Araştırma Makalesi Research Article



Yüklə 107,08 Kb.
Pdf görüntüsü
tarix17.09.2017
ölçüsü107,08 Kb.
#198


Spinoza’nın Antropomorfizm Eleştirisi Ya Da Aklın Hayalgücünü İfşası Üzerine 

  

  



 

 

19 



2013/21 

 

 



 

 

 

Araştırma Makalesi 

Research Article 

Araş. Gör. Mehmet Fatih ELMAS 

Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü, Karaman-Türkiye. 

m_fatihelmas@hotmail.com 

 

 

Spinoza’nın Antropomorfizm Eleştirisi Ya Da Aklın 



Hayalgücünü İfşası Üzerine 

 

Özet 

Bir  bütün  olarak  olgusal  alan  idelerle  kurulan  varlık  alanıyla  veya  idelerin 

sunduğu  idealler  ölçüsünde  determine  edilir.  Bu  ideler  “doğru”  ve  “yanlış” 

olabilirler.  Yanlış  bir  ide  kendi  içerisinde  tutarsız  veya  düzensiz  bir  saçmalık 

değildir, fakat onun da tıpkı doğru bir idede olduğu gibi kuralları ve bir dizgesi 

vardır. Bu bakımdan, yanlış ideler sistemin bir parçası olarak doğrunun oluşumu 

açısından  zorunlulukla  bulunur.  Bu  bağlamda,  filozofun  işi,  her  şeyden  önce 

yanlış  olanı  teşhis  ve  teşhir  etmek  ve  ardından  doğru  olanı  ortaya  koymak 

suretiyle yanlış olanı zihinlerden ötelemektir.  

 

Anahtar Terimler 

Spinoza, Tanrı, Antropomorphism, Hayalgücü, Akıl. 

 

 

 



 

 

 



 

 

 



 

 

 



 

Kaygı Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Dergisi  

 

Uludağ University Faculty of Arts and Sciences Journal of Philosophy 

 

Sayı 21 / Issue 21 | Güz 2013 / Fall 2013 

 

ISSN: 1303-4251 

 

 



Spinoza’nın Antropomorfizm Eleştirisi Ya Da Aklın Hayalgücünü İfşası Üzerine 

  

  



 

 

20 



2013/21 

Tanrı tasavvurunun mevcut olduğu toplumlarda tarihsel süreç içerisinde birbirine 

paralel  iki  gelişme  olmuştur.  Birincisi,  çok  tanrıcılık  anlayışından  tek  tanrıcılık 

anlayışına  geçiştir.  İkincisi  ise  somut  tanrı  kavrayışından  soyut  olana  doğru  bir 

evrilmedir  (Ceylan  2011:  48).  Semavi  dinlerin  tek  tanrılı  tasavvurlarında  Tanrı’nın  -

Eski Ahit’ten Kuran’ı Kerim’e kadarki süreçte- vasıflarında birtakım değişmeler olduğu 

göze  çarpar.  Örneğin,  Tevrat’ta  sözü  edilen  Tanrı’nın  insanla  üst  düzey  -insansal 

karaktere  bürünmek  suretiyle-  sıkı  ilişkiler  kurduğu  yerde,  Yeni  Ahit’te  İsa  kılığında 

insansal  vasıfları  tecessüm  eder.  Kuran’da  ise  bütün  insansal  vasıflardan  arınmış  bir 

biçimde  bütünüyle  soyut  bir  aşkın  varlık  olarak  vahyeder.  Bununla  birlikte,  felsefe 

tarihinde doğal teolojinin en temel konusu olması bakımından Tanrı’nın varlığı üzerine 

ciltler dolusu eserler verilmiştir. Söz gelimi, Antikçağ’da mitolojik bir ürün olan Tanrı, 

Platon’da  evrenin  düzenleyicisi  olarak  Demiurgos;  Aristoteles’te  Hareket  Etmeyen 

Hareket  Ettirici  olarak  İlk  Muharrik;  Ortaçağ’da  temel  bir  dogma  olarak  kendisi 

aracılığıyla  insanın  eylemsellik  alanının  belirlendiği  aşkın  bir  varlık  olarak  tasavvur 

edilmiştir:  Aziz  Augustinus,  Thomas  Aquinas,  Fârâbî,  Fahrettin  Râzi  ve  daha  pek 

çokları, bu şekilde tasavvur edilen Tanrı’nın varlığının ispatıyla meşgul olmuşlardır. 

İşte  bu  gibi  durum  tespitlerinden,  sorgulayan  bir  zihin  Tanrı’nın  aslında  ne 

olduğuyla  ilgili  ciddi  bir  takım  soruşturma  ihtiyacı  duyumsar.  Spinoza’ya  göre 

insanların  Varlık  veya  Tanrı  hakkındaki  bilgileri  yeterince  net  değil,  fakat  bir  hayli 

bulanıktır.  Onlar  Tanrı’yı  tıpkı  bir  cismi  tahayyül  ettikleri  gibi  zihinlerinde 

canlandırırlar  ve  zihinlerinde  görmek  istedikleri  bir  imge  tasarlayıp,  ona  Tanrı  adını 

verirler.  İnsan  olmaları  nedeniyle,  sürekli  dış  etkenlere  maruz  kalarak  yaşamlarını 

sürdürdükleri  için,  onların  bu  şekilde  tasavvurlar  geliştirmeleri  anlaşılabilirdir.  Fakat 

pek  çok  hatanın  kaynağı  da  buradadır.  Tanrı’nın  özü  ya  da  doğası  yeterince 

anlaşılamamıştır. Bunun gerçek nedeni ise öz ve özgülük hakkında yeteri derecede bir 

fikir sahibi olunamamasıdır. Tarihteki Tanrı tasavvurlarına bakıldığında, çoğunlukla öz 

ve özgülükün birbirleriyle karıştırıldığı  görülür. Bu karıştırmayla teolojik incelemeler, 

Tanrı  hakkında,  Onun  özü  ve  öznitelikleriyle  ilgili  açık  ve  seçik  bir  bilgiye  erişme 

imkanı bulamamışlardır. 

Spinoza, 

dinler 


tarihi 

incelemelerinde, 

peygamberlerin 

Tanrı’nın 

özniteliklerinden  (attributes)  yeter  düzeyde  haberdar  olmadıkları  yönünde  bir  durum 

tespiti  yapar.  Söz  gelimi,  Adem’in  günahlarından  dolayı  Tanrı’dan  gizlenme  çabası; 

İbrahim’in  ve  Musa’nın  Tanrı  Tasavvurları  ya  da  Musa’nın  Tanrı’nın  cennette 

oturduğuna ve kendisiyle konuşmak için Sinâ dağına geldiğine yönelik inancı, onların 

Tanrı’nın  özniteliklerinden  –örneğin  her  şeyi  bilen  ve  her  yerde  hazır  ve  nazır  olan 

olması vb- pek de  haberdar olmadıklarını gösterir (Spinoza 2010: 57-59). Spinoza bu 

örnekleri  peygamberlerin  bilgisizliğine  değil,  fakat  bilmek  zorunda  olmadıklarına 

gönderme  yapmak  üzere  verir.  Çünkü  ona  göre  peygamberlerin  görevi,  en  temelde, 

Tanrı’nın varolduğunu, ödüllendirici ve cezalandırıcı, merhametle dolu olduğunu, yeni 

topluma ahlaki ilkeler aracılığıyla nasıl yaşamaları gerektiğini telkin etmektir (Spinoza 

2010: 61-62). 

Spinoza’ya  göre,  Tanrı’nın  mükemmelliğinin  bilincine  ancak  derin  bir 

düşünmeyle  varılabilir.  Derinlikli  bir  düşünme  yerine  Tanrı’nın  insansal  karakterle 

tasavvur edildiği geleneksel Tanrı tasavvurları ya da Tanrı’yla ilgili bütün önyargılar tek 

bir  noktada  düğümlenmektedir.  İnsanlar  genel  itibarıyla  doğadaki  her  şeyin  tıpkı 



Spinoza’nın Antropomorfizm Eleştirisi Ya Da Aklın Hayalgücünü İfşası Üzerine 

  

  



 

 

21 



2013/21 

kendilerinde  olduğu  gibi  belli  türden  bir  ereğe  doğru  ilerlediğini  ya  da  eylediğini 

sanmaktadırlar. Bu bağlamda Tanrı’nın da her şeyi bir amaç dahilinde yönettiğini ya da 

belirlediğini düşünmektedirler. Çünkü onlar her şeyin insan için, insanın da Tanrı’nın 

kendisine  hizmet  etmesi  için  yaratıldığına  inanmaktadırlar.  Söz  gelimi,  insanın 

eylemsellik  alanındaki  iyi-kötü,  sevap-günah,  güzel-çirkin  vb.  değerler,  Spinoza’ya 

göre,

1

 hep bu inanışın ürünleridirler. Doğaya atfedilen ereksellik, aslında insanın henüz 



bilimsel  düşünce  evresine  geçmediği,  doğal  ortamında  olduğu  zihinsel  bir  durumun 

ürünüdür.  Doğadaki  ereksellik,  öznenin  de  sahip  olduğu  düşünülen  özgürlükten 

çıkarsanmıştır. 

Aslına  bakılırsa  bu  durum  gayet  anlaşılabilirdir;  çünkü  insana  ilişkin  bir 

çözümlemede gözlemlenebilecek şeylerden biri, insanın nedenlerin bilgisinden bihaber 

dünyaya geldiğidir. Varlıkların düzenini ve nedenlerini bilmeksizin doğan insan varlığı, 

dünyaya geldikten sonra öncelikle kendisine fayda sağlayacak şeylere yönelir ve onun 

farkında olduğu en önemli  şey belki de  yalnızca bu  yönelimini güdüleyen arzularıdır. 

Bu  durum  göstermektedir  ki  insanlar  ilkin  kendi  seçimlerinin  ve  arzularının  farkına 

varırlar. Kendi  seçimlerinin  ve arzularının  farkında olmaları hasebiyle de  kendilerinin 

özgür olduğunu sanırlar. Çünkü kendilerini yönlendiren nedenlerin farkında değildirler. 

Dolayısıyla,  onlar  yalnızca  vuku  bulan  olay  ve  olguların  son  nedenleriyle  ilgilenirler 

(Spinoza 2011: 135). Bir şeyin ya da vuku bulan bir olayın son nedenini genellikle bir 

dış  kaynakta  arama  eğiliminde  olan  insan,  söz  konusu  nedeni  dış  kaynakta 

bulamadığında  ancak  kendine  döner.  Kendi  içine  döndüğünde  ise  doğa  içerisinde 

kendisine sunulmuş olan hazır şeylerden hareketle, tıpkı kendi ürettiği araçlarda olduğu 

gibi,  doğanın  da  özgür  bir  biçimde  bütün  her  şeyi  sırf  kendi  hizmetine  sunduğu 

çıkarımını yapar. O, eylemini yönlendiren yararlılık ilkesi ve özgür irade ilkeleriyle bir 

araya geldiğinde, doğayı amaçlar ve araçlar olmak üzere iki ayrı düzlemde “okuma”ya 

başlar.  Eylemsellik  alanında  kullandığı  ve  karşılaştığı  bütün  doğal  şeylerin  bir  şeye 

(ereğe)  erişmek  ya  da  onu  gerçekleştirmek  üzere  birer  araç  olduğunu  sanır.  Bütün  bu 

doğal araçları var kılanın ya da forme edenin kendisi olmadığının da farkındalığıyla, bir 

dış  nedene  ihtiyaç  duyar.  Böylece  bütün  bunları  kendisine  sunduğunu  zannettiği  bir 

yönetici  tahayyülü  geliştirir.  Bu  tahayyülü  ise  -hayalgücüyle  eriştikleri  yöneticinin 

varlığıyla ilgili henüz bir bilgileri olmadığından- zorunlulukla kendi ölçülerince ona bir 

karakter biçer: 

(…) her insan kendi karakterine bakıp kafasında tanrı için değişik ibadet şekilleri 

geliştirdi;  bu  tanrı  her  şeyden,  herkesten  çok  onu  sevsin  ve  bütün  doğayı  onun 

keyfine  ve doymak bilmez hırsına uygun olarak  yönetsin istedi. İşte bu önyargı 

sonradan  batıl  inanca  dönüştü  ve  insan  zihninin  derinlerine  kök  saldı;  herkesin 

varlıkların  nihai  amaçlarını  anlamak  ve  açıklamak  için  bunca  uğraş  vermesinin 

nedeni  oldu  bu  önyargı.  Ama  insanoğlu  doğada  hiçbir  şeyin  boşuna 

yaratılmadığını  (yani  doğada  insanın  yararına  olmayacak  hiçbir  şeyin 

olamayacağını)  göstereceğim  diye  böyle  yana  yakıla  araştırmalar  yaparken, 

sanırım  sadece  doğanın  ve  tanrıların  insanlar  gibi  hezeyan  içinde  olduğunu 

gösterebildi. Tanrı aşkına, baksanıza sonunda olanlara! Doğadaki bunca rahatlığa 

karşın insanoğlu bunca rahatsızlık yaşamaya mecbur kaldı, fırtınalara maruz kaldı 

mesela,  depremlere,  hastalıklara  ve  daha  nicelerine.  Bu  kez  şöyle  düşünmeye 

                                                           

1

 



  Aslında ona göre bu türden inanışların temelinde insan zihninin doğası bulunur.  


Spinoza’nın Antropomorfizm Eleştirisi Ya Da Aklın Hayalgücünü İfşası Üzerine 

  

  



 

 

22 



2013/21 

başladı, bütün bu felaketler tanrıları öfkelendirdikleri için başlarına geldi, çünkü 

yanlış  işler  yapıp  tanrılara  zarar  verdiler  ya  da  tanrıların  kendine  özgü  ibadet 

şekillerine harfiyen riayet etmediklerinden günah işlediler. Günlük yaşamlarında 

edindikleri deneyimler onlara bunun tersini söylese de, yaşadıkları sayısız örnek 

bu tür felaketlerin hiç fark gözetmeden hem dindarların hem de dinsizlerin başına 

gelebileceğini kanıtlasa da, yine de kafalarında kök salmış bu önyargıdan bir türlü 

vazgeçmediler;  çünkü  başlarına  gelen  bu  olayları,  nasıl  kullanacaklarını 

bilemedikleri  aletler  gibi  değerlendirmek  onların  kolaylarına  geldi,  böylece 

sistemi toptan yok edip yeni bir sistem kurmaktansa, nasıl cahil doğdular öyle de 

yaşayıp gittiler. Bunun  sonucunda kesin bir karara vardılar, demek ki tanrıların 

hükümleri  insan  algısının  çok  çok  üstünde.  Sadece  bu  karar  bile  hakikatin 

sonsuzca insanlıktan saklanmasına yeter de artardı bile (…) (Spinoza 2011: 139-

141) 


Spinoza’ya  göre  yanılgı  insanlara  kendini  zorla  benimsetir.  Çünkü  insanlar 

hakiki  olanın  ne  olduğunu  sonradan  öğrense  bile,  önceki  inançlarına  sıkı  sıkıya 

sarılırlar;  yanılgılarını  sürdürürler.  Bu  nedenle  Tanrı’yı  kendilerine  benzetmeleri 

yönündeki  bu  anlamaları  da  kendini  onlara  zorunlu  olarak  empoze  eder.  Bu  zorunlu 

denilebilecek türden yanılgılar, ancak Tanrı’nın ne olduğu gerçekten bilindiğinde, yani 

O’nun  upuygun  bilgisine  erişmek  suretiyle  ortadan  kalkacaktır.

2

  Spinoza  bu  konuyla 



ilgisinde şu örneği verir: 

(…)  güneşe  baktığımızda  bizden  yaklaşık  200  ayak  uzaklıkta  olduğunu  hayal 

ederiz,  ama  bizim  yanılgımız  sırf  onu  böyle  hayal  edişimizden  kaynaklanmaz, 

güneşi böyle hayal ederken onun gerçek uzaklığını ve onu böyle hayal edişimizin 

nedenini bilmememizden kaynaklanır. Hatta sonradan güneşin dünyanın çapından 

600  kez  daha  uzak  olduğunu  öğrensek  bile  yine  de  bize  yakın  olduğunu  hayal 

ederiz;  çünkü  güneşi  bize  bu  kadar  yakın  olarak  hayal  edişimizin  nedeni  onun 

gerçek uzaklığını bilmememiz değil, bedenimizin güneşin etkisinde olduğu sürece 

aldığı halin güneşin özünü içermesidir (Spinoza 2011: 250-251).  

Açıkça  görülmektedir  ki  konunun  önünde  sonunda  düğümlendiği  husus 

Tanrı’nın  ne’liği  sorunsalıdır.  Buna  karşılık,  insanlar  genellikle  bir  şeyin  doğasını 

açıklamaktan çok, onu ya övmeyi ya da yermeyi yeğlerler. Bunun en önemli nedeni ise 

insanların nesnelerine moral bir değer atfederek yaklaşmalarıdır. Bu ise onları ‘finalist 

yanılsama’  tuzağına  çeker.  İnsanlar  bu  düşünme  biçiminden  ya  da  genel  önyargısal 

modelden

3

  ancak  matematik  sayesinde  kurtulma  olanağı  bulabilmişlerdir.  Çünkü 



matematik  şeylerin  son  nedenleriyle  değil,  fakat  şekillerin  özleriyle,  öz  nitelikleriyle 

ilgileniyordu.  Onlar,  matematik  aracılığıyla  söz  konusu  düşünme  biçimleri  üzerinde 

derinleşebilmiş  ve  böylece  varolanlarla  ilgili  doğru  bilgiye  erişebilme  olanağı 

bulabilmişlerdir.  Bir  başka  deyişle,  eylemlerini  yararlılık  ilkesince  belirleyen  ve  bu 

yüzden doğanın gerçek düzenine vakıf olamayan insan, ancak ve ancak kendi eylem ve 

amaçlarını paranteze alıp, doğayı temaşa etmesi suretiyle gerçek düzeni kavrayabilir ki 

bunun  olanaklı  bir  yolu,  hatta  tek  yolu  doğayı  geometrik  bir  modelde  “okumak”tır. 

                                                           

2

   Bu  bağlamda  Spinoza  için  “vahye  dayanmayan  bir  Tanrı  bilgisi”  (religio naturalis



mümkündür. 

3

   Spinoza’nın  eleştirdiği  Tanrı  tasarımı,  muayyen  bir  dinin  ya  da  öğretinin  tasarımı  değildir, 



fakat  daha  ziyade  bütün  hepsinin  temelinde  olduğunu  düşündüğü  paradigmayı  hedef 

almaktadır. 




Spinoza’nın Antropomorfizm Eleştirisi Ya Da Aklın Hayalgücünü İfşası Üzerine 

  

  



 

 

23 



2013/21 

Filozofun  görevi,  bir  şeyi  övmekten  ya  da  yermekten  ziyade,  onu  anlamaktır.  Bu 

bakımdan  filozof  önce  geometrici  olmalıdır.  Çünkü  geometrik  tavır,  finalizm 

tuzağından  kurtaracak  tek  yoldur.

4

  Böylece  şeylerin  ya  da  olup  bitenlerin  neye 



yaradığıyla  ilgili  merakın  üstüne  yükselip,  onları  kendi  içsel  bütünlüklerinde,  “nasıl 

oldukları  gibi  olduklarını”  ortaya  koymak  mümkün  hale  gelecektir.  Bunun  için  de 

büyüden arındırma yolunda ilerlemeyi sürdürmek gerekir. Gerek eski gerekse yeni batıl 

inançlar  yitirildiğinde,  nihayetinde  gerçeğin  içinde  bir  anlam  keşfedilir.  Dünyayı 

büyüden arındıran sürecin kendisiyle birlikte yepyeni bir büyüyle karşılaşılır. Bununla 

birlikte Tanrı’nın her şeydeki varlığının farkına varılır ve Tanrı’nın ürünlerini keşfetmek 

suretiyle O’nun ürünleri sevilir (Scruton 1996: 151). 

Sonuç  olarak  Spinoza’ya  göre  doğanın,  insanlarda  olduğu  gibi,  belli  bir  amacı 

yoktur. Böyle bir amacın olduğunu iddia eden ‘genel önyargı’ bütünüyle hayalgücünin 

bir  ürünüdür.  Çünkü  hayalgücü,  son  nedenleri  ilk  ya  da  ilk  nedeni  sonuçmuş  gibi 

gösterir: 

Varlıkların  doğasını  hiç  anlamayanların,  onları  sadece  hayallerinde 

canlandıranların  varlıklarla  ilgili  söyleyebilecekleri  hiçbir  şey  yoktur,  çünkü 

hayalgücünü  akılla  karıştırırlar,  dolayısıyla  varlıklar  ve  onların  kendine  özgü 

doğaları  hakkında  böylesine  cahil  olduklarından,  tartışmasız  şekilde  doğada  bir 

düzen olduğuna inanırlar. Çünkü varlıklar duyularımızla algılayabileceğimiz türde 

bir düzene sahip olduğunda onları kolaylıkla hayal edebilir, dolayısıyla kolaylıkla 

da  hatırlayabiliriz  ve  çok  iyi  bir  düzene  sahip  olduklarını  söyleriz;  tersine 

durumda da, berbat bir düzene sahip olduklarını ya da karışık olduklarını söyleriz. 

Sonuncusuyla  kıyaslandığında  ilkin  bizi  daha  mutlu  ettiğinden  onu  kolay  hayal 

edebiliriz,  çünkü  insan  düzeni  karışıklığa  tercih  eder,  sanki  düzen  bizim  hayal 

gücümüzün bir ürünü değil de, doğada olan bir şeymiş gibi; sonra da Tanrı’nın her 

şeyi  düzenli  olarak  yarattığını  söyler,  böylece  hiç  farkında  olmadan  aslında 

Tanrı’ya  da  insanın  hayal  gücünü  atfetmiş  olur,  ama  bununla  Tanrı’nın  insanın 

hayal gücünü göz önünde bulundurup şeyleri insanların daha kolay anlamaları için 

böyle bir düzene oturttuğunu kastediyorsa o başka. Belki de hayal gücünü çok çok 

aşan  bir  sürü  şey  keşfettiklerini  ve  çoğu  şeyin  zaten  zayıf  olan  hayal  güçlerini 

daha  da  karıştırdığını  görünce  paniğe  kapılmamak  için  böyle  bir  düzen  fikri 

geliştirmişlerdir, kimbilir (Spinoza 2011: 149-150). 

Şu  halde  esas  sorun,  insanların  gerçek  varlıkları  hayalgüçlerinde  yarattıkları 

şekillerle karıştırmalarıdır.

5

 Genel bir ifadeyle, insanlar hayalgücü ve akıl gibi iki güç 



tarafından  yönlendirilirler.  Bu  bağlamda  yapılacak  her  açıklamanın  insanların  bu  iki 

yönüne  göndermeyle  oluşturulması,  dolayısıyla  bu  iki  yönün  de  tatmin  edilmesi 

beklenir. Spinoza’nın bu konudaki açıklamaları hem dinsel hem de felsefi açıdan ya da 

hem hayalgücü hem de akıl açısından önemlidir. O, akıl ürünü ve hayal ürünü oluşumlar 

arasında bir ayrımdan hareketle şöyle der: 

Öyleyse  sıradan  insanın  doğayı  açıklamak  için  kullandığı  tüm  bu  kavramlar, 

sadece  hayal  gücünün  yarattığı  birer  resim;  hiçbiri  varlıkların  hakiki  doğasını 

ortaya koymuyor, sadece hayal gücünün yapısını ortaya koyuyor. Bu kavramlara 

                                                           

4

   Spinoza Ethica’yı tam da bu nedenle geometrik bir tavırla kaleme almıştır. 



5

   “Doğadaki varlıkları sadece onların imgeleriyle açıklamaya kalkan filozofların arasında bunca 

görüş ayrılığının olmasına hiç şaşmamalı!” (Spinoza 2011: 259-263) 



Spinoza’nın Antropomorfizm Eleştirisi Ya Da Aklın Hayalgücünü İfşası Üzerine 

  

  



 

 

24 



2013/21 

birer ad verildiğinden, sanıyorsunuz ki bunlar hayal gücümüzden bağımsız olarak 

varolan  oluşumlar.  Ben  bunlara  akıl  ürünü  oluşumlar  yerine  hayal  ürünü 

oluşumlar diyorum (2011: 153). 

Spinoza’ya  göre  hayalgücüne  dayalı  düşünceler  Tanrı’yı  sub specie durationis 

[zamanın/akışın  görünümü  altında]  tasavvur  ederler  ve  genellikle  de  insanın  sonlu 

tutkularına  ve  ifadelerine  sahipmişçesine  tasvir  ederler.  Bu  bakımdan  insanların, 

ebedilik  görünümü  altında  transandental  bir  perspektife  doğru  çabalamaları,  doğaları 

gereğidir. Akıl doğası gereği şeyleri gerçek [vere], zorunlu ve sonsuzluğun ışığı altında 

[sub quadam aeternitatis specie]  algılar  ve/veya  temaşa  eder  (2011:  273,  277).  Aklın 

ezeli-ebedi  olana  ilişkin  özlemi,  her  ne  kadar  metafiziksel  kuramlarda  ortaya 

çıkabilecek hataların kökeninde olsa da, pratik olana bir temel sağlar. 

Bununla  birlikte,  Spinoza,  bilginin  üç  türünü  birbirinden  ayırır.  Buna  göre, 

birinci  tür  bilgi  (cognitio primi generis)  belli  belirsiz  deneyim  yoluyla  edinilen  sanı 

(opinio) ya da hayalgücüne (imaginatio) dayalı bilgiden ibarettir. Spinoza bu türden bir 

bilgiyi  yanlışlığın  biricik  nedeni  sayar;  ikinci  tür  bilgi  (ratio)  akılyürütme  yoluyla 

edinilen  rasyonel  bilgi  türüdür.  Bu  bilgi  türünde  cisimler  üzerinde  ortak  nosyonlar 

yoluyla  yeterli  (adequate)  fikirler  edinilir.  Üçüncü  ve  en  önemli  bilgi  türü  (scientia 

intutiva)  ise  doğanın  genel  düzeniyle  ilgili  yeterli  bir  fikir  edindikten  sonra,  fikri 

edinilen  düzenin  aslında  şeylerin  özünde  işlediğini  sezmeye/görülemeye  işaret  eder 

(2011:  257-267).  Ikinci  ve  üçüncü  tür  bilgi  zorunlulukla  doğrudur.  Bu  bakımdan 

filozofun  işi,  birinci  tür  bilgideki  yanlışlığı  –konu  her  ne  ise-  ifşa  edip,  doğru  olanı 

ortaya  koymaktır.  Hakikatin  ölçütü  doğru  bir  fikirdir:  “Dahası,  doğru  bir  fikir  kadar 

hakikatin ölçütü olabilecek daha açık ya da daha kesin başka bir şey olabilir mi? Nasıl 

ki ışık hem kendisini hem de karanlığı açığa vuruyorsa, aynı şekilde hakikatin kendisi 

de hem kendisinin hem de yanlışlığın ölçütüdür” (2011: 271). 

Spinoza’ya  göre  Tanrı’yı  anlamanın,  O’nun  ne  türden  bir  varlık  olduğunu 

kavrayabilmenin yollarından biri, özniteliklerine bakmaktır. Öznitelik, zihnimizin tözün 

özünü  kuran  şey  olarak  kavradığı  şeydir  (2011:  33).  Bu  bağlamda  töze  ait  her  şey, 

özniteliklerinde  mevcuttur;  her  şey  öznitelikler  altında  tasarlanmaktadır.  Başka  bir 

deyişle, töz kendini özniteliklerinde ifa-de eder ve her bir öznitelik tözün bir özünü dile 

getirir.  Tek  töz  olarak  Tanrı,  kendi  özünü  ifa’de  eden  –her  biri  kendi  türünde 

mükemmel ve sonsuz sıfatlara sahiptir (Spinoza 2002: 762). Bununla birlikte insan zihni 

sonsuz sıfatlardan yalnızca iki tanesini

6

 bilebilir: Yayılım ve düşünce. Bunlardan ilki, 



fiziksel  nesneler  dizgesiyken,  ikincisi  fikirler  dizgesidir.  Bunlar  aslında  bir  ve  aynı 

gerçekliğin farklı iki veçhesi ya da görünümüdür ve insan zihni, tanrısal sistemi bu iki 

                                                           

6

 



  Bu  konuda  da  Spinoza’ya  yapılan  birtakım  eleştiriler  söz  konusudûr.  Buna  göre  madem  ki 

insan  zihni  sonsuz  sıfatlardan  yalnızca  ikisini  bilebiliyor,  o  halde  Tanrı’nın  sonsuz  sıfatları 

olduğunu ifade etmenin ne anlamı olacaktır? Eleştirmenlere göre bu durum Tanrı’yı iki sıfatla 

sınırlamak  anlamına  gelir  (Arıcan  2004:  113).  İlk  olarak,  Spinoza’nın  yalnızca  iki  sıfatının 

bilinebildiğini ifade ederken sınırladığı varlık Tanrı değil, fakat insan zihnidir. Tanrı doğası 

gereği  sonsuzluğu  ifade  ettiğinden,  O’nun  sonsuz  sayıda  sıfatı  olduğunu  beyan  etmek  de 

fuzuli  bir  söylem  olmaktan  ziyade,  bizatihi  O’nun  doğasını  ortaya  koymaya  çalışmaktır. 

İnsan, ontolojik statüsü gereği, bu sıfatlardan sadece iki tanesini bilebilmektedir. Çünkü insan 

bir  yanıyla  yayılıma,  bir  yanıyla  da  düşünceye  tabidir.  Dolayısıyla  söz  konusu  sorun, 

Tanrı’nın değil, fakat insanın açmazıdır. 




Spinoza’nın Antropomorfizm Eleştirisi Ya Da Aklın Hayalgücünü İfşası Üzerine 

  

  



 

 

25 



2013/21 

öznitelik  cephesinden  ayrı  ayrı  deneyimler.  Çünkü  varolanlarla  ilgili  düşünmemizi 

mümkün  kılan  iki  temel  yoldur  bu  öznitelikler.  Şeyler  insan  zihni  tarafından  ya 

düşünceler  ya  da  yayılımları  açısından  düşünülür.  Bu  iki  yön  varlığın  en  temel  iki 

niteliğidir.  Söz  konusu  iki  nitelik  hem  kendi  türünde  hem  de  niceliksel  olarak 

sonsuzdur. Bu durum Spinoza felsefesinde çokluktan birliğe geçişi sağlayan önemli bir 

noktaya işaret eder. Bu noktada üzerinde durulması gereken bir husus da şudur ki bazı 

Spinoza  yorumcuları  düşünme  ve  yayılımın  Tanrı’nın  ötesinde  olmadığına  dikkat 

çekerek, Spinoza’nın bu iki öznitelikten hareketle Tanrı’yı betimi ile Descartes’ın insanı 

betimi  arasında  hiçbir  fark  görmezler.  Çünkü  onlara  göre  nitelikleri  açısından  insan 

tasviri ile Spinoza’nın Tanrı’yı insan zihni açısından iki özniteliği açısından tasviri aynı 

kapıya  çıkar.  Buna  göre  Spinoza’nın  Tanrı’sı,  Descartes’ın  içselleştirilmiş  insanı 

konumuna  indirgenmektedir  (Yasa  2003: 159).  Bu  türden  yorumlarda  dikkat  edilmesi 

gereken bir husus vardır: Descartes’ın insan tasviri ile Spinoza’nın Tanrı tasavvurunun 

öznitelikleri  bakımından  karşılaştırılarak,  bir  ve  aynı  görülmesi  için  öncelikle  kıyas 

yapılan iki varlığın da ontolojik bakımdan bir ve aynı olmalarını gerektirir. İkincileyin, 

Descartes’ın  sözünü  ettiği  extension  ile  Spinoza’nın  Tanrı’nın  insan  zihnince 

bilinebildiğini  söylediği  iki  öznitelikten  biri  olan  extensionun  bir  ve  aynı  anlamda 

kullanılıp kullanılmadığı sorusunun sorulması gereklidir.  

Düşünce  ve  yayılım  özniteliğinin  kendi  başına,  bağımsız  bir  varoluşundan  söz 

edilemez. Onlar ancak töz aracılığıyla varolan ve bilinebilen iki şeydir. Bununla birlikte, 

gerek  töz  gerekse  öznitelikleri  yalnızca  dolayımlı  bir  biçimde  tecrübe  edilebilir.  Bu 

dolayımlı  şeyler  ise  tözün  yüklemlerinin  modifikasyonları  ya  da  tezahürleri  olan 

moduslardır:  O’nun  (Tanrı’nın)  doğasından  varolan  her  şey  mutlaka  bir  sonuç 

doğurmalıdır”  (Spinoza  2011:  131).  Yayılım  özniteliğinden  biri  sonlu,  diğeri  sonsuz 

olmak üzere iki tür  modus çıkar. Bunlardan  sonlu olanları, dış dünyadaki tek teklere, 

bireysel  fiziksel  şeylere  karşılık  gelirler.  Sonlu  olmaları,  ontolojik  bakımdan  yayılım 

alanı  boyunca  mevcudiyetlerinin  [omni-presence]  olmayışından  kaynaklanmaktadır. 

Yayılımın  sonsuz  modusları  ise  yayılım  alanı  boyunca  ontolojik  olarak 

mevcudiyetlerinin  bulunduğu  tarzlardır.  Örnekse,  hareket  ve  durağanlık  moduslarıdır. 

Bunlar, sonlu moduslarla ilişkiye girmeksizin, bizatihi yayılım özniteliğinin kendisinden 

çıkan  tarzlardır.  Buna  karşılık,  sonlu  moduslar,  tıpkı  kendisi  gibi  olan  diğer  sonlu 

moduslara ve sonsuz olanlara bağlılığı ölçüsünde yayılım özniteliğinden çıkarlar.  

Bir ve aynı düzen ve bağıntıya sahip olduklarından, Tanrı’nın yayılım özniteliği 

için  yukarıda  söylenenler,  düşünce  özniteliği  için  de  geçerli  olmak  durumundadır.  Bu 

noktada, şeyleri birbirlerinden nasıl ayırabildiğimiz sorusu gündeme gelebilir, ancak söz 

konusu “tözsel birlik, beraberinde özsel birliği getirmez” (Zelyüt 2010: 42). Düşünce ve 

yayılım özniteliği, tözün özellikleri ya da sıradan nitelikleri olmayıp, kendileriyle tözü 

bildiğimiz  asli  özellikleridir.  Tanrı’nın  gerek  nitelik,  gerekse  nicelik  açısından  sahip 

olduğu  sonsuz  niteliklerden  yalnızca  ikisi  bilinebiliyorsa,  bu  durumda  O’nun  tüm 

özniteliklerini bilebilen bir zihnin olup olmadığı sorusu ortaya çıkar ki Spinoza’ya göre 

Tanrı’nın  yalnızca  iki  özniteliğini,  O’nun  özünü  oluşturuyor  olarak  algılayan  sonlu 

insan zihninin  yanı sıra, O’nun [omnia Dei attributa] tüm özniteliklerini algılayan bir 

sonsuz akıl vardır (Spinoza 2002: 145-146). Deus ejusque omnia attributa, yani Tanrı 

ve O’nun bütün öznitelikleri ifadesiyle Spinoza, Tanrı’nın her bir özniteliğinin O’nun 

varoluşunu,  ezeli-ebedi  özünü  ve/veya  varoluşunu  açığa  vurduğunu  anlatmak  ister 



Spinoza’nın Antropomorfizm Eleştirisi Ya Da Aklın Hayalgücünü İfşası Üzerine 

  

  



 

 

26 



2013/21 

(Spinoza 2011: 93). Öznitelikler, her biri kendi türünde sonsuz olup, bütün öznitelikler 

bir  arada,  yani  Tanrı’nın  kendisiyle  özdeş  olan  tüm  öznitelikler  mutlak  anlamda 

sonsuzdurlar. Her biri kendi türünde sonsuz olduklarından, biri diğerine indirgenebilir 

nitelikte  olmasalar  da,  bir  ve  aynı  nedenselliğe,  yani  Tanrı’ya  bağlıdırlar.  Bu  nedenle 

“onlar,  ‘Bir’in  içindeki  ‘iki’yi  ve  aynı  zamanda  ‘iki’nin  içindeki  ‘Bir’i  algılamamıza; 

veya hatta ‘Bir’in içindeki ‘çok’u ve aynı zamanda ‘çok’un içindeki ‘Bir’i görmemize, 

algılamamıza imkan vermeleri bakımından, insanı adeta ‘sarhoş’ ederler” (Zelyüt 2010: 

42). Spinoza’nın bu öğretisi,  “zihin  gözü”yle bakıldığında, gerçek ‘çok’u da  görmeye 

imkan veren bir yapıyı sunar

7



 



 

 

 



 

 

 



 

 

 



 

 

 



 

 

 



 

 

 



 

 

 



 

                                                           

7

   Bu çalışma, “Spinoza’nın Töz Merkezli Metafiziği Temelinde Conatus Kuramı Üzerine Bir 



İnceleme” başlıklı Yüksek Lisans Tez Çalışması’ndan türetilmiştir.  


Spinoza’nın Antropomorfizm Eleştirisi Ya Da Aklın Hayalgücünü İfşası Üzerine 

  

  



 

 

27 



2013/21 

 

 



 

Res. Assist. Mehmet Fatih ELMAS  

Karamanoğlu Mehmetbey University, Faculty of Arts, Department of Philosophy, Karaman-Turkey. 

m_fatihelmas@hotmail.com 

 

 

On Spinoza’s Critique of Antropomorphism or 



Imagination Being Exposed by Reason 

 

Abstract 

Factual  area  is  determined  in  its  whole  either  by  the  area  of  being  that  is 

constituted  by  ideals  or  by  ideals  themselves  that  is  projected  by  ideas. 

Nevertheless,  these  ideas  can  either  be  “adequate”  or  “inadequate”.  Yet  an 

inadequate  idea  is  not  a  idea  that  contains  in  itself  inconsistent  or  disordered 

representations:  it  has  its  own  rules  and  systematic  epigenesis  like  an  adequate 

idea. In this respect, inadequate ideas as an integral part of a system are required 

necessarily  for  the  formation  of  adequateness  as  well.  Prima facie,  the  task  of 

philosopher is to recognise and to expose inadequateness. However, with the help 

of  a  argumentative  thought-action  one  can  aims  to  display  such  adequateness. 

Hence,  the  philosopher’s  essential  purpose  is  to  dismiss  inadequateness  from 

human minds. 

 

Keywords 

Spinoza, God, Anthropomorfism, Imagination, Reason. 

 

 



 

 

 



 

 

 



 

 

 



 

 

 



 

Kaygı Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Dergisi  

 

Uludağ University Faculty of Arts and Sciences Journal of Philosophy 

 

Sayı 21 / Issue 21 | Güz 2013 / Fall 2013 

 

ISSN: 1303-4251 

 


Spinoza’nın Antropomorfizm Eleştirisi Ya Da Aklın Hayalgücünü İfşası Üzerine 

  

  



 

 

28 



2013/21 

KAYNAKLAR 

ARICAN, Kazım (2004) Spinoza’nın Tanrı Anlayışı, İstanbul: İz Yayıncılık. 

CEYLAN, Yasin (2011) Din ya da Politika: Neden Felsefe?, Ankara: Phoenix Yayınevi. 

SCRUTON, Roger (1996) Spinoza, New York: Oxford University Press. 

SPINOZA,  Benedictus  De  (2002)  Complete Works,  trans.  By  Samuel  Shirley,  Edited, 

with Introduction and Notes, by Michael L. Morgan, Indianapolis Hackett Publishing Company. 

SPINOZA, Benedictus De (2010) Teolojik-Politik İnceleme, çev. C. B. Akal ve R. Ergün, 

Ankara: Dost Kitabevi. 

SPINOZA,  Benedictus  De  (2011)  Geometrik  Yöntemle  Kanıtlanmış  ve  Beş  Bölüme 

Ayrılmış Ethica (Latince ve Türkçe), çev. Çiğdem Dürüşken, İstanbul: Kabalcı Yayınları. 

YASA, Metin (2003) İbn Arabi ve Spinoza’da Varlık, Ankara: Elis Yayınları. 

ZELYÜT, Solmaz (2010) Spinoza, Ankara: Dost Kitabevi. 

 

 



 

 

 



 

 

 



 

 

 



 

 

 



 

 

 



Document Outline

  • Spinoza’nın Antropomorfizm Eleştirisi Ya Da Aklın Hayalgücünü İfşası Üzerine
    • Özet
    • Anahtar Terimler
  • On Spinoza’s Critique of Antropomorphism or Imagination Being Exposed by Reason
    • Abstract
    • Keywords

Yüklə 107,08 Kb.

Dostları ilə paylaş:




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©www.genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə