Dan Brown Da Vinci Şifresi



Yüklə 1,86 Mb.
səhifə3/36
tarix10.11.2017
ölçüsü1,86 Mb.
#9407
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   36

32 -

Da Vinci Şifresi



re doğru zoraki adımlarla yürüdü. Langdon çocukluğunda terk edilmiş bir kuyuya düşmüş ve kurtarılana kadar, o daracık alandaki suyun içinde ölümle mücadele etmişti. O günden beri kapalı yerlerde kalma fobisi vardı, asansörler, metrolar, kapalı tenis salonları. Langdon hiç inanmadığı halde, kendi kendine sürekli, asansör kesinlikle güvenli bir makine, diyordu. Kapalı bir bölmeden sarkan, küçük metal bir kutu! Nefesini tutarak asansöre bindiğinde, kapılar kapanırken adrenalinin verdiği o tanıdık ürpertiyi hissetti.

İki kat. On saniye.

Asansör hareket etmeye başladığında Fache, "Siz ve Bay Sauniere," dedi. "Hiç konuşmadınız mı? Hiç karşılaşmadınız mı? Birbirinize postayla hiçbir şey göndermediniz mi?"

Bir garip soru daha. Langdon başını iki yana salladı. "Hayır. Hiç."

Fache duyduklarını hafızasına alıyormuş gibi başını yana yatırdı. Hiçbir şey söylemeden, gözlerini krom kapılara dikti.

Yukarı çıkarlarken, Langdon dikkatini etrafındaki dört duvar haricinde ne varsa ona vermeye çalıştı. Parlak asansör kapısının yansımasında yüzbaşının kravat iğnesini gördü, on üç siyah oniks iliştirilmiş gümüş bir haç. Langdon bunu son derece şaşırtıcı bulmuştu. Crux gemmata -üstünde on üç değerli taş bulunan haç- olarak bilinen bu sembol, İsa ile on iki havarisini simgeleyen bir Hıristiyan ideogramıydı. Langdon nedense Fransız polisinin dini inançlarını bu denli açık biçimde göstermesine şaşırmıştı. Ama ne de olsa burası Fransa'ydı; Hıristiyanlık burada doğmak kadar önemli bir din değildi.

Fache birden, 'Bu bir crux gemmata," dedi.

Şaşıran Langdon karşısındaki yansımada Fache'nin gözlerini görebilmek için başını kaldırdı.

Asansör sarsılarak durdu ve kapılar açıldı.

Langdon hemen, Louvre galerilerinin ünlü yüksek tavanları sayesinde ferah olan geniş koridora çıktı. Bununla birlikte, adım attığı dünya beklediği gibi değildi.

Şaşıran Langdon aniden durdu.

Fache, ona baktı. "Anladığım kadarıyla Bay Langdon, Louvre'u kapandıktan sonra hiç görmemişsiniz?"

33

F:3


Dan Brown

Sanınm görmedim, diye düşünen Langdon, bulunduğu yeri algılamaya çalıştı.

Genellikle bol ışıkla aydınlatılan Louvre galerileri bu gece son derece karanlıktı. Yukarıdan süzülen beyaz ışığın yerine, süpürgeliklerden kırmızı bir ışık huzmesi yayılıyordu, yer döşemelerine tutturulan aralıklı kırmızı ışık benekleri.

Langdon karanlık koridora baktığında, bu manzarayla karşılaşacağını tahmin etmesi gerektiğini fark etti. Büyük galerilerin hemen hepsi geceleri kırmızı ışık kullanırlardı, aşağı seviyeye yerleştirilen zararsız ışık, personelin koridorlarda dolaşmasına olanak sağlarken, tabloların ışığa maruz kalarak yıpranmasını geciktiriyordu. Bu gece müzeye bir ağırlık çökmüştü. Gölgeler her yere uzanıyor, tonozlu yüksek tavanlar siyah, alçak bir boşluk gibi görünüyordu.

"Buradan," diyen Fache aniden sağa dönerek, birbirine bağlı galerilerden geçmeye başladı.

Gözleri karanlığa alışmaya başlayan Langdon, onu izledi. Büyük ebatlardaki yağlıboyalar, karanlık odada tab edilmiş fotoğraflar gibi canlanıyordu... tablolardaki gözler, odalardan geçerken onu takip ediyorlardı. Müze havasının tanıdık kokusunu -karbon kokusu taşıyan, kuru bir hava- alabiliyordu. Ziyaretçilerin sebep olduğu karbondioksitin aşındırıcı etkilerini önlemek için sanayi tipi, kömür filtreli nem gidericiler yirmi dört saat boyunca çalışırdı.

Duvarlann tepelerine yerleştirilen güvenlik kameraları, ziyaretçilere açık bir mesaj gönderiyordu: Sizi görüyoruz. Hiçbir şeye dokunmayın.

Langdon kameraları işaret ederek, "Aralarında gerçek olanı var mı?" diye sordu.

Fache başını iki yana salladı. "Elbette yok."

Langdon buna şaşırmamıştı. Bu büyüklükteki müzelerin video kameralarla izlenmesinin fahiş bir maliyeti vardı ve etkili değildi. Kontrol edilmesi gereken binlerce metrekarelik alanıyla Louvre'un gözetleme işi için yüzlerce teknisyene ihtiyacı olacaktı. Büyük müzelerin çoğu artık "çembere alma sistemini" kullanıyorlardı. Hırsızlan dışarıda tutmayı unut. Onlan içeride tut. Çembere alma yöntemi müze kapandıktan sonra devreye sokuluyordu. Davetsiz bir misafir sanat eserlerinden birini yerinden çı-

34

Da Vinci Şifresi



kardığında, galerinin etrafındaki çıkış bölmeleri kapanıyor ve hırsız kendini polis gelmeden önce parmaklıkların arkasında buluyordu.

Önlerindeki mermer koridorda sesler yankı yapıyordu. Gürültü, sağ taraftaki geniş kapısız odadan geliyor gibiydi. Parlak bir ışık koridora taşmıştı.

Yüzbaşı, "Müze müdürünün ofisi," dedi.

O ve Fache odaya yaklaştıklarında Langdon kısa koridordan, Sauni-ere'in lüks çalışma odasına göz attı, ahşap kaplama duvarlarda Büyük Usta-lar'ın tabloları, üzerinde altmış santim boyunda zırhlı bir şövalye heykeli bulunan muazzam büyüklükteki antika masa. Bir avuç polis ajanı odada koşuşturuyor, telefon görüşmeleri yapıp notlar alıyorlardı. İçlerinden biri Sa-uniere'in masasına oturmuş, dizüstü bilgisayarda yazı yazıyordu. Müze müdürünün özel ofisinin bu akşam için DCPJ'nin geçici komuta merkezi olduğu anlaşılıyordu.

Fache, "Monsieurs," diye seslendiğinde adamlar dönüp baktılar. "Ne nous derangezpas sous aucunpretexte. Entendu?"n

Ofisteki herkes anladığını göstererek başını salladı.

Langdon otel odalarının kapısına, yüzbaşının söylediklerinin ana fikrini anlayacak kadar NE PAS DERANGER yazısı asmıştı. Fache ile Langdon hiçbir suretle rahatsız edilmeyeceklerdi.

Ajanlardan oluşan küçük ekibi geride bırakan Fache ve Langdon karanlık koridorda ilerlediler. İki metre ileride, Louvre'un en popüler bölümünün -la Grande Galerie- girişi hayal gibi belirdi. Sonsuz gibi görünen bu koridorda Louvre'un en değerli İtalyan sanat şaheserleri bulunuyordu. Langdon, Sauniere'in cesedinin burada bulunacağını önceden sezmişti; Büyük Galeri'nin ünlü parke zemini Polaroid'de kusursuz biçimde görülüyordu.

Yaklaştıklarında Langdon girişin, ortaçağ kalelerinde akın yapan orduları uzak tutmak için kullanılanlara benzer devasa çelik bir kapıyla kapandığını gördü.

Parmaklıkların yanına vardıklarında Fache, "Çembere alma güvenliği," dedi.

Baylar bir $ey bahane edip bizi rahatsız etmeyin. Anlaşıldı mı?

35

Dan Brown



Barikat, karanlıkta bile bir tanka dayanabilecek gibi görünüyordu. Langdon parmaklıkların arasından, Büyük Galeri'nin loş bölmelerine göz

attı.


"Önden buyurun Bay Langdon," dedi.

Langdon döndü. Önden nereye buyurayım?

Fache parmaklıkların dibindeki zemini işaret etti.

Langdon aşağı baktı. Karanlıkta fark etmemişti. Altmış santim kadar yukarı kaldırılan barikatın altında dar t>ir alan açılmıştı.

Fache, "Burası Louvre güvenlimi için hâlâ yasak bölge," dedi. "Police Technique et Scientifique'denn gHen ekibim araştırmalarını henüz bitirdiler." Açıklığı gösterdi. "Lütfen altından geçiniz."

Langdon ayaklarının dibindeki daracık sürünme aralığına baktıktan sonra gözlerini ağır demir kapıya çevirdi. Şaka yapıyor, öyle değil mi? Barikat, izinsiz girenleri ezmek için hazır bekleyen giyotine benziyordu.

Fache Fransızca bir şeyler söylenip saatine baktı. Ardından dizlerinin üstüne çökerek, hantal vücudunu parmaklıkların altından geçirdi. Diğer tarafa geçince ayağa kalkıp, parmaklıkların arasından Langdon'a

baktı.


Langdon derin bir nefes aldı. Avuçlarını cilalı parkenin üzerine yerleştirerek, karnının üstüne yattı ve kendini ileri itti. Tam altından geçerken Harris tüvidinin ensesi parmaklıkların altına takıldı ve başının arkasını demirlere çarptı.

Çok hoş Robert, diye düşünürken el yordamıyla kendini kurtarıp, diğer tarafa geçti. Ayağa kalktığında Langdon gecenin çok uzun süreceğinden şüphelenmeye başlamıştı.



<•> Teknik birim.

36

Da Vinci Şifresi



Murray Hill Binası -Opus Dei'nin yeni Dünya Merkez Bürosu ve konferans salonu- New York'ta 243 Lexington Caddesi'nde bulunmaktadır. Indiana kireçtaşı ve kırmızı tuğladan oluşan 12.500 metrekarelik alanı kaplayan gökdelen 47 milyon dolara mal olmuştur. May&Pinska tarafından tasarlanan binada yüzden fazla yatak odası, altı yemek salonu, kütüphaneler, oturma odaları, toplantı salonları ve ofisler bulunmaktadır. İkinci, sekizinci ve on altıncı katlarda, mermerle donatılmış şapeller vardır. On yedinci kat tamamıyla mesken olarak kullanılmaktadır. Erkekler, binaya Lexington Caddesi'ndeki ana kapıdan girerler. Kadınlarsa yan sokaktan giriş yaparlar ve binada bulundukları sürece erkeklerden "akustik ve görsel" olarak ayrılmışlardır.

O akşamın erken saatlerinde Piskopos Manuel Aringarosa, gözlerden uzak teras katındaki dairesinde küçük bir seyahat çantası hazırlayarak, geleneksel siyah cüppesini giymişti. Normalde beline mor kuşağını takması gerekirdi ama o, bu gece halk arasında dolaşacağından sahip olduğu yüksek mevkiiyle dikkat çekmek istemiyordu. Parmağındaki 14 ayar altın etrafı iri elmaslarla çevrili mor ametist taşın üstüne elle piskoposluk arması işlenmiş yüzüğünü, sadece bilen bir göz fark edebilirdi. Seyahat çantasını sırtına alarak, dairesinden çıktı. İçinden bir dua okudu ve kendisini havaalanına götürmek üzere bekleyen şoförünün bulunduğu lobiye indi.

Artık Roma'ya gidecek ticari uçakta oturmakta olan Aringarosa, pencereden dışarıya, karanlık Atlantik'e baktı. Güneş batmıştı ama Aringarosa kendi yıldızının yükseldiğini biliyordu. Bu gece savaş kazanılacak,

37

Dan Brown



diye düşündü, oysa yalnızca birkaç ay önce, imparatorluğunu yıkmaya kalkışan ellere karşı kendini güçsüz hissediyordu.

Piskopos Aringarosa, Opus Dei'nin genel başkanı olarak, hayatının son on yılını "Tann'nın Eseri'nin" -yani Opus Dei- mesajını yaymak için harcamıştı. 1928 yılında papaz Josemarıa Escrivâ tarafından kurulan cemaat, muhafazakâr Katolik değerlerini yeniden hayata geçirmiş ve üyelerini, Tanrı'nın Eseri'ni meydana getirebilmek için, kendi hayatlarından büyük fedakârlıklar yapmaya teşvik etmişti.

Opus Dei'nin gelenekçi felsefesi başlangıçta İspanya'da, Franco rejiminden önce kök salmıştı, ama Josemarfa Escrivâ'nın 1934'te yayımladığı The Way (Tarîk) -Tanrı'nın Eseri'ni meydana getirebilmek kişinin hayatında yapması gereken 999 meditasyon şekli- isimli ruhani kitabıyla birlikte Escrivâ'nın mesajı tüm dünyaya yayılmıştı. Artık kırk iki dilde milyonlarca kopyası bulunan Tarîk sayesinde, Opus Dei küresel bir "güç haline gelmişti. Opus Dei'ye ait okullara, eğitim merkezlerine ve hatta üniversitelere dünyanın her büyük şehrinde rastlanabilirdi. Opus Dei, dünyadaki en hızlı büyüyen ve mali açıdan en güvenli Katolik organizasyonuydu. Ne yazık ki Aringarosa, dini kinizm, mezhepler ve İncil'in televizyondan öğrenildiği bir çağda, Opus Dei'nin sahip olduğu zenginlikle gücün şüpheleri üstüne çektiğini öğrenmişti.

Muhabirler genellikle, "Pek çok kişi Opus Dei'nin bir beyin yıkama tarikatı olduğunu söylüyor," diye üstüne gelirlerdi. "Bazıları da size aşırı muhafazakâr gizli Hıristiyan cemiyeti diyorlar. Hangisisiniz?"

Piskopos sabırla, "Opus Dei ikisi de değil," diye cevap verirdi. "Bizler bir Katolik Kilisesi'yiz. Bizler, günlük yaşantılarımızda Katolik öğretilerini özenle izlemeyi seçen Katolik bir topluluğuz."

'Tanrı'nın Eseri'nde saflık yeminleri edilmesi, kiliseye zekât vermek, günahlar için kendini döverek ve keçeyle kefaret ödenmesi gerekli midir

acaba?"

Aringarosa, "Siz Opus Dei'nin sadece küçük bir grubundan bahsediyorsunuz," demişti. "Katılımın farklı seviyeleri vardır. Opus Dei'nin binlerce üyesi evlidir, aileleri vardır ve Tanrı'nın Eseri'ni kendi topluluklarında yaparlar. Diğerleri manastır okullarımızda nefislerini kırarak sade bir hayat yaşarlar. Bu tercihler kişiye aittir ama Opus Dei'deki herkes



38

Da Vinci Şifresi

Tanrı'nın Eseri'ni yaparak dünyayı daha iyi bir yer haline getirme amacını paylaşırlar. Elbette bu takdir edilecek bir arayıştır."

Buna rağmen, bu mantık nadiren işe yarardı. Medya her zaman skandallar peşinde koşardı ve büyük organizasyonların çoğunda olduğu gibi Opus Dei'nin üyeleri arasında da, tüm grubun namını gölgeleyecek sapkın ruhlar vardı.

İki ay önce, Ortabatı'daki bir üniversitedeki Opus Dei grubu, yeni müritlerin dini bir deneyim gibi algılaması için, onlara kendilerini fazlasıyla zinde hissetmelerini sağlayacak meskalin verirken yakalanmıştı. Bir başka üniversite öğrencisi iğneli keçe kemerini tavsiye edilen günlük iki saatten çok daha uzun kullanmış ve sebep olduğu enfeksiyonla kendisini ölümün eşiğine getirmişti. Kısa süre önce Boston'daki genç bir yatırım bankacısı, intihar etmeden önce tüm birikimlerini Opus Dei'ye bırakmıştı.

Yoldan çıkarılmış koyunlar, diye düşündü Aringarosa, onlar için üzülüyordu.

Elbette en büyük utanca, Opus Dei'nin ünlü üyesi ve basının çokça yer verdiği sapık FBI ajanı Robert Hanssen sebep olmuştu. Onun mahkemede yargılanırken, kendi karısıyla sevişmelerini arkadaşlarına seyrettirmek için, yatak odasına gizli video kameraları yerleştirdiği ortaya çıkmıştı. Hakim, "Dindar bir Katolik'in eğlence anlayışı böyle olamaz," demişti.

Ne yazık ki, tüm bu olaylar Opus Dei Farkındalık Şebekesi (ODAN) diye bilinen yeni gözlem grubunun gelişmesine yardımcı olmuştu. Grubun popüler web sitesi -www.odan.org- katılımın tehlikeleri konusunda uyarıda bulunan eski Opus Dei üyelerinin korkutucu hikâyelerini açıklıyordu. Artık medya Opus Dei'den "Tanrı'nın Mafyası" ve "İsa Mezhebi" diye bahsediyordu.

Anlamadığımız şeylerden korkarız, diye düşündü Aringarosa bu eleştirmenlerin Opus Dei'nin kaç hayatı zenginleştirdiğini bilip bilmediklerini merak ediyordu. Grup, Vatikan'ın tam onayını almış ve takdis edilmişti. Opus Dei, Papa 'nın kişisel bir pisköpoıluk makamıdır.

Bununla birlikte son zamanlarda Opus Dei, medyadan daha kuvvetli bir güç tarafından tehdit ediliyordu... Aringarosa'nın saklanamayacağı beklenmedik bir düşman. Beş ay önce iktidar kaleydoskopu sarsılmıştı ve Aringarosa hâlâ yedikleri darbenin altından kalkmaya çalışıyordu.

39

Dan Brown



Aringarosa uçağın penceresinden aşağıdaki okyanusun karanlığına bakarken kendi kendine, "Nasıl bir savaş başlattıklarını bilmiyorlar," diye fısıldadı. Bir an için gözleri kendi garip yüzünün -esmer ve uzun, genç bir misyonerken İspanya'da yediği yumrukla dağılan, yassı ve eğri bir burun-yansımasına odaklandı. Artık fiziksel kusurların önemi yoktu. Aringarosa ruhani bir dünyada yaşıyordu, bedensel değil.

Jet uçağı Portekiz sahillerinin üstünden uçarken, Aringarosa'nın cüppesinin altındaki cep telefonu sessiz bir şekilde titreşmeye başladı. Uçuş yönetmeliği gereği, uçuşlar sırasında cep telefonlarının kapalı tutulması gerektiği halde Aringarosa bu çağrıya mutlaka cevap vermesi gerektiğini biliyordu. Bu numara sadece bir kişide vardı, telefonu Aringaro-sa'ya gönderen kişide.

Heyecanlanan piskopos sessizce cevap verdi. "Evet?"

Arayan kişi, "Silas kilit taşının yerini buldu," dedi. "Paris'te. Sa-int-Sulpice Kilisesi'nde."

Piskopos Aringarosa gülümsedi. "O halde yaklaştık."

"Hemen alabiliriz. Ama senin nüfuzuna ihtiyacımız var."

"Elbette. Bana ne yapmam gerektiğini söyle."

Aringarosa telefonu kapattığında kalbi hızla çarpıyordu. Başlattığı olayların karşısında kendini küçük hissederken, bir kez daha karanlık geceye baktı.

Sekiz yüz kilometre ötede, Silas isimli Albino küçük bir leğenin üzerine eğilmiş, suda dönen kırmızılıkları seyrederken sırtındaki kanları temizliyordu. Mezmurlar'dan, beni çördükotuyla temizle ve ben arınayım, duasını okudu. Beni yıka ve ben kardan daha beyaz olayım.

Silas önceki hayatından beri hissetmediği bir önseziye sahip olduğunu hissediyordu. Bu onu hem şaşırtıyor, hem de heyecanlandırıyordu. Son on yıldır Tarîk'i izliyor, kendini günahlardan arındırıyor... hayatını yeniden kuruyor... geçmişindeki şiddeti siliyordu. Ama bu gece, her şey geri gelmişti. Gömmek için onca uğraştığı nefret yeniden kabarmıştı. Geçmişinin bu kadar çabuk su yüzüne çıkması onu çok şaşırtıyordu. Elbette tüm bunlarla birlikte, becerileri de geri gelmişti. Paslanmıştı ama işe yarıyordu.

40

Da Vinci Şifresi



İsa'nın mesajı barıştır... vahşete karşıdır... sevgidir. Silas'a başlangıçtan beri öğretilen ve kalbinde taşıdığı mesaj buydu. Ve şimdi, İsa düşmanlarının yok etmeye çalıştıkları mesaj da buydu. Tann'yı şiddetle tehdit edenler şiddetle karşılaşacaklardır. Bunu kaldıracak ve değiştirecek kimse yoktur.

İsa'nın askerleri iki bin yıl boyunca, değiştirmeye çalışanlara karşı kaderlerini savunmuşlardı. Silas bu gece savaşa çağrılmıştı.

Yaralarını kuruladıktan sonra, ayak bileklerine kadar uzanan kapü-şonlu cüppesini giydi. Düz, koyu renk yünden yapılmıştı ve cildiyle, saçının beyazlığını ortaya çıkarıyordu. Kuşağı beline bağladıktan sonra, kapüşonu kaldırdı ve kırmızı gözleriyle aynadaki yansımasını hayranlıkla izledi. Çarklar dönmeye başlamıştı.

41

Dan Brown



Güvenlik kapısının altından iki büklüm geçen Robert Langdon artık Büyük Galeri girişinde duruyordu. Uzun ve derin bir kanyon ağzına bakıyordu. Galerinin her iki tarafından yükselen dokuz metrelik çıplak duvarlar, yukarıdaki karanlıkta belirsizleşiyordu. Aydınlatmalardan çıkan kırmızımsı ışık, yukarı doğru yayılarak, tavana kablolarla tutturulmuş Da Vincilerden, Titianlardan ve Caravaggiolardan oluşan muhteşem koleksiyonu suni alevlere boğuyordu. Natürmortlar, dini sahneler ve peyzajlar, soylularla, siyasetçilerin portrelerine eşlik ediyordu.

Louvre'un en ünlü İtalyan eserleri Büyük Galcri'de bulunduğu halde, ziyaretçilerin pek çoğu bu kanadın en şaşırtıcı özelliğinin ünlü parke zemini olduğunu düşünürdü. Diyagonal döşenmiş meşe rabıtaların oluşturduğu geometrik desen, optik bir yanılsamaya sebep olurdu, çok boyutlu bu ağ görüntüsü sayesinde ziyaretçiler, attıkları her adımda değişen bir yüzeyde gezindiklerini hissederlerdi.

Langdon'ın gözleri zemini tararken, sol tarafının birkaç metre ilerisinde polis bandıyla çevrelenmiş, yerde yatan beklenmedik bir nesne görüp durdu. Fache'ye doğru döndü. "Bu yerdeki... bir Caravaggio mu?" Fache bakmadığı halde, başıyla onayladı.

Langdon tablonun iki milyon dolar değerinde olduğunu tahmin ediyordu ama buna rağmen, değersiz bir poster gibi yerde duruyordu. "Yerde ne işi var?"

Fache, ona ters ters bakıyordu ama içerlemediği belliydi. "Burası cinayet mahalli Bay Langdon. Hiçbir şeye dokunmadık. Bu tabloyu müze müdürü duvardan çıkarmış. Güvenlik sistemini bu şekilde devreye sok-

tu."


42

Da Vinci Şifresi

Langdon olanları gözünde canlandırabilmek için arkasını dönüp kapıya baktı.

"Müze müdürü çalışma odasında saldırıya uğramış, Büyük Galeri'ye kaçmış ve bu tabloyu duvardan sökerek güvenlik sistemini devreye sokmuş. Kapı derhal aşağı inerek tüm çıkışları kapatmış. Bu galeriye girmenin ya da buradan çıkmanın tek yolu bu kapı."

Langdon şaşırmıştı. "Yani müze .müdürü kendisine saldıranı Büyük Galeri'ye mi kilitledi?"

Fache başını iki yana salladı. "Bu güvenlik kapısı, Sauniere ile saldırganını birbirinden ayırdı. Katil şuradaki koridorda kaldı ve Sauniere'e bu kapıdan ateş etti." Fache altından geçtikleri kapının parmaklıklarından sarkan turuncu etiketi gösterdi. "Teknik bölüm bir silahtan çıkan izler buldu. Parmaklıkların arkasından ateş etmiş. Sauniere burada tek başına öldü."

Langdon'ın gözünün önüne Sauniere'in cesedinin fotoğrafı geldi. Bunu kendisinin yaptığını söylemişlerdi. Langdon önlerindeki devasa koridora baktı. "Peki cesedi nerede?"

Fache haçlı kravat iğnesini sıkıştırarak, yürümeye başladı. "Sizin de bildiğiniz gibi, Büyük Galeri epey uzundur."

Eğer Langdon doğru hatırlıyorsa, tam uzunluğu dört yüz elli metreydi, yani uç uca eklenmiş üç Washington Anıtı uzunluğundaydi. Yan yana iki yolcu trenini içine alabilecek koridorun eni de bir o kadar nefes kesiciydi. Koridorun ortasına, zevkli bir ayraç işlevi gören ve trafiğin sağlı sollu akmasına yardımcı olan devasa bir ayaklı vazo yerleştirilmişti.

Bakışlarını ileri dikerek, koridorun sağından hızlı bir şekilde ilerleyen Fache şimdi sessizdi. Langdon ise bu kadar çok sanat şaheserinin yanından bakmak için bile durmadan geçerek saygısızlık yaptığını düşünüyordu.

Zaten bu ışıkta fazla bir şey göremezdim, diye düşündü.

Ne yazık ki, zayıf kırmızı ışık, Langdon'ın aklına Vatikan Gizli Arşiv-leri'nin loş ışığında yaşadığı son deneyimi getirmişti. Roma'da ölümle burun buruna geldiği günle bu gece birbirine çok benziyordu. Hayalinde yeniden Vittoria belirdi. Aylardır onu rüyalarında görmüyordu. Langdon yalnızca bir yıl önce Roma'da olduğuna inanmıyordu, ona aradan sanki asırlar geçmiş gibi geliyordu. Başka bir yaşam. Vittoria'dan en son aralık

43

Dan Brown



ayında mektup almıştı, karmaşık fizik araştırmalarına devam etmek için Cava Denizi'ne gittiğini söyleyen bir kartpostal... kedibalıkları göçlerini takip etmek için uydulardan faydalanmakla ilgili bir şey. Langdon hiçbir zaman, Vittoria Vetre gibi bir kadının onunla üniversite lojmanlarında yaşamaktan mutlu olacağı hayaliyle kendini kandırmamıştı, ama Ro-ma'daki karşılaşmaları onda, asla hissedebileceğini zannetmediği bir özlem duygusu yeşertmişti. Hayatı boyunca tutkunu olduğu bekârlık ve beraberinde getirdiği özgürlükler bir şekilde sarsılmış... yerine, geçen yıl daha da büyüyen beklenmedik bir boşluk duygusu getirmişti.

Hızla yürümeye devam ediyorlardı ama Langdon hâlâ ceset görememişti. "Jacques Sauniere bu kadar ileri gidebilmiş mi?"

"Bay Sauniere'in midesine bir kurşun isabet etmiş. Çok yavaş ölmüş. Yaklaşık on beş ya da yirmi dakika içinde. Çok kuvvetli bir adam olduğu

belli."


Langdon afallamış bir ifadeyle döndü. "Güvenliğin buraya gelmesi

on beş dakika mı almış?"

"Elbette hayır. Louvrc güvenliği, alarm çalar çalmaz harekete geçmiş ve Büyük Galeri kapısının kilitli olduğunu görmüş. Kapıdan b; ktıkların-da, koridorun sonunda birinin yürüdüğünü duymuşlar ama kim olduğunu görememişler. Seslenmişler fakat cevap alamamışlar. Bunun sadece suçlu olabileceğini varsayarak protokole uymuş ve adli polisi aramışlar. On beş dakika içinde olay yerine geldik. Geldiğimizde, barikatı altından geçebilecek kadar kaldırdık ve ben içeri bir düzine silahlı ajan gönderdim. İçeri gireni yakalayabilmek için tüm galeriyi aradılar." "Ve?"

"İçerde hiç kimseyi bulamadılar. Bir istisna var..." Koridorun uzak bir noktasını işaret ediyordu. "Onun dışında."

Langdon bakışlarını kaldırarak, Fache'nin uzattığı parmağı takip etti. İlk önce Fache'nin koridorun ortasındaki büyük mermer bir heykeli gösterdiğini sandı. Ama yürümeye devam edince, Langdon heykelin ar-kasındakini görebildi. Koridorun üç metre ilerisinde, taşınabilir bir heykel kaidesinden zemini aydınlatan spot lamba, galerinin kırmızı ortamında beyaz bir ışık adacığı yaratıyordu. Müze müdürünün çıplak cesedi,. parkelerin üstünde ve ışığın tam ortasında, mikroskop altındaki bir böcek gibi yatıyordu.

44

Da Vinci Şifresi



Fache, "Fotoğrafı görmüştünüz," dedi. "Bu yüzden fazla şaşırtıcı olmamalı." '

Cesede yaklaşırlarken Langdon içinde korkunç bir ürperti hissetti. Önünde, o ana dek gördüğü en garip imgelerden biri duruyordu.

Jacques Sauniere'in solgun cesedi parke zemin üzerinde, aynı fotoğrafta görüldüğü gibi yatıyordu. Langdon cesedin yanında durup, sert ışığında altında gözlerini kısarken kendine, Sauniere'in hayatının son dakikalarını vücuduna bu garip şekli vermekle geçirdiğini hatırlattı.

Sauniere onun yaşındaki bir erkek için fazlasıyla formda görünüyordu... ve tüm kasları apaçık görülüyordu. Üstündeki giysilerin hepsini çıkarmış, düzgünce yere koymuş ve geniş koridorun tam ortasına, odanın uzun kenarıyla aynı hizaya gelecek şekilde sırtüstü uzanmıştı. Kollarıyla bacaklarını, karda melek izi çıkartan çocuklar gibi genişçe açmıştı... belki de, görünmeyen bir kuvvet tarafından çekiştirilen bir adam gibi demek daha uygun olur.

Sauniere'in göğüs kemiğinin tam altındaki kan lekesi, kurşunun etini deldiği yeri işaret ediyordu. Açılan yara, şaşılacak kadar az kanamış ve kararmış küçük bir kan izi bırakmıştı.

Sauniere'in sol işaret parmağı da kanlanmıştı. Kendi korkunç ölüm döşeğinin huzur bozucu sahnesini yaratmak için yarasına batırdığı belli oluyordu; kendi kanını mürekkep, çıplak karnını ise tuval gibi kullanarak, vücuduna basit bir sembol çizmişti -beş köşeli yıldız oluşturacak şekilde çizilmiş beş düz çizgi.


Yüklə 1,86 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   36




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©www.genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə