûb” Muhabbet-i Celâddîn-i Rûmî de zuhura çıktı ve o yüzden kendisi Hazret-i Muham med Mustafa (s.a.v.) Efendimizin Muhabbetinin zuhur mahalli olduğundan, bu yüzden o lâkap kendisine asaleten, Efendimizden vekâleten verilmiş oldu. Gerçekten bu vasfa da lâyık olmuştur. Ve bu vasfı kıyamete kadar devam edecektir.


Ey sâlik-i hakîki, sende bu mertebeleri kendi vücûd ikliminde, kendi ölçülerin içinde zuhura çıkarıp yaşamağa başladığında sende! Sendeki; kadarı ile olan Akl-ı Küllün itibariyle zâtının ismi olan “Allah” ismi câmi-i yönünden diğer isimlerinin ve nefsinin de (Mevlânâ) sı olursun.
Bazı “Hûbbiyyet” mertebelerinin izahlarından sonra, şimdi yavaş, yavaş bu mertebenin seçilmişliği ile yolumuza devam etmeye çalışalım, Cenâb-ı Hakk irfaniyyet ve Hûbbiyyetimizi genişletsin, İnşeallah.
(İbrâhîm) ismi, İbrânice de (Ebrahem) olarak geçmekte ve manâsı da; “Eb” (Eba-baba-ced-dede) “rahem” ise (halk) ikisi birleştirildiğinde (Halkın Babası) demek oluyormuş. Daha sonra yeri geldikçe bakacağız.
Kûr’ân-ı Keriym; Âl-i İmrân Sûresi;(3/33) Ayeti’nde belirtildiği üzere:





20

(İnnellahestafa Âdeme ve Nûhan ve âle İbrâhîme ve âle İmrâne alel âlemiyn.)


Meâlen: “33. Şüphe yok ki. Allah Teâlâ Âdem'i, Nûh'u, İbrâhim'in sülâlesini ve İmrân’ın hanedanını âlemler üzerine seçkin kıldı.”

Yukarıda belirtilen isimlerle ifade edilen zuhurların sırayla seçilmişliği bildirilmektedir ki; bunların her biri bir mertebenin öncüleri ve icad edicileridir. Yeri geldikçe izahlarına çalışacağız. Bu bölümde konumuz (İbrâhîm Halîlûllah ) olduğundan sadece bu mertebeyi kitabımız da İnşeallah bildirmeye çalışacağız.


Yukarıda belirtilen isimlerle ifade edilen zuhur-ların sırayla seçilmişliği bildirilmektedir ki; bunların her biri bir mertebenin öncüleri ve icad edicileridir. Yeri geldikçe incelemeğe çalışacağız. Bu mertebe de seçilmişlik (İbrâhîm Halîlûllah) mertebesine verilmiştir.
Bu seçilmişlik o güne kadar gelen insânlık tefekkür tarihinin büyük bir dönüşüm ve değişim hareketidir. Bu değişim daha ziyade îmân-î konularda olmuştur. Seçilmiş (Âdem) Âdemiyyet mertebesi ile yer yüzünde yaşamaya başlayan Âdem oğulları, epey bir zaman bu anlayışın devamı olan “Şit” iyyet ve “İdris” iyyet mertebeleri lle yaşıyorlarken, sonra gelen (Nûh) necâtiyyet mertebesine büyük bir (tufan) hareketle geçmişlerdir. Nûh (a.s.) mın iki hali vardır, tufan öncesi ve sonrasıdır.

21

Vücûd-u mutlak kendi özünde var olan hakikat-i insâniyye, mertebesi’ni hakikat-i Muhammediyye olarak, yavaş, yavaş Âdem ismiyle, dünya sahnesi, olan âlem-i şehadet’te ortaya koymağa başladı. Nihayet dünya da necâtiyyet kurtuluşa ihtiyaç olduğu devirde necâtiyyet hakikatlerinin zuhura çıkıp faaliyyet göstermesi için, Nûh’u ve işareti olan gemisini yapıp içine girilmesini bildirdi. Girenler yollarına devam edip necâtiyyet üzere seyirlerini sürdürürken, girmeyenler ise helâkiyyet üzere gizlenerek yollarından kalmışlardır.


Bu mertebenin de diğer mertebelerde olduğu gibi, şeriat, tarikat, hakikat ve marifet mertebelerinden izahları vardır, yeri geldikçe o yönleri itibariyle de incelemeğe çalışacağız, İnşeallah.
Genel olarak tefsirlerimizde görülen yorum ve izahlar, ef’âl-şeriat-yani isneyniyyet-yani ikilik anlayışı üzere olan mertebenin bilgileridir, bulunduğu tenzih mertebesinde geçerlidir. Ancak İlâhi kelâm sadece bir mertebe ile sınırlanamaz, çünkü her mertebe de başka bir izah-ı ve yaşam hakikatleri vardır. Bunları iyi anlayabilmemiz için tefekkür ufkumuzun sınırlarını

mümkün olduğu kadar geniş tutup şartlanmışlık sınırlarımızın bir kısmını da, kaldırmamız gerekmektedir böylece daha berrak ve geniş bir ihata ile yolumuza devam etmek bize daha geniş irfaniyyet alanları açmış olacaktır.


Peygamberler hazarat-ı, Rasûl ve Nebîler tebliğlerini isneyniyyet yani ikilik üzerinden yaparlar. Aslında ise tebliğleri, teklik, tevhîd üzere, vahdet-e
22

Allah-ın birliğine göredir. Hz. Âdem (a.s.) kendisine öğretilen (Esmâ) ilmini kavmine öğretmeye, aktarmaya başladı, bu aktarış, zuhurları itibariyle çoğalmaya başlayınca yavaş, yavaş kesret anlayışı ortaya çıkmaya başladı bu sebebten, (mezâhiri-zuhurda olanları) kendi varlıkları ile var olup müstakil birer varlık olduklarını zannettiler ve kendi hayallerinde ürettiklerinin gerçek İlâhlar olduklarını zannettiler ve bu yüzden putperest ve Hakk-ı örten ehli küfür oldular.


Âdem (a.s.) ile (Nûh) (a.s.) arası epey açılınca ilk fetret devresi olmuştu ve insânlar, tamamen nefs-i emmârenin hükmü altına girip Âdem (a.s.) getirdiği safiyet bozulmuştu. Böylece insanlığın tekrar itikatça yenilenmesi gerekiyordu. İşte yenilenme, (Nûh) (a.s.) “necât”ı vasıtasıyla yapıldı, bu yenilenme, Âdem (a.s.) ile yeryüzüne indirilen Hakikat-i İlâhiyye ve Hakikat-i Muhammediyye sistemidir ve işte bu hadise o günlerin yeniden Ulûhiyyetle yani (vahy) ile nefs-i emmâre’den necâtıdır diyebiliriz.
Nûhiyyet mertebesini (6 Peygamber 2) de izah etmeye çalışmıştık burada ise (İbâhîm Halîlûlah) mertebesini izah etmeye çalışacağız, İnşeallah.
Bu Âyet-i Kerîme de dikkat çeken bir husus ta şudur, Evvelki iki Peygamberden birey olarak bahsediliyor iken İbrâhîm (a.s.) dan “Âle İbrâhîm” (İbrâhîm ailesi) diye bahsedilmektedir. Böylece mevzu daha genişlemektedir.

23

Gayemiz, İbrâhîm (a.s.) hayat hikâyesini yazmak değildir ancak bazı yönlerinin daha açık anlaşıla bilinmesi için (yeni rehber ansiklopedisi) den bir bölüm alalım.



YENİ REHBER ANSİKLOPEDİSİ C,9/S,303)

İBRÂHİM ALEYHİSSELÂM: Kûr’ân-ı Kerîm’ de, ismi bildirilen Peygamberlerden, ülülazm ismi verilen altı peygamberden biri olup, Keldânî kavmine gönderilmiştir. Peygamber Efendimiz Muhammed aleyhisselâmdan sonra Peygamberlerin ve insanların en üstünüdür.Allah-ü teâlâ ona Halîlim (dostum) buyurduğu için Halîlûllah veya Halîlûrrahmân olarak bilinir. Babası mü’min olan Târûh olup, annesi Emile’dir. İbrâhîm aleyhisselâm Peygamber efendimizin dedelerindendir. Çünkü ilk oğlu İsmâil aleyhisselâm Arapların, ikinci oğlu İshak aleyhisselâm da İsrâiloğulla rının ceddi yâni dedesidir. Keldânî memleketi olan Bâbil’in doğu tarafında ve Dicle ile Fırat nehirleri arsındaki bölgede doğdu. Yüz yetmiş beş yaşındayken Kudüs’te öldü.
İbrâhîm aleyhisselâma annesi Emile veya Ûşâ hâmileyken, babası Târûh vefat etti. Annesi, amcası olan Âzer ile evlendi. Âzer üvey babası ve amcası olup, putperestti. Geçimini put yapıp satarak temin ederdi.
Tefsir âlimleri, En’âm Sûresinin Âzer’in ismi geçen 14 Âyetini tefsir ederken, Âzer’in Hazret-i
24

İbrâhîmin amcası ve üvey babası olduğunu açıkça belirtmişlerdir. Zîrâ, Peygamberimizin baba ve dedeleri Âdem aleyhisselâmdan beri hep mü’min idi..................


...........Nûh aleyhisselâmdan çok sonra Bâbil’de hüküm

süren, yıldızlara ve putlara tapan Keldânî kavminin o devirdeki kralı olan Nemrûd, insanları kendine ve putlara taptırıyordu. Bir gece gördüğü rû’ya-yı, müneccimler; “Doğacak bir erkek çocuğun yeni bir din getireceği ve onun saltanatını yıkacağı” şeklinde tâbir edince, Nemrûd yeni doğan erkek çocukların öldürülmelerini ve hâmile kadınların hapsedilmelerini emretti. O sırada Hazret-i İbrâhîm’e hamile olan annesi, amcası Âzer’le evliydi. Görünüşte hâmileliği belli olmadığı için fark edemediler, kocasına da, “çocuk doğunca oğlan olursa, kendi elinle Nemrûd’a teslim eder mükâfat alırsın” dedi. Annesi zamanı gelince de şehir dışında bir mağarada doğum yaptı ve Âzer’e çocuğun doğup öldüğünü söyledi. Oğlunu mağarada gizledi ve orada büyüttü.


Yanına gittiğinde onu parmağını emerken bulur ve doymuş görürdü. Parmaklarından süt ve bal gelirdi. Allah’ü Teâlâ Cebrâil aleyhisselâmı göndererek bu gıdaları cennet’ten parmaklarına akıtırdı. İbrâhim aleyhisselâm büyüyüp mağaradan çıkınca, güneşe, aya, yıldızlara ve kâinâta bakarak bunları vareden eşi benzeri olmayan bir varedicinin olduğunu anladı.
*****

25




(Vetlü aleyhim nebee İbrâhîme)
26/69 “Onlara İbrâhîm'in de kıssasını oku.”

Bu Âyet-i Kerîmenin benzerini Hz. Nûh bahsinde de görmüştük o bölümü de hatırlama babın da buraya alıyorum. Hem tekrar edilmiş hem de bilgimiz tazelenmiş olur.

Kûr’ân-ı Kerîm (Yunus Sûresi 10/71) Âyetinde şöyle buyurulmaktadır.




(Vetlü aleyhim nebee Nûh)
10/71. “ Ve onlara Nûh’un haberini oku”
Yeri gelmişken küçük bir şeye daha dikkat çekelim Bu Âyet-i Kerîme, görüldüğü gibi Yunus Sûresi’nin (71) ci Âyet-i dir. Ayrıca Nûh Sûresi’de (71) ci Sûre’dir, bu kitabı yazmağa başladığımda ki yaşım da (71) dir. Böylece üç (71) topluluğu oluşmuştur, (71x3=213) eder ki; zâhir ve bâtın (13) e bağlıdır.
Bu Âyet-i Kerîme’nin faaliyyet sırası daha evvelce incelemeye çalıştığımız Âyet-i Kerîme’den sonra gelmektedir. (Vetlü) “oku” sözünün muhatabı ümmet-i Muhammed, yâni ümmet-i icabettir. Yâni kendine,
26

davetine tabi olanlardır. Ümmet-i davet ise daha henüz bu ve benzeri Âyetlerin muhatabı değiller’dir.


(Aleyhim) “üzerlerine oku” denmesi, bu hakikatleri giyinsinler bütün varlıkları bu mertebe düzeyinde onların ahlâkı olsun daha sonra da diğer mertebelere uruc ederek seyrini tamamlasın.
Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimize gelen vahyi İlâhî’nin insânlara ve âlemlere aktarımı dört şekilde bildirilmiştir.
(1) Alâk (96/1) “oku” kıraat et,

(2)  İhlâs (112/1) “de ki;”

(3)  Yunus (10/71) “oku” tilâvet et.

(4)Meryem (19/41) “zikret-ha-tırla. Bunlar da, ve diğer Âyetlerde de geçmekte’dir. Sırasıyla bunları lügat manâları ile incelemeye çalışalım.


(1) Alâk (96/1) “oku” kıraat et,

(Ikra’) = Okutma-oku-emir: Okuma ve okutma emridir.

Hele bu emir, Zâtın kelâm sıfatıyla, hayat ve ilim vericisi “Rûhullah vasıtası ile verilmiş ise. Okumamak mümkün değildir. Bu emir ile başlayan okuma ve okutma (23) sene de tamamlanmıştır.

27

Bu hususta daha geniş bilgi (Vahy ve Cebrail isimli kitabımızda mevcut’tur, oraya da bakılabilir.”


(2)  İhlâs (112/1) “de ki;”

(Kûl) = De-söyle-bildir, mealinde “emir” dir.

(Kûl) kelimesi, Kûr’ân’ın bir çok yerinde geçer (risâlet ve nübüvvetin işaretidir.)

Bu ifadede ki; emir doğrudan doğruya, aracısız olarak, “Ulûhiyyet’in Risâlet’e” olan emridir. Bu emri de söylememek mümkün değildir. Emri veren Hakk, âmir olduğuna göre, emri alan Risâlet ise memur, hükmündedir. Memur da mazurdur. O halde memur dan, yâni risâlet mertebesinden söyleyen Hakk’ın ta kendisidir.

(3)  Yunus (10/71) “oku” tilâvet et.

(Vetlü) = Tilâvet-okumak-takip etmek-arkasına düşmektir.

Bu ifade de ise, okunmaya başlanmış olan şeyin izahlarının hikâye yoluyla açıklanmaları’nın sistemi belirtilmektedir.

(4)Meryem (19/41) “zikret-ha-tırla. (Vezkür) = “zikr” anma-anılma-hatırlama’ dır. Bu ifade de de, daha geniş manâ da hadiselerin incelenmesi ve zaten varlığında mevcud olan hakikatlerin açığa çıkarılmasının gereği bildirilmektedir.

(Ikra’) Başlangıç, Zâtın sıfat mertebesinden Risâlet mertebesine seslenişidir.
(Kûl) Zât’ın, Zât mertebesinden, Risâlet mertebesine seslenişidir.

28

(Vetlü) Zâtın, Risâlet mertebesine, “Esmâ” mertebesinden ümmetine dönük seyr-i sülûk yolunda sesleniş, verilen bilgilerdir.


(Vezkür) İse hangi mevzu hakkında bildirilmişse o mevzuun iyi anlaşılması ve kendi varlında mevcut hangi mertebe ile irtibatlı ise o mertebenin zuhura çıkarılmasına yardımcı olan bilgilerdir diyebiliriz.

Yukarıda ki, kısa ifadelerden de anlaşılacağı üzere Kûr’ân-ı kerîm, bunlardan daha başka da bir çok mertebe kanalıyla bilgi vermektedir.Yeri olmadığı için oralara değinmeyeceğiz. O mertebelerin faaliyyet sahaları bilinmezse isabetli değerlendirmeler yapılamaz, aksi halde bütün çeviriler “ef’al” mertebesi itibariyle hikâye yollu olur ki, o da sadece zâhir-î bir anlam verilmiş özüne nüfûs edilememiş olur.


Yine yolumuza devam edelim. (Ikra’) gecesi o muhteşem (Ikra’) “oku” kelâm-ı İlâhisi, Zâtın kelâm sıfat-ı yönünden (Cibril-i Emîn) vasıtasıyla (Muhammed’ül Emîn) e bildirilmesiydi. O an da, Muhammed’ül Emîn’in, Hazret-i Muhammed’e yâni Risalet’e dönüşmesiydi. Bu yüzden hayatı ve anlayışı tamamen değişmiş oldu.
Böylece “Oku” kelâmı kendinden kendine bir oku

yuş şuur ve kimlik kazanma ve kendi kendine içindeki hakikat oluşumlarını sesli düşünerek zuhura çıkarmaktır. Çünkü o akşam orada bunları dinleyecek (kulak) yâni “ümmet” henüz yok idi, bu okuma kendinden kendine ve kendinde olanı, (vahdet) teklik,


29

okuması idi. Bu okumanın diğer yönü ise kendisi hakikat-i yönünden okuması ve yine kendisi, zuhuru yönünden dinlemesi idi.


Bu ve benzerî Âyet-i kerîmelerde ise ümmetinin “aleyhim” (üzerlerine) oku-tilâvet et, şekliyle ifade edilmekte, yâni, Hakikat-i Muhammed-î den, ümmet-i Muhammediyye ye okunup-tilâvet edilmesi istenmek tedir. Yâni bu mertebe de bir gayriyyet ve o gayriyyet’in de bir kulağı vardır ve kulak yoluyla ayniyyet’e yol bulunacaktır. Ve dilin, kıraat ve tilâvet’in tek müşterisi ise kulak’tır. Mülk Sûresinde ve diğer yerlerde de belirtildiği gibi.
... ...

(Veceale lekümüssem’a vel ebsâra vel ef’ideh)
67/23. “ve sizin için kulak ve gözler ve gönüller var kıldı.”

Böylece vahyi İlâhinin insân’ın azalarında ki seyr yolu da belirtilmiş olmaktadır. Kulağı ile vahyin hakikat lerini duyacak, sonra basar-ı ile görmeye çalışacak, daha sonra da (fuad-a gönül-e) gönderecek fuad’ta tasdik bulup, akılla hayatın gerçekleri hakkın da idrak ile mutmain olacaktır. Bundan sonra (Kûl) “de ki;” hakikatiyle dili-lisân-ı faaliyete geçecektir.

Evvelâ (Hud 48/11) de zât-î yönden, gayb haberlerini sana bildiriyoruz yâni öğretiyoruz. Bu mertebe hakkında ki, bilgileri veriyoruz. Bu eğitim yapıldıktan, yâni mertebe-i Nûhiyyet’in hakikatleri itibariyle eğitimi yapıldıktan sonra, bunların ümmetine de aktarılması gerektiğinden, vakti geldiğinde, işte

30

bahsedilen (Yûnus 71/10)Âyetinde belirtilen hüküm ile



Nûh’un, burada da “İbrâhîm” in “sana öğrettiğimiz” haberi’nin aktarımına başlanmış olmaktadır.
“ Aleyhim” Onların üzerlerine oku hükmü faaliyyet-e geçtiğinden dünya mülkünde bu mertebe hakikat-i itibariyle faaliyyet’e başlamıştır. Bu yüzden eski, “Nûh-î - İbrâhîm-î” bilgiler (nesih) edilmiş-kaldırılmış, Hakikat-i Muhammed-î üzere Hakk’ın zât-ı itibariyle eğittiği Hz. Muhammed (a.s.v.) Efendimize bildirildiği şekliyle hüküm olunmuştur.
Şimdi, bizde, aklımızın erdiği kadar, bu kıssa’yı Hakikat-i Muhammed-î kanalından, Kûr’ân kaynağından gönlümüze “nüzül” indirmeye, almaya, idrak etmeye çalışalım. Hz.İbrâhîm (a.s.) muvzuuna başlamadan evvel küçük bir hatırlatma yapalım, mevzuumuzu iki yönlü (âfak-î ve enfüs-î) yâni nefsimizde ki ve dışımızda ki oluşumları itibariyle inceleme ve izah etmeye çalışacağız. Cenâb-ı Hakk her birerlerimize anlayan bir idrak, muhabbet dolu bir gönül, gayretli ve çalışkan bir nefs, ihsân etsin.Âmîn.
Dünya insânlık hayat seyrine baktığımızda Kitabımızın da açık olarak belirttiği bibi (5) mühim kişinin dünyaya gelişleri, yâni doğuşları büyük özellikler taşımaktadırlar. Bunlar sırasıyla, Âdem (a.s.) var edilişi, İbrâhîm (a.s.) doğuşu, Musâ (a.s.) doğuşu, İsâ (a.s.) doğuşu, ve Muhammed (s.a.v.) Efendimizin doğuşlarıdır. Bunların ayrı, ayrı incelenmeleri gerekmektedir. Bizde yeri geldikçe kendi bölümlerinde özetle incelemeye çalışacağız.
31

Kelime-i İbrâhîmiyye’nin doğuş özelliği:
Yukarıda da, belirtildiği gibi, Daha henüz İbrâhîm (a.s.) dünyaya gelmezden evvel “rû’ya” vasıtasıyla bir çocuk tarafından o günün mutat yaşanan hayatında bazı değişiklikler olacağı, günün hükümdarına gayb’dan bildirilmiş oluyordu. Bu hükümdar halkını kendine, putlarına ve yıldızlara taptırıyordu ve böylece saltanatını sürdürüyordu, artık bu anlayışa bir son vermenin zamanı gelmişti.
Bu hususta manâ âleminde ilk oluşum, ezelde (â’yan-ı sabite) ler yazılırken zaten belirlenmişti, sıra vakti gelince, bunun zuhura çıkmasına gelmişti. O günlerde bu süre tamamlanmış bu programın ilk habercisi o (rû’ya) olmuştu, böylece hikâye yavaş, yavaş bâtından zâhire dünya sahnesinde oynanmak yaşanmak için nüzül etmeye başlıyordu.
Kelime-i İbrâhimiyyet gaybdan babası vasıtasıyla annesine intikal ettirildi, annesi onun belirli süre taşıyıcısı oldu. Bu arada Nemrud’un gördüğü rû’ya üzerine müneccimler ve kâhinleri, yakında doğacak bir çocuk tarafından saltanatının yıkılabileceği şeklinde yorum yaptılar. Bunun üzerine, Yeni doğan ve doğacak olan erkek çocuklarının öldürülmelerine karar verildi ve hemen uygulamaya geçildi. Bu arada İbrâhîm’in annesi de İbrâhîm’e hamile idi. Manâyı İbrâhîm artık yer yüzüne, gök yüzü bâtının dan, yeryüzü bâtınına, annesinin rahmine nüzül etmiş-inmiş idi. Vakti gelince de mağarada doğum gerçekleşti. Kelime-i İbrâhîmiyyet artık yer yüzünde idi bundan sonraki safhaları hayatının seyr-i olacaktı.

32


Mertebe-i İbrâhîmiyyet, Âdem (a.s.) dan itibaren gelen insânlık tarihinin o gün ulaştığı en geniş ufuklu anlayışıdır. Getirdiği mertebe isminin de manâsı “halkın babası” olması dolayısıyla (Tevhîd-i ef’âl) “fiillerin birliği” mertebesidir ki; yeri geldikçe İnşeallah izâh idilecektir.
Şimdi her mertebede olduğu gibi bu mertebenin de enfüsî olarak bizlerde ne ifade ettiği yönüne şöyle bir soru ile bakmaya başlayalım. (Şu an biz hayatın hangi safhası-mertebesindeyiz.)
Eğer her hangi bir Peygamberin hayat hikâyesine sadece o kişiye aittir ve geçmişte yaşanmış bir hadise olarak bakarsak bize çok, çok yazık olur. Çünkü her Peygamberin hayat hikâyelerinden bizlerinde hisselerimiz vardır, onlar sadece kendileri için yaşamadılar, aynı zamanda arkalarından gelenlere bir örnek ve yol gösterici olarak ta geldiler.
Efendimiz (s.a.v.) de, kemâlini bulan “Mi’râc” “Hakka ulaşma” hadisesinin diğer Peygamberler bulundukları mertebeleri itibarîle geçişlerini yapmışlardır. Bu yüzden bizimde “Mi’râc” larımız gerçek bir irfaniyyetle onların geçtikleri yollardan yapılmış olabilecektir.
Kelime-i İbrâhîmiyyet mertebesi yukarıda özetle bildirildiği gibi bir “rû’ya” vasıtasıyla gayb âleminden zâhir âlemine doğru yolculuğa çıkmıştır.
İşte bizimde seyr-ü sülûkumuz da İbrâhîmiyyet
33

mertebesine, oraya ait, ve kendine has bir Rû’ya ile geçilebilmektedir. Bunu ancak ehli bilir.


Şimdi buraya doğru seyirde olan bir sâlik’in halini incelemeye çalışalım.
Âdemiyyet mertebesinde belirtildiği gibi, manâ’yı Âdemiyye yi, hayal ve vehim cennetinden beden arzına indiren sâlik, kendinin bir, birey olarak yer yüzünde hakikati ile yaşamağa dönüştüğünün farkına varmış ve bu anlayış içerisinde hayatını sürdürmeğe başlamış idi. Hayatını bu anlayış içerisinde sürdürmeye çalışan sâlik’in çevresinde ve kendi içinde de bulunan (Mudil) esmâsının o mertebedeki “put” ları kendisine zarar vermeğe başlamış olmaktaydı.
İşte bu durumda bu mertebede. Bağlı olduğu yer kendisine Nûhiyyet mertebesinden seslenerek nefis tufanından korunması için (necat) gemisine binmesini bildirir. Aslında bu (fülk) gemi, (Tekne-i Muhammed-î) dir. O mertebedeki ismi ise, (Nûhun gemisi) dir.
O gemiye binen sâlik bu mertebeden-geçitten de kolayca geçer. Bazı ara mertebelerden de geçtikten sonra yolu İbrâhîmiyyet mertebesine ulaşır. Şimdi bu mertebeyi anlamaya çalışalım.
Genel manâda, “Baba” (Akl-ı kül) “anne” ise (Nefs-i kül) dür. Manâyı İbrâhîmiyye yi, Akl-ı kül mertebesinde olan İbrâhîm’in Babası, Nefs-i kül mertebesinde olan annesine nefyettikten sonra görevi bittiğinden bâtın âlemine alınmıştır. Onu büyütme
34

görevi Nefs-i kül’e yâni annesine verilmiştir. İşte Efendimizin bahsettiği zâhiren iki yetimlikten birincisinin yeri burasıdır. Çünkü kelime-i İbrâhîmiyye’nin manâsının zuhur mahalli özel ve manevi bir eğitime tabi tutularak oluşacaktır. İşte bu yüzden fizîkî babası zâhir den alınıp bâtına çekilmiştir. Bu âlemde beş doğum mertebeleri itibarîle çok dikkat çekicidir.


Birincisi: Âdem (a.s.) ın doğuşu:

İkincisi: İbrâhim (a.s.) ın doğuşu.

Üçüncüsü: Musâ (a.s.) ın doğuşu.

Dördüncüsü: İsâ (a.s.) ın doğuşu.

Beşincisi ise: Muhammed (s.a.v.) in doğuşudur. Bu doğuşların üzerinde yeri geldikçe söz edeceğiz. Ayrıca her birerlerimiz bu hususları tefekkür etmeliyiz.

Ancak Hakk’ın eğitimine bakın ki; bâtına aldığı İbrâhîm’in bakımını, mü’min Babasının yerine zâhirden bir putperest Baba ya vermiştir. Gelecek olan Âyet-i Kerîme’lerde bu hususları göreceğiz.


Bir sâlik’in sûret yaşı bu mertebeye ulaştığında yaklaşık (30) lar civarında olabilir. Ancak bu mertebe tevhid mertebelerinin başlangıcı olduğundan, hayata bakışında yenilikler oluşacaktır. İşte bu yüzden burası yeni bir doğum olduğundan yeni bir kimlik oluşacaktır. O kişinin fiziki babası bu eğitimi veremeyeceğinden bu hususta onun devre dışı kalması gerektiğinden, Bâtın âlemine-yâni geri plâna alınmıştır. Onun bâtın babası o mertebenin nefih edicisi olan gerçek manâda ki, irfan ehli olan mürşididir. Putperest olan zâhir babası ise kendi nefsi emmâresi’dir. Onunla fazla yaşamamıştır.
35

Nemrud ise, (kahhâr) Esmâsının (Celâlî) görünümüdür.


Yusuf (a.s.) ın kardeşleri tarafından satılması ilk önce (celâlî) dir daha sonra bu tecellî (cemâlî) ye dönüşmüş kendisine rahmet olmuştur.
Burada da aynı durum vardır. Kahhar Esmâsının celâlî zuhuru neticesinde İbrâhim (a.s.) ın hayatında bunca değişiklikler ve seyahatler olmuştur. Eğer bulunduğu yerde Bâbilde kalmış olsa idi belki şimdi hiç bilinmeyen bir kimse olarak tarihin derinliklerinde kalmış olacaktı.

Evet bu girişlerden sonra İbrâhim (a.s.) ın hayatının mağaradan çıktığı ilerlemiş çocukluk yaşlarından daha ileriye doğru gitmeye çalışalım.







(Ve iz kâle İbrâhîmü li ebîhi Azere etettehızü esnâmen âlihaten innî erâke ve kavmeke fî dalâlin mübîn.)
6/74. “Ve bir vakit ki, İbrâhîm, babası Azer'e demişti ki: Sen putları tanrılar mı ediniyorsun!. Ben şüphe yok seni ve kavmini apaçık bir sapıklık içinde görüyorum.”
Burada bahsedilen zâhiren, İbrâhîm’in gerçek babası yerinde olan vekil Azerdir. Bâtında ise daha

36
henüz nefs-i emmâresi’nin tesirinden kurtulamayan (hayal ve vehmi) dir. Kendi kimliğinde var olan gerçek aklı ise, o hayal ve vehme ve zâhirî babasına sizlerin hayal ve vehminizden meydana getirdiğiniz ve hiç bir asla dayanmayan maddeden kendiniz tarafından yaptığınız, (putları İlâhlar’mı ediniyorsun!) diye sormuştur.


Bu durumda olduğunuzdan (ben şüphe yok seni ve kavmini apaçık bir sapıklık içinde görüyorum.)
Bu ifadeler Ef’âl mertebesinde olan bir konuşma nın esmâ âleminden anlatımlarıdır. Ve îbrâhîm’in daha henüz kendisine Nübüvvet verilmesinden evvelki kendi idrakiyle bulduğu ve ürettiği anlayışlarıdır.





(Ve kezâlike nûrî İbrâhîme melekûtessemâvâti vel ardı ve liyeküne minel mükınîn.)
6/75. “Ve İbrâhîm'e şöylece göklerin ve yerin melekûtu nu gösteriyorduk ki, yakînen bilip inananlardan oluversin.”
Görüldüğü gibi bu âyet-i Kerîme zâtî’dir, ve bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere, Nübüvvetinin de başlangıç aşamalarıdır.

37


(Gösteriyorduk) İlâhi bakışın zuhur mahalline aktarılışını açık olarak belirten bu ifade ne müthiş bir idrak sahası açmakta ve müşahede irfaniyyetinin yolunu anlatmaktadır. Daha evvelki bir çok sohbetlerimizde de belirttiğimiz gibi müşahedeye üç aşamalı bir anlayıştan sonra erilmekte’dir. Bunlarda (sem) “duyma” (basar) “görme” (fuad-kalb) “yaşama ve tasdik” tir.
Bu yüzden duyma çok mühimdir. Kişi neyi duyarsa hayalini o duyma istikametinde geliştirir. İşte bu yüzden kişinin her duyduğuna hemen itibar etmemesi ve ihtiyatla karşılaması gerekir ki daha sonraları hüsrana uğramasın. İbrâhîm’in duyma süreci mağarada iken Cebrâil tarafından ihtiyacı olduğu kadar yerine getirilmiştir.
İbrâhîm’in Gerçeği görme sürecinin ise bu Âyet-i Kerîme ile başladığı açık olarak bildirilmektedir ve bu süreç bizzat Cenâb-ı Hakk tarafından basar ve basiret sıfatıyla uygulandığı belirtilmektedir. Yâni bu görüşün Hakk tarafından verildiğinden zâhir ve bâtın iki yönlüde olduğu kolayca anlaşılmaktadır.
(Semâvatın melekûtunu) Yâni “Esmâ-Rubu- biyyet” mertebesinin özelliklerini.
(Velard) “ef’al” yâni “arz” yer yüzünün hakikat- leri’ni. Gösteriyorduk.
(Yakînen bilip) Yakîn bilişi de kalbe ait bir iş olduğundan neticenin hiç şüphesiz mutmain bir idrak ile doğruya ulaşıldığı kanaatidir. Bu halede “îkân” denir.

38


(İnananlardan oluversin.) Burada olan “Tenzîh-î” manâda ki, îmân-îkân “Tevhid-i ef’al-fiillerin birliğidir.”

Bu inanma sadece gayb-î değil aynı zamanda şuhud-î dir. Bu oluşumlara ayrı bir yönden de baktığımızda, Afakî ve enfüsî olduğudur. Yâni bir yönüyle kişinin kendi bünyesinde, “nefsinde” oluşan bir yaşam sistemi diğeri ise dışarıda, “Afakî” yaşanan genel halidir. Bu hakikat, (Fussilet/41/53/ Âyetinde) de açık olarak belirtilmekte dir.


......

(Senürîhim Âyâtinâ fil âfakî ve fi enfüsihim hattâ yetebeyyene lehüm ennehümül hakkun........)
41/53. “Yakında onlara ufuklarda ve kendi nefslerinde olan Âyetlerimizi göstereceğiz, tâki, onlar için O'nun hakk olduğu ortaya çıksın.......”
Bilindiği gibi Âyet işaret demektir, Âyetler ise işaretler, demektir. Âyet aynı zamanda Kûr’ân ve Kûr’ân-ın bölümlerinden olduğundan “Zât-i işaretler” de demektir. O halde evvelâ kendi nefsimizde, sonra da âfakta, nefsimizin dışında olan her yerde (Göstereceğiz) vaadi ile belirtilen “görme” müşahede-ye ulaşmanın yollarını bulmamız gerekmektedir. Allah-ın vaadı Hakk’tır ve gerçektir. Yeter ki, biz gözümüzü yukarıda da bahsedildiği gibi görme alanına göre irfaniyyetle ayarlayabilelim. Buradaki görme (Cemâl) değil “Ef’âlî”dir. Fiillerdeki hakikati görmektir.
39

Bu hususta, seyr hakkında daha geniş genel bilgi (irfan mektebi ve şerhi) isimli kitabımızın tamamında, özellikle de (8) ci “İbrâhimiyyet” mertebesinde bu halin özellikleri bulunmaktadır dileyenler oraya bakabilirler.


Yeri gelmiş iken (irfan mektebi ve şerhi) isimli kitabımızdan o bölümünü de buraya ilâve etmeyi uygun gördüm merak edenlere inşeallah faydalı olur.

İKİNCİ KISIM; SEKİZİNCİ BÖLÜM:

Yüklə 0,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©www.genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə