Bilmem eski bir derebeyinin torunu olduğum için mi? Bulgaristan’da gezerken hep kendimi öz



Yüklə 58,02 Kb.
Pdf görüntüsü
tarix15.04.2018
ölçüsü58,02 Kb.
#38562


Bilmem  eski  bir  derebeyinin  torunu  olduğum 

için mi? Bulgaristan’da gezerken hep kendimi öz 

babamın çiftliğinde sanırım. Yeşil sazlı arklar, sık 

gül bahçeleri, alçak tarla çitleri, geniş taraçalı abus 

evler, arpa ambarlarını andıran üslupsuz kiliseler, 

başları düşük zayıf semerli beygirler. Mütefekkir 

eşekler, semiz beyaz kazlar, hatta çamurlu pis do-

muzlar bile ruhuma âşinadır.

Suyun  başında  çamaşırlarını  döven  kalın  çıp-

lak baldırlı kadınları, evinin önünde ezelî çorap-

larını ören hiddetli kızları, batan güneş fundalık-

ları  neftîye  boyarken  birdenbire  karşıma  çıkarak 

“Dobre veyçera!” diye beni selâmlayan köylüleri 

sanki ezelden tanırım. Bulgaristan’ın en sevdiğim 

yeri  Lajina’dır!  Geçen  sene  banyo  bahanesiyle 

yine oradaydım. Arkadaşım Koştanof namındaki 

meşhur  sosyalistti.  Akşamları  kasabanın  dışına 

beraber gezmeye çıkıyor, Kurtova dağlarının üze-

rinde  tutuşan  bulutları  seyrediyorduk.  Geceleri-

miz, Çarşı Meydanı’nda Dimeto’nun hanında bira 

içmekle,  iskambil  oynamakla  geçiyordu.  Bu  eski 

hanın altı eski tarzda yapılmış kocaman bir mey-

haneydi. Pazar günleri tek başına yedi okka şarap 

içebilen babaç sarhoşlar burasını dolduruyor; gece 

yarılarına, sabahlara kadar gayda sesleriyle, hora 

gürültüleriyle bizi uyutmuyorlardı. Bir Pazar, ak-

şam yemeğinden sonra Koştanof’a:

-  Bizi  bu  gece  yine  uyutmayacaklar,  bari  bir 

yere gitsek…

Dedim.


- Nereye?

-  Meseelâ  doktorun  evine!  Zaten  bizi  çağırıp 

duruyor.

- Başka bir gece gideriz.

- Niçin bu gece gitmiyoruz?

Diye sordum. Koştanof güldü.

- Seni bu gece bizim eski diplomatımıza takdim 

edeceğim, dedi, gayet iyi Türkçe bilir. Gençliğinde 

İstanbul’da okumuş.

- Nerede?

- Burada! Misafir…

O da banyo için gelmiş. Amma bir gör, bak. Ne 

tip, ne tip! Tam ‘Ganyo’.

1

*



Akşam yemeğinden sonra Koştanof meyhane-

ciden kâğıt kalem istedi. Bir mektup yazdı. “Bunu 

Gospodin Kepazef’e götür!” diye eline verdi.

Sonra  bana  döndü,  mektubu  gönderdiği 

diplomatın  hayatını  anlatmaya  başladı.  Evvelâ 

ihtilâlciymiş.  Sonra  prenslik  yapılınca  dâhiliye 

memuru  olmuş.  Daha  sonra  mebus…  Birkaç  ay 

da  adliye  nazırlığı  etmiş…  İstanbolof’un  en  aziz 

arkadaşlarındanmış.

Hâsılı antika bir herif!

Diyordu.  Görünce  anlarsın.  Kimseye  meydan 

vermez;  habire  kendi  söyler.  Avrupa’nın  diplo-

matlarını  hiç  beğenmez.  Bismark’a  ‘düşüncesiz’ 

der.  Hele  Rusya’da  kat’iyyen  aklı  başında  bir 

adam olmadığına yeminler eder.

Koştanof anlatırken hancı geldi:

-Gospodin,  sizinle  arkadaşınızı  odasına  çağı-

rıyor.  Kendisinin  romatizmaları  tutmuş. Aşağıya 

inemeyecek!

Dedi.


- Kaç numarada?

- Bir…


*  Romancı Konstantin Aleko’nun meşhur kahramanı.

Ömer Seyfeddin 

(1884, Gönen- 1920, İstanbul)

Türk edebiyatında hikâye türünün en büyük ustasıdır. Türk milliyet-

çiliği fikri ile Türk dilinin sadeleşmesi çabasının öncülerindendir. Babası 

gibi  kendisi  de  askerdir.  Harbiye  Mektebi’nden  mezun  olmuş  orduya 

katılmıştır.  Edebiyattan  kopmamış,  önce  şiir  yazmış  sonra  hikâyeye 

yönelmiştir.  Balkan  Savaşı’nda  esir  düşmüş,  esaretten  sonra  asker-

lik  mesleğinden  ayrılmış,  yazarlık  ve  öğretmenlik  yapmıştır.  Birçok 

hikâyesinin konusu, asker olarak görev yaptığı Balkanlardan alınmıştır.

 Ömer SEYFEDDİN

Edebî sayfalardan bir hikâye:

TUHAF BİR ZULÜM

45

Sonbahar 2015




- Yalnız mı?

- Yalnız…

Koştanof  hızla  kalktı.  Koluma  girdi.  “Haydi, 

bir evvel zaman adamı görmiye!” diye beni çekti. 

Dar merdivenden çıktık.  Bir numaralı  oda hanın 

en muhteşem odası olacaktı. Caddeye bakıyordu. 

Kapısı iki kanatlıydı. Koştanof bir marş temposu 

tutar gibi vurmaya başladı. “Tık tak, tıkı tak, tak, 

tak, tak! Tıkı tak, tık tak tak, tak…”

- Ne yapıyorsun, dedim. Kızar.

- Koştanof:

-  Korkma,  diye  güldü.  Evvelâ  biraz  sağırdır. 

Onda beş işitir. Sonra gayet şakacıdır. Ciddiyetten 

pek o kadar hazetmez.

İçerden Türkçe kalın bir ses aksetti:

- Gir, be oğlan…

Koştanof yine güldü:

- Bir ‘tip’ dedim ya… Bulgarlarla bile Bulgarca 

konuşmaz. Sanki herifin ana dili Türkçe… Türk-

çeyi diplomasi lisanı sanır…

Sonra kapıyı itti. Bu oda hakikaten biraz süslü-

ceydi. Pencerelerinde storlu mavi perdeler vardı. 

Duvarda Ferdinand’la Boris’in yağlı boya basma 

resimleri  asılıydı.  Keskin  bir  tentürdiyot  kokusu 

yüzümüze çarptı. Hava sıcak olduğu hâlde cam-

lar  inikti.  Gospodin  Kepazef  köşedeki  divana 

oturmuş, üstüne kırmızı bir velânsa örttüğü ayak-

larını karşısındaki koltuğa dayamıştı. Sakalı, saçı 

bembeyaz, yüzü kıpkırmızıydı. Bizi görünce geniş 

bir kahkaha savurdu:

- Ulan Koştanof! Sen ne arıyorsun burada be… 

Diye haykırdı. Köylüleri aldatmaya mı geldin?

- Hayır, banyo yapmaya.

- Anlat sen benim külâhıma! Ah ben hükûmette 

olsam… Size gık dedirtmem! Ne ise oturun baka-

lım…


- ….

-  Birer  sandalye  çektik.  Karşısına  oturduk. 

Koştanof’a:

- Ne var, ne yok? Söyle bakalım!

Dedi.

- Hiç! Gospodin.



- Nasıl hiç? Siz yeni türemeler her şeyin adını 

‘hiç’ koydunuz.

Sonra  beni  süzdü.  Çakır  gözleri  üflenmiş  bir 

alev gibi parlıyordu. 

- Bu da kim? Dedi. Yeni yamaklarından mı?

- Hayır Gospodin. Bulgar değil!

- Ya ne?

- Türk.


- Türk mü?

- Evet…


Başımda kalpak vardı. Koştanof’u şaka söylü-

yor sandı. Güldü. Biraz durakladı. Fakat Koştanof 

temin edince inandı. Ben de gülümsüyordum.

- Ne arıyor burada?

- Banyoya gelmiş, hem benim ahbabım.

- Yoksa sen de mi sosyalistsin? 

Diye yüzüme baktı.

- Hayır!


Dedim Koştanof atıldı:

- O nasyonalist, Gospodin!

-  Haydi  bre  oğlan!  Eğleniyor  musun?  Türk’te 

ne sosyalist olur ne nasyonalist…

Diye  bir  kahkaha  attı.  İnsan  ne  tuhaftır.  Bir 

Türk  bu  sözü  söylese  belki  hiç  aldırmazdım.  Fa-

kat  bir  Bulgar’ın  böyle  azıcık  hakarete  benzeyen 

bir kahkahayla bu hakikati bağırışı beni müteessir 

etti. Galiba kızardım:

-  Fakat  Gospodin,  niçin  olmasın,  dedim.  İşte 

ben bir nasyonalistim.

- Türk değil misin?

- Evet.

- Öyleyse bir şey olamazsın be oğlum.



- Niçin olamayayım?

- Çünkü Türk’sün be oğlum.

- Acayip!

Diye  dudaklarımı  büktüm.  Canımın  sıkıldığı-

nı Koştanof da gördü. “Amma Gospodin, bunlar 

genç Türkler!” diye tamire kalkmak istedi. Fakat 

ihtiyar  diplomat  kafasını  sallıyor:  “Türk’ün  gen-

ci de ihtiyarı da birdir! Ben onları bilirim. Benim 

kadar dünyada kimse Türkleri bilmez!” diyordu. 

Koştanof mânalı mânasız itirazlar etti. Nihayet:

- Türklerde hiçbir şey, hiçbir fikir, hiçbir ideal 

yoktur. Yalnız bir şey vardır.

Dedi.

İkimiz de birden sorduk:



- Ne?

-Taassup!

- ….

- Evet taassup! Ben Türklerin bu taassupların-



dan Bulgaristan’da çok istifade ettim. Eğer bugün 

hükûmette olsam yine istifade ederim. Devletimiz 

yeni teşekkül ettiği zaman ben olmayaydım Bul-

46

Sonbahar 2015




garistan  bugünkü  Bulgaristan  olamazdı.  Çünkü 

Türk  o  kadar  çoktu  ki…  Mutlaka  Sobranya’da 

müsavi  gelecektik.  Kabinenin  yarısı  da  bir  gün 

onlardan olabilirdi. Fakat ben! Fakat ben…

Kırmızı  velânsanın  altındaki  ayaklarını  top-

luyor,  kıllı  ellerini  göğsüne  vurarak,  Koştanof’u 

gösteriyor,  “Bu  cahil  gençler  bizim  kıymetimizi 

bilmezler.  Amma  tarih  görecek.”  diyordu.  Türk-

lerin  taassubundan  nasıl  istifade  etmişti.  Merak 

ettim. Sordum:

- Rica ederim Gospodin! Türklerin taassubun-

dan nasıl istifade ettiniz? Bunu söyler misiniz?

- Söyleyeyim be…

- Teşekkür ederim!

Dedim.

Koştanof  da  merak  ediyordu.  İhtiyar, 



velânsanın  altında  ayaklarını,  yüzünü  buruştura 

buruştura  topladı.  Bağdaş  kurdu.  Cebinden  bü-

yük  bir  tabaka  çıkardı.  Hazır  kalın  cigaralardan 

ikimize de verdi. Kendi de bir tane yaktı. Anlatır-

ken kafasını, kollarını, bütün vücudunu sarsıyor, 

ara sıra dizlerine vuruyordu.  

“…  İstanbolof’un  çocukluk  arkadaşıydım. 

İstanbul’da  da  beraber  okuduk.  Hükûmet  teşek-

kül edince komitalarla bir kongre yaptık. O vakit 

Bulgaristan’ın yalnız ismi vardı. Ahali, yarı yarı-

ya, belki de yarıdan ziyadesi Türk’tü. Bu bir me-

seleydi. Beyinsizler hep bir ‘katliâm’ düşünüyor-

lardı. Bir gün İstanbolof bana:

- Bu Türkleri ne yapacağız?

Diye sordu. Ben:

- Kolay! Dedim. Hepsini Türkiye’ye göndeririz.

- Nasıl gönderebiliriz? Hiç yerlerini, yurtlarını 

terk ederler mi?

Dedi

- Ederler.



Dedim. İnanmadı. O da bir katliâ lâzım fikrin-

deydi.  Hâlbuki  bu  katliâma  lâyık  olan  Rumlar-

dı.  Çünkü  başka  türlü  Bulgaristan’dan  çıkarıla-

mazlardı.  Nitekim  sonra  yapıldı.  Türklere  böyle 

kanlı muameleye hacet yoktu. Ben biliyordum ki 

onların  en  aziz  hassasiyetleri  taassuplarıdır.  Kü-

çükken  aralarında  büyüdüm.  Komşularımız  hep 

Türk’tü. Bunların kimseye garazları yoktu. Hatta 

kendilerine  o  kadar  kötülük  yapan  Ruslara  bile 

fenalık  etmezler;  yaralılarına  su,  ekmek,  ilâç  ve-

rirlerdi.  Bütün  hayatları  karanlık  bir  taassuptan 

ibaretti.  Meselâ  domuza  fena  hâlde  garezdiler! 

Domuz!  Bu  ne?  Allah’ın  zavallı  bir  hayvanı  be! 

İnsana hiçbir zararı dokunmaz, kendi hâlinde bir 

mahlûkçağız…  Fakat  Türk  bu  zavallı  hayvana 

öyle garezdir ki… Görünce tüyleri ürperir, şeytanı 

görmüş gibi kızar. O vaktin genç Bulgarları, yani 

biz memuriyetlere dağılırken İstanbolof’a:

- Ben hiç Bulgar bulunmayan bir yere gidece-

ğim. Birkaç senede orasını bütün Bulgarlık yapa-

cağım!

Dedim.


- Fakat Avrupa? Fakat Avrupa! Diye başını sal-

ladı. Hâlâ beni katliâmcı sanıyordu.

- Kimsenin burnu kanamayacak!

Dedim.


- O hâlde ne yapacaksın?

- Tuhaf bir zulüm…

Dedim.

- Nasıl?


Dedi. Söylemedim. Deliorman’a kaymakam ol-

dum. O vakit orada ilâç için olsun bir tek tane Bul-

gar  yoktu.  Hemen  bir  aile  Makedonya  muhaciri 

getirttim. Kasabaya yerleştirdim. Gizli tahsisattan 

dört lira verdim. On, on beş domuz tedarik ettir-

dim. Makedonyalıya:

- Domuzlarını aç tut. Hiçbir şey verme. Sokak-

larda,  bahçelerde,  tarlalarda  kendilerine  yiyecek 

bulsunlar!

Dedim. Domuzlar kasabaya yayıldı. Türklerin 

hâlini bir görmeliydi… Hepsi fena hâlde kızdılar. 

Bütün ihtiyarları ertesi gün huzuruma geldi:

-  Bulgarların  domuzları  sokaklarda  geziyor, 

çeşmelerin  yalaklarını  kirletiyorlar.  Tarlaları  eşi-

yorlar. Biz buna tahammül edemeyiz.

Dediler.  Ben  onlara  uzun  bir  hürriyet  nutku 

irat  ettim.  Allah’ın  yarattığı  mahlûkların  hiç  ka-

bahatleri olmadığını, keçi, inek, öküz, tavuk gibi 

domuzların  da  hür  yaşamak  hakları  olduğunu 

söyledim.

- Biz sizin koyunlarınıza kızıyor muyuz?

Dedim. Cevap veremediler. Fakat artık domuz-

ların  içtiği  çeşmeden  su  alamıyorlar,  domuzların 

gezindiği çayırlıklarda soyunup yağlanıp güreşe-

miyorlardı. Altı, yedi ay içinde küçük sürü üredi. 

47

Sonbahar 2015




Hemen  bütün  kasabayı  kapladı.  Türkler  baktı-

lar  ki  bu  mahlûklardan  kurtuluş  yok,  birer  birer 

hicrete  başladılar.  Evvelâ  en  zenginler  tası  tarağı 

topladı. Mallarını tarlalarını yok pahasına satıyor-

lardı.  Ben  hükûmet  namına  boyuna  alıyordum. 

İstanbul’a  kapağı  atan  bir  iki  hafta  sonra  hemen 

akrabalarını gelip alıyordu. Köylüler de kasabalı-

ların arkasından ayrılmıyorlardı. Ben habire Ma-

kedonya muhaciri getirtiyordum.

‘Uzatmayayım. Bulunduğum yerde iki senede 

bir Türk nüfusu kalmadı. Evet… Hepsi ateş önün-

den  kaçarmış  gibi  yüzlerce  senelik  yerlerinden, 

yurtlarından  uzaklaştılar.  İçinde  hiç  Bulgar  bu-

lunmayan Türk kasabalarına hükûmet benim bul-

duğum usulü tatbik etti. Yani bir aile Makedonya 

muhaciri, küçük bir sürü domuz! Hepsi bir sene 

sonra yarı yarıya iniyordu. Benim icadım olan bu 

tuhaf zulüm İstanbolof’un çok hoşuna gitti. Beni 

ne vakit görse:

- Sen dâhisin bre… Sen Bismark’tan büyüksün 

bre…

Diye  boynuma  sarılır,  alnımdan  öperdi.  Evet, 



Bismark Alzas-Loren için benim gibi bir çare bula-

mamıştı. Yok lisanı konuşturmamak, yok mektep-

leri kapatmak… Ne çirkin, ne vahşice hareketler! 

Hâlbuki bilmem amma, Fransızların da taassubu-

na dokunan tabiî bir şey vardı. Onu keşfedip tatbik 

etseydi, bir senede bu vilâyetleri Almanlaştırırdı. 

On sene evvel Petersburg’a gitmiştim. Sazanof’la 

görüştüm. Malûm ya bu hımbıla Avrupa’da dip-

lomat derler.

- Siz İstanbul’u almak istiyorsunuz, değil mi?

Diye sordum. Hiç tereddüt etmedi:

- Evet.


Diye başını salladı.

-  O  hâlde  İstanbul’u  almak  çok  kolaydır.  Size 

öğreteyim!

Dedim.


- Nasıl?

Dedi.


- Sizin tasavvur ettiğiniz gibi Cihan harplerine, 

Avrupa muharebelerine lüzum yok. Sade, basit bir 

sistem!

- Nasıl?


Dedi.

-  Türkleri  İstanbul’dan  hicrete  mecbur  etmek, 

sonra yerlerine yavaş yavaş Rus muhacirleri gön-

dermek. Yirmi beş sene içinde İstanbul’da bir Türk 

kalmaz. Halis bir Rus şehri olur!

Dedim.


- Fakat bu nasıl mümkün olur?

Diye tekrar sordu. 

- Gayet kolay!

Dedim.  Türklerin  körükörüne  kara  taassup-

larından  başka  hiçbir  siyasî  fikirleri  olmadığını, 

vatan, yurt, ocak bilmediklerini, İstanbul’daki her 

Türk mahallesine bir aile Bulgar yahut Rus yerleş-

tirip yanlarına da serbest gezebilmek şartiyle birer 

sürü  domuz  verilirse  az  vakitte  bütün  Türklerin 

çilyavrusu  gibi  dağılacaklarını  anlattım.  Eşek! 

İnanmadı.  Evet  eşeğin  biri…  Payitahtlarına  göz 

diktiği milletin daha ruhunu bilmiyordu. Siyase-

time güldü. Hatta sözlerimi lâtife zannetti. Bizim 

sefire demiş ki:

- Gospodin Kepazef ne tuhaf adam! İlk defa gö-

rüştüğümüz hâlde benimle şaka etti!

‘Evet, eşek! Avrupa’da, hele Rusya’da siyasetten 

anlayan bir tek adam yok… Hepsi eşek, hepsi…

*

İhtiyar diplomat cigara cigara üstüne yakıyor, 



her defasında bize de zorla birer tane yaktırıyor, 

eski muvaffakıyetlerini anlata anlata bitiremiyor-

du. Gece yarısı yaklaştı. Ben sıkılıyordum. Koşta-

nof  ısrarımı  anladı.  Yatmak  için  müsaade  istedi. 

Duman dolu odadan çıktık.

Dışarda bana dedi ki:

- Sakın söylediklerinin hepsine noktası nokta-

sına inanma.

- Yalan mı söylüyor?

Diye sordum.

- Hayır.

- Ey?


- Mübalâğa! Onda beş firesini çıkar…

- ….


-  Odama  çekildim.  Soyundum,  yatağa  uzan-

dım.  Fakat  gözüme  uyku  girmedi.  Ateşsiz  bir 

humma  her  tarafımı  yakıyor,  soğuk  soğuk  terli-

yordum. Yavaş yavaş aşağıdaki hora gürültüleri, 

gayda  sesleri  kesildi.  Etraftaki  horozlar  ötüyor, 

sabah oluyordu. Uyumak azmiyle gözlerimiz sıkı 

sıkıya kapadım. Yüzükoyun döndüm. Pis, cılız bir 

domuz  sürüsü  önünden  cesur  ecdadımın,  yiğit 

kan kardeşlerimin, saf milletimin kavukları düşe-

rek, atları, arabaları bataklıklara saplanarak, top-

ları, tüfekleri, kadınları kızları, çolukları çocukları 

yollara dökülerek bir çılgın ordusu hâlinde kaçış-

tıklarını görüyor gibi oluyordum.

- Ah, evet, o gece hiç uyuyamadım!



(Ömer  Seyfeddin,  İlk  Düşen  Ak,  Muallim  Ahmet 

Halit Kitabevi, İstanbul, 1940)

48

Sonbahar 2015



Yüklə 58,02 Kb.

Dostları ilə paylaş:




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©www.genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə