BiR ÇAĞDAŞLAŞma modeli olarak atatüRKÇÜLÜK



Yüklə 100,18 Kb.
Pdf görüntüsü
tarix04.11.2017
ölçüsü100,18 Kb.
#8487


BİR ÇAĞDAŞLAŞMA MODELİ OLARAK ATATÜRKÇÜLÜK

 

          Temel  ilkelerini  Mustafa  Kemal  Atatürk’ün  belirlediği Atatürkçülük, bir düşünce 



dizgesi (sistemi) olarak us (akıl) ve bilimi temel almış, Türk kimliğini koruyarak 

çağdaşlaşmayı hedeflemiştir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, ulus devleti, ulusal egemenliği 

ve tam bağımsızlığı temel alan laik demokratik bir cumhuriyet olarak kurulmuştur. 

Atatürk'ün hem ortaya koyduğu düşünce sistemi hem de gerçekleştirdiği toplumsal, 

siyasal, ekonomik genil (makro) değişim ve dönüşüm modeli, bugün dünyaya örnek 

olarak sunulmaktadır.

 

  

Prof. Dr. Ali GÜLER



 

  

         1) Atatürkçülüğün Tanımı



 

          Atatürkçülük,  temel  ilkelerini Mustafa Kemal Atatürk’ün belirlediği, Türk ulusunun 

gereksinimleri ile gerçeklerinden ortaya çıkan, Türk ulusunun bugün ve gelecekte tam 

bağımsızlığa, huzur ve gönence iye (sahip) olması, devletin ulus egemenliği ilkesine 

dayandırılması, usun (aklın) ve bilimin yol göstericiliğinde Türk ulusal kültürünün çağdaş 

uygarlık düzeyinin üzerine çıkarılmasını amaçlayan; devlet yaşamına, düşünce yaşamına, 

ekonomik yaşama, toplumun temel kurumlarına ilişkin gerçekçi düşünce ve ilkeleri içeren 

tümden bir ulusal çağdaşlaşma, değişim ve dönüşüm modelidir. 

 

          Atatürkçülük,  öngörüp  gerçekleştirdiği toplumsal, siyasal ve ekonomik model 



bakımından evrensel değerlere de dayanan bir düşünce dizgesidir. Değişim ve dönüşümü 

temel aldığı için de değişken bir yapıdadır. Us ile bilimi temel alan yaklaşımıyla 

“İnkılapçılık  İlkesi” hem düşünce dizgesinin (sisteminin) hem de öngörülen toplumsal, 

siyasal ve ekonomik modelin çağdaş değişim ve dönüşümlere açık olduğunu gösterir. 

Nitekim Atatürk 1925’te, “Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılapların hedefi, Türkiye 

Cumhuriyeti halkını tümüyle çağımıza uygun, bütün anlam ve biçimiyle uygar bir toplum 

durumuna ulaştırmaktır. İnkılaplarımızın temel ilkesi budur. Bu gerçeği kabul edemeyen 

anlayışları darmadağın etmek zorunludur. Şimdiye dek ulusun dimağını paslandıran, 

uyuşturan bu anlayışta bulunanlar olmuştur. Her durumda zihniyetlerde var olan 

hurafeler tümüyle kovulacaktır. Onlar çıkarılmadıkça, dimağa gerçek pırıltılarını 

yerleştirmek olanaksızdır.” diyerek düşünce dizgesinin (sisteminin) çağdaşlaşma hedefini 

imlemiştir (işaret etmiştir).

 

  

         2) Atatürkçülüğün Temel İlkeleri



 

          Türkiye  Cumhuriyeti  Devleti,  Atatürk’ün  önderliğinde gerçekleştirilen bir ulusal 

Kurtuluş Savaşı sonrasında belli temel ilkeler üzerinde kurulmuştur. İşte Atatürkçülük, bu 

temel ilkeleri de içermekte ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluş felsefesini 

oluşturmaktadır. “Merkezî-Milli (Üniter) Devlet”, “Tam Bağımsız Devlet”, “Milli Egemenliğe 



Dayalı Demokratik Laik Devlet” özellikleri, Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilkeleridir. Kimi 

başka özelliklerle anayasalarımıza da yansıyan bu ilkeler, Atatürkçülüğün de özünü 

oluşturan temel değerlerdir. Bu durumda Atatürkçülük, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni 

yaşatma ve yarınlara taşıma bilincini de belirtmektedir.

 

  

         2.1. Ulus (Üniter) Devlet



 

         Çağımızın devleti, çağdaş devlet, kimi aykırılıklar bir yana bırakılırsa “ulus (üniter) 

devlet”tir. Başka bir deyişle, günümüzde devletin insan ögesi “ulus” adını alan 

topluluktur. Türkiye Cumhuriyeti, yerine kurulduğu Osmanlı Devleti gibi çok uluslu bir 

ilhanlık (imparatorluk) değildir. İnsan ögesi Türk ulusuna dayanan, tüm anlamıyla ulusal 

bir devlettir. 

 

          Türk  çoğunluğu topraklarını hedefleyen Ulusal Ant (Misak-ı Milli) sınırları üzerine 



kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin bu temel özelliği, Lozan Antlaşması’nda da uluslararası 

hukuk bakımından da tescil edilmiştir.

 

          Ulus  Devlet  özelliği, hem ülkenin hem de ulusun bölünmezliğini, birliğini belirtir. 



Türkçe’nin resmi dil, devlet, eğitim ve yayın dili olması; hukukun tekliği; merkezi 

yönetim, kültürel ve siyasal bütünlük bunu tamamlar. Anayasamızın 3. maddesi ulusal 

devlet olma ilkesini; 126 ve 127. maddeler de Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin siyasal 

coğrafi düzeninin merkezi devlet olduğu ilkesini getirmiştir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, 

merkezi ulusal devlettir. Burada “merkezilik” özelliğinin vurgulanmasının nedeni, “federal” 

devletin de ulus devlet olabileceği gerçeğidir. Bilindiği gibi bir çok federal devlet ulusal 

devlet olabilmektedir. ABD, İsviçre çağdaş ulusal devletlerdir ancak bunların siyasal 

yapıları “federal yapı”dır. Bu yönüyle ulusal devlet yapısı, “ilhanlık (imparatorluk) devlet 

yapısını” ve “ümmetçi devlet yapısını” reddetmektedir.

 

          Atatürk  5  Kasım 1925’te Ankara Hukuk Fakültesi’ni açarken yaptığı konuşmada, 



ulusal devlet özelliğini şöyle açıklamıştır: “Bugünkü devletimizin biçimi, yüzyıllardan beri 

gelen eski biçimleri ortadan kaldıran en gelişmiş biçim olmuştur. Ulusun, varlığını 

sürdürmek için bireyleri arasında düşündüğü ortak bağ, yüzyıllardan beri gelen biçim ve 

niteliğini değiştirmiş, yani ulus, dinsel ve mezhepsel bağlılık yerine, Türk ulusluğu 

(milliyeti) bağıyla bireylerini toplamıştır.”

 

          Atatürkçülüğün temel ilkelerinden biri olan ulusal devlet anlayışı, Fransız 



Devrimi’nden sonra gelişen evrensel çağdaş değerlerden biri olduğu gibi, ulusalcılık 

(milliyetçilik) ilkesinin de doğal bir sonucudur. 

 

  

         2.2. Tam Bağımsız Devlet



 

          Türkiye  Cumhuriyeti,  Osmanlı Devleti gibi siyasal ve ekonomik bakımdan “yarı 

bağımlı” bir devletin yıkıntıları üzerinde kurulup yükselmiştir. Bu nedenle “tam 

bağımsızlık”, Atatürk’ün baştan beri üzerinde en çok durduğu bir temel ilke olarak 




yaşama geçirilmiştir. Atatürk’ün tam bağımsızlık konusundaki en öz sözleri, Söylev’in 

belleklerimize işlemiş olan şu satırlarında yer almaktadır:

 

          “İlke, Türk ulusunun onurlu bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu ilke ancak tam 



bağımsızlıkla sağlanabilir. Ne kadar varsıl (zengin) ve gönençli (müreffeh) olursa olsun, 

bağımsızlıktan yoksun bir ulus, uygar insanlık karşısında uşak olmak konumundan yüksek 

bir davranıma yaraşır olamaz. Yabancı bir devletin koruyuculuğu ve kollayıcılığını kabul 

etmek insanlık niteliklerinden yoksunluğu, güçsüzlük ve beceriksizliği itiraf etmekten 

başka bir şey değildir. Gerçekten bu duruma düşmemiş olanların isteyerek başlarına bir 

yabancı efendi getirmelerine kesinlikle olasılık verilemez. Oysa Türk’ün onuru, izzet-i 

nefsi ve yeteneği çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir ulus tutsak yaşamaktansa 

mahvolsun daha iyidir! Dolayısıyla ya bağımsızlık ya ölüm!”

 

         Atatürk’e göre bağımsızlık, biçimsel ve sözde bir bağımsızlık değil her alanda tam 



ve gerçek bir bağımsızlıktır. Nitekim, Haziran 1921’de Fransız temsilcisi Franklin 

Bouillon’a  şunları söylemiştir: “Tam bağımsızlık denildiği zaman, elbette siyasal, mali, 

iktisadi, adli, süersel (askeri), kültürel ve benzeri her konuda tam bağımsızlık, tam 

özgürlük demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan yoksunluk, ulus ve 

ülkenin gerçek anlamıyla bütün bağımsızlığından yoksunluğu demektir.”

 

         Atatürk bağımsızlık konusunda özellikle mali bağımsızlığa dikkat çekmiş ve bunun 



önemini vurgulamıştır. 1 Mart 1922’de Kamutay’ın (Büyük Millet Meclisi’nin) üçüncü 

toplantı yılını açarken bu konuda şunları söylemiştir : “Bugünkü mücadelelerimizin hedefi 

tam bağımsızlıktır. Bağımsızlığın bütünlüğüyse ancak mali bağımsızlıkla olanaklıdır. Bir 

devletin maliyesi bağımsızlıktan yoksun olunca o devletin bütün yaşam kollarında 

bağımsızlık felce uğramıştır. Çünkü her devlet organı ancak maliye gücüyle yaşar. Mali 

bağımsızlığın korunması için ilk koşul, bütçenin ekonomik bünyeyle orantılı ve denk 

olmasıdır. Dolayısıyla, devlet bünyesini yaşatmak için dışarıya başvurmaksızın ülkenin 

gelir kaynaklarıyla yönetimi sağlamak çare ve önlemini bulmak gerekli ve olanaklıdır.”

 

         Kuşkusuzdur ki, Atatürk’ün tam bağımsızlık anlayışı, yabancı düşmanlığı ya da dış 



ilişkilerde yalnızcılık politikası anlamına gelmez. Daha Sivas Kurultayı kararlarından 

başlayarak öbür uluslarla bilimsel, ekonomik ve teknolojik ilişki ve işbirliğini önemseyen 

Atatürk, bu konuda şunları söylemektedir: “Türkiye’nin bağımsızlığı her alanda tümüyle 

onaylanmak koşuluyla kapılarımız bütün yabancılara genişçe açık kalacaktır. Biz 

yabancılara karşı herhangi düşmanca bir duygu beslemediğimiz gibi onlarla içten 

ilişkilerde bulunmak isteğindeyiz. Türkler bütün uygar ulusların dostlarıdır. Amacımız 

yeniden yakınlaşmak, bizi başka uluslara bağlayan bağları artırmaktır. Ülkeler çeşitlidir 

ancak uygarlık birdir ve bir ulusun ilerlemesi için de bu tek uygarlığa katılması gereklidir.” 

 

  

         2.3. Ulusal Egemenliğe Dayalı (Demokratik-Laik) Devlet



 


          Atatürkçülüğün temellerini oluşturan üçüncü ana ilke, ulusal egemenliktir. Ulusal 

egemenlik, devlet içinde en üstün buyurma erki (kudreti) olan egemenliğin, ulusa ait 

olduğunu belirtir. Bu anlamda ulusal egemenlik, kişi ve zümre egemenliğiyle yani 

monarşik, oligarşik ya da dinsel (teokratik) yönetim biçimleriyle kesinlikle bağdaşmaz.

 

         Tıpkı tam bağımsızlık ilkesi gibi ulusal egemenlik de Atatürk’ün Ulusal Mücadelenin 



ilk günlerinden beri açıkça ortaya koyduğu,  ısrarla vurguladığı bir ilkedir. Atatürk, 

Erzurum ve Sivas Kurultayları’nda, “ulusal istenç (irade)” olarak belirtilen bu ilkeyi, 28 

Aralık 1919’da Temsil Heyeti’nin Ankara’ya gelişinden bir gün sonra şöyle ortaya 

koymuştur : “Bir ulus varlığı ve hakları için bütün gücüyle, bütün düşünsel ve maddi 

güçleriyle ilgili olmazsa, bir ulus kendi gücüne dayanarak varlığını ve bağımsızlığını 

sağlamazsa,  şunun bunun oyuncağı olmaktan kurtulamaz. Bu nedenle örgütümüzde 

ulusal güçlerin etken ve ulusal istencin (iradenin) egemen olması ilkesi benimsenmiştir. 

Bugün bütün dünyanın ulusları yalnız bir egemenlik tanırlar : Ulusal egemenlik...”

 

          Atatürk,  Ulusal  Mücadelenin  başlangıcından, öldüğü ana dek her fırsatta ulusal 



egemenliği Türk toplumuna benimsetmeye çalışmış, her zaman kişisel yönetimin 

sakıncalarıyla ulusal egemenliğin üstünlüklerini çarpıcı biçimde karşılaştırmıştır. Çağdaş 

bir topluma ve çağdaş bir devlete yakışan yönetim biçiminin, ulusal egemenlik ilkesine 

dayanan dizge (sistem) olduğunu çok iyi bilen Atatürk; TBMM’nin açılması, Sultanlığın 

kaldırılması, Cumhuriyetin ilanı, Halifeliğin kaldırılması ve öbür kimi temel yapısal değişim 

ve dönüşüm hareketleriyle hep ulusal egemenliği yerleştirme çabası içinde olmuştur. 

 

          Atatürkçülükte  ulusal  egemenlik ilkesi, demokratik laik devleti gerçekleştirme 



amacının temel bir parçası olarak değerlendirilmiştir. Bu ilke aynı zamanda 

Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık ve Laiklik ilkelerini de besleyen önemli bir ilkedir. 

Egemenliğin kaynağı olarak ulus istenci (iradesi) yani hukuksal anlamda bireysel istenç 

benimsendiğinde, bunun sonucu olarak da ulusal egemenlik yaşama geçirildiğinde laik 

devlet düzeninin oluşturulması için ilk adım da atılmış olmaktadır. Çünkü “İktidarın 

kaynağı ilahidir.” dendiğinde bundan “teokratik/skolastik” düşünce sistemleri, dolayısıyla 

dinsel hukuk/devlet/toplum yapıları; “İktidarın kaynağı bireyseldir.” dendiğindeyse 

bundan, “ilahi”nin karşıtı “laik” düşünce dizgeleri (sistemleri), dolayısıyla laik 

hukuk/devlet/toplum yapıları  çıkmaktadır. Ulusal istenç (irade) ya da ulusal egemenlik 

düşüncesinin sonucu olarak, laik toplum/hukuk/devlet düzenine geçişte, bir yandan dinsel 

toplum/hukuk/devlet düzenine ait “ümmet” düşüncesi, yerini “ulus” düşüncesine 

bırakırken öte yandan “kul/tebaa” düşüncesi, yerini “birey/yurttaş” düşüncesine 

bırakmıştır. Böylece, bugün hararetle savunulan ve uluslararası sözleşmelerle korunması, 

geliştirilmesi devlete temel bir yükümlülük olarak yüklenen “insan hakları” düşüncesinin 

temelleri bu düşüncelerle atılmış olmaktadır. Günümüzde, gerçekten insan hakları ancak 

laik demokratik bir toplum/hukuk/devlet düzeninde söz konusu olabilmektedir.

 

  



         3) Genel Olarak Atatürkçülüğün Ana İlkeleri

 

         Atatürkçülüğün önemli bir bölümünü de bu üç temel ilke ve Atatürk’ün bütün atılım 



ve inkılaplarına yön vermiş olan çağdaşlaşma hedefinden kaynaklanan altı ana ilke 

oluşturmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin de ana nitelikleri olan bu ilkeler, ilk önce 

dönemin tek partisi olan Cumhuriyet Halk Fırkası’nın izlence (program) ilkeleri olarak 

benimsenmiş; 5 Şubat 1937 tarihli anayasa değişikliğiyle de devletin temel nitelikleri 

durumuna getirilmiş olan “Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, Laiklik ve 

İnkılapçılık” ilkeleridir. Bunlar, birbirinden bağımsız ve birbiriyle ilgisiz ilkeler değildir. 

Tersine bunların tümü yukarıda açıklanan temel ilkelerle birlikte, Atatürkçülük adını 

verdiğimiz tutarlı bir bütünü oluştururlar.

 

  

         3.1. Cumhuriyetçilik



 

         Devlet biçimi ya da bir yönetim biçimi olarak Cumhuriyet, egemenliğin bir kişi ya 

da zümreye değil toplumun tümüne ait olduğu bir devlet biçimini belirtir. Bu anlamda 

Cumhuriyet, başta Devlet Başkanı olmak üzere, devletin temel organlarının seçim ilkesine 

göre kurulmuş olduğu, özellikle bunların oluşumunda “varislik” uygulamasının işlev 

üstlenmediği bir hükümet dizgesi (sistemi) demektir. Halk, kendisinin seçtiği kişi ve 

organlarca yönetilmektedir. Cumhuriyetçilik ilkesi Atatürk’ün devlet anlayışının 

temellerinden  birini oluşturduğunu gördüğümüz ulusal egemenlik ilkesiyle çok sıkı ilişki 

içindedir ve onun doğal bir sonucudur. Atatürk, demokratik bir cumhuriyet hedeflemiştir. 

Bu bakımdan Cumhuriyetçilik ilkesi liberal demokrasinin gerçekleştirilmesi bakımımdan da 

önem taşır. Prof. Dr. Ergun Özbudun’un da belirttiği gibi, bir devletin adının Cumhuriyet 

olması ve başında varislik yoluyla iktidara gelmiş olmayan bir devlet başkanının 

bulunması, mutlaka o devletin ulusal egemenlik ilkesine dayanan demokratik bir 

yönetime iye (sahip) olduğunu göstermez. Kendisini Cumhuriyet olarak nitelemesine 

karşın gerçekte ulus egemenliğiyle de demokrasiyle de hiç ilgisi olmayan devletlerin, 

tarihte de bugün de pek çok örnekleri vardır. Oysa Atatürk’ün Cumhuriyetçilik anlayışı, 

yalnızca hükümdarlığın reddi anlamına gelen Cumhuriyetçilik değil ancak Demokratik 

Cumhuriyetçiliktir.

 

         Atatürk’e göre “Demokrasi ilkesinin en çağdaş ve mantıksal uygulamasını sağlayan 



hükümet biçimi, Cumhuriyettir. Cumhuriyette son söz, ulusça seçilmiş meclistedir. Ulus 

adına her türlü yasayı o yapar. Hükümete güvenir ya da onu düşürür... Cumhuriyette, 

Meclis, Cumhurbaşkanı ve Hükümet halkın özgürlüğünü, güvenliğini ve rahatını 

düşünmek, sağlamaya çalışmaktan başka bir şey yapamazlar. Çünkü bunlar bilirler ki 

kendilerini iktidar ve sorumluluk konumuna belirli bir zaman için getiren, istenç (irade) ve 

egemenliğin iyesi (sahibi) olan ulustur. Yine bunlar bilirler ki iktidar konumuna sultanlık 

sürmek için değil ulusa hizmet için getirilmişlerdir. Ulusa karşı konum ve görevlerini 



kötüye kullanırlarsa  şu ya da bu biçimde, ulusal istencin (iradenin), kendilerine ilişkin 

yansımasına da uğrayabilirler.” 

 

  

         3.2. Ulusalcılık (Milliyetçilik)



 

         Atatürkçülük en temel ilkelerinden biri de ulusalcılık (milliyetçilik) ilkesidir. 

Atatürkçü ulusalcılık anlayışı, usçu (akılcı), uygar, ileriye dönük, demokratik, toplayıcı, 

birleştirici, yüceltici, insancıl ve barışçıdır. Atatürk’e göre Türk ulusalcılığı; “...İlerleme ve 

gelişme yolunda ve uluslararası bağlantı ve ilişkilerde, bütün çağdaş uluslara koşut 

(paralel) ve onlarla uyum içinde yürümekle birlikte Türk toplumunun özel kişiliğini ve 

başlı başına bağımsız kimliğini korumaktır.” 

 

          Atatürkçü  ulusalcılık anlayışı, ulusalcılığı reddeden komünizm ve ümmetçilik gibi 



siyasal akımlara, ırkçılığa, sınıf kavgasına karşıdır. Barışçı, insancıl ve laiktir. 

 

  



         3.3. Halkçılık

 

       Halkçılık, ulusalcılık, ulusal egemenlik ve tam bağımsızlık ilkeleriyle birlikte daha 



Ulusal Mücadelenin ilk günlerinden beri en çok vurgulanan ögelerden biridir. Halkçılık 

ilkesi bir yönüyle siyasal demokrasiyi hedeflerken öbür bir boyutuyla da eşitlik ögesini 

getirmiştir. Halkın yasalar önünde eşitliği ve her türlü ayrımcılığın reddi, halkçılık ilkesinin 

demokrasiyi besleyen bir kaynak olduğunu da göstermektedir. Sınıf mücadelesinin reddi 

ve toplumsal dayanışmanın hedeflenmesi, halkçılık ilkesinin bir başka ilkesini 

oluşturmaktadır.

 

  

         3.4. Devletçilik



 

         Devletçilik, Atatürkçülüğün temelinde yer alan güçlü ve çağdaş bir devlet yaratma 

hedefiyle yakından ilişkili bir ilkedir. Güçlü bir devletin ancak güçlü bir ekonomiyle 

olanaklı olabileceğini gören Atatürk, çağın koşullarına göre devletin ekonomik etkinliklere 

öncülük etmesi, bireylerin yapmasının olanaklı olmadığı büyük ve önemli işleri devletin 

yapması, Türk girişimci yetiştirilmesi için devletin öncülük etmesi gerektiğini 

vurgulamıştır. Devletçilik ilkesi çerçevesinde, Atatürk döneminde gerçekleştirilen 

ekonomik etkinliklere bakıldığında “ılımlı devletçilik” diyebileceğimiz bir yaklaşımın 

egemen olduğunu görüyoruz. Atatürk, devletin düzenleyiciliğinden söz ederek “Devlet 

bireyin yerine geçmemelidir.” demiştir. Yine Atatürk, girişim özgürlüğünün liberal 

demokrasilerin çağdaş bir ilkesi olmasından dolayı ekonomik etkinliklerin düzenlenmesi 

sırasında bireyin özgürlüklerinin dikkate alınmasını, bir demokrasinin yaşatılmasının 

neredeyse koşulu olarak belirtmiştir : “Devlet, bireyin yerine geçmemeli, bireyin kişisel 

etkinliği ekonomik gelişmenin temel kaynağı olarak kalmalıdır. Bireylerin gelişmesine 

engel olmamak, onların her yönden olduğu gibi, özellikle ekonomik alandaki özgürlük ve 

girişimleri önünde, devletin kendi etkinliğiyle bir engel ortaya getirmemek demokrasi 




ilkesinin önemli noktasıdır. Kişiliğin gelişmesinin engel karşısında kalmaya başladığı 

nokta, devlet etkinliğinin sınırını oluşturur.” 

 

         Atatürkçü devletçilik, halkçılık ilkesinin zorunlu bir bütünleyicisi durumundadır. Sınıf 



mücadelesinin önlenmesi, toplumsal barışın sürdürülmesi, toplumsal adalet ve güvenliğin 

gerçekleştirilebilmesi, devletin toplumsal ve ekonomik alandaki işlevini en aza indiren bir 

anlayışla olanaklı değildir. Bu hedeflerin gerçekleşmesi, gelişmiş ülkelerde de olduğu gibi, 

devletin ekonomi alanında en azından düzenleyici ve denetleyici bir işlev üstlenmesini 

gerektirir. Atatürkçülükteki devletçilik ilkesi bugün böyle anlaşılmalıdır.

 

  



         3.5. Laiklik

 

         Laiklik ilkesi, Türk Devrimi ile Atatürkçülüğün temel taşıdır. Yapılan bütün değişim 



ve dönüşüm hareketlerinin amacı laik bir toplum/hukuk/devlet yapısı oluşturmaya 

yöneliktir. Laikliğin bir yönü, din ve vicdan özgürlüğünün güvenceye alınmasıdır. Öbür bir 

yönü de resmi bir devlet dininin bulunmamasıdır. Laik bir sistemde devlet, din ayrımı 

gözetmez. Devlet, çeşitli inançlar ve dinler karşısında yansızdır. Yine laik bir sistemde 

devlet kurumlarıyla din kurumları birbirinden ayrılmış olmalıdır. Hukuk ve devlet 

yönetimiyle ilgili kuralların usa (akla) ve bilime yani deneysel değerlere dayanması, din 

kurallarına bağlı olmaması da laik devlet ve toplum düzeninin temelini oluşturur.

 

          Laiklik,  çağdaş liberal demokrasilerin kesinlikle gerçekleştirmek durumunda 



oldukları, üç özgürlük alanından biri olan “din, vicdan ve tapınma (ibadet) özgürlüğü"nü 

belirten, bunu gerçekleştiren bir ilke olduğu için çağdaş bir demokrasinin gerçekleştirilip 

yaşatılması ancak laik devlet ve toplum düzeniyle olanaklı olabilir. Bir başka deyişle, 

gerçek bir demokrasi, laik demokrasidir. Kaldı ki yukarıda kısaca değindiğimiz gibi, 

egemenliğin kaynağını ulusa verdiğinizde zaten laikleşme sürecini başlatmış oluyorsunuz. 

Bu yönüyle de demokrasi laiklikten ayrılmaz bir bütündür. Devletimizin ve Atatürkçülüğün 

en temel ilkelerinden biri olan laiklik ilkesi aynı zamanda, ulusal birlik ve bütünlüğümüzü 

sağlayan ve bunu sürdürmemizde çok önemli işlevler üstlenmiş bulunan bir ilkedir.

 

  

         3.6. İnkılapçılık



 

         Atatürkçülüğün temel ilkelerinden biri de inkılapçılık ilkesidir. Bu ilkeyi yalnızca kimi 

değişiklikler yapmak olarak algılamak çok eksik bir bakış açısını yansıtır. Çünkü 

inkılapçılık ilkesi, hem düşünce dizgesinin (sisteminin) hem de onun öngördüğü siyasal

toplumsal ve ekonomik sistemin değişmesi, yenilenmesi ve çağdaş gelişmelere göre 

kendini geliştirmesi demektir. İnkılapçılık ilkesiyle dizge (sistem) değişkenliğini 

korumakta, çağdaş dünyadaki gelişmelerin gerisinde kalmamaktadır. Türk inkılabının 

temel hedefinin çağdaşlaşma olduğunu kabul ettiğimize göre inkılapçılık, yalnızca yapılan 

inkılapları korumakla, yani durağan bir durumda kalmakla yetinmeyip usun (aklın), 



bilimin ve ileri teknolojinin yol göstericiliğine dayalı gerekli atılımlarla çağdaşlaşmaya 

yönelmeyi gerektirir. 

 

         Atatürk Türk inkılabının değişken niteliğini şöyle açıklamıştır : “Büyük davamız, en 



uygar ve gönençli (müreffeh) bir ulus olarak varlığımızı yükseltmektir. Bu, yalnız 

kurumlarında değil düşüncelerinde de temelli bir inkılap yapmış olan büyük Türk ulusunun 

dirik (dinamik) ülküsüdür. Bu ülküyü en kısa zamanda başarmak için, düşünce ve 

hareketi birlikte yürütmek zorundayız. Bu girişimde başarı ancak adil bir tasarıyla ve en 

gerçekçi biçimde çalışmakla olanaklı olabilir.”

 

  



         4) Atatürkçülüğün Çağdaşlaşma Boyutu

 

         Yetişme süreci, etkinlikleri ile düşünceleri incelendiğinde Mustafa Kemal Atatürk’ün 



tam anlamıyla büyük bir “Dönüştürücü Önder” olarak ortaya çıktığı  ve  bu  anlamda 

tarihsel bir işlev üstlendiği rahatlıkla söylenebilir. Atatürk, çağının değişim gereklerini çok 

iyi anlamış, genil (makro) bir dönüşüm projesini gerçekleştirmiştir. Bilindiği gibi, aslında 

“çağ dönüşümleri” temelde büyük bir toplumsal değişmeyi belirtmektedir. Bunun da 

belirleyici etkeni bilim felsefesindeki değişmedir. 16. yüzyılda Avrupa’da başlayan 

Rönesans ve Reform hareketinin yarattığı aydınlanma, insanlığın düşünce akışında, 

düşünce alanında çok büyük dönüşümler yaratmıştır. Aydınlanmayla birlikte insanın 

düşünce yapısı önemli bir değişime uğramış, özgür düşünce yolunda çarpıcı bir gelişme 

yaşanmıştır. 18. yüzyılda oluşan Sanayi Devrimi değişimin ekonomik temellerini 

biçimlendirirken 1789’da gerçekleşen Fransız Devrimi, özellikle de siyasal düşünce ve 

kurumları kökünden sarsan değişimlere yol açmıştır. Fransız Devrimi’nden sonra 

Avrupa’dan başlayarak bütün dünyayı kasıp kavuran mutlak monarşilere karşı 

özgürlükçülüğü yani anayasalı siyasal sistemi savunan “Liberalizm” ve onun sonucu 

olarak “ulusal egemenlik” ilkesine dayalı “Demokrasiler” ortaya çıktı. Yabancı güdümü 

altında yaşayan “ulusal ögelerin”, ulusların bağımsızlıklarına yönelik ulusalcılık hareketleri 

ve yurttaşların yasa önünde eşitliğini savunan eşitlik anlayışı etkileri de günümüze 

uzanan önemli değişimler ve dönüşümler yarattı.

 

          Çok  özet  olarak  burada  anlatılan oluşumların ortaya çıkardığı düşünsel ve siyasal 



dizge (sistem) dönüşümleri neydi? Sanayi toplumunda, tarım toplumuna göre değişen ya 

da değişenler neler olmuştu? Kısaca belirtecek olursak bireyin toplumdaki yerinin ve 

merkezi yetkeye (otoriteye) karşı konumunun sorgulanmaya başladığı aydınlanmayla us 

(akıl), dinsel kural ve ilkelerin üstüne yerleşmiştir. Usu ve bilimi öne alan olgucu 

(pozitivist) düşünce biçimlenmeye başlamıştır. Kilise ya da dinin devlet üzerindeki etkileri 

kırılarak laikleşme, yani laik devlet ve toplum düzeni oluşturma süreci hızlanmıştır. Çok 

uluslu ilhanlıklar (imparatorluklar) yıkılırken ulusal devletler, yeni siyasal yapılar olarak 

yerlerini almışlar; halkın özgür istencinin (iradesinin) yönetime yansıdığı demokrasi ve 

cumhuriyet yönetimleri, yeni ulusal devletlerin yeni siyasal yönetim biçimleri olarak 



yayılmaya başlamışlardır. Adına ister reform ister tanzimat isterse ıslahat diyelim, 

değişime direndiğinden geri kalıp gelişen Batı karşısında çağdaşlaşma gereği hisseden 

Osmanlı aydınları ya da yöneticileri daha 1700’lerden başlayarak bu anlamda bir çabanın 

içine girişmişlerdir. Birçok bilim adamınca ayrıntılı bir biçimde incelenmiş olan Osmanlı’nın 

bu değişim ve dönüşme çabaları niçin başarıya ulaşamamıştır?  İşte bu soru, büyük bir 

çağdaşlaşma modelini yaratmış olan Atatürk’ün dönüştürücü önder olarak tarihsel işlevini 

de ortaya çıkarabilecek boyutta bir sorudur. Kuşkusuz, buna verilecek yanıt, Türk 

çağdaşlaşma tarihinde Atatürk’ün ya da onun önderliğinde gerçekleştirilen Türk 

İnkılabı’nın daha iyi anlaşılmasını da sağlayacaktır.

 

          Türk  ulusu,  çağdaşlaşma sürecinde sanayi toplumunun us ve bilime dayalı bilim 



felsefesini ve onun bütün gereklerini Atatürk’ün dönüşümüyle alıp gerçekleştirebilmiştir. 

Osmanlı aydınları ve yöneticileri, süerlikten (askerlikten) hukuka, yönetimden maliyeye 

çeşitli alanlarda yeni ve Batılı kurumlar almaları ve kimi düzenlemeler yapmalarına karşın 

işe çağın bilim felsefesini alarak ve buna uygun bir eğitim dizgesiyle (sistemiyle) anlayış 

(zihniyet) değişimini gerçekleştirerek başlayamadıkları için yapılanlar köklü bir değişim ve 

dönüşüme yol açmamıştır. Usçu ve olgucu (pozitivist) bir düşünce yapısına iye (sahip) 

olan Atatürk, Türkiye’nin çağdaşlaşması için bilimin kılavuzluğunu temel almış ve bunu 

kitlelere aktarmıştır. Nitekim, büyük yengiden (zaferden) üç ay sonra Bursa’da 

öğretmenlere şöyle seslenecektir : “Gözlerimizi kapayıp soyut yaşadığımızı varsayamayız. 

Ülkemizi bir çember içine alıp dünyayla ilgisiz yaşayamayız. Tersine ileri, uygar bir ulus 

olarak uygarlık alanının üzerinde yaşayacağız. Bu yaşantı ancak bilimle olur. Bilim 

neredeyse oradan alacağız ve her ulus bireyinin kafasına koyacağız. Bilim için bağıl ve 

koşul yoktur. Ulusumuzun siyasal ve toplumsal yaşamında, ulusumuzun düşünsel 

eğitiminde de kılavuzumuz bilim olacaktır.” 22 Eylül 1924’te Samsun’da öğretmenlere 

seslenirken “Dünyada her şey için, uygarlık için, yaşam için, başarı için, en gerçek yol 

gösterici bilimdir. Bilimin dışında yol gösterici aramak aymazlıktır, bilgisizliktir, 

sapkınlıktır. Yalnız, bilimin yaşadığımız her dakikadaki evrelerinin gelişimini algılamak ve 

ilerleyişini zamanla izlemek koşuldur. Bin, iki bin, binlerce yıl önceki bilim dilinin çizdiği 

ilkeleri, şu kadar bin yıl sonra bugün aynen uygulamaya kalkışmak elbette bilimin içinde 

bulunmak değildir.” diyerek bu konudaki düşüncelerini en açık ve kesin biçimde ortaya 

koyan Atatürk, Onuncu Yıl Söylevi’nde de “Türk ulusunun yürümekte olduğu ilerleme ve 

uygarlık yolunda elinde ve kafasında tuttuğu meşale deneysel bilimdir.” sözleriyle Türk 

çağdaşlaşmasının dinamiklerini hiçbir tartışıya yer vermeyecek biçimde belirtmiştir.

 

          Genil  (makro) dönüşüm  ya  da  çağdaşlaşma projesine, çağının bilim felsefesini ve 



onun gereklerini anlayarak başlayan Atatürk, dönüşüm ve değişimin itici gücü, dinamiği 

olarak us (akıl) ve bilimi almıştır. Öncelikli olarak eğitim reformlarını gündeme getirmesi, 

(Burada Eğitim Kurultayı’nın savaş koşullarında, 1921 yılında toplanması 

anımsanmalıdır.) yapılan bütün inkılapların toplumsal değişmenin birer ögesi olarak ele 




alınması; siyasal, ekonomik, kültürel, hukuksal... alanlardaki inkılapların temel yapısal ve 

toplumsal bir dönüşümü gerçekleştirmek hedefine yönelik olması bu bakımdan önem 

taşımaktadır. Çağının bilim felsefesini özeğe (merkeze) alan Atatürk, hem kişi ögesi hem 

de yönetim bakımından ulusal, siyasal model olarak da laik ve demokratik bir cumhuriyet 

olan genç Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kurarak siyasal ve toplumsal dönüşümü 

gerçekleştirmiştir. Yetişme çağından beri ortaya koyduğu düşünceler, ilkeler, izlediği 

yöntem ve gerçekleştirdiği işler, O’nun her aşamada bir “Yönetsel Önder” gibi değil bir 

“Dönüştürücü Önder” gibi davrandığını göstermektedir. Atatürk, döneminin yükselen 

değerlerinin ana çizgilerini kavramış, döneminin öbür Osmanlı önderlerinin düştüğü 

“paradigma kilitlenmesi” yanılgısına düşmemiş; çöken değerleri bırakarak yükselen 

değerlere sarılmıştır. Onun başarısı, çözülme sürecinde ve topraklarının Avrupa, Afrika ve 

Orta Doğu bölümlerindeki büyük bir kısmını yitirmiş bir ilhanlıktan (imparatorluktan) Türk 

ögesine dayanan merkezi bir ulusal devlet çıkarabilmesinde, bu ulusal devleti de olgucu 

(pozitivist) ve usçu (akılcı) bir nitelikte donatmış olmasındadır. Çağının önder 

adaylarından pek çoğunun tükenmiş bir değer olan ilhanlığın (imparatorluğun) 

yaşatılması ya da canlandırılmasının, pek çoğunun da yükselen değerlere taban tabana 

karşıt din devletinin ardından koştukları düşünülürse Mustafa Kemal Atatürk’ün 

değerlendirme ve seçimlerinin ne kadar doğru olduğu ortaya çıkar. Örneğin O’nun, daha 

1907’de genç bir kurmay subayken arkadaşlarına açıkladığı, “meşrutiyet yönetiminin 

büyük devletlerin ilhanlığı (imparatorluğu) tasfiye etmelerini beklemeden, bu tasfiyeyi 

yapması gerektiği ve Türk çoğunluğunun bulunduğu topraklarında yeni bir Türk devletinin 

kurulması gerektiği” biçimindeki, ileride Ulusal Ant’ın (Misak-ı Milli’nin) temelini 

oluşturacak düşünceleri, hem çağını iyi anladığını hem de öngörücü kişiliğini 

göstermektedir. Atatürk aynı zamanda, çağının bilim felsefesi olan usçu olgucu anlayışın 

da üstüne çıkarak eleştirel usçu tavrı benimsemiştir. Yazdıkları, söyledikleri ve yaptıkları 

topluca değerlendirildiğinde bu açıkça görülmektedir. 

 

         Atatürk’ün temel ilkelerini belirleyip yaşama geçirdiği ve bugün Atatürkçülük olarak 



belirttiğimiz bu tümden değişim ve dönüşüm modeli; bir “çağdaşlaşma modeli” olarak 

bütün dünyaca başta  İslam ülkeleri olmak üzere, bütün gelişmekte olan ülkelere örnek 

gösterilmektedir. Türkiye, 56 İslam ülkesinden oluşan  İslam Konferansı Örgütü’nün 

NATO’ya üye, AB’ye aday olan ve laik demokrasiyle yönetilen tek ülkesidir. Aynı zamanda 

NATO ve AB’nin de İslam Konferansı Örgütü’ne üye tek ülkesidir. İşte, Türkiye’nin Doğu 

ile Batı arasındaki bu benzersiz ve ayrıcalıklı yeri, demokratik ve laik bir Müslüman ülke 

olarak “model devlet” olma konumu belirgin bir biçimde öne çıkmaktadır. Örneğin, 

“Tarihin Sonu” betiğinin (kitabının) yazarı, ünlü gelecekbilimci Francis Fukuyama, “Tarihin 

Sonundayız!” başlıklı savyazısında (makalesinde), “uygarlığa karşı Üçüncü Dünya ülkeleri 

arasında birinci lige çıkmış tek ülke” olarak Türkiye’yi göstermiştir. Fukuyama şunları 

söylüyor: “İslam ya da kökten dinci İslam’da Müslüman toplumları çağdaşlığa direnmeye 



iten bir şeyler var gibi görünüyor. Bütün çağdaş kültürel sistemler içinde İslam dünyası 

en az demokratik yönetimi barındırıyor. Türkiye dışında Üçüncü Dünya ülkesi 

konumundan birinci dünya konumuna geçebilen hiçbir İslam ülkesi yok.” “Çağdaş 

Türkiye’nin Doğuşu” adlı bir yapıtı da bulunan ünlü Amerikalı tarihçi Bernard Lewis de 

"Türk modelinin hem İslam coğrafyasında hem de Orta Asya’da, yani Türklük 

coğrafyasında örnek alınmasının tek çıkar yol olduğunu" savunmaktadır. Washington’daki 

Foreign Policy İnstitute uzmanlarından Michael Radu’nun konuyla ilgili görüşleri de 

aynıdır. Radu, “Atatürk’ün kurmuş olduğu devlet sistemi, İslam ile Batı’nın siyasal 

değerlerinin çatışmadığını kanıtlayan başarılı bir örnektir.” demektedir. Önemli kişilikleri 

tanıttığı “Portre” köşesinde Atatürk’e anlatan Alman Die Welt Güncesi (Gazetesi), 

“Mustafa Kemal Atatürk : Çağdaş Türkiye’yi Yaratan Adam” başlığını kullanarak “çağdaş 

ve Batı’ya dönük bir Türk devletinin kurulmasının Atatürk sayesinde gerçekleştiğini” 

belirtmiştir. “Atatürk hiçbir devlet adamıyla karşılaştırılamaz.” diyen Die Welt, “Atatürk 

olmasaydı, Ortadoğu haritası çok farklı görünecekti ve Türkiye’nin sınırları bugünkünün 

yarısı kadar olacaktı.” biçiminde yazmaktadır. 

 

          Görülüyor  ki  Atatürk’ün  78  yıl önce çizdiği yolun, gerçekleştirdiği çağdaşlaşma 



modelinin önemini, dünya son olaylardan sonra çok daha iyi anlamış görünüyor. Nitekim, 

pek çok ABD Başkanı “Atatürk’ün çağdaş, gönenç içinde yaşayan ve demokratik değerlere 

bağlı Türkiye düşüncesi, ülkenizin uluslararası alanda güçlenmekte olmasıyla bugün 

gerçekleşmiştir.” türünde değerlendirmelerle bunu çarpıcı bir biçimde vurgulamaktadır. 

 

  

         5) Sonuç



 

          21.  yüzyılın eşiğinde dünyaya örnek olarak, model olarak gösterilen laik, 

demokratik Türkiye Cumhuriyeti, birtakım siyasal, ekonomik eksikliklerine, iç ve dış kimi 

tehditlere karşın bugünlere ulaşıp aydınlık bir geleceğe yürüyorsa bunu Atatürk’e 

borçludur. Doğru seçimler yapılmış olmasına ve sağlam temeller üzerine oturuyor 

olmasına borçludur. Anlaşılacağı gibi Atatürk’ün kurup gençliğe emanet ettiği bu 

çağdaşlaşma modeli, kağıt üstünde kalmış, soyut bir model değildir. Çağdaş uygarlığa, 

onun bilimine, teknolojisine, ekonomisine, üretimine, gönencine (refahına) ulaşmak, onu 

adil bir biçimde paylaşmak, geliştirmek ve yaşamaktır. 

 

          Türkiye’nin  bugün  içinde  bulunduğu zorluklar, Atatürk’ün seçimlerinden değil 



kendisinden sonra gelen yöneticilerin zaman zaman Türkiye Cumhuriyeti’nin temel 

ilkelerinden sapmalarından ve doğru olan bu temel ilkeler üzerinde çağa uygun yeni 

dönüşümleri gerçekleştirme konusunda başarısız olmalarından kaynaklanmaktadır. 

 

          Bugün  için  yapılması gereken, Atatürk’ün us (akıl) ve bilime dayalı yararcı 



demokratik düşünce dizgesini (sistemini) ve çağın yeni oluşumlarını iyi anlayarak üniter, 

demokratik ve laik Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilkelerinden ödün vermeden, 

uluslararası siyasal dizgenin bu konudaki dayatmalarına da göğüs gererek “Bilgi Çağı” 



dönüşümünü gerçekleştirmektir. En geniş anlamıyla hem düşünce dizgesinin (sisteminin) 

hem de oluşturulan ve öngörülen toplumsal, siyasal ve ekonomik modelin kendi kendisini 

yenilemesini belirten “İnkılapçılık” ilkesi de bu dönüşümün itici gücü olarak kullanılmalıdır. 

 

  



  

Kaynaklar

 

Armaoğlu, F., 19. Yüzyıl Siyasal Tarihi (1789-1914), Ankara, 1997.



 

ATATÜRK, Mustafa Kemal Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c.1, Ankara, 1959.

 

ATATÜRK, M. K., Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. 2, Ankara, 1960.



 

ATATÜRK, M. K., Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. 3, Ankara, 1961.

 

Berkes, N., Türkiye’de Çağdaşlaşma, İstanbul, 1978.



 

Bozkurt, G., Batı Hukukunun Türkiye’de Benimsenmesi, Ankara, 1996.

 

Cemal, H., “Yeni Dönemde Yeni Politika!”, Milliyet Güncesi (Gazetesi), 11 Ekim 2001.



 

Civaoğlu, G., “Iskalanmasın”, Milliyet Güncesi (Gazetesi), 11 Ekim 2001.

 

Çaycı, A., “Atatürk, Bilim ve Üniversite”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, c. 4, sayı: 10 (Kasım 



1987).

 

Feyzioğlu, T., “Atatürk ve Milliyetçilik”, AAM. D., c. 1, sayı: 2 (Mart 1985), s. 353-411.



 

Genç, R., Türkiye’yi Laikleştiren Yasalar, Ankara, 1998.

 

Giritli,  İ., “Atatürkçü Çağdaşlaşmada Bilim ve Teknoloji”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, c. 3, 



sayı: 8 (Mart 1987), s. 359-370.

 

Güler, A., “Atatürkçülüğün Demokrasi Boyutu: Halkçılık İlkesi ve Tarihi Temelleri”, Atatürk Haftası 



Armağanı, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 2001, s. 77-85.

 

Güler, A. “Dönüştürücü (Transformational) Liderlik Kavramı ve Dönüştürücü Önder Olarak Atatürk”, 



Atatürk Haftası Armağanı, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 2000, s. 15-22.

 

Güler, A., Sevr’den Kopenhag’a Parçalanan Türkiye, Ankara, 2000.



 

Hafızoğulları, Z., Laiklik, İnanç, Düşünce ve İfade Hürriyeti, Ankara, 1997.

 

İnan, A., Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları, Ankara, 1969.



 

Keskin, M., Atatürk’ün Ulus ve Milliyetçilik Anlayışı, Ankara, 1999.

 

Kocatürk, U., Atatürk’ün Düşünce ve Düşünceleri, Ankara, 1999.



 

Kuran, E., “Atatürk ve Milliyetçilik”, Atatürk’ün Milliyetçilik ve Devletçilik Anlayışı, Ankara, 1982, s. 

17-23.

 

Milliyet Güncesi (Gazetesi), 29 Ekim 2001.



 

Özbudun, “Atatürk ve Devlet Hayatı”, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi, Atatürkçülük (Atatürkçü 

Düşünce Sistemi), YÖK. Yayınları, Ankara, 1987.

 

Sabah Güncesi (Gazetesi), 28 Ekim 2001.



 

Şimşek, H., 21. Yüzyılın Eşiğinde Paradigmalar Savaşı Kaostaki Türkiye, İstanbul, 1997. 

 

Yalçın, S., Güler, A., Atatürk: Hayatı, Düşünceleri ve Kişiliği, c. 3, Yankıları, İlkeleri, Kişiliği, Berikan 



Yayınları, Ankara, 2000.

 

 



Yüklə 100,18 Kb.

Dostları ilə paylaş:




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©www.genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə